27 Mart 2013 Çarşamba

Paradigmanın İflası

               İnsanlar imtiyazların son bulmasını, onlara karşı yapılan ayrımcılığın ilgasını, hakların eşitliğini, adil bir gelir dağılımını istiyor. Kürtler, Türkler yıllardır bu hakları elde edebilmek için her türlü işkenceye, haksızlığa mağruz kaldılar. Ama bunu fırsat bilip bundan siyasi bir imtiyaz kazanmak isteyenlere ne demeli. Böl ve yönet. Böl ki zenginleşsin insanlar; böl ki insanları kolay kandırabil, kafaları karışsın ve adalete olan güven tamamen kaybolsun. 

                 Başkanlık sistemini tartışıyoruz. Parlamenter sistemi beğenmez olduk. Demokrasiyi daha ileriye götürmek için şart olmuş. Monarşi neydi bir insanın egemenliği değil mi? Peki demokrasi neydi, milletin egemenliği değil mi yani 550 milletvekilin egemenliği.  Bu egemenlik yasaların veya aklın değil sadece tutkuların egemenliği. İnsanlara özgürlük, hukuk, mülkiyet hakkı verildiği söyleniyor. Sokaklarda asayişin, okullarda kaliteli eğitimin olduğu iddia ediliyor.Peki o zaman Özgürlük nedir, refah nasıl bir şeydir? 

                 Bir somun ekmek pişirip de bir lokmasını yiyebilen, saray inşa edip tek göz odada yatan, lüks kumaşlar dokuyup da paçavralar içinde gezinen, her şeyi üretip de her şeyden mahrum kalan uygarlaşmış insanlar...İstiklal caddesinde yürürken o güzelim mağazaların vitrin camlarına dikkatli bakın. Vitrindeki etiket fiyatı bir ailenin bir aylık geçim parası olan kıyafetlerimi görüyorsunuz. Bence daha dikkatli bakın. Camdan yansıyan görüntüde hemen arkanızda 50 kuruşa mendil satan kızı, bir kenarda sızmış ayyaş amcayı veya dilenmek zorunda kalan yaşlı teyzeye iyi bakın. 

                 Her akşam haber kanallarında tartışıyorlar. Barış ne zaman gelecek, bu ülkede demokrasi yok, işçiler geçinemiyor, kadınların can güvenliği yok, gençler iş bulamıyor. Sonra aksi bir tez sunuluyor. Demokrasi bir yolculuk ve her geçen gün yol katediyoruz, işçiler asgari ücret ile de geçinebilir, kadınlar edebi ile evinde otursun, gençler iş beğenmesin ne olursa yaparım abi desin. Barışın gelmesi yakındır eli kulağında...
Önceden anlamıyordum ama artık çok açık ve net. Hepimiz günü kurtarmak için yaşıyoruz. Umut ekiyoruz, bir parça mutluluk biçiyoruz kendimize. 

                 Siyasilerin bize verdiği bir parça ekmeğe şükredip, ceplerine indirdikleri ihaleleri, her geçen gün aldıkları gemicikleri ve villaları için ise helal olsun yiğidime alıyorsa hak ettiğinden alıyordur diyoruz. Bu kadar yüce gönüllüyüz işte. İnsanlar cehalete bilerek mi itiliyor yoksa isteyerek mi seçiyor bilmiyorum. Ama mutluluğun sırrı sanırım cehalette yatıyor...

                  

AŞK MEŞK BANA GÖRE DEĞİL...

         Hep merak etmişimdir birine aşık olmak, düşünmeden sevmek nasıl bir şey diye. Hala daha merak ediyorum. Böyle bir duyguyu tatmamış olmam beni bu konuda cahil yapar mı zannetmiyorum ya...Sevgilisinden 17 kez ayrılıp, 18 kez barışan, 30 kerede facebook da ilişki durumunu güncelleyen adam kadar vahim bir durumda değilimdir. Ama ne bileyim abi sevgilim olduğu zamanlarda bile bir kıza içimden gelerek sevgilim diyemedim. Çünkü biliyordum ki zamanı gelince bitecekti. Lanet olsun bu kadar da makul bir adamım işte :)

             Kendim ile bazen alay ederim aynanın karşısına geçip. Ne olurdu yani şöyle kızların ilk kez görünce bir kez daha bakacağı erkeklerden olsam. Sağolsun bazı arkadaşlar teselli ediyor, abartma canım o kadar da değil diyorlar ama biliyoruz canım gerçekleri her sabah yüzümüzü yıkarken görüyoruz. Neyse ezik psikolojisini geçersek yapım gereği kaynaklanan bir durum olsa gerek.

              Sonunu düşünmeden başladığım bir tane iş yok. Bir kız ile ilişkiye başlayacaksam bile acaba sonunda ne olur diye düşünüyorum. Sonu hüsranla bitecek abi kesin, o zaman ne gerek var keyfini bozmaya. Otur oturduğun yerde. Elim cebimde kalabalığın arasında ağır ağır yürüyorum. Birbirinin gözlerinin içine mutlu mutlu bakan onlarca çift. Ne dünü ne yarını sadece o anı düşünüp yaşıyorlar. Sesimi etmiyorum ama bencil ergenler gibi içimden hemen yorum yapıyorum. Şimdi mutlusunuz ama yarın kim bilir ne olacak. Sonra aklıma şu söz geliyor. "Mutlu olmak için içinde bulunduğumuz andan daha iyi bir zaman olduğuna karar vermek için beklemekten vazgeçin. Mutluluk bir varış değil, bir yolculuktur. Pek çokları mutluluğu insandan daha yüksekte arar, bazıları da daha alçakta. Oysa mutluluk insanın boyu hizasındadır."

              Kendime bir süre tanımışım. Dur Murat henüz hazır değilsin. Önce hayatına bir çeki düzen ver. Bir güvencen olsun. İyi bir işin olsun, düzgün bir insan ol. Sahip olduğun gereksiz yüklerden kurtul, birikim yap. Tüm zorluklara tek başına göğüs ger. Ondan sonra mutlu olmayı hak edersin zaten diyorum kendi kendime. Will Smith'in filmlerindeki gibi mükemmel adam, düzgün aile portresi çizdim değil mi? İşte bütün stres ve yalnızlık bundan kaynaklanıyor.  Bırak her şeyi bir kenara, tut birinin elinden saçma sapan hareketler yapmanın keyfini çıkar. Ağzından çıkan kelimeleri kulakların duymasın, onu mutlu etmek için yapmam dediğin şeyleri yap. Tükürdüğünü yala bir kaç kez. İnsanlar senin hakkında farklı düşünsün. En yakın dostların senin için vay be bir kız için sattı bizi desin .

             Güzel güzel söylüyorum da iş icraata gelince  alıyorum elime kitabımı amannn koy g.tüne rahvan gitsin oluyor :))) Ortaokula giden çocuklar kadar bile aşk hayatım olmadı ulan benim. Hani o liselerde falan kız kankası olan erkekler vardı ya. Böyle o güzelim kızların yanında her türlü muhabbeti edip de icraatı olmayan tipler. Sevgililerinden ayrılınca teselli ederiz biz bunları. İşte ben oyum :) Benden iyi bir sevgili veya iyi bir eş değil de sanırım iyi bir arkadaş olur. Evliliğim de mantık evliliği olur. Çocukta yapmayız. Ne gerek var değil mi? Onun yerine kitap alırız :))))

             Allah ömür verir ya. Çok merak ediyorum. Nasıl bir kadın ile beraber olurum, iyi bir baba olur muyum? Hayalini kurduğum hayata sahip olur muyum....

24 Mart 2013 Pazar

Bu Müslümanlar Patatese mi Tapıyor?

            Bazen insanların kıçına tekme atmamak için kendimi zor tutuyorum inanın bana. Şunu çok iyi anlıyorum ki insanların gönlünü hoş tutmaya  veya alttan almaya çalışmayacaksınız. Onlara içinizi dökmeyeceksiniz, bırakın sırrınızı paylaşmayı en güzel anınızı bile paylaşmayacaksınız. Çünkü öyle bir an geliyor ki o mutluluğun üstünde bir gölge gibi durabiliyorlar.

             Bir konuda hata yaptığımı kabul ediyorum. Herkesi kendim gibi görme hatası. Ben kendim ile barışığım hem de haddinden çok fazla. Bardağın dolu tarafını insanlarla paylaşıp, boş kısmını kendime saklarım. Lafımı esirgemem, olduğu gibi söylerim. Hımm bu bir patavatsızlık mıdır, ukalalık mıdır? Varsın öyle olsun. Siz dua edin alenen yüzünüze ana avrat küfür etmiyorum. Toplum olarak çok düzgün bir toplumuz çünkü. Herkese ve herşeye laf yetiştirir. Kendi doğrularımızı empoze ederiz.

               Murat arada ağzında argo kelimeler çıkıyor yakışıyor mu hiç sana diyen arkadaşlarım var. Hiç unutmuyorum farklı görüşlerdeyiz diye bana beynimin yıkanmış olduğunu söyleyen bir kuzenim bile vardı.İşimize geliyor sanırım. Birinin fikrini beğenmeyince veya bu ne rahatlık her istediğini nasıl söyleyebiliyor dediklerimize  sokuşturuveririz lafı. Düşünmeden konuşuyor, beyni yıkanmış, ukala, çok bilmiş, kendini beğenmiş vs.

               Hacca gidip kardeşine ikinci sınıf muamelesi yapan insanlar mı dersiniz, komşusu aç iken tok yatanlar mı, içki masalarında fondip yapıp günlerce abdestsiz gezenlerin dinden imandan yetmezmiş gibi bir de ahlaktan dem vurmalarını mı dinlersiniz.Yoksa işçisinin rızkından kesip ailecek tatilini aksatmayan badem bıyıklı mümin iş verenlerden müslümanlık dersleri mi alırsınız. Böyleyiz işte. Sonra da aynanın karşısına geçip acaba ben nerede yanlış yaptım diye düşünürüz. Bir yanlışlık var orası kesin. Besmelesiz peydahlanan koskoca bir insan topluluğundan (sanırım buna bende dahilim) ideal bir toplum yaratmak kadar abes bir şey olamaz.

               Hepimiz aynı Allah'a inanıyoruz diye düşünüyordum fakat sanırım bir taraf hata yapıyor. Ve kimse hata yaptığını kabullenmek istemiyor. Kendi yarattığımız putlara inanıp, kendi iç huzurumuzu sağlıyoruz. Neyse kim nasıl mutlu olacaksa ona inansın. Nasıl olsa hepimizin gideceği yer aynı. Hiç olmazsa birbirimizin ateşine odun atacağımızı bilmek bile içimi rahatlatmaya yetiyor...

19 Mart 2013 Salı

Doğduk, Büyüdük,Yaşlanıyoruz...

          Bu gece kendime yazıyorum. İçimde biriken şeyleri paylaşacağım kimsem yok çünkü beni benden daha iyi anlayacak insan yok. İşte o yüzden aynanın karşısına geçtim ve bu satırları yazmadan önce uzun uzun kendime baktım. Yavaştan kırlaşan saçlarıma, yüzümde ablak duran burnuma ve hiçbir zaman beni yalnız bırakmayan gülümseyişime...

           Bir yaşı daha devirdin Murat dile kolay 23 yıl. Düşün bir bakalım arkandan neler bıraktın, şapkanı önüne koy . Yarın seni neler bekliyor, ne var elinde geleceğe dair. Hiçbir zaman şikayet edemedim, sahip olamadığım imkanlar için. Uslu bir çocuk olmaya çalıştım, beladan uzak. Kimsenin kalbini kırmayayım, neşemiz kaçmasın hiç. Hep gülerek görsün dostlarım beni. Hayatın hep olumlu tarafını göreyim istedim. Hep de mutlu oldum galiba; ama kendime söyleme cesaretini bulamadım hiçbir zaman.

            Bir hayal kurdum her gece rüyalarıma giren. Yıllarca peşinden koştum yağmur çamur demeden. Annem hep boşver oğlum oku adam ol dedi. Şimdi gülerek hatırlıyorum da o günleri. Her zaman annemin dediği lafa geldim. Ama önce kendi bildiğimi okudum, baktım olmuyor anamın sözünü dinledim. Keşke demek istemiyorum ama keşke zamanında dinleseydim. Belki bugün burada klavye tuşlarına basarak kendimi tatmin etmek yerine başımı yastığa koyup rahat bir uyku çekiyor olurdum.

             Hee hatırladım bir kızı da çok sevdim. Sevdim ama bir gün olsun karşısına çıkıp seni seviyorum diyemedim. Kendime bakacak özgüvenim yoktu aynalardan kaçıyordum. O güzelim kızın karşına nasıl çıkardım ki zaten. Çok fırsat teptim belki de bilmiyorum.

             Ve şimdi geri dönülmez bir yola girdim. Hayalini kurduğum yaşamı kurmak için sahip olduğum bir tek canım var. Bu bedene iyi bak Murat. O senin sermayen, sen ona ne kadar iyi bakarsan, o sana o kadar iyi hizmet eder.

              Küçük bir evim olacak,önünde bahçesi olan. Böyle çocuklarımla çimlerinde koşup, yerlere yatabileceğim. Sonra çocukluğumdan beri dişimden tırnağımdan arttırdıklarımla aldığım kitaplarımdan oluşan kocaman bir kütüphane. Elimde bir fincan çay, yanımda eşim kitaplara dalıp gideceğiz. Küçük bir dünyamız, mütevazı bir evimiz, mutlu bir ailemiz olacak hani. Hayal bu ya işte. Çok şey mi istiyorum diye soruyorum kendime. Evet çok şey istiyorum. Bunlara sahip olmak için beni ben olduğum için sevecek bir insan bulmakla başlıyor önce iş. Sonra yuvasını dişi kuş yapar misalince yuvasını kuracak metanete sahip bir kadın ile evli kalabilmek. Çocuklar ah çocuklar...Belli etmemeye çalışıyorum ama en az 3 çocuk abi. Benim gibi yıllarca bu hayatı yalnız idame ettirmesin benim evlatlarım. Sonra kıçım hiç rahat görmesin zaten. Onlar için kaygılanalım, didinelim. Ve sonrasında onların başarılarında ve mutluluklarında huzur bulalım. Ne için peki bunlar? Koskoca bir hayatı anlamlı kılmak için.

                Belki hiçbir şey yolunda gitmedi ama hiçbir şey de beni yolumdan etmedi. Kendimi anlatamıyorum belki ama ne bileyim. Ben böyle bir insanım arkadaş. İster sevin kucaklayın, ister sövün hırpalayın. Ama ne olursa olsun beni olduğum gibi görün, anlayın...

14 Mart 2013 Perşembe

Savaştan Yıkıma, Yıkımdan Yükselişe: Siyasi Deha, Ekonomik Güç

           İzlediğimiz veya okuduğumuz bir şeylerin bizi düşünmeye sevk etmesi kadar güzel bir şey yok. Merak, öğrenme arzusu ve bilmek insanı daha çok okumaya ve yazmaya itiyor. İşte bu yüzden geçen gün NTV'de izlediğim 2.Dünya Savaşı belgeselinden sonra aklıma takılanları ve bende düşündürdüklerini sizlerle paylaşmak istedim. Uzun bir yazı olabilir o yüzden sabırla okumanızı temenni ediyorum.

             Tarih ve siyasete merakı olanlar bir de bunların üzerine ekonomi biliminin gerçeklerini eklerse sanırım ilginç ve şaşırtıcı bilgilere sahip olacaktır. Düşünün ki 1. Dünya Savaşı'ndan sonra mağlup olmuş bir Almanya, yeni bir devrim gerçekleştirmiş Rusya, istediğini alamamış ve eski gücünü kaybetmiş bir İngiltere, ulusal kimliğini yeni oluşturmuş İtalya ve Asya'da süper güç olmaya aday Japonya tarihi emellerini gerçekleştirmek için bir rekabete girişsin ve bu rekabet sonucu İkinci Dünya Savaşı patlak versin. Amerika'yı saymadınız diyenleriniz olacak. Savaş başlamadan önce ve ilk yıllarında ABD daha henüz 1929 yılından kalma Büyük Buhranı'nın etkilerini atlatmaya, tarım ve sanayi alanındaki reformlar ile uğraşıyordu.

               1.Dünya Savaşı'ndan sonra hiperenflasyon ile boğuşan Almanya, yeni bir anlayış ve yaşam tarzı ile şekillenen Rusya 20 yıllık bir süreç içerisinde dünyanın süpergücü olabilecek konuma geldiler. Bu sadece 1.Dünya savaşına mahsus bir durum değil. 2.Dünya Savaşı'ndan sonra Rusya yine yaralarını hızlı bir şekilde sardı. Amerika'nın yardımı ile Avrupa hızlı bir kalkınma yaşadı. Kore Savaşı'ndan sonra Güney Kore 30 yılda kapitalizmi en iyi uygulayan ülkelerden biri oldu. Almanya iki büyük dünya savaşından mağlup ayrılmasına ve son derece ağır antlaşmalar ile eli kolu bağlanmasına rağmen bugün Avrupa'nın en zengin ve en gelişmiş ülkesi konumunda. Ve tabi ki Cumhuriyet Türkiye'sinin Adnan Medresi'nin son dönemine kadar ki yaşadığı yükseliş.

                Ekonomi kitaplarında 1945-1970 arasına altın çağ derler. Bu dönemde dünya ticareti genişlemiş, eksik istihdam gerilemiş, yüksek büyüme rakamları yakalanmış ve korumacılık azalmıştır. Peki neden ülkeler savaş dönemlerinden sonra hızlı bir kalkınma süreci yaşar ve bu kalkınmayı kim finanse eder?

                4 dönem (1933-1945 yılları arasında) ABD başkanlığı yapan ve böylesine zor bir süreci Amerika'nın çıkarları açısından en iyi şekilde yöneten bir başkan olan Franklin D. Roosvelt dünyayı nasıl yapılandırdı? Savaş dönemlerinde yoksulluğun, şiddetin, işsizliğin yaşattığı etkiyi en çok yaşayan sıradan vatandaşlardır. Bu dönemden kurtulmak için en büyük fedakarlığı yapanlarda onlardır. Bu karmaşadan kurtulmak için siyasilere koşulsuz güvenip destek verenlerde yine onlardır. Daha az tüketip, daha çok çalışırlar, daha çok vergi öderler. İşverenler ücretleri geçimlik seviyede tutar ve devletten her türlü sübvansiyon ve desteği alırlar. Artan üretim, istihdamı arttırır, artan istihdam tüketimi arttırır. Tüketimin artması üreticilerin kârlarını, devletin vergi gelirlerini arttırır. Ve savaş sonrası ülkeler hızlı büyüme, düşük işsizlik ,yüksek tüketim rakamlarına ulaşır. Devlet verdiği teşviklerin geri dönüşünü artan vergi gelirleri ve artan para talebi ile sağlar. Gerçekten çok ilginçtir her büyük savaştan sonra çoğu ülkenin geri dönüş hikayeleri böyle olmuştur. Değişmeyen bir şey varsa o da sıradan vatandaşların hep yerinde saydığıdır.

               Son yüzyılda yaşanılan iki büyük savaştan en çok çıkar sağlayan tabi ki Amerika olmuştur. Birincisinde dünya siyasetinde söz sahibi olmuş, ikincisinde ise bizzat dünya siyasetinin sahibi olmuştur. Bugün ABD dünyanın en borçlu ülkesi olmasına rağmen nasıl oluyor da hala ayakta ve gücünü koruyor. Daha önce de dediğim gibi İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ABD dünyaya sürekli dolar (kredi) pompalayan bir ülke konumundaydı. Her ülkeden alacaklı bir ülke konumundayken nasıl oldu da herkese borçlu konuma geldi. Bir ülke için en önemli denge olan tasarruf-yatırım dengesi bozulunca ABD borçlanmaya başladı. Sürekli tüketen ABD halkı yatırım harcamalarını da azaltmayınca sürekli açık veren bir bütçeye sahip oldu. Ve bunları kapatmak için devlet tahvilleri ihraç edip, dünya piyasalarından borçlanmaya başladı. Keza artan dolar basımını da unutmamak lazım.

               Eskiden de dolar basıyordu ABD peki o zaman niye bu sıkıntıları yaşamadı? Sanırım şundan olsa gerek: Eskiden ihraç ettiği dolarlar diğer ülkelerin harcamaları sayesinde ABD'ye geri dönüyordu. Yapacağı yatırımların otofinansmanını sağlıyordu. Ama bugün gelişen ülkeler tüketmenin yanında tasarruf etmeye başlayınca ABD'ye geri dönmeyen dolarlar bütçe açığına sebep oldu. Tasarruf olmayınca da borçlanmalar başladı. Doların dünyanın rezerv parası olması ve ABD ordusu bugün Amerika'nın ayakta durmasının iki sebebidir. Doların rezerv para olması sayesinde istediği kadar para basıp senyoraj geliri elde ediyor ve enflasyon denen illete sebep bile olmuyor. Doları rezerv para olarak kabul etmeyen ülkeleri askeri gücü ile tehdit ederek de dünya üzerindeki gücünü muhafaza ediyor.

              Son olarak Schumpeter'ın aktardığı bir söz ile yazımı bitirmek istiyorum. "Dış ticaret zenginlik yaratır, zenginlik güç demektir, güç de ticaretimizi ve dinimizi korur." Koskoca bir yazıyı sadece bu söz bile özetleyebilir...

6 Mart 2013 Çarşamba

Öyleyse...

               Düşünüyorum öyleyse varım! Evet bundan binlerce yıl önce varolma sebebini açıklamış Descartes. Bende düşünüyorum ama genelde bu icraatı gecenin geç saatlerinde yapıyorum. Yani akünün suyu boşaldıktan sonra.

                Aynalarla aram pek iyi değildir. Çünkü her baktığımda olmak istemediğim adamı görüyorum. Saçlarım seyrekleşiyor hatta seyrekleşmekle kalmayıp kırlaşıyor. Gelecek kaygısı ve stres gözlerimin altında yük olmaya başladı. Hangi ara eli ekmek tutan, kendini değil başkalarını düşünen onların geleceği için didinen bir adam oldum. Halbuki daha dün gibi hatırlıyorum, 7 yaşımdayken babamın elimden tutup beni futbol sahasına bıraktığı günü. Üzerimde 10 numaralı Galatasaray forması ile onlarca kişinin arasında top koştururken ne güzeldi o günler. Her gece başımı yastığa büyük bir futbolcu olarak koyuyordum. Peki ya lise yıllarımda. Jack London'ın Demir Ökçe kitabını okuduğumda ülkesini seven,sevdiği kadına hayatını adayan adama ne oldu. Üniversite sıralarında yaşadığı maddi sıkıntılara rağmen her gününü bir önceki günden daha güzel geçirmeye çalışan adama.

                 O masum çocuk, hayalperest adamlar hepsi kalbimin bir köşesinde yaşamaya devam ediyor. Yeşil sahaların aranan futbolcusu, dürüst ve saygın bir beyefendi, romantik bir adam ve güleryüzlü bir genç. Bir gün belki yeniden gün ışığına çıkarlar. Doğru zamanda doğru insanla karşılaşana dek...

                 İyimser bir insanım, kendi ile barışık. En iyi dostum tozlu raflarımdaki kitaplarımdı her daim. Çünkü hiçbir zaman yanımdan ayrılmadılar. Bir dolaba kapatıp aylarca belki de yıllarca yüzlerine bakmasam bile bir ara aklıma gelip elime aldığımda ilk zaman ki zevki ve mutluluğu tattım onlarda. Küçücük odamı şelaleden akan hayallerle dolduran yüzlerce kitabım odamın en güzel köşesinde yerini almış. Bir kez daha okunmak, bir kez daha dertleşmek için beni bekliyor.

                 Neden mi kitaplar? Hani bir dizi veya film izlerken istemediğiniz bir sahne gelir ya kanalı değiştirir ya da başınızı başka bir yöne çeviriririz. İşte hayatta istemediğim insanlar ve olaylar karşıma çıktığında yüzümü kitaplara çeviriyorum. İstemediğim bir işi yapmama sebep olan hayata, geçim derdi ile beni süründüren hayata, tanımadan ön yargı ile yaklaşan insanlara, beni görmek istedikleri insan olmaya zorlayanlara karşı yüzümü çeviriyorum. Dünya karhanesinde tek bakire kalan ben değilim ya. Dürüst olmak için çabalamıyorum veya daha iyi bir yaşama sahip olmak için. Sadece bana dayatılan bu hayatta tecavüze uğramamak benim savaşım. Kendi halinde kendi dünyasında sıradan ve sade bir mutluluk.

                  Para; güzel bir hayat, seksi bir kadın, şişkin bir cüzdan, siyasi bir nüfuz ve rahat bir kafa sağlayabilir. Peki ya vicdanı nereye koyacağız. Cüzdanımızda kullanmadığımız kart vizitlerimizin arasına mı sıkıştıracağız? Bu kadar lafı niye mi ettim. Bırakın Allah aşkına başkalarının hayatına yön vermeyi, onlara nasihatta bulunmayı. Kimileri mutluluğu paranın getireceğini düşünür, kimileri sıcak bir yuvanın. Ben sıcak bir yuvanın içinde mutluluğu arayacağım. Bulur muyum bilemem, ama kaybedecek neyim var ki! Hiç olmazsa bu hayata geldiğim gibi meteliksiz ama yüzünde kocaman bir gülümseme ile giderim...
                

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...