Global ekonomik krizlerden biraz kendi ülkeme dönmek istedim bu yazımda. Malum Mayıs ayının sonunda başlayan Gezi Protestoları ve sonrasında 17 Aralık'taki Yolsuzluk operasyonları, Cemaat-İktidar çekişmesinden sonra sürekli dile getirilen bir deyim var. Faiz lobisi, dış mihraklar, ülkenin iyi yerlere gelmesini istemeyen içimizdeki hainler vs.
O kadar çok bilgi veriliyor ki insanlara, büyük bir bilgi kirliliği içerisinde yaşıyoruz. Eskiden insanlar gazeteleri arka sayfadan okumaya başlardı. Artık anlasalar da anlamasalar da herkes ekonominin gidişatını takip ediyor. O yüzden insanların bu ilgisini dağıtmak için bol istatistikli yazılar kullanılıyor. Şimdi temel ekonomik veriler üzerinden Türkiye ekonomisi hakkındaki görüşümü belirtmek istiyorum.
Bir ülkenin ekonomisini değerlendirmek için en önce bakmamız gereken veri Gayri Safi Yurtiçi Hasıla'daki değişimdir. Türkiye'nin milli geliri 1 trilyon dolara yaklaştı sayılır, kişi başına düşen milli gelir ise 10.000 doları geçti. Her zaman geçmiş ile kıyaslama yaparız. Doğru, Türkiye geçmiş rakamlara göre ekonomisini büyüttü. Ama diğer ülke ekonomileri ile karşılaştırdığımızda asıl fark ortaya çıkar. Türkiye büyürken acaba kaç tane yeni iş kolu oluşturdu. Neden ekonomi büyürken, işsizlik rakamlarında önemli bir azalma yaşanmadı. Yapmış olduğumuz ihracatta ne kadar katma değer yarattık. Burada katma değer kavramını açmak istiyorum. Düşünün Bulgaristan'dan bir hammadde aldınız. Bu hammaddeyi işleyip yeni mamul haline ne kadar getirebildik. Örnek amaçlı veriyorum bu rakamı , kilosunu 5 liraya ihraç ettiğimiz ürünü 35 liraya mamul olarak aynı ülkeden geri alıyoruz. Büyümenin motorunu hammadde ihracatı, montaj sanayi ve en önemlisi de gayrimenkul piyasasına endekslemişiz.
Enflasyon rakamlarını tek haneli rakamlara indirdik. Büyük bir başarı. Türkiye olarak neredeyse 40 yıllık bir enflasyon deneyimimiz var. Nasıl mücadele edeceğimiz, hangi politikaları uygulayacağımızı öğrenmiş durumdayız. Enflasyonun en önemli riskleri; yatırımları azaltır, borçların vadesini kısaltır, fakirlerden zenginlere doğru gelir transferi yaşanır. Nominal faiz oranlarının artmasına sebep olur. Bunların hepsini 40 yıllık süreçte yaşadı Türkiye. Yüksek faizler bir neden değil, bir sonuçtur. Demek oluyor ki geçmişteki yüksek faizlerin sonucu istikrarsız hükümetler, yüksek enflasyon, sabit döviz kuru rejimi ve döviz kıtlığı...
Eskiden bir maaş ile ev geçindirebilen aileler, artık çift maaş ile evini zor geçindiriyor. Bununda açıklaması hazır. Ülkeler büyümelerini diğer ülkelerin tüketimlerini arttırarak sağlıyor. İhracat yaptığınız ülkeler tüketmeye devam ettiği sürece büyümekten yana sıkıntınız yok. Eğer tüketimi azaltma yoluna gidip tasarrufları arttırmak isterseniz bu sefer karşınıza uluslararası kamuoyu ve kuruluşlar çıkıyor. Serbest ticarete engel koyamazsınız deniyor. Döviz kıtlığın varsa faiz oranlarını arttır o zaman diyorlar. Yani kanayan parmağı tedavi etmenizi değil kesmenizi istiyorlar sizden.
2000'li yılların başında döviz kuru 1.10- 1.25 civarlarında idi. Bugün biz 1.70 civarındaki dolar kuruna istikrarlı diyoruz. Kamu borcumuzun milli gelire oranı %40'ı geçmediği için övünürken 60 milyar dolarlık cari açığı görmezden gelip nasıl olsa çarkı çevirebiliyoruz veya ekonomimiz iyi diyebiliyoruz. Hemen felaket haberciliği yapmayayım. Türkiye'nin cari açığının en önemli üç sebebi; ülkenin enerji açığını kapatmak, teknoloji transferi ve ülkede olmayan malların alımı. Evet cari açık bundan ibaret diyebiliriz. Fakat aynı şey diğer ülkeler içinde geçerli değil midir? . Çin'in daha fazla büyümesi için daha çok enerjiye ihtiyacı var. Dünyanın en büyük enerji ithalatçılarından. Ama ona rağmen döviz rezervi bizim 5 katımız, dış ticaret fazlası veriyor. Peki Çin uç bir örnek oldu. Orada devlet kapitalizmi var, sıkı döviz kontrolleri, ucuz işgücü, sürekli sömürülen fakir halk vs. Peki ya Brezilya, Güney Kore, Singapur...
Ekonomi derslerinde bize hep teorik olarak korku aşılanır. Yüksek enflasyon düşmanınızdır. Türk parasının değer kaybetmesi tehlikelidir. Yani bir doların 1.70 tl'den 2.20'ye fırlaması gibi. Çünkü döviz aldığımız ülkelere karşılıksız borç vermiş oluyoruz. İnsanlarımız fakirleşiyor. İç üretimi ithalata bağlı olan Türkiye'de döviz kuru artınca otomatikman fiyatlarda artıyormuş. Sanırım şehir masalları ile yaşamaya alışmışız.
Ülkeye döviz kuru girsin diye yıllardır üretmek yerine faiz oranlarını bir aşağı bir yukarı çekiyoruz. Enflasyon diye bir canavar yarattık bu sayede toplumun tüketimi ile işçilerin ücret artışlarını kontrol altına aldık. Milli gelir büyüsün de nasıl büyürse büyüsün. Kâr eden kuruluşların reel sektör değilde finans sektörü olması mühim değil. Piyasada nakit para yok, herkes karşılıklı güvene dayalı çeklerle üretim yapmaya devam ediyor. Bir gün saadet zinciri kırıldığında bankalar akbabalar gibi üreticilerin başını üşüşünce ekonomiyi düşünemiyorum. Özel sektörün dış borcu ne alemde haberi olan var mı? Peki ya kredi kartları ile tüketici kredileri? Ekonomi iyi demesi kolay. O yüzden benim de oturup Süleyman Yaşar gibi iyidir iyi dememe gerek yok. Nasılsa birileri bunu hergün tekrarlıyor. Hadi siyasetçileri anladık, kendi malına kötü diyecek değil. Peki halka doğru bilgiyi vermesi gereken iktisatçılara ne demeli.
Sarsılmaz, yıkılmaz bir ekonomimiz yok. Amerika bile son global krizde ciddi yaralar aldı. Risk var mı diye soranlar var? Cari açık rakamları, artan döviz kuru, Fed'in kararları, kayıtdışı ekonominin önlenememesi, vergi kanunlarının sürekli değişmesi ve adaletsiz gelir dağılımı, yargıya olan güvenin sarsılması, komşu ülkeler ile olan sorunlar ve ortadoğu coğrafyasının kan gölüne dönmesi....Ben bunları düşününce geleceğe dair pek umutla bakamıyorum. İş bulunur, bir parça ekmek, bir bardak su da belki. Ama adalet hepimize bir gün lazım olacak. Bunu unutmamak gerekir.
O kadar çok bilgi veriliyor ki insanlara, büyük bir bilgi kirliliği içerisinde yaşıyoruz. Eskiden insanlar gazeteleri arka sayfadan okumaya başlardı. Artık anlasalar da anlamasalar da herkes ekonominin gidişatını takip ediyor. O yüzden insanların bu ilgisini dağıtmak için bol istatistikli yazılar kullanılıyor. Şimdi temel ekonomik veriler üzerinden Türkiye ekonomisi hakkındaki görüşümü belirtmek istiyorum.
Bir ülkenin ekonomisini değerlendirmek için en önce bakmamız gereken veri Gayri Safi Yurtiçi Hasıla'daki değişimdir. Türkiye'nin milli geliri 1 trilyon dolara yaklaştı sayılır, kişi başına düşen milli gelir ise 10.000 doları geçti. Her zaman geçmiş ile kıyaslama yaparız. Doğru, Türkiye geçmiş rakamlara göre ekonomisini büyüttü. Ama diğer ülke ekonomileri ile karşılaştırdığımızda asıl fark ortaya çıkar. Türkiye büyürken acaba kaç tane yeni iş kolu oluşturdu. Neden ekonomi büyürken, işsizlik rakamlarında önemli bir azalma yaşanmadı. Yapmış olduğumuz ihracatta ne kadar katma değer yarattık. Burada katma değer kavramını açmak istiyorum. Düşünün Bulgaristan'dan bir hammadde aldınız. Bu hammaddeyi işleyip yeni mamul haline ne kadar getirebildik. Örnek amaçlı veriyorum bu rakamı , kilosunu 5 liraya ihraç ettiğimiz ürünü 35 liraya mamul olarak aynı ülkeden geri alıyoruz. Büyümenin motorunu hammadde ihracatı, montaj sanayi ve en önemlisi de gayrimenkul piyasasına endekslemişiz.
Enflasyon rakamlarını tek haneli rakamlara indirdik. Büyük bir başarı. Türkiye olarak neredeyse 40 yıllık bir enflasyon deneyimimiz var. Nasıl mücadele edeceğimiz, hangi politikaları uygulayacağımızı öğrenmiş durumdayız. Enflasyonun en önemli riskleri; yatırımları azaltır, borçların vadesini kısaltır, fakirlerden zenginlere doğru gelir transferi yaşanır. Nominal faiz oranlarının artmasına sebep olur. Bunların hepsini 40 yıllık süreçte yaşadı Türkiye. Yüksek faizler bir neden değil, bir sonuçtur. Demek oluyor ki geçmişteki yüksek faizlerin sonucu istikrarsız hükümetler, yüksek enflasyon, sabit döviz kuru rejimi ve döviz kıtlığı...
Eskiden bir maaş ile ev geçindirebilen aileler, artık çift maaş ile evini zor geçindiriyor. Bununda açıklaması hazır. Ülkeler büyümelerini diğer ülkelerin tüketimlerini arttırarak sağlıyor. İhracat yaptığınız ülkeler tüketmeye devam ettiği sürece büyümekten yana sıkıntınız yok. Eğer tüketimi azaltma yoluna gidip tasarrufları arttırmak isterseniz bu sefer karşınıza uluslararası kamuoyu ve kuruluşlar çıkıyor. Serbest ticarete engel koyamazsınız deniyor. Döviz kıtlığın varsa faiz oranlarını arttır o zaman diyorlar. Yani kanayan parmağı tedavi etmenizi değil kesmenizi istiyorlar sizden.
2000'li yılların başında döviz kuru 1.10- 1.25 civarlarında idi. Bugün biz 1.70 civarındaki dolar kuruna istikrarlı diyoruz. Kamu borcumuzun milli gelire oranı %40'ı geçmediği için övünürken 60 milyar dolarlık cari açığı görmezden gelip nasıl olsa çarkı çevirebiliyoruz veya ekonomimiz iyi diyebiliyoruz. Hemen felaket haberciliği yapmayayım. Türkiye'nin cari açığının en önemli üç sebebi; ülkenin enerji açığını kapatmak, teknoloji transferi ve ülkede olmayan malların alımı. Evet cari açık bundan ibaret diyebiliriz. Fakat aynı şey diğer ülkeler içinde geçerli değil midir? . Çin'in daha fazla büyümesi için daha çok enerjiye ihtiyacı var. Dünyanın en büyük enerji ithalatçılarından. Ama ona rağmen döviz rezervi bizim 5 katımız, dış ticaret fazlası veriyor. Peki Çin uç bir örnek oldu. Orada devlet kapitalizmi var, sıkı döviz kontrolleri, ucuz işgücü, sürekli sömürülen fakir halk vs. Peki ya Brezilya, Güney Kore, Singapur...
Ekonomi derslerinde bize hep teorik olarak korku aşılanır. Yüksek enflasyon düşmanınızdır. Türk parasının değer kaybetmesi tehlikelidir. Yani bir doların 1.70 tl'den 2.20'ye fırlaması gibi. Çünkü döviz aldığımız ülkelere karşılıksız borç vermiş oluyoruz. İnsanlarımız fakirleşiyor. İç üretimi ithalata bağlı olan Türkiye'de döviz kuru artınca otomatikman fiyatlarda artıyormuş. Sanırım şehir masalları ile yaşamaya alışmışız.
Ülkeye döviz kuru girsin diye yıllardır üretmek yerine faiz oranlarını bir aşağı bir yukarı çekiyoruz. Enflasyon diye bir canavar yarattık bu sayede toplumun tüketimi ile işçilerin ücret artışlarını kontrol altına aldık. Milli gelir büyüsün de nasıl büyürse büyüsün. Kâr eden kuruluşların reel sektör değilde finans sektörü olması mühim değil. Piyasada nakit para yok, herkes karşılıklı güvene dayalı çeklerle üretim yapmaya devam ediyor. Bir gün saadet zinciri kırıldığında bankalar akbabalar gibi üreticilerin başını üşüşünce ekonomiyi düşünemiyorum. Özel sektörün dış borcu ne alemde haberi olan var mı? Peki ya kredi kartları ile tüketici kredileri? Ekonomi iyi demesi kolay. O yüzden benim de oturup Süleyman Yaşar gibi iyidir iyi dememe gerek yok. Nasılsa birileri bunu hergün tekrarlıyor. Hadi siyasetçileri anladık, kendi malına kötü diyecek değil. Peki halka doğru bilgiyi vermesi gereken iktisatçılara ne demeli.
Sarsılmaz, yıkılmaz bir ekonomimiz yok. Amerika bile son global krizde ciddi yaralar aldı. Risk var mı diye soranlar var? Cari açık rakamları, artan döviz kuru, Fed'in kararları, kayıtdışı ekonominin önlenememesi, vergi kanunlarının sürekli değişmesi ve adaletsiz gelir dağılımı, yargıya olan güvenin sarsılması, komşu ülkeler ile olan sorunlar ve ortadoğu coğrafyasının kan gölüne dönmesi....Ben bunları düşününce geleceğe dair pek umutla bakamıyorum. İş bulunur, bir parça ekmek, bir bardak su da belki. Ama adalet hepimize bir gün lazım olacak. Bunu unutmamak gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder