2 Mart 2018 Cuma

Kurumsal İş Hayatı, Gelecek Planları ve Öz-Eleştiri

Bu gece oturdum ve kafamı kemiren bir durum hakkında yazmak istedim. Geleceğim hakkında. Evet nasıl bir gelecek beni bekliyor?

Şirkette terfi dönemi Ekim ayında iken terfiler yaklaşık 4 ay geciktirildi. Zamlı alınacak olan maaşlar ise bir ay ötelendi ve gecikme 5 aya çıktı. Ekonomik şartların zor olduğu bir dönemden geçtiğimiz aşikar ve herkesin yapması gereken fedakarlıklar var. Tabi felaket tellallığı yapmanın mevcut durumu daha da kötüye götüreceği bilindiği için genelde pembe bir tablo çiziliyor. 

Şirketler sürekli yeni yatırımlar yapmaya devam ediyor. Bu da çarkların işlemeye devam ettiği algısı yaratıyor. Her geçen gün üretilen yeni borçlanma araçları ile şirketler piyasalarda daha geniş bir fon arzı ile karşı karşıya kalıyor. Örneğin Ak Parti iktidarı ile İslami bankacılık kesimin atağa geçmesi bunun basit bir örneğidir. Peşi sıra açılan katılım bankaları, faizsiz bankacılık adı altında insanları sömürmeden faaliyet göstereceklerini beyan ediyor. Tabi yersen. Lafı fazla uzatmayayım. Katma değeri olan üretim yapmıyoruz. Yani ham aldığımız bir ürünü işleyip ortaya daha kaliteli bir ürün çıkartıp satmıyoruz. 

Elektronik eşya sektörü her ne kadar yerli ve milli dese de hala montaj üretimine devam etmekte, savunma sanayi tüfek ve silah üretebilirken, uçak ve tanklar için yazılımı yurt dışında almaya mecbur. 

Enerji sektöründe dünyayı yakından takip etme çabalarımız tüm hızı ile devam ediyor. Yenilebilir enerji son 30 yılda önem kazanmış iken biz daha farkına yeni vardık. Önce jeotermal santralleri kurduk. Malum kömür enerjisine son dedik. Fakat İzlanda örneğinden ders almadığımız için ülkenin en yeşil ve doğa güzelliği olan alanlarını sondaj kuyuları açarak delik deşik ettik. Rüzgar enerjisinde ise rüzgar türbinlerini Norveç ve Almanya'dan getirtip kurduruyoruz. Mühendislik hizmetini ve yedek parçalarını yurt dışından ithal ediyoruz. Güneş enerjisi'nde Amerika hakimiyeti var. Almanya'da iklim olarak çok elverişli olmasa da mühendislik faaliyetleri ile güneş panelleri üretip satıyor. Biz onları da ithal edip kurduruyoruz. Öncelikli amacımız kendi enerji ihtiyacımızı sağlayıp cari açığımızın en önemli kalemi olan petrol ve doğalgaz ürünlerine olan bağlılığımızı azaltmak. Fakat fiyatların dolar bazından hesaplandığı bir ortamda her geçen gün maliyet nihai tüketiciye yansıtılmaya devam ediyor. Elektrik ve doğalgaz faturaları bildiğiniz gelir vergisi gibi işlev görmeye başladı. 

Dünyayı yakalamaya çalışan bir bakış açımız var. Fakat her işe sonradan katıldığımız için yapmış olduğumuz yatırımlar kârlı değil de maliyetli oluyor. İstihdamı arttırmaya yönelik hamlelerin hepsi kalifiyeli olmayan insanlara yönelik. Yani insanlar karnını doyursun, boş gezmesin, bankalardan borçlanarak yaşamını idame ettirebilecek seviyede bir ücret seviyesine sahip olsun. Emeklilik yaşı yüksek. Üniversite mezunu bir bireyin yaklaşık 35-40 yıl çalışması gerekiyor. 

Gelelim işini sevemeyen insanların durumuna. Ekonomik şartlar çetin, politik durumlarımız gergin, demokrasimiz aksak, hoşgörümüz eksik, adaletimiz güvensiz, geleceğimiz belirsiz.... Şirketler çalışan bağlılığını ölçen araştırmalar yapıyor. Bu araştırmaları da tonlarca para verip yabancı şirketlere yaptırıyor. Çalışanların bağlılık seviyesinin Türkiye genelinde %49-51 arasında olduğunu söyleniyor. Memnuniyet oranı ise %68-71 seviyelerinde. Aradaki fark nereden kaynaklanıyor derseniz. Memnunum diyen insanlar ay sonu maaşını aldığına, sigortasının yattığına, servis hizmetinin olduğuna şükrettiği için memnun. Fakat daha iyi bir fırsat bulduğu anda şirketini bırakmaya hazır. Çünkü şirketler çalışanlarının hayalleri olduğunu, planları olduğunu, duygusallıkla olaylara yaklaşabildiğini önemsemiyor. 

Orta ve küçük ölçekli şirketleri bir kenara bırakın. Ülkenin kurumsal ve büyük şirketlerinde ücret dengesinde adalet yok. Performans değerlendirmesini verimli bir şekilde yapan bir sistem yok. Çünkü insan kaynakları departmanları; çalışanları geliştirmek, onların eksik yanlarını ölçmek yerine sadece bordro hesaplayıp, izin günlerinin kaydını tutuyor. İnsanların iş tanımları belirsiz. Uzmanlaşmaya yöneltilmiyor insanlar. 

Yöneticilerin çalışan hakları ile ilgili bilgisi ve saygısı pek yok. Genelde basamakları hızlı bir şekilde tırmanıp aman banane diğerlerinden diye bir düşünce hakim. Fakat yöneticilik aslında sahip olduğunuz ekibi en iyi şekilde yönetebilmektir. Otoriteyi kurarken bunu hoşgörü ve anlayışla yapabilmektir. Ekip arkadaşlarının saygısını kazanabilmektir. En önemlisi de liyakat sistemine sadık kalınarak yönetici olan kişinin bilgi ve birikimiyle, ekip arkadaşlarına sunduğu vizyon ile yerinin tartışılamaz olmasıdır. Maalesef bizim ülkemizde ikili ilişkiler, sahip olunan diploma, aile şirketlerinde kayırmacılık ön plana çıkıyor. 

Evet şu bir gerçek lise yıllarında çok çalışıp iyi bir üniversiteye giremediyseniz; üniversitede öğrenci iken ve mezuniyetten sonra çok çalışmanızın bir faydası yok. Mükafatını alan kişi sayısı her yüz kişiden 2 kişidir. Kumaşınızın kalitesi değil etiketinizin fiyatı önemlidir. 

Ofislerde ergonomi pek fazla önemsenmez ülkemizde. İnsanlar havasız ve camekanlı koca koca binalarda çalışırlar. Sosyal alanların, insanların kafa dağıtabileceği, huzur bulabileceği ortamlar yok denecek kadar azdır. Yani bir bahçe, kütüphane, iş sonrası sosyal etkinlikler pek azdır hatta yoktur. Genelde şirketlerin giriş katlarında Starbucks'ta dedikodu yaparak ve espresso içerek sosyalleşirsiniz. İnsanlara hayat standartlarınızı ve gezdiğiniz ülkeleri anlatırsınız. İş çıkışı veya öğlen araları şipşak spor yaparsınız. 

Sanırım mezuniyet sonrası 6 yıllık kariyerimde az çok bir şeylerin farkına varabildim. Kendim ile ilgili özeleştiri yapmak istiyorum. Öncelikle lise yıllarımda top peşinden koşup, boş zamanlarımda roman okuyup şiir yazdığım için ülkenin en iyi üniversitelerinden birinde okuyamadım. Bunu dert etmeyip çok çalışmayı denedim. İyi denecek bir ortalama ve orta düzey ingilizce ile mezun oldum. Stajlarımı yaptım, iyi şirketlerde iş buldum. Fakat çalıştığım her yerde sevilmeme rağmen kumaşı iyi etiket fiyatı ucuz bir insan olduğum için pek mutlu olamadım. 

Hayatım boyunca kendime göre ilkelerim oldu. Haksızlığa hep sesimi yükselttim. Yükseltemiyorsam eğer o ortamdan uzaklaştım. Sevmediğim insanlarla aynı ortamda bulunmaktan kaçındım fakat bugün iş hayatı tam olarak sevmediğim insanlarla çalışmayı gerektiriyor. Açık sözlü olmaya her zaman önem verdim. İnsanlara hayallerimi ve planlarımı anlattım sakınmadan. Hem de şunun farkındaydım. Yarın öbür gün hayallerimi ve planlarımı gerçekleştiremezsem veya her geçen gün geç kalırsam benimle alay edeceklerini, beni küçük düşüreceklerini biliyordum. 

İkili ilişkilerim hayatım boyunca zayıftı. Yani demek istediğim şu: Karşılık bekleyerek bir şey yapamıyorum. İş hayatında sizden daha tecrübeli insanlarla ve yöneticilerinizle iyi bir ilişki kurmanız gerekir. Onların gözüne girmelisiniz. İşimi iyi yaparım onlar zaten görür beğenir diye bir şey yok. Argo tabirle ağlamayan bebeğe meme vermezler. Kimileri yalakalık diyebilir ama gerçek şu ki talep etmedikçe kimse sizi istediğiniz yerlere kendiliğinden getirmez. En büyük sıkıntım bu. Doğru ata oynamıyorum. Hatta kumar bile oynamıyorum ki kazanayım. 

Sürekli sistemi eleştiren, kara mizah yapan, kimseye eyvallahı olmayan, yerine göre küfür eden, realist olan ve  aşırı açık sözlü birisi olarak itici ve sevilmeyen bir insan olduğumu düşünüyorum.  O yüzden bana kurumsal iş hayatında bir gelecek yok. Benden olsa olsa Gogol'un romanlarındaki gibi üç kuruş paraya çalışıp sade hayatı ve küçük hayalleri ile yaşayan entelektüel Rus memuru olur.... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Dünyaya hoş geldiniz orospu çocukları!

Çocukluğumdan beri her zaman yaşadığım bir duygu vardır. Bunaldığımda kaçıp saklanabileceğim bir yer bulmak ve orada yalnızlığın verdiği ses...