21 Temmuz 2024 Pazar

Dünyaya hoş geldiniz orospu çocukları!

Çocukluğumdan beri her zaman yaşadığım bir duygu vardır. Bunaldığımda kaçıp saklanabileceğim bir yer bulmak ve orada yalnızlığın verdiği sessizliği dinlemek. Sömestr ve yaz tatillerinde dedemin evi bunun için en ideal yerdi. Sabahın köründe tarlaya iner kendi kendime konuşur, bir ağacın gölgesine çöker kendimi dinlerdim. Akşama doğru esen rüzgarın verdiği keyifle, çimenlere uzanır yaprakların hışırtısını dinler, masmavi gökyüzünde kayıp giden bulutları izlerdim. Kitap okumak, düşüncelerimi yazmak ve arada kafamı kaldırıp sessizliği dinlemek... Okuldan, sorumluluklardan, gereksiz insan kalabalığından, menfaate dayalı ilişkilerden uzakta olmak ne güzeldi. Önce anneannem öldü, sonra okul bitti, dedem iyice yaşlandı, çocukluğumun en güzel anılarının geçtiği ev harabeye döndü, dedem ölmeden önce beni unuttu. Bitti rüya! 

Poğaça, mısır, supangle ve sıcak ekmek kokardı dedemin evi. Didem Madak'ın o eşsiz dizeleri akla geliyor ister istemez. Ve ondan ilham alıyor insan. Bir daha çocuk olamayacağım. İçimdeki çocuk da her geçen gün ölüyor. Peki ya o mutluluğu bir daha yaşayabilir miyim? Kendi küçük ailemi kurabilirsem belki? 

Kendime koyduğum birçok hedefi başarmışım. Dünya için küçük, benim içinse büyük adımlar diyebilir miyiz? Geriye dönüp bakınca hepsinin bomboş bir avuntudan başka bir şey olmadığını görüyorum. Birileriyle rekabete girmek, mücadele etmek, kazanmak ve tüm herkese kendimi ispat etmek. Ne için? 

Geçen akşam annemlerle konuşurken bana ne istediğimi ve neden mutsuz olduğumu sordular? Benim yerimde olmak isteyen binlercesi varmış. Ailem arkamdaymış. İşim gücüm yerindeymiş. Sevilip saygı duyuluyor muşum. Şikayet etmek ve mutsuz olmak gibi bir lüksüm yok maalesef. 

Okuduğum binlerce kitaptan sonra her geçen gün altını çizdiğim kelimeler anlamını yitiriyor. Mutsuz değilim. Sadece yorgun ve üşengeçim. Payıma düşen mutluluğu daha fazla bekleyecek takatim de kalmadı. Üstesinden gelemediğim ve unutamadığım pek çok şey var: "Babamla hiçbir zaman yapamadığım konuşma, onun güvenini arkamda hissedemeyişim, bana çocukken ayırmadığı vakti ve sevgisi, geçim kaygıları, annem ve babam arasındaki dengeyi koruma çabam, sahip olduğum her şeyi tırnaklarımla kazıyarak elde ederken ruhen yıpranışım, beni gerçekten seven kızlara hak ettikleri mutluluğu veremem, kendimden kaçışım, hayallerimi sürekli yarınlara ertelemem ve en önemlisi de potansiyelimi boşa harcamam. Kendimin en iyi versiyonunu gerçekleştirmek için verdiğim bunca yıllık mücadele ne içindi? 

Her gün etrafımda kendisini gerçekleştirmiş ve mutlu gibi görünen insanları görmeye katlanamıyorum artık. Kimsenin mutluluğunda ve başarısında gözüm yok. Ama kendimi heba edişime üzülüyorum. Elimden bir şey gelmiyor. Yalnızlık bir bataklık gibi her geçen gün içine çekiyor beni. Boğuluyorum. Ama dışarıya karşı olan görevlerimi aksatmıyorum. Gülümse, çalış, sorumluluklarını yerine getir ve insana verilen bu eşsiz hayatı harcamaya devam et. Dünyaya hoş geldiniz orospu çocukları! İnsan ziyan olmak için yaratılmıştır...

14 Temmuz 2024 Pazar

Nabıcaz be Kamil?

Galiba günden güne konuşma ve yazma kabiliyetimi kaybediyor gibiyim. İnsanları belli bir süre boyunca dinlemekte zorlanıyordum zaten. Kemal Sunal gibi ağzımı açar açmaz, donup kalıyorum. Derin bir iç çekip, konuşmamın boşuna olduğunu anlıyorum. Bir zamanlar çok konuştum, bir faydasını görmedim diyordu Erdal abi. Ah o eski günler geliyor aklıma. Twitter, Facebook ve blogda yazılan binlerce yazı. Eş, dost, akraba demeden girişilen polemikler. En iyisini ben biliyorum. En haklı benim. Yunan tragedyalarındaki gibi topluluğa nutuk çekmeler. Küçük dağları ben yarattım amına koyim. Bugünkü halimle o günkü zamanlara bakınca ne kadar da aptalmışım diyorum kendi kendime. Ama şu da bir gerçek ki; makul ve aklı selim birisi olabilmek için bu aptallık yollarından geçmemiz gerekiyor. 

17 yaşında yazdığım ilk yazılarda en çok vurgu yaptığım şey "ben bir gün mutlu olacağım" mottosuymuş. Gören de Üvey Baba dizisindeki Lamia gibi çocukluk yaşadım zanneder. Başka bir evrende babam veresiye rakı almaya gönderip, sonra da kemerle dövüyordu belki de. 

Jack London'ın Demir Ökçe romanından nasıl etkilendiysem lise yıllarında avukat olacağım demişim. Ernest Everhard mısın be mübarek. Ara sokaklarda Proleterya'ya meyve kasaları üzerinde aforizma kasarken "La Viva Revolution" diye bağırdığımı hayal ediyordum sanırım. Fazla Amerikan filmine maruz kaldığımdan olabilir. İtiraz ediyorum hakim bey...  

Üniversiteye girişte yapmış olduğum tercih hatasının ceremesini aradan 16 yıl geçmesine rağmen hissediyorum. Futbolculuk hayalleri peşinde koşarken kafam Leylaydı. Annemi saraylarda yaşatmanın kısa yolu transfer olmaktan geçiyordu. Hesapta olmayan ise; sakatlandıktan sonra bir daha hiçbir şeyin aynı olmayacağıydı. Babam bir sene daha hazırlan oğlum belki iyi bir üniversiteyi kazanabilirsin diyebilirdi. Fakat 2007-2008 yılındaki Finans krizi bizim evi teğet geçmemişti. Babam işsiz, annem çaresiz, bense bavulumda hayal kırıklıklarım; aklımda ise onlarca düşünce ile memleketin yolunu tuttum.  

İyi bir üniversiteye gidemiyorsam; iyi bir öğrenci ve entelektüel biri olurum diyerekten sıvadım kolları. Üniversitenin ilk senesi kitap fuarından posta çeki karşılığında yaklaşık 1.000 tane kitap aldım. Ulan o kitapların borcunu üç senede ödedim. 2008 yılında 2.000 lira vermiştim o kitaplara. Tüm klasikleri hatim ettim. Ekonomi, felsefe, siyaset, sosyoloji, antropoloji... Şimdi ananızı laciverte boyadım diye geziniyordum ortalarda. Facebook'ta racon değil, kafa kesiyordum. Melih Gökçek Ankara'yı parsel parsel Fetö'cülere satarken biz klavye şövalyeliği yapıyorduk. Ta ki 19 yaşında eve gelen ilk tebligatla, savcılığa ifade verene kadar. Sen misin birkaç milyon izlenme alan blog yazarı. Volkan Konak'ın manidar şarkısında dediği gibi "Elumuze verdiler..."



İktidarı eleştir; bir muhaliflik. Cemaate küfür et, iki iftira. Sistemin ırzına geç; üç halkı kine ve isyana teşvik. Her gece düşüncelere dal; nereden baksan overthinking. Heriflerin yalanlarını ifşa et; beş gammazcılık. Bütün bu bokları yedikten sonra savcının suratına bakıp kusura bakmayın abi kaza oldu diyemezsin. Adamın götünden kan alırlar Kamil kan!

Okul bitti nihayet. Diplomayı rulo yapıp elimize verdiler. Artık götümüze nasıl sokacağımız bize kalmıştı. KPSS ile devlet memuru olsam muhtemelen dilimi tutamadığım için ihraç ederlerdi. 90 puanı çöpe attım. Yüksek lisansı birincilikte bitirdikten sonra akademisyen mi olsam dedim. Üniversiteye ya kayyum atadılar ya da hocaları işinden kovup hapse attılar. Bir ömür özel sektörde kim çalışacak amk dedim. 

10 senedir sistemin en sadık kölesi olarak çalışmaya devam ediyorum. Artık ben de küçük bir burjuvayım. Kuyruğu dik tutmaya çalışıyorum ama nafile. Okulda yetmiyordu bir de şirkette anarşiklik yaptık. Orada da adımız çıktı iyi mi? Utanmasam şirketin duvarına Faşo Ağa yazacağım :) Benden bi sikim olmaz ha! Kariyer de yalan oldu. 

Belki 35'imden sonra Chuck Palahniuk gibi Dövüş Kulübü'nü yazar meşhur olurum diye hayal ediyordum ama ben bile kendi yazdıklarımı okumaya üşeniyorum. Elalem niye okusun. Ha gerçi piyasada yazarım diye gezinen bir sürü sik kırığı var. İmza günü bile düzenliyorlar. Kanalıma hoş geldiniz göt laleleri. Bugün size Nilgün Bodur'un "Akıllandım Artık Şimdi Daha Malım" kitabından bahsedeceğim. 

İlişkiler konusunda da işler umduğumuz gibi gitmedi. Yok zihinsel olarak hazır değilim, yok biraz kariyer yapayım, acaba daha iyisi karşıma çıkar mı, geçim kaygısı, dünya kavgası, varoluşsal sancılar derken gül gibi kızların ahını aldık iyi mi!  Eternal Sunshine of The Spottless Mind filmindeki Joel gibiyim. Geçmişteki ilişkilerim aklıma geldikçe ben nasıl kaçırdım bu kızları diyerek kafayı yiyorum. Hafızama reset atmaya ihtiyacım var. Kendimden şüpheye düşmeye başladım. Eskiden bu kızlar benim neyimi sevdi acaba? Çünkü bugünlerde evlenilecek kız kalmadı moduna girdim. Hiç olmadığım kadar hazırım. İşler güçler iyi, diplomaları götümüze soktuk, gezdik gördük eğlendik, insan-ı kamil olduk... Eeee hani vadedilen kutsal topraklar :) Bizimkiler dizisindeki Dumkof gibi olacak sonumuz. 40 yaşında evde kalmış çocuk ruhlu sapık. "Öyleee Yumuşak yumuşak..."

Velhasıl kelam şimdi ben bunları neden yazdım? Niçin yazdım? Nasıl yazdım? Buna izaha gerek yok. Okuduğunuz üzere yazdım. Yazmayabilirdim de. Ama yazmış bulundum bir kere. Yıllardır yarım bıraktığım bir sürü romandan sonra, anladım ki ben roman yazarı değilim. Benim ekmeğim anlatı yazarlığında. Fernando Pessoa'nın Huzursuzluğun Kitabı'nı örnek alıp kendi ezik hayatımı anlatmayalım. Sonra tüm bu yazdıklarımı derleyip toplayıp kitap haline getirebilirim. Allah'ım sen bana yazma gücü ver. Hazır dua etmeye başlamışken; bir adet oyun bilgisayarı, Halstadt bileti, minyon çekik gözlü zeki çevik akıllı ve kafa dengi bir gacı... Veleddalin Amin! 

 

 

 

 

 

 


23 Haziran 2024 Pazar

Var mıydık? Belki Biraz...

Artık çalar saatin ruhumu kamçılarcasına ötmesine gerek duymadan uyanabiliyorum. Telaş yok, karnımda uçuşan rahatsız kelebekler yok, geç kalırım kaygısı yok, hesap vermekten korkacağım bir patronum yok. Bembeyaz tavana 15 dakika boyunca bakarak kendimi yataktan çıkarmak için ikna etmeye çalışıyorum. Bu sabahın diğer sabahlardan farkı nedir? Neden işe gitmeliyim? Tefekkür etmek için günün en uygun saati. Yataktan kalktığım anda Hannah Arendt'in bahsettiği "Animal Laborans" gibi davranmaya başlıyorum. 

Uyanmak için yüzüme birkaç defa soğuk su çarpıyorum, boğazımdan aşağı birkaç lokmayı zorla itekliyorum, sonra o birkaç lokmayı tuvalette ıkına ıkına çıkarıyorum, ayaklarım geri geri giderken insan seline karışıp toplu taşımayla işime yetişmeye çalışıyorum. Tüm gün çalışıyormuş gibi yapıyorum, patronum da maaş ödüyormuş gibi yapıyor. Geçinemiyorum ama ay sonunu getirebiliyorum. Yaşamıyorum ama var oluş mücadelem devam ediyor. Muhtemelen emekli olana kadar böyle devam edeceğim. Ve her günün sonunda tüm yaşananlara rağmen hayatıma şükredeceğim. Sanırım Bukowski ve Palahniuk yazarak, Pessoa ise hayaller kurarak bu acınası hayatlarına katlanıyordu. 

Peki ya katlanamayanlar? Eskiden insanlar kendini köprüden atardı. Şimdi ise trenin önüne atlamak moda. Öldükten sonra evine ya da işine geç kalan binlerce kişinin ettiği küfürler de cabası. Hayattan intikam almanın farklı bir yolu olsa gerek. Peki neden tren? Sosyolojik olarak düşünmeye çalışıyorum. İntihar şekillerinden toplumların refah düzeyini, adalet sistemini ve toplumsal huzurlarını anlayabilir miyiz? Verilen mesaj nedir? Amerikalılar silahla intihar ediyor; çünkü bireysel silahlanma yaygın ve kolay. Japonlar işini kaybettiğinden dolayı duyduğu utançtan ötürü intihar ediyor. Eskiden seppuku yaparlardı şu an daha acısız bir şekilde hallediyorlar. Peki ya biz Türkler? Son birkaç yıldır artmasına rağmen sansürden dolayı intihar vakalarıyla ilgili pek bir şey bilemiyoruz. Twitter'da birkaç saat gündem olduktan sonra unutulup gidiyorlar. Muhtemelen intihar edenlerle ilgili bir istatistik de tutulmuyordur. Tıpkı 1977 yılından itibaren Doğu Almanya'nın yapmadığı gibi. Eğer küçük bir aksaklıktan dolayı metro seferleri gecikmeli yapılıyorsa bilin ki; hayatından ümidi kesmiş birisi bir yerlerde kendisini trenin altına atmış. 

Bazı zamanlar kötü geçen bir günün ardından benim de aklıma gelmiyor değil. Bir anlık cesaret, gözünü karart ve bammm... Tüm yüklerinden kurtulacaksın. Fakat sonra benim yüzünden evine, sevgilisine geç kalacak olan insanlar geliyor aklıma. Bu kadar küfrü yemeye değer mi? Sikerler kardeşim öyle kuru kuruya ölmek yok. 34 sene boşuna yaşamadık. Can Yücel'in dediği gibi: "Gittin mi büyük gideceksin, ayrılık bile gurur duyacak seninle." 

28 Kasım 2021 Pazar

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20'li yaşlarımın ortasında şiir kitabı yazacak kadar avareydim. Ben okurken bile kendime güldüm, başkaları okusa kim bilir ne olurdu. Geriye dönüp eski yazılarımı okudum biraz. Blogda yazdıklarımı derlesem 2-3 kitap çıkarmış aslında. İktidarı eleştirdiğim siyasi ve ekonomik yazılardan özellikle. Konjonktürü iyi yakalamışım, doğru insanları takip etmişim, iyi kitaplar okumuşum. Pandeminin gerektirdiği izolasyon ve bekarlığımın verdiği özgürlük ile son 2 yılda yaklaşık 700'e yakın kitap okumuşum. Defterler dolusu notlar almışım. İzlediğim dizileri ve filmleri saymıyorum bile. 

Yıllardır şu ikilemden kurtulamadım gitti. Çok küçük yaşlardan beri yalnız kalmayı sevdim. Sevmeye de devam ediyorum. Çocukken kendi başıma oyunlar oynardım, hayaller kurardım. Sonra büyüdüm; okulda en arka sırada romanlar okurdum, tek başıma sahilde bir bank köşesinde okumak hâlâ en büyük zevkimdir, uzun yürüyüşlere çıkıp alternatif yaşamların hayalini kurmaya devam ediyorum. Bir gün büyük bir futbolcuyum, bir gün devrimci. Rahmetli İlker'den sonra tek başıma film izlemeyi öğrendim, onun yokluğunda o kadar çok film izledim ki. Yalnızlığı efektif bir yaratıcılığa dönüştürdüm. Ve ne zaman bir ilişkiye başlasam bu yalnızlığa paylaşamayacak kadar bencil olduğumu gördüm. Birisi ile beraberken acaba tüm o sevdiğim şeyleri yapmaya devam edebilecek miydim? Kendimle baş başa kalmaya fırsatım olacak mıydı? Ah evet bir türlü üstesinden gelemediğim şeyler.

Bu sene de planladığım kitabı yazamadım. Oysa kafamda biteli uzun zaman oldu. Bilirsiniz ki  roman yazarlarının ilk kitapları genelde otobiyografik ögeler barındırır. Kendime yazmak neyse de, başkalarının yazdıklarımı okumasına hazır mıyım? Henüz bilmiyorum. 20'li yaşlardaki idealist düşüncelerim yok artık. Değişmedim sadece rafa kaldırdım. Acıları görmeye devam ediyorum ama sineye çekmeyi öğrendim. Sistemi her zaman ki gibi eleştiriyorum ama en sadık ve çalışkan kölesi olmayı da ihmal etmiyorum. Para her şeyi yapar demiyorum ama bazı şeyleri satın aldığı da gerçek. İşimi sevmeden de iyi yapabilmeyi öğrendim. Geçmişteki yazılarıma baktığımda öfkeliymişim. Hararetli bir şekilde siyaseti eleştirip, ekonomik analizler yapmışım. Sonracığıma neden mutlu değilim demişim? Yalnızlığıma küfretmişim. Ah Bukowski ah sen yok musun sennn...

Öfkem yerini kabullenilmiş bir umarsızlığa bırakmış. Ölüm korkusu aklıma bile gelmiyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyorum. Ama arada iş çıkışı metroda beklerken karanlıkta beliren ışığın altına kendimi bırakasım da gelmiyor değil. Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi? Eminim herkesin kendince haklı sebepleri vardır. Evet geride kalan 10 yılda tırnaklarımla kazıyarak bir şeyleri değiştirdiğim ortada. Geleceğe dair somut hiçbir hayalimin olmadığı günleri de yaşadım. Üniversitede 1 liraya yediğim akşam yemekleri ve tek öğünle geçiştirdiğim günler oldu. Hani bugün barınamayan ve geçinemeyen üniversite öğrencilerini televizyonlarda izliyorsunuz ya. İşte bu iktidarın en şaşaalı olduğu zamanlarda da biz aç kalabiliyor ve barınmakta zorluk çekiyorduk. Evin kirasını ödediğimde hissettiğim rahatlık başka bir şeydi. Cebimde kalan son beş liraya rağmen babam "paran var mı oğlum" dediğinde "evet var baba" dediğim günlerdi o zamanlar. Kitap alabilmek için konserlerde yer gösterdiğim, otellerde garsonluk, avm'lerde tezgahtarlık yaptığım günlerdi evet evet. Bunların hepsi Türkiye'nin değişmeyen ve muhtemelen önümüzdeki birkaç on yılda değişmeyecek gerçekleri... 

Bakın bunları hâlâ bir başarı olarak görmüyorum. Çünkü başarının olduğu yerde rekabet vardır. Ve rekabet kimilerinin dediği gibi bizi yaratıcı yapıp zinde tutarken, aynı zamanda ruhumuzu kemirir. Düşe kalka bir kariyer yaptık. Borçlar ödendi, bazı hayaller gerçek oldu. Allah var; payımıza düşen mutluluğun köşesinden bir parça almadık değil. Küslükleri bir kenara bıraktık. 

Peki ben neden arzuladığım ve bir amaç uğruna mücadele ettiğim mutluluğa erişemedim? Evet biliyorum mutluluk bir hedef değil, bir yolculuk. Demagojisini çok yaptım. Fakat yolda olmaksa eğer mutluluk ben neden o yolu hâlâ tek başıma yürüyorum. Her geçen gün kendimi daha da yalnız hissediyorum. Eskiden bir çöl fırtınası gibi yakalandığım buhranlardan sığınacak bir mağara bulup kurtulurdum. Bu mağara çoğu zaman okuduğum kitaplar, izlediğim filmler olurdu. Kimi zaman uzun yürüyüşler, dedemin evinde geçen birkaç hafta olurdu. Lakin artık teselli edemiyorum kendimi. Tek başına üstesinden gelemediğim buhranlarım var benim. Annem beni meyve veren bir ağaç gibi görüyor. Kardeşim o ağacın dallarında sallanıp, çocukluğun verdiği haylazlıkları yapıyor. Babamla artık konuşmuyoruz bile. Eskiden kendimi ona ispatlamak isterdim. Ağzımla kuş tutsam, kuşun kanadını kırdın derdi muhtemelen. 

Oturup derdimi anlatacağım tüm arkadaşlarım kendi ailesini kurdu. Onların üstesinden gelmesi gereken ve benimkinden çok daha büyük dertleri var eminim. O yüzden onlar anlatıyor ben dinliyorum. Gerçi her zaman böyle olmuştu ya. Bir arkadaşa ihtiyacım var mı yok mu ikilemi içindeyim. Bana iyi gelecek  sözcüklere sahip olan var mı? Telefonum çaldığında ekrana uzaktan bakıp acaba benden ne isteyecekler diye düşünmekten sıkıldım. Evet evet yalnızlık bir parazit gibi yer edinmiş benliğimde. Ne onsuz yapabiliyorum ne de beni için için yiyen bu parazite dur diyebiliyorum. 

Yukarıda yazmış olduğum gibi bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi diye soruyorum kendime? Ne sahte bir mutluluğun rolünü yapıyorum ne de sahip olduklarıma şükretmemezlik. Sadece kendimi değersiz hissediyorum. Yalnızlığı taşıyamayacak kadar yorgun ve bıkkınım. Her yeni gün okumak, düşünmek, bir şeyler üretmek için amaçlar edinmeye çalışıyorum. Ama sanki cüzzamlılar gibi çevremdekilerden soyutlandığımı düşünmeye başladım. Mutlu ve huzurlu olabilecek bir potansiyeli boşa harcıyorum. Ve tüm bu olanları bahane gösterip, başkalarını suçlayamayacak kadar da aydınlanmış biriyim. Öylesine aydınlanmışım ki; sokak lambası gibi çevremi aydınlatırken kendi iç dünyamda karanlığa gömülmüşüm. Ne yapmalıyım? Dua etsem mi yatmadan önce. Tıpkı çocukluğumda olduğu gibi. Kadere iman! Hımmm. 

Evet neden uzun bir aradan sonra blog yazdım. Çünkü kendime yazmak iyi gelir diye düşündüm. Tıpkı yıllardır olduğu gibi. Umarım yine işi yarar....







18 Nisan 2020 Cumartesi

Ben Nasıl Büyük Adam Olucam...

Artık eskisi kadar blog da yazı yazmıyorum. Eski heyecanımı kaybettim, bir şeyleri değiştirebileceğime dair olan inancım azaldı. Eskiden kaybedecek bir şeyim yokmuşcasına yazardım, fakat yazarken ya da konuşurken şuna dikkat etmeye özen gösterirdim. Düşünceler ve fikirler zamanla değişebilir, gelişebilir. O yüzden evrensel doğruların olduğu, herkesi kapsayan ahlaki değerlerin olduğu şeyleri konuşmaya çalışıyorum. Yarın hatalarımın ve yanlışlarımın farkına vardığımda insanların yüzüne bakacak yüzüm olsun. 

Bu arada yazdığım blogda 200.000 okunma barajına yaklaşmış. Kendi kendime acaba nereye kadar böyle içime kapanık kalacağım. Profesyonel bir site ya da sosyal medyayı daha aktif kullanarak bir şeyler yapmayı denesem mi? Ne yalan söyleyeyim korkuyorum. Yıllardır tırnaklarımla kazıyarak ufak da olsa bir yer edindim. Kendi çevremdeki insanların bile beni anlayıp, söylediklerimi sindirmesi yıllarımı aldı. 

Engin denizlere açılırsam birileri beni boğmaya çalışacaktır. İşimden olabilirim, trollerin saldırısına uğrayabilirim. Yaratıcı olmak için birşeyler yapmaya çalışırken, kendimi savunmak zorunda kalababilirim. İşin bir de farklı bir tarafı var. Artık kitap yazıyorsanız, bir gazete, dergi vs. bir yerlerde yayınlanmak istiyorsanız kişisel referans ya da tanışıklık isteniyor. Çok tuhaf. Mesela bazı yayınevleri sosyal medyada kaç bin takipçiniz olduğunu soruyor. Tanıştığım bir editöre şunu sormuştum. Artık herkes yazar olduğunu düşünüyor. Size binlerce dosya geliyor. Bunların hepsini okuyup, inceledikten sonra nasıl karar veriyorsuz hangisini yayınlacağınıza? Valla verdiği cevap çok netti. Okumuyorum ki! O kadar dosyayı okuyacak vaktim yok. Zaten mevcut basılmış eserlerin takibini ve düzenlemesini yapmak bile çok vaktimi alıyor. O yüzden sosyal medyada takipçi sayısına, referansına, yayınlanmış ve başarılı olmuş birkaç işine bakıp kitaplarını basıyoruz demişti. Bu konuda maalesef eski kafalıyım. Bir gün mutlaka içimdekiler taşacak ve durduramayacağım yazdıklarımı. Ama etraftaki saçma sapan insanları görünce de dayanamyıp; Hadi Murat şimdi çık sahneye diyorum. 

Neden yapamıyorum peki? Çünkü kendimden taviz vereceğim. Mesela yıllardır beyaz yakalı olarak çalışıyorum. Arkadaşlarım kendi işimizi kuralım diyor. İyi kuralım tamam diyorum. Para kazanma hırsı ve kendini ispatlama güdüsü kasıp kavuruyor bizi. Sıradan bir çalışanken eleştirdiğimiz her şeyi aslında iş kurduğumuzda yapacağımızın farkına varıyorum. Sigortasız çalıştıralım, az maaş verelim, vergiden kaçıralım. Neden? Eee çünkü kendi işimizi kurduk. Ev alalım, araba alalım, yurt dışını gezelim, birikim yapalım. Ama bunları yaparken yanımızda çalışanları basamak olarak kullanalım.

Hee şu da bir gerçek. Tüm bunları yaptıktan sonra çevresindeki insanlara ahlak dersi veren çok insan var. Yaptıkları ile söyledikleri arasında dağlar kadar fark var. Vicdanlarda böyle rahatlatılıyor. Mesela çalıştığımız şirketlerin sahipleri zam yapmayıp ya da çalıştırma koşullarınızı iliştirmiyor. Fakat gidip bağış yaparak hayırsever yönlerinin reklamını yapıyor. Üstelik bunları vergiden de düşürebiliyor. 

Pinhani grubunun bir şarkısı vardı ya. Üniversitede öğrenciyken çok dinlerdim. "Herkes köşesini kapmış, iyi ama ben nasıl büyük adam olucam. İyiler bu savaşı kaybetmiş, peki ben nasıl büyük adam olucam.." Yani kısacası etraftaki tüm bu saçmalıklardan uzaklaşıp inzivaya çekilmek istiyorum. Bunun için de maalesef ekonomik özgürlüğe sahip olmam gerekiyor. Bilgisi olmayan insanların yetkisinin olduğu, çok para kazananların muteber olduğu, evlilik ve aşk hayatının kıçı kırık Türk dizilerindeki zengin erkek-fakir kız edebiyatına dönmesinden sıkılmadık mı? 

Yıllar önce dedemle bahçede yürürken bana ne okuyorsun diye sormuştu? Ben de ekonomi demiştim. Gülmüştü bana. Ekonomi okuyup da ne yapacaksın demişti. Bak burada ihtiyacın olan her şey var. Ev, bahçe, toprak... Tabi dedem böyle vaaz verince ben gülememiştim. Halbuki o gün ne demek istediğini yıllar içinde anladım. Dedem İstanbul çok kalabalıklaşıyor deyip 35 yıl önce İzmit'in bir köyüne yerleşti. Dümdüz bakir toprağa ev yaptı, bahçe yaptı, yüzlerce ağaç dikti. Kendi iç huzurunu buldu. Belki benim kaçmak için henüz vaktim gelmedi. Ama bunun hayali ile yanıp tutuşuyorum. Çünkü ben doğduğumda kulağıma adımı dedem fısıldadı. Ve sanırım içime dedemin özgürlüğü ve asiliği de işledi...

8 Mart 2020 Pazar

İLKER'e Mektuplar...

Bu satırları yazarken saat tam olarak gecenin 2'si. Tek başıma uzun bir yürüyüşten ve kendi kendime konuştuktan sonra eve geldim. Yaklaşık bir saattir odamda pürüzsüz beyaz tavana bakıyorum. Arada gözüm kitaplarıma kayıyor. Çok sevdiğim bir filmde de dediği gibi altını çizdiğim kelimeler her geçen gün anlamını yitiriyor. 

Eğer yazmasaydım şu yaşıma gelir miydim ya da ne halde olurdum bilmiyorum. Aslında derdimi anlatmaktan, birileri ile konuşmaktan da gocunacak biri değilim. Ama artık kendimi anlatmaktan da sıkıldım. Bilirim anlamazlar. Sanırım yine İLKER'e sığınacağım. Aramızdan ayrıldığından beri hayali bir arkadaş oldun benim için. Keşke burada olsaydın dediğim de gözlerim doluyor be çocuk hâlâ. Yerini dolduramadı kimse. Genelde senin doğum gününde ya da ölüm yıl dönümünde yazardım. Ama bu sefer bekleyemedim. 30 yaşıma girerken neler hissettiğimi sana anlatmak istiyorum çünkü eğer yanımda olsaydın beraber 30'umuzu kutlayacaktık. 

Öncelikle çok yalnızım be İlker. Delicesine bir kalabalığın içinde yapayalnızım. Sabahları günaydın demek gelmiyor içimden. Akşamları eve geldiğimde göz ucuyla selamlıyorum evdekileri. Akraba kavramını unuttum. Sahi sen öldüğünden beri neydi? İyi günde mi yanlarında oluyorduk, yoksa kötü gün dostumu oluyorduk?

Seninle beraber uzun uzun yürümeyi özledim. Sabahlara kadar film izlemeyi özledim. Gecenin bir vakti alıp başımızı sahil kenarına inmeyi özledim. Dedemin bahçesinde aynı salıncakta sallanmayı özledim. Çimenlere uzanıp hayal kurmayı özledim. Çayı hüpürdeterek içişini özledim. Gecenin bir vakti beni aramalarını özledim. Senin o meşhur kahkaha krizlerini özledim. Kızlarla ilgili yaşadığın çıkmazlarda yanında olmayı özledim. Ölümü soğuk bir nefes gibi ensende hissetmene rağmen, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamanı özledim. Şükrü Erbaş olsa sanırım şöyle derdi: "Sahi söylesene her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine kadar kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan umuttan sevinçten ne anlar? 

Kısacası senin olmadığın her geçen gün daha da kötüye gidiyor gibi. Mesela fani dünya ne alemde diye sorarsan; inan bana senin bıraktığın günden daha da beter. Anlatsam belki de iyi ki bugünleri görmedim dersin. Beni sorarsan, BENİ ! Nasıl anlatsam ki. Sanırım bu sene söz verdikleri terfiyi vermeyecekler. Bilirsin beni, ısrar edip de hakkımı arayamam. Boşver der geçerim. Zaten çalışırken çok sinirliymişim. Ekip arkadaşlarım negatif etkileniyormuş. Eskiden çalışmaktan kafamı kaldıramıyor muşum? Şimdi ise boş vaktim varmış. Alla alla. Kafamda işi bitirmişim. Falan filan işte. Bu hayatta hiç bir şeyi kolay elde edemedim bilirsin. Zaten beklemediğim bir anda mutluluk kapımı çalsa, inanmaz yanlış adres der geldiği yere gönderirim. 

Eskiden tanıdığın Murat idealistti. Çok okur, çok yazar bir şeyleri değiştireceğine inanırdı. Kariyer planları yapardı. Babası gibi olmayacağım der; iyi bir eş, iyi bir baba olmayı isterdi kendince. Sevgisini göstermek hiç olmazsa belli etmek isterdi. Utanmazdı, üşenmezdi. Koyvermezdi hayatı. Sabahları kalktığında ayakları geri geri gitmezdi.  Evet eskiden isyan ederdi ama kolaya kaçıp küfretmezdi. Çünkü küfür eden adam bir şeyleri değiştiremeyeceğini kabullenen adamdır. Kendime olan inancımı kaybettim be İLKER. 

Ama hayat kaldığı yerden devam ediyor. Sabahları 15 dakika kendimi ikna edersem işe gidebiliyorum. Konuşmak istersem konuşuyorum insanlarla. Az gördüğüm ya da hiç görmeyeceğim insanlara derdimi anlatıyorum. Sen de biliyorsun karamsar değilim ben. Benim kadar kendiyle alay eden, arkadaşlarını güldüren birini tanıyor musun? Ahmet Kaya'nın şarkısındaki gibi "İçimde Ölen Biri Var". 

Eskiden intihar eden insanları anlamazdım. Albert Camus ve Franz Kafka okuduktan sonra, memleketin şu halini gördükten sonra, bir şeyler iyi giderken her şeyin tepetaklak olabildiğini gördükten sonra, yanlış insanları sevip zaman kaybettikten sonra, doğru insanlar tarafından sevilmedikten sonra anladım. Yaşamaya değer bir hayatın yoksa, değişterecek gücün yoksa; bu hayatta boşa geçen her gün büyük bir ıstırapmış. O yüzden bu hayattaki en değerli şeyi, gözü kapalı kenara iten insanları anlıyorum ve saygı duyuyorum.

Şimdi bana şu soruyu sorabilirsin İlker? Derdin nedir oğlum? Neden bunları yazıyorsun. Annem gibi konuş mesela. İyi bir işin var de. Yerinde olmak isteyen milyonlarca işsiz var de. Üşengeçsin de. Anca edebiyat parçalayıp, felsefe yaparsın de. Haklısın der geçerim. 

Yoruldum ama be İlker. Böyle bir ülkede sadece kendi geleceğini düşünmek bile insanı yorarken, kendisinden başkalarını da düşünmekten yoruldum. Çok değer verdiğin insanların, senin için önemli olan şeyleri anlamaması yorucu be İlker. Birisini sevmekten korkmak yorucu. Ne ailemden, ne arkadaşlarımdan ne de ileride beraber olacağım insandan bir beklentim yok. Hayatımdaki boşluğu varlıklarıyla doldurmaları yeter. Ama beni anlamamaları, hayatı basite indirgemeleri ve para her sorunu çözer anlayışı beni yordu be İlker. Mutlu veya başarılı olmak için birilerine kendimi ispatlamak zorunda olmak beni yordu. Çok çalış, yetmez daha çok çalış ki; kazandığın parayı haket. Bak aslında benim iyiliğimi istiyorlar. Çok çalışırsam ev alırım, araba alırım, kenarda param olur. Sonra annemin dediği gibi o klasik soruyu sorduklarında? Oğlumuz ne iş yapıyor, ev var mı, arabası var mı sorusuna? Eee oğlumuz çok okumaktan bunları almaya fırsat bulamadı cevabı vereceklerini bildiğimden yoruldum be İlker. 

Lafın özü anlaşılamamaktan, sevememekten, sevilmemekten, başımı yastığa rahat koyamamaktan, tüm sıkıntıları tek başıma göğüslemekten yoruldum. Ama tüm bunlara rağmen, gülebiliyorum, eğlenebiliyorum, insanların derdini dinleyebiliyorum, kirayı ve faturaları ödeyebiliyorum, utanmadan sıkılmadan hayaller kurabiliyorum. Eminim benim gibi düşünen binlercesi vardır. İnanır mısın; biri dese ki Murat seni anlıyorum. Yalnız değilsin. O insanla bir ömür hayallerimin peşinden köpek gibi koşmaya hazırım. Fakat bunu umut etmekten bile korkuyorum İlker... Sana olan özlem her geçen gün büyüyor. Gittiğin yerde umarım mutlusundur İlker. En azından gelecek kaygın yok be oğlum, iyi tarafından düşün. Bizi de merak etme, elbet bir gün çocukluğumuzun bayramlar sabahlarına tekrardan yaşayacağız...





28 Şubat 2020 Cuma

Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek...

Eskiden okuduklarımla, yazdıklarımla var olmaya çalışırdım. Dünyayı olmasa da ülkemi değiştirebilirim sanırdım. Sonra ne kadar da aptal olduğumu anladım. Neden kendimi değiştirmekle başlamıyorum dedim. 30 yaşıma geldim. Bugün neden bir şeyler yazma isteği duydum peki? Çünkü sabah işe gitmek için uyandığımda boğazına kadar borca batmış, yarın ne olacağı belli olmayan şirketlerde çalışıyoruz. Kardeşlerimizi ve çocuklarımızı ideolojisi bir bok olmayan bir devletin okullarına emanet ediyoruz. Dürüst ve adil bir şekilde ticaret yaparak zar zor geçiniyoruz. Binbir emek ve zorlukla yetiştirilen evlatları ülke topraklarının dışında şehit veriyoruz. 

Geçmişle bugünü kıyaslayarak hiçbir yere varamadığımızı gördük ama görmezden geliyoruz. Çünkü aptala yatmak kolayımıza geliyor. Gerçekle yüzleşmek yerine, unutmak kolayımıza geliyor. Burnumuzun dibinde bombaların patlamasına alıştık, birkaç tane veya birkaç düzine şehit vermeye alıştık, devletin yaptığı yolsuzluğa alıştık, eğitim sisteminin sürekli değişmesine alıştık, tek adam rejimine alıştık, devlet ihalelerinin şeffaf olmayan şekilde dağıtılmasına alıştık, ahbap-çavuş ekonomisine alıştık, akrabaların ya da eş dostun devletin malını har vurup harman savurmasına alıştık. Kısacası memleketin anasını hunharca 18 yıl boyunca alenen ve cebren siktiler. Fakat biz kabahati ülkeyi yönetenlerde değil, orospuluğu millette aradık. 

18 yaşımda cemaatin düşünce yapısını, dinle olan ilişkisini eleştirdiğimde hatta iktidarını eleştirdiğimde tüm ailemi karşıma aldım. Üniversitede bana ilim irfan öğretecek bazı dalkavukları karşıma aldım. Misket oynadığım çocukları karşıma aldım. O gün ne düşünüyorsam bugün de aynı şeyleri düşünüyorum. Ne kandırılacak kadar menfaatçi oldum ne de yarını göremeyecek kadar kör oldum. 

Babam diplomamı gördükten sonra ve KPSS'den yüksek puan aldıktan sonra aptal mısın neden devlet memuru olmuyorsun demişti. O gün anlatamamıştım derdimi. Gerçi anlatsam ya kızar ya da güler geçerdi. Belki bugün bile etrafımda olan tüm saçmalıklara ve haksızlıklara karşı bir şeyler yapmak elimden gelmiyor. Ama sessiz kalmıyorum. Devlet memuru olsaydım bugün ya hapiste olurdum ya da KHK ile ihraç edilenlerden. Bir zamanlar bana cemaati öven sevgili ve değerli büyüklerimin kayığına binseydim bugün ya vatan haini olurdum ya da firari. 

Bunları neden mi yazıyorum. Ömründe toplu taşımaya binmemiş, devlet hastanesinde sıra beklememiş, devletin verdiği üç kuruş kredi borcu ile okumaya çalışmamış, ev geçindirmek zorunda kalmamış ve baba parası ile aydın olduğunu zanneden arkadaşlarım ve varsa akrabalarım için yazıyorum. 

Üniversiteye gidene kadar büyük şehir görmemiş, test kitabı çözmekten başka bir bok yapmamış, kitapların özetini okuyarak yarı cehaletine güvenen, Türkiye'nin en iyi üniversitelerinden mezun olup şirketlerde yöneticilik yapan dangalaklar için yazıyorum. 

En çok da kendim için yazıyorum. Yeni kurulan Cumhuriyet'in cefakar bir neferi olmak varken, Hasan Ali Yücel'in köy enstitülerinde eğitim almak varken, 68 kuşağının adalet düşkünü ve gerçeklerin peşinden koşan gençlerinden olmak varken, 80 darbesine giden süreçte ve sonrasında askeri cuntaya boyun eğmeyen aydınlarla beraber olmak varken... 1990 yılında dünyaya gelip Recep Tayyip Erdoğan Türkiye'sinde yalaka, şakşakçı, iki yüzlü, yobaz, cahil, art niyetli, sonradan görme, unutkan, gerçekleri görmezden gelen, kalemi ve şerefi satılık aydınlarla ve insanlarla yaşa... 

Dünyaya hoş geldiniz orospu çocukları!

Çocukluğumdan beri her zaman yaşadığım bir duygu vardır. Bunaldığımda kaçıp saklanabileceğim bir yer bulmak ve orada yalnızlığın verdiği ses...