18 Haziran 2017 Pazar

Bir Baba, Bir Oğul...

     Anneler günü, babalar günü bunlar hikaye. Bendeki tek anlamı ise her yıl aynı gün geçmişin muhasebesini yapmak oluyor. Herkesin babası ile çok özel anıları vardır eminim, çok büyük kavgaları da... Benim hiç olmadı. Nasıl da geçti 27 yıl. Şair Şükrü Erbaş'ın dediği gibi öfkenin sularından anlamanın sularına yaza yaza gelebildim. Benim gözümden babamın hikayesini anlatmak isterim:

       Genç yaşta babanı kaybedip, eğitimini yarım bırakarak İstanbul'a geliyorsun. Okusan belki bugün çektiğin sıkıntıların hiçbirini çekmeyeceksin. Baban yaşasa belki sevgisini göremeyeceksin; ama arkanda bir güvence olmasının rahatlığıyla büyüyeceksin. Annen cahil bir kadındı misal. Bir yol gösterenin de olmadı. İdeallerin, hayallerin bunlar sadece romanlarda oluyordu ve sen hiç roman okumuyordun. Dile kolay 40 yıldır dişinden tırnağından arttırıp çalışıyorsun. Kazanıyorsun ama birikmiyor be arkadaş. Senin çabaladığın yerlere bazıları bakkala ekmek almaya gider gibi geliyor. Anne sevgisi, baba şefkati nedir bilmeden evleniyorsun. Tek başınasın, hep tek başınaydın. 

        Sevgi, gülümseme, hoş bir laf, anlayış bunların hiçbiri karın doyurmuyor. Evde ekmek bekleyen bir aile var. Ve senin şikayet etme lüksün yok. Madem elini taşın altına koyup bir yuva kurdun, babalık ve kocalık görevi çalışacaksın arkadaş. Ne eksik ne fazla... Kendi oğluna babandan ne gördüysen onu vereceksin. Miras dediğin öyle parayla, pulla değil. Alın teriyle... 

        Babam belki zengin bir adam olamadı, ama kimsenin de adamı olmadı. Çocukken kızıp topumu duvara karşı vururdum. Keşke babamın açtığı ortalara kafa vursaydım. Veli toplantılarında hep annem vardı. Keşke babam orda olsaydı da oğlunun ne kadar çalışkan bir çocuk olduğunu duysaydı. Yüzlerce maça çıktım, top sol ayağıma geldiğinde farklı dünyalara gider mutlu olurdum. Babam keşke o mutluluğa ortak olsaydı. Haspel kader okudum üniversiteye girdim. Çalıştığım onca gece aklımda hep nerden geldiğimi unutmadım. Borç para ile kıt kanaat cep harçlığı ile çarçur etmemeyi öğrendim zamanımı. Mezun olduğum gün kepimi attığımda tek başınaydım. Babam keşke o anıma tanık olsaydı. 

      Mezun oldum, eve döndüm. Hayallerimi bir kenara koydum işe başladım. Tıpkı babam gibi. Borca girdim, borç ödedim. Bir kızı sevdim, sonunu getiremedim. Ben hiç isyan edemedim. Hep kendimle baş başa kaldığımda duvarları yumruklarken buldum kendimi. Annemin beni "oğlum baban seni seviyor ama belli etmiyor" demesiyle avuttum kendimi. Zaten dedim ya insan yaza yaza alışıyor bazı şeylere. Ben genç yaşımda empati kurup kendimi babamın yerine koydum. Onun gibi çoğu hayalimden vazgeçtim. Çünkü hayaller karın doyurmuyordu. Başkalarının oğullarının başarıları benim iyi niyetimi hep gölgede bıraktı. Ben para kazanmaktan çok, kendim olmak istedikçe kaybetmeyi de göze aldım. Babamın gözünde çok okuyan bir aptaldım. Bir kızı mutlu edemeyecek kadar da saftım. Çok isterdim bu çocuğun hali ne olacak diye sorsun. Gerçi sorsa da döker miydim içimi orası da meçhul. Sonra nasıl toplardım bilmiyorum. 

          Dostoyevski ne diyor: "Her şeyi fazlasıyla anlamak hastalıktır baylar!" Ben babamı fazlasıyla anlıyorum. Onun çıkmazlarını, pişmanlıklarını, yapamadıklarını, maruz kaldığı haksızlıkları, yalnızlığını... Anlıyorum anlamasına da elimden bir şey gelmiyor ki! Armut dibine düşer işte. Babasının oğlu... İnsan zamanla babasını sessizce sevmeyi öğreniyor; ama yine de aklında hep o omzuna konmamış el kalıyor. Keşke babalar oğullarını uzaktan sevip, dertlerine sessizce ortak olmasalar. Ve oğullar baba sevgisini duvarları yumruklayıp, yemek sofrasında sessizce yemek yiyerek tatmasalar. Belki o zaman çektiğimiz çileleri omuzlamak daha kolay olabilirdi...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Dünyaya hoş geldiniz orospu çocukları!

Çocukluğumdan beri her zaman yaşadığım bir duygu vardır. Bunaldığımda kaçıp saklanabileceğim bir yer bulmak ve orada yalnızlığın verdiği ses...