30 Aralık 2016 Cuma

Kendime Yeni Bir Ben Lazım...

 Bir yıl daha bitti. Sevmediğim işimde 2,5 yılım bitmiş. Yanlış mesleği seçeli 4 yıl olmuş. Yaş desen 26! Kariyer dediğin 21. yüzyıl saçmalığı...

  Diplomayı aldığım gün şemsiyenin ucunu hissetmiştim ufaktan. Şu an zevk alacak konuma geldim. Kredi kartı borcunu banka kredisi ile kapamayı, kredi borcunu da kredi kartı ile çevirmekte master yapmayı öğrendim. Hiç bitmeyecek olan borcun biteceği günün hayaliyle yanıp tutuşuyorum. Güya o gün hayatıma temiz bir sayfa açacağım.  Yıllar önce edebiyat okuyarak para kazanabileceğimi anlatamadığım için, bugün para kazandığım işi küfrederek yapıyorum. İş arkadaşlarım beni sevdiğini söylüyor, kafa çocukmuşum galiba. İnsanlara lakaplar takıp , şarkı türkü söylüyorum son günlerde. Milli Piyangoya bel bağladım a dostlar. 2 Ocak sabahı istifa etmenin hayalini kuruyorum bir aydır. Çok değil 50 bin TL'ye tav oldum. Doktoramı yapar , az çok birkaç memleketi gezerim. 

   Yaşadığım deneyim şimdilik yeter gari. Mobbing'in Allahını gördükten sonra elime kazma verip maden ocağına in deseler ; kazmaya ne gerek var avuçlarımla tünel açarım diyecek kıvama geldim. İyi okul mezunu, en az bir yabancı dili akıcı şekilde konuşan, kozmetik sektörüne hatrı sayılır para harcayan, götü yerden birkaç karış havada olan insanların memleketi ve insanları beğenmediği ama dünya barışını da dilinden düşürmediği bir ortamdan çıkıp kurtulmanın hayalini kuruyorum. 

    Bu senede diğer seneler olduğu gibi tek başınayım. Bakın yalnızım demiyorum bu bir tercih meselesi :) Arkadaşlarımın %80'i evlenip düğün fotolarını itinayla beğendikten sonra kritik eşiği atlattığımı düşünüyorum. Bir level atladım artık doğan çocuklarının çüklerinin fotoğrafını beğeniyorum. Annem de sağ olsun sen ne zaman evleneceksin oğlum demiyor. Belli ki o da benden bir bok olmayacağını anlamış olsa gerek. Babam zaten bu evde bir oğlum var mı yok mu pek alakadar değil. Evi otel gibi kullanıyorum; ay başı kira ve bazı ihtiyaçları ödedikten sonra bir ay boyunca kimse bana ilişmiyor. 

     George Michael dinleyip, Küçük İskender'in şiirlerini okuduktan sonra ufaktan ibneliğe doğru kaydığımı düşünsem de Cemal Süreya ve Turgut Uyar okuyup durumu biraz toparlıyorum. Kız arkadaş konusunda  ise genelde sinemaya gidip, azıcık kitaplardan bahsediyorum. Gelecek hayallerime değiniyorum. Zaten birkaç buluşmadan sonra hayal dünyasında yaşadığımı anladıkları için arkadaş kalmanın en hayırlı şey olduğunu anlayıp hayatımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Ben kitabımı alıp köşeye çekiliyorum, onlar da kariyer sahibi ve para kazanmak birinci öncelikleri olan erkeklerle evlilik yoluna giriyor. Olması gereken de bu zaten değil mi ?  

   Müthiş bir geleceğin beni beklediğini düşünmüyorum. Zengin olsam nereye yatırırım diye düşündüğümde; kitap kafe açarım heralde dediğim için Allah beni zenginlik ile sınamıyor. Hastalık, ölüm, fakirlik, mobbing, mesailer ve ibneliklerle sınanmaya devam ediyoruz. Örnek alacağım insanlar her gün önümde. Kariyer sahibi olup çok para kazansam insanlar bana küfredecek. Şu an olduğu gibi köpek gibi çalışıp bir baltaya sap olamazsam da kendime küfredeceğim. Anlayacağınız iki ucu boklu değnek. 

   Ne sevdiğim işi yapıyorum, ne sevdiğim kız beni seviyor, ne babamla aynı frekanstan konuşabiliyoruz. Ulan tuhaf bir ruh hali içindeyim. Çevremde sabahlara kadar edebiyat sohbeti edeceğim insan yokluğu çekiyorum. Hayatı yeri geldiğinde ciddiye alıp, yeri geldiğinde akışına bırakacak olgunlukta ama benimle de aynı yaşta bir insan evladı da çıkmadı karşıma. Hayallerini anlatan arkadaşlarım gün geçtikçe azalıyor. Tükürdüğümü yalamama az kaldı galiba. Herkes gibi olmayacağım deyip herkes gibi olacağım bu gidişle. Hadi bakalım hayırlısı. 

     Yeni yıla girerken kendime iki şarkıyı ithaf ediyorum. Koskoca bir yıl iki zıt kutup arasında gidip gelen ruh halimi ifade eden iki şarkı... Biri Tupac Shakur'dan Hit'Em Up  bu şarkı hayatımızı zorlaştıran insanlara gelsin. Diğeri ise 2017 yılına temiz bir sayfa açmak isteyen herkese Sertab Erener'den Kendime Yeni Bir Lazım...

Bu sene iyi geçmedi söylemem lazım 
Kader beni seçmedi ama görmemem lazım 
Belki birden bire yeniden başlamam gerek 
Eskiden taptığımı bugün taşlamam gerek 

Yeni bir aşk yeni bir iş 
Yine gülecek bir neden lazım 
Yeni bir haber yeni bir kader 
Bunlar için bana şans lazım.... 

25 Aralık 2016 Pazar

Midyeci Çocuk...

    Kuru soğuğun olduğu bir İstanbul akşamında kalabalığa karışıyorum. Kafamda milyonlarca sorular. Tüm bunların sebebi var olan sorunlar. Üsküdar'daki Mihrimah Sultan Camii'nin köşesinde bir midyeci çocuk. Soğuktan burnu ve kulakları kızarmış. Tezgah ağzına kadar dolu, midyenin tanesi 25 kuruş. 

      Eskiden çekinirdim konuşmaya ama artık tanımadığım o insanların hayat hikayesi ilgimi çekiyor. 21 yaşında askerden henüz gelmiş gencecik bir kardeşimiz. 9 kardeşi ve ailesi ile koskoca İstanbul'da mücadele ediyor. Soruyorum ona ne zamana kadar midye satmayı düşünüyorsun. Sigortan var mı? Evi geçindirebilecek parayı kazanabiliyor musun? Geleceğe dair bir hayalin var mı? Umudun var mı he ne dersin talihimiz açılır mı? Var mı sevdiğin bir kız? İstanbul'a gelme nedenleriniz neler? Mutluluk deyince aklına ne geliyor? 

         1 saat midyeci tezgahının başında konuştuk. Daha doğrusu o anlattı ben dinledim. Aklımdan geçen tüm soruları sordum. Onun anlattıklarını aktarıyorum şimdi. "Midyelerden kazandığım paranın bir kısmını biriktiriyorum. İleride pilav, nohut,ayran tezgahı açarım diye düşünüyorum. Birden yükselmekte gözüm yok be abi. Kardeşlerim okuyor. Onlar okuyup mesleklerini edinene kadar ne iş olursa yapacağım. Sigortaya ihtiyacım yok. Benim en büyük sigortam kardeşlerimin geleceği. 5 tane kardeşim okuyor, ben babam ve iki abim çalışıp evi geçindiriyoruz. Hafta sonları kardeşlerim de bize yardım ediyor. Çok şükür İstanbul'a gelirken köyde ne var ne yoksa satıp gelmişiz. Kendimize ait bir evimiz var burada. Tüm aile sığışıp yatıyoruz bir arada. Büyük abim 2 yıldır evli, bizimle beraber yaşıyordu. Çalıştık biriktirdik. Şimdi ona bir ev alacağız. Bizden ayrılacak. Sonra diğer abim için aynı şeyi yapacağız. 

         Geleceğe dair umudum tabi ki var. Ben ortaokuldan sonra okuyamadım. Şartlar el verse idi okur muydum? Neden olmasın be abi. Gecenin bu ayazında üç kuruş para için tezgah açmak zorunda kalmazdım belki. Akşamın bu saatinde sıcak evimde ailemle vakit geçirirdim. Yine şükürler olsun. Başımı sokacak bir yuvam var, karnımız doyuyor, ele muhtaç değiliz. Hayaller kuruyorum. Kardeşlerimin hepsi okuyup birer meslek sahibi olmuş. Anamı babamı rahata erdirmişiz. Neden olmasın belki bir gün tekrardan doğduğumuz topraklara geri döneriz. Diyarbakır'a hiç gittin mi abi? Ah keşke yıllar önce gitme fırsatın olsaydı. Bugün tarihi yok etmek üzereler ama; geçmişin güzel günleri hep anılarımızda. Ne zaman özlem duysak büyükler o eski güzel günleri anlatıyor. Sevdiğim bir kız var abi. Kendisi akrabamız zaten. Hele önce bir küçük abim de evlensin. Sıra bana da gelir elbet. O zamana kadar çalışıp birikim yapmaya devam. 

      Gönül isterdi ki memleketi bırakıp gelmeyelim koca İstanbul'a. Amcamı kaybettik abi. Farklı fikirleri vardı. Kendince inandığı şeyler. Hak, adalet, özgürlük, eşitlik gibi şeylerle kafayı bozmuştu. Çok okuyordu. Babam kıt kanaat bir araya getirip para gönderiyordu ona. O gelen parayı ihtiyaç sahibi arkadaşları ile bölüşüyordu. Bir gün haber alamamaya başladık. Babam çok gitti geldi Ankaralara. Meğersem örgüte katılmış. Babam binbir rica, yalvar yakar öğrendi yerini. Kod adından buldular amcamı. Ölürüm de dönmem dedi. Davam uğruna şehit olacağım. Oldu da. İki arada bir derede kaldık. Amcamın yasını tutamadık. Ölen bir teröristin arkasından ağıt yakamadık göz göre göre. Ama ölen de canımızdı kanımızdı. Jandarma bir akşam babamı sorgu için evden aldı. Potansiyel teröristtik belki de. 2 gün sonra bitkin bir şekilde eve geldi babam. Evvelsi ki gün İstanbul'a yola çıktık. O gün bugün yaşam mücadelemiz burada devam ediyor. 

           Mutluluk deyince aklıma çocukluğum geliyor. Hiçbir şeyin farkında olmadığım, omuzlarımda sorumluluk hissetmediğim evimizin bahçesinde özgürce koşabildiğim günler geliyor aklıma. Yaşıyoruz, karnımız doyuyor, hep beraberiz. Ama memleket özlemi bambaşka bir şeymiş. Yaşamadan anlayamıyorsun abi. Hâlâ daha kendimizi yabancı gibi hissediyoruz. 9 çocuk ile beraber bir evde tıkış tıkış yaşıyoruz. Doğurup doğurup soka atılan çocuk muamelesi yapıyorlar bize. Korkuyla bakarak büyüdüm ben, tedirgin. Anlaşılamamaktan ve anlatamamaktan korktum hep. Amcamın bir zamanlar okuduğu kitapları okudum. Para kazanmak için yaşamıyorum sadece. Dimdik ayakta durmak zorundayım kardeşlerim için. Ailemizi kurtaracak olan onlar...

       Evet bir dokunduk ve midyeci çocuktan ne hikaye çıktı. Hiç düşünmezdim bu kadar derin konuları konuşacağımızı. Halbuki aynı saftayız. Aynı dertlerden muzdaribiz. Aynı şeylerin peşinden koşuyoruz. Fakat biz daha konforlu bir yolculuk yapıyoruz. Memleketin gerçekleri bunlar işte. Farkında olmadığımız ne hikayeler var. Önemsiz görünen her şeyin ardında bir mutluluğa yolculuk, bir başarı hikayesi, acı, elem, ızdırap var. Ve biz kendi hikayemizin mutlu sonunu görmek isteyen izleyicileriz...

             

20 Aralık 2016 Salı

Talih Kuşu...

    En çok neyi istediğimi düşünüyorum bu aralar. İçim içimi kemiriyor. Milli piyangodan 41 tane bilet aldım. O derece ümidi kesmişim ki kendimden bir mucize bekliyorum. Büyük ikramiye değil derdim 50 bin Türk lirası çıksın yeter. 2 Ocak Pazartesi sabahı elimde istifa mektubumla gidip bundan sonra ipimle kuşağım sikimle taşağım deyip soluğu Beşiktaş vapur iskelesinde almak istiyorum. O lanet olası martılara bakıp soğuk kış gününde elimi karton bardaktaki çay ile ısıtıp huzur bulmak istiyorum. 

     İş ortamından, memleketin halinden, ailelerimizden, sevdiğimiz insanlardan hepimiz şikayetçiyiz. Misal iş yerinde herkes kendisinin çok çalıştığını, diğerlerinin ise henüz ne iş yaptığını bilmediğini iddia etmesi gibi bilimsel bir gerçek vardır. Öğle aralarında çekiştirilen iş arkadaşları, mevcut adaletsizlik, patronların bitmeyen yatırım sevdası, büyük şirketlerin küçük hesapları, verilmeyen terfiler vs. vs.  Tek isteğim özgürlük, kendimi özgürce ifade edebilmek. Tabi ki bu bana mutluluk getirmeyecek tıpkı şimdi olduğu gibi. Ama taşı gediğine oturtmanın verdiği haz var ya. Hani Can Yücel'in mahkeme salonunda dediği gibi "Bizim orda göte göt derler Hakim Bey". 

      Çevremde bin bir türlü insan var. Yaptığı işi çok iyi yapıp insanların gözüne sokamayan insanlar mesela. Bir de en ufak şeyi ambalajlayıp insanın gözüne sokanlar. Boş zamanlarının çoğunda Bukowski ve Can Yücel okumuş adamdan ne bekliyorsunuz. Fuck the system diyeceğim tabi. Sen ne kadar iyi biri olursan ol, yaptığın ilk hatada en kötü sensin diyor üstad. 

      Memleket yangın yeri; son bir yılda kaç yerde bomba patlatıldı bilen var mı? Sokakta taraflı tarafsız kime sorsanız yargıya güvenmiyor. Bakmayın bu aralar milli birlik çağrısı yapıldığına, ortalık biraz durulsun  Polise güvenip güvenilmediğini sorun. Herkes şikayetçidir polislerden. Asker olmakta zor bu ülkede. Kimilerine göre Cuntacı, Paralelci kimilerine göre kahraman. Abi bu memlekette herhangi bir siyasi ideolojiye, cemaate eklemlenmeden bir yerlere gelmek artık imkansız. O yüzden bağımsız yargı, ordu millet, ileri demokrasi kavramlarını sözlükten çıkartın. Nasıl olsa ileride Partili Cumhurbaşkanı geliyor. Vatandaşların kimliğine de yakında hangi partili olduğunu yazdık mı tamamdır bu iş. 

     Bundan yıllar önce ASALA terör örgütü varken, sağ sol kavgası varken, askeri darbeler, Amerikan hegemonyası, IMF varken en ufak bir kıvılcım da iktidara istifa diye bağıranlar bugün istikrardan söz ediyor. Öz eleştiri kalmamış. Memur olmak için hangi yetkinlikler şart belli değil. Döviz kurunun yükselmesi, terör eylemleri dış mihrakların oyunu. 2001 senesinde yaşananlar zaten kendiliğinden oldu. İçi boşaltılan bankalardan söz ediliyor. Bütçe dengesi şaşmış bir Türkiye vardı 2001 yılında. Çift haneli enflasyon, gecelik faiz oranlarının dört haneli rakamları bulduğu günler...

         İnsanlar hep geçmişi bugünle kıyaslıyor. Rakamlardan söz ediliyor. Yapılan hizmetler, köprüler, yollar, ihaleler, Ortadoğu'daki imajımız, İslam coğrafyasına önderlik etme isteğimizden söz ediliyor.Tabi ülkeyi çok kötü bir geleceğin beklediğini söyleyen muhalefet var diğer yanda. Terör eylemleri, batık ekonomi, yükselen döviz kurları, darbe girişimleri, ülkenin her kesiminden insanların hapislerde olması, mülteci krizi, rejim ile sıkıntısı olanlar...

        Türkiye hem siyahı hem beyazı yaşıyor. Sahi kim haklı ? Aklı selim insanlar nerede. Eskiden tartışıp ortak bir noktada buluştuğum kim varsa hepsi militan olmuş. Tarih okumadan tarihçilik yapıyorlar, ekonomi bilmeden ekonomist olmuşlar. Ne geldiyse başımıza çok okuyanlardan geldi diyorlar. İnsan dediğin azıcık cahil olmalı. Evet 2016 yılı bitmek üzere. Geçen yıl biterken inşallah bir sonraki yıl daha güzel olur demiştim. Ne kadar da aptalız değil mi? 

        Allahım beni parayla sınama dediğim tüm dualarımı geri alıyorum. Yoksulluk, ölüm ve hastalıkla yeterince sınandık. Biraz da çalışmadığımız yerlerden sorumlu olalım. Milli piyangodan çok fazla değil; önümüzdeki bir yıl yapacaklarım için lazım olan para çıksın yeter. Valla art niyetim yok. Daha fazla okuyup, daha fazla yazacağım. Birazcık yeni yerler gezip göreceğim. Belki küçük bir dükkan açıp esnaf olurum. Her sabah kapımın önünü süpürüp komşularıma gülerek Günaydın derim.  Evrene olumlu mesajlar gönderiyorum. Bu sene benim senem olsun Sübhaneke Amin...

18 Aralık 2016 Pazar

Şiir Tadında Hayatımız olsa O'nunla...

         Can Yücel'in bana verdiği yetkiye dayanarak bu gece isyanımı kedere bulayıp biraz da romantizmle harmanlayıp dökeceğim içimi kelimelere. Utangaç küçük çocuğa sesleniyorum. Hani şu heyecanlandığında yüzü hala daha kızaran, tane tane konuşabilmek için derin derin nefes almak zorunda kalan çocuk... 

           Ne sahip olduğundur hayat
           Ne de umdukların bunca zaman
           Yüreğin kadar hayat
           Seviliyorsan renkli
           Seviyorsan siyah beyaz...

       Siyah beyaz bir mevsimi yaşıyoruz sanırsam. Ama gönlüm de ferah, kafam da rahat. Elim cebimde ağır adımlarla gideceğim yere gidebiliyorum. İnsan manzaraları hiç olmadığı kadar takılıyor gözüme. Üsküdar sahilinden hayallerimi atıyorum denize. Belki onunkine takılır sudan çıkmış balığa döneriz. Bir rakı sofrasına meze olur, hüzünlerine teselli oluruz birilerinin. Yapraklar sararırken de, bahar kokusunu ciğerlerinize çekerken de bir başka güzel Kuzguncuk. Hele bir de elinden tuttuğunuz biri varsa. İnce belli bardaktan çayı kavrayışını izlemek, göz ucuyla size bakıp gülümsemesi. 

           Güneşin batmasına yakın bir bank köşesinde ellerinizi kavuşturuyorsunuz göğsünüzde. Bir şiir azizim gelmiyor işte o an aklınıza. Halbuki ortamda ne müsait. Kendi yazdıklarının bir garantisi yok. Sen en iyisi bir üstadın mısralarına sığın. Şöyle konuşacak kelimelerin bittiği anda birkaç dakika sessizliğin üstüne ne de güzel gider değil mi?

             Sen ordan bi canım dersin,
             Benim kalbim kaburgamın altına sığmaz burada...

         Yalnız değilsindir aslında, çünkü herhangi biriyle değil beklediğine değecek biriyle devam etmek istersin çıkacağın yola. Yaşanmışlıklar vardır, peşinden koşulan hayaller. Birbirinize anlattıkça ne kadar da benzer yollardan geçmişliğiniz vardır. Bir umut vardır içinizde, güneşli güzel günlere beraber uyanacağınız. Onun kitaplarını kendi kitaplığınıza katacaksınızdır. Küçük de olsa bir eviniz, dostlarınızla kuracağınız sofralarınız, kulakları çınlatan kahkahalarınız, çocuklarınızın ilk adımlarını göreceğiniz günleriniz olacaktır. 

          Özel günlere ihtiyacınızın olmadığı bir hayatınızın olmasını isteyeceksinizdir. İnsanoğlu hayatın stresine kapılıp gider, olmak istediği insandan uzaklaşır ya farkında olmadan. İşte böyle zamanlarda sizi sıkı sıkı sarılıp "Kim mutlu olmak istemez ki, ama ben seninle mutsuzluğa da varım" diyen birisi olacaktır. Kariyer dediğin birkaç basamaklı rakamsa, hayat dediğin  sevdiklerinin yer aldığı bir masal.  Çocukluğumuza dair hep iyi anıları hatırlıyoruz. Hani diyor ya Nazım; "Bizim kalbimiz hep kırıktır çocuk. Ama yine eksik etmeyiz sol cebimizden umudu."  İşte biraz çocuk olmak gerek kocaman bedenlerin içinde. Korktuğumuzda masallar okumalı birisi baş ucumuzda, üşüyen ayaklarımızı ısıtmalı yorgan altı, komik hikayeler anlatmalıyız birbirimize, hani annemizin başımızı okşayarak uyandırdığı sabahlar olmalı onunla. 

             Bunlar sadece aklımızdan geçen ihtimaller. Belki de ümit ettiklerimiz, hayal kurduklarımız. Neden gerçek olmasın. Sanırım zamana bırakmalı bazı şeyleri. Tıpkı Turgut Uyar'ın dediği gibi:

                Evet önümüz bahardır biliyorum
                Leylaklar açacak biliyorum
                Kiraz da çıkacak yakında
                İyi şeyler de söylemek gerek biliyorum
                Sevgilim güzelim bir tanem biliyorum da
                Şimdilik bağışla...

                

              
                

17 Aralık 2016 Cumartesi

Yoklama Alıyorum Sessiz Olun!

      Ölüm geliyor aklımıza, gerçi  aklımızdan hiç çıkmadı ki! 27 yaşıma birkaç basamak kala nefesim tıkandı. Sabahın köründe bir çalar saat sesi ile uyanıyorum. Gün doğmadan gidiyorum işe, gün biterken dönüyorum evime. Güneşi nadir gördüğümüz mevsimdeyiz. İçimizi ısıtacak bir şeylere ihtiyacımız var. Mesela sevgi, hoşgörü, anlayış, gülümseme... 

        Bir hayat seçiyoruz, bir kariyer bir meslek... Kendimize uygun bir eş seçiyoruz. Sağlıklı olmayı, uzun bir yaşam sürmeyi istiyoruz. Geri ödemesi sürekli ötelenen banka kredileri alıyoruz. Kimseye muhtaç olmamak için morgıçlı eve giriyoruz. Gereksiz ne kadar eşya varsa dolduruyoruz içini. Arkadaşlar seçiyoruz. Kimi zaman tercihlerimiz mutlu ediyor kimi zaman hayal kırıklığı yaratıyor. En iyi tatil paketini seçiyoruz, bavulları ne ile dolduracağımız da iyi bir tercih meselesi. Cuma akşamları bizi güldürmeye çalışan aptal adamları seyrediyoruz. Onlar çok para kazanırken, biz ağlanacak halimize gülmeyi seçiyoruz. Beynimizi yıkayan ibnelere oy veriyoruz. Okumamış cahillere, çocukluğunu yaşayamamış yetişkinlere, kadın ruhundan anlamayan sapkınlara, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlara, kendini değiştiremeden memleketi değiştirmek isteyenlere...

   Çocuklar bu coğrafyada özgürce koşup oynamak istiyor, gençler birbirini doyasıya sevmek, anneler çocuklarının büyüdüğünü görmek, babalar gerçekten emekli olup huzur içinde yaşlanmak istiyor. Çok şey mi istiyor bu insanlar? 

  Koskoca vicdanımızı kısacık cümlelere sığdırıyoruz. #kayseri #halep #istanbul #ankara #şehitlerölmez #yaistiklalyaölüm #vatanbölünmez...  " Bizim kaderimiz budur. Yapacak başka bir şey yoktur" diyenlere inanmayın. Unutmayın kaderimizi alt edecek olan bizleriz. Okumak cehaletten kurtulmak, dünyayı anlamaktır. Bize biçilen yaşamı değiştirebilmektir. Her sabah okula giden çocukları düşünün. Bir öğretmen yoklama alıyor Cemal Süreya'nın sözleriyle; 

Yoklama alıyorum sessiz olun.
Kaygı? Burda !
Hüzün? Burda !
Yalnızlık? Burda !
Mutluluk!.. Mutluluk?..

14 Aralık 2016 Çarşamba

Boş versenize Biz de Aşık Olmayalım...

        Bu akşam ülkenin ve dünyanın gündemini bir kenara bırakıp içimden gelenleri yazacağım. FED faiz arttırma kararı aldı son dakika... Yarın sabah dolar kuru fırlayacak. Halep'de değişen bir durum yok. Ölmeye devam ediyoruz. Bize düşen sahiden üzüldüğümüzü belli etmek. 

          O yüzden bu gece yalnızlığımdan ne beklediğimi yazacağım. Kış aylarını seviyorum. Kendimi eve gömüp filmler izliyorum, her izlediğim filmde mutlaka notlar alıyorum. Kitaplar, şiirler okuyorum altlarını çiziyorum. Geçen akşam ma aile oturup kestane yedik. Sobamızın olduğu günlerden bahsettik. Hani mandalina kabuklarını auer sobanın üzerine koyduğumuz günler. Sonra salep kaynatıp üzerine bol tarçın koyup, pencereden yağan karı izlediğimiz çocukluğumuz...

          Büyüyoruz içimizdeki küçük çocuğa rağmen. Sanki iki beden büyük geliyor bedenim ruhuma. İnsanlara hayallerimi anlatıyorum saf gibi. Kariyer dediğin 21. yüzyıl safsatası diyorum. Sahil kasabasına yerleşmeyeceğim merak etmeyin. Ama az stresin olduğu, insanların birbirini anlamaya çalıştığı, daha çok gülüp, daha az kanser riskine maruz kaldığım bir işi neden yapmayayım. 

        Diğerlerinden neyim eksik demiyorum. Burası Türkiye. Şans faktörü her zaman yetenekten önce geliyor. Ne zaman daha iyisini isteseniz, ülke size halinize şükrettiriyor. Levent'te koskoca binaların arasında aldığınız ücretin hak ettiğiniz ücret olmadığını düşünüyorsanız, bir de metroya girmeden önce kış ayazında yalın ayak dilenenleri, battaniye altında uyuyan küçük çocuklara sorun. Çok mu uç örnek oldu. 56 yaşında emekli olmasına rağmen hala çalışmak zorunda olan babama sorayım en iyisi. 

   Bunca stresi, sıkıntıyı kendi kendime üretiyorum belki de. O zaman kendimi de rahatlatabilmeliyim. Misal bana gamsız diyorlar. Bir kızı sevemezmişim. Valla haklılar galiba. Ama ben seveceğim deyip de olan bir şey değil ki bu. Boş versenize biz de aşık olmayı verelim ne olmuş. Tiyatroya gidelim, Üsküdar sahilinden Kuzguncuğa kadar yürüyelim. Formamızı giyip maça gidelim. Beraber küfür edip rahatlasak fena mı olur. En son babamla uçurtma uçurmuştum. Hayallerimizi üzerine yazıp salsak göklere. Ufak bir piknik sepeti yaparız, içine sıcak poğaçalar koyar Büyükada'ya kahvaltıya gideriz. Yokuş aşağı bisiklet sürerken kısa anlığına da olsa özgürlüğün tadına varırız. Sonra sahilde iki duble rakı tokuştururuz değişmeyen dünyanın şerefine. Yağmur boşanır üstümüze, annelerimiz kızacak değil ya ıslanıverelim el ele. Romantizmin canı cehenneme. İçimizden ne geliyorsa onu yapalım sadece. 

         Ne diyor Can Baba ; "yalnızım çünkü herhangi biriyle değil, beklediğime değecek bir kişiyle devam etmeliyim bu yola..."  

  Uğruna bir şeylerden vazgeçeceğin insanı bulmak kolay,
  Ama hiçbir şeyden vazgeçmek zorunda kalmayacağın insanı bulmak asıl olay...

          Yani hayat tüm hayal kırıklıklarımıza, strese, parasızlığa, hak ettiğimiz değeri bulamayışımıza rağmen devam ediyor. Birileri hak etmediği mutluluğu yaşıyor, biz bir vuslata hasret iken. Çok mu geç kaldık, yoksa yolun başında mıyız? Yanlış insanlarda çok zaman kaybettik. Telafisi çabuk olur mu? Acelemiz nedir bilen var mı? Sahi bunca şikayetin sebebi anlık yaşayacağımız bir mutluluk için midir? Neyse neyse  "Mutlu olmak için içinde bulunduğunuz andan daha iyi bir zaman olduğuna karar vermek için beklemekten vazgeçin. Mutluluk bir varış değil, bir yolculuktur. Pek çokları mutluluğu insandan daha yüksekte ararlar, bazıları da daha alçakta. Oysa mutluluk insanin boyu hizasındadır."  Boyu boyuma huyu da huyuma göre birini buldum gibi belki de benim hüsnü kuruntum bilmiyorum :) O yüzden mutlu olmaya çalışın lan eşek sıpaları. Bende karamsar yazılar yazmaktan sıkıldım artık. Çiçeğe, böceğe, sevgiliye şiir yazsak fena mı olur...

13 Aralık 2016 Salı

Tarih Tekerrürden İbaret: Tarık Bin Ziyad

       Hayat okuduğumuz tarih kitaplarına döndü sanki.Birilerinin elinde kalem kana bulayıp kendince bir şeyler karalıyor. Hiç bitmeyen bir mürekkep insan kanı. Endülüs şehirleri gibi bir bir yıkılıyor Ortadoğu şehirleri. Musul, Kahire, Şam, Bağdat, Trablus, Bingazi...

       Önce Müslümanları çağırdık yardıma. Araya mezhep farklılıkları girdi. Suud'lar yaralı parmağa bile işemeyen bir kralın hükümdarlığında cehalete gömülmüş. İran içinde hala Kerbela'nın hüznünü taşıyor, intikam ateşiyle yanıp tutuşuyor. Dinimiz bizi ölümlerden, sefalatten, tecavüzden kurtaramadı. Sonra Batı Uygarlığı'na el açtık. İnsan hakları, demokrasi derken mülteciler sınır kapılarında heba oldu, Akdeniz'in sularında kaybolup gitti. 

       Doğu'da ölenlerin yardım çığlıklarına kulak tıkayan Batı'yı suçladık.  Batı ender de olsa patlayan bombalardan Doğu'yu sorumlu tuttu. Adı konmamış bir savaşın faili meçhul kalmış cesetlerini gömüyoruz her gün. Kıyıya vuran masum bir çocuğun cesedi değil, bizim insanlığımız oysa ki. Akşam evimize geldiğimizde elini kapıya sıkıştıran çocuğumuzu kucaklayıp acısını dindirmek için öpüp, koklayıp, okşuyoruz. Birileri küçücük bedenleri kefenlemeden toprağa veriyor. Tüm olanlar gün ışığı gibi ortada iken. Televizyonlarda evlendirme programları, ajanslardan kiralanan çakma aşıklar, mafya dizileri, televoleler ve küfürlerin havada uçuştuğu spor programları... 

      Çok değil 6-7 yıl önce Cemaat dostumuz, Esad kardeşimizdi. Ermenistan ile dostluk maçları yapıyorduk. Papa heykeli önünde Avrupa'yı selamlıyorduk. Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanı bizdik. Amerikan dolarları oluk oluk akıyordu. Beraber yürüyorduk biz bu yollarda, beraber ıslanıyorduk yağan yağmurda... Şimdi sıra geldi birbirimizin kuyusunu kazmaya. 

     İnanın ne tepki vereceğimi artık bilmiyorum. Tamamen kendimi cahil bırakıp, sadece işten eve,evden işte gideyim desem olmuyor. Görmezden geldiğimiz gerçek ile bir gün yüz yüze kalırsak. Bu ülke bir Kurtuluş savaşını daha alnının akı ile kazanabilir mi? Üzerimize bombalar yağarken, iş yerleri, metrolar hedef iken, insanların kafa dağıtmak için gittiği maç çıkışı bomba patlıyorsa biz nasıl hala hayata kaldığımız yerden devam edebiliyoruz. 

       Yazıya hayatımızın okuduğumuz tarih kitaplarına benzediğini söyleyerek başlamıştım. Evet o zaman İspanya Fatihi Tarık Bin Ziyad'ı yad edelim. Hatırlayın;  711 yılında  7000 kişilik ordusu ile Cebelitarık Boğazı'nı geçen Tarık bin Ziyad İspanya'ya çıkar çıkmaz gemileri yaktırarak askerlerinin geri dönme umudunu kırdı. Askerlerine şu tarihi sözleri söyledi: “Arkanızda düşman gibi deniz, önünüzde deniz gibi düşman. Nereye kaçacaksınız? Vallahi sizin için ancak sadakat ve sabır kalmıştır. Düşmanın silahı, teçhizatı ve erzakı boldur. Sizin silah olarak ancak kılıçlarınız, erzak olarak da düşmanın elinden sahip olabileceğiniz vardır.” 

               Gemileri yakma zamanı geldi sanırım... 

            

11 Aralık 2016 Pazar

Ördü Kader Ağlarını...

       Cumartesi akşamı geride bıraktığın bir haftanın yorgunluğunu, derdi tasayı, gamı kederi bir kenara bırakmak için arkadaşlarla kafa dağıtmak için plan yapıyoruz. Değişmeyen dünyanın şerefine bir iki kadeh kaldıralım diyoruz. Beşiktaş'a gitmek varken aklımızda, karar değiştirip Yeşilköy'e gidiyoruz.  2. kadehi tokuştururken telefon titriyor son dakika haberi... 

        Tesadüfen yaşıyoruz. Bombanın patladığı yerden sadece 50 metre ötedeydi gideceğimiz yer. Ve bugün hiç bir şey olmamış gibi hayata devam ediyoruz. Terörü kınıyoruz, insanlar birkaç saatliğine gülen fotoğraflarını paylaşmamaya özen gösteriyor. Sosyal medyadan akıl oyunları oynuyoruz. Herkeste bir ben demiştim havası. Başkanlık sistemi için iktidar bu bombaları patlatıyor diyenlere karşı başkanlık sisteminin gelmesi için çok kan akmalıdır diyen Kılıçdaroğludur diyenler var. Artık saldırıyı kimin üstlendiğinin bir önemi yok. Faili meçhul... 

       Bizim üstümüze düşen vicdanımızı rahatlatmak. Başsağlığı ve sabır dilemek, hainlere lanet okumak, kendi siyasi fikrimizi aklamak... Ben olaya farklı bir açıdan bakmak istiyorum. Ölenleri asker veya polis  olarak görmüyorum. 18 yıl kıt kanaat okumuş, cebindeki üç kuruş harçlık ile üniversitede kitaplar almış, mezun olduktan sonra KPSS sınavından yeterli puanı aldıktan sonra atanamayan bir öğretmen. Elinde beyaz tebeşir yerine G3 piyade tüfeği var. Okulda tutması gereken nöbeti hudutta veya meydanlarda tutuyor. Bir ailenin emek verdiği memlekete hayırlı bir evlat olsun diye yetiştirdiği çocuğu vatana borcunu 22 yaşında ölerek veriyor. Belki anne veya baba olacaktı. Kendi gibi hayırlı evlatlar yetiştirecekti. Memur maaşı ile kıt kanaat evini geçindirecekti. Çektiği çileler devam edecekti ama aramızda olacaktı. 

             Kimi suçlamalı? İktidarı mı muhalefeti mi? Kardeşçe yaşamayı öğrenemedik mi? Belki de biz hep kardeşçe yaşıyorduk da birileri aramıza nifak tohumları soktu. Kim bilir? Her gün birileri ölüyor, binlercesi dünyayı gözünü açıyor. Türkiye diğer ülkelerle kıyaslanmayacak derecede büyük bir ülke. Tarihiyle, zaferleriyle, kahramanlarıyla, hikayeleriyle, şairleriyle, doğasıyla... Bu yaşadıklarımızda hikayemizin bir parçası. Kanla yazıyoruz, akan kanın durduğu yerde göz yaşı ile tamamlıyoruz cümleleri. Her şeyden ötesi evime sağ salim dönerken arama noktasında bir polisin dinlediği şarkıya kulak kabartıyorum:

Tutamadım ellerin yağmur olsun, 
Sarıp da doyamadım.. 
Öpemedim gül tenin baharın olsun, 
Sevip de kanamadım..

Ördü kader ağlarını, 
Kırdı yine kollarımı al, 
Bir canım var al senin olsun...



          

8 Aralık 2016 Perşembe

YENİKAPI-HACIOSMAN METROSU

    Türkiye'nin insan kaynağının profilini çıkarabileceğiniz metro hattıdır. Gençliğimin en verimli yıllarını harcadığım, hayatı sorguladığım, böyle işin gelmişine geçmişine küfrettiğim, sabahları rutubet, akşamları ağız ve koltuk altı kokan toplu taşıma adı altında yapılan hizmettir. 

      İlk duraktan metroya binip bacak bacak üstüne atarak yolculuk eden, kulağında kulaklık, elinde iş çantası olan insan bu ülkenin beyaz Türklerindendir. İyi bir ailenin evladı olarak dünyaya gözlerini açmış, iyi bir eğitim almış, tercihen trafiğe girmemek için birkaç duraklık kullanım yapmaktadır. Ülke batsa da çıksa da ona giren çıkan bir şey yoktur. 

     Bulduğu her fırsatta kitap okuyan, okumak için her türlü şekle giren. Yeri geldiğinde iki çam yarmasının arasına sıkışan, yeri geldiğinde ayaküstü bir köşede iki büklüm kitap okuyan bu insanlar ülkenin orta direğidir. Her şekilde çalışan, devlete düzenli vergisini ödeyen, ay sonunu zor getiren ama hayat standartlarını koruyabilen insanlardır. 

      Ağzına kadar dolmuş olan metroda  ortalara doğru ilerleyebilir misiniz? Oralarda bir yerlerde boş yer olmalı diyen insanlar da bu ülkenin atanamayan öğretmenleridir. Atanabilmeleri için müsait durakta birilerinin inmesi gerekmektedir. Tabi şansı yaver giderse ve becerikli ise boşalan yerleri hızlıca doldurarak şanslı insanlardan birisi neden olmasın. 

         Metronun yoğunluğundan yanına yaklaşan erkeklere dirsek atıp, oflayıp puflayan kadınlar da bu ülkenin okumuş cahilleridir. Genelde Atatürkçü ve Kemalist olduklarını söylerler fakat henüz icraatlarını görmüş değiliz. Sürekli sistemi eleştirirler. Bir boku beğenmezler. Söylenmekten başka bir şey de yapmazlar genelde. Müsait bir durakta atın gitsin. 

      Memleket nereden nereye geldi. Eskiden kaç vesait ile giderdik şimdi yürüme mesafesi gibi istediğimiz yere gidip gelebiliyoruz Allah devlet büyüklerinden razı olsun diyen insanlarda bu ülkenin %50'lik kesimidir. Hizmet anlayışları çok gelişmiştir. İstanbul'un en boktan dönemlerini yaşayan o yüzden taş üstüne taş koysan oyunu verecek konuma gelmişlerdir. 

       Boş koltukları şahin gözleri ile kesen, boş yeri bulduktan sonra da anında uykuya dalan, dünya sikime minare götüme yaşayan insanlar da bu ülkenin memurlarıdır. Memur olana kadar canla başla çalışıp, memur olduktan sonra yan gelip yatarlar hepimizin bildiği gibi. 

    Analiz yapılacak çok tip insan var tabi ki. Öğrencileri, işsizleri analiz etmeye tenezzül bile etmedim. Hayat onlara güzel zaten. Hee bir de gerçekten metroda ne için bulunduklarını anlamadığım insanlar da var. Mesela taytın üstüne kürk tarzı mont giyip saçlarına lastik takan kadınların ne iş yaptığını, nasıl bir yaşam biçimleri olduklarını çözemedim.  Metroda bile telefonu kulağından düşürmeyen tipler var. Ulan yıllardır metroda telefon çekmiyor diye bizi mi sikiyorlar diye düşünmüyor değilim. Belki de benim arayanım soranım fazla olmadığından böyle bir izlenime kapılmış olabilirim. 

          Yani bir gün daha Levent'ten metroya zorla binerek evime sağ salim ulaştım. Bugün de ölmedim Anne... 

          

             

6 Aralık 2016 Salı

Tuttum İnsanları Sevdim...

    Bazen iş çıkışları bindiğim metronun beni eve değil de, bilmediğim yerlere götürmesini istiyorum. Kendime soruyorum ara sıra amacın nedir Murat? Farkında olmadan girmişsin borca öde öde bitmiyor. En ağırı da vefa borcu... Çünkü alacaklılar kendinde hep haklılık payı görüyor. Nasihatler hiç bitmez. Eskiden yılda bir kez çok bunaldığımda izin alır inzivaya çekilirdim. Artık 2-3 ayda bir ruhen tükeniyorum. 

   Can Yücel okumak iyi mi geliyor. kötümü bilemedim. Tezer Özlü ile edebiyatın karanlık sokaklarında kayboluyorum. Cesare Pavese okudukça kelimelerde kendimden bir şeyler buluyorum. İntihar etmek aslında en kısa çözüm gibi geliyor o zaman. Herkese ve her şeye dair hayal kırıklıklarım var. En çok da kendime kızıyorum biliyor musunuz? İstemediğim bir işin en sadık çalışanıyım. Hakkımı göz göre göre yediriyorum birilerine. Aptal yerine koyanlar oluyor kendince. Yaptığımız iş ile dünyayı kurtarmıyoruz; ama sistem bir gün daha düzgün işlesin diye çarkların arasına ruh sağlımı koyuyorum. Her geçen günü daha da yıpranıyorum. Can Yücel düşüncelerime tercüman oluyor işte o anlar da; 

Biliyorum suçluyum, razıyım cezama
Çalmadım, öldürmedim ama
Daha kötüsünü yaptım.
Ne yaptım biliyor musunuz Reis Bey?
Tuttum insanları sevdim...

      Babanız bile anlamıyor sizi. Kendinizce fedakarlıklar yapıyorsunuz aileniz için. Söylenmek, isyan etmek gibi bir lüksünüz yok. Siz okuyup adam olun diye yapmadıkları fedakarlık kalmayan insanlara,borcunuzu hayallerinizi yarınlara erteleyerek ödüyorsunuz. İş yerinde sizi baskı altına alarak daha çok iş yaptıran patronlarınız var. Üç kuruş zammı, hayali kıdemleri almak için takla atıyorsunuz kuşlar gibi. Ne kadar iyi olursanız olun yaptığınız ilk hatada en kötü siz oluyorsunuz hep.

     Bir de tüm bu olanların dışında kızlar çıkıyor karşınıza. Hani hep hak edilen, mükemmel insanlar. Kendimce seviyorum onları. Makul olmaya çalışıyorum, güzel vakit geçiriyorum. Ne iltifat edip beklenti yaratıyorum ne de özlü söz söylemeden bırakıyorum. Şiirler yazıyorum, o ana göre şairlerden alıntılar yapıyorum. Teselli ediyorum, güldürüyorum, kendim olmaya çalışıyorum. Hiç bir beklentim olmadan. Sahi ne beklentim olabilir ki diye düşünüyorum? Şimdi içimizdeki art niyetli erkek cinsellik diyecek. Bırakın Allah aşkına her şeyin bir zamanı var. Ruhumuzu bu kadar erken kemirmenin ne lüzumu var diyerek nefsimi köreltiyorum. Ne zaman ümitlensem Cemal Süreya çıkageliyor oradan; "Çünkü ne kadar mutlu ettiysek, o kadar yalnız kaldık" diyor elinde sigarasıyla. Doğru söze diyecek bir şey bulamıyorum, eğiyorum başımı. 

       Tezatlıklardan sıkıldım artık. Hayattan şikayet ederken kış soğuğunda sokakta üç kuruş para için dilenenleri, çalışanları görüyorum. Yalnızlıktan dem vururken, yatağının sol yanındaki kadını kaybedenleri görüyorum. Babamın ilgisizliğinden şikayet ederken, babasının yokluğunu çekenlerin göz yaşlarını görüyorum. Para her kapıyı açar mı diye düşünürken, aza kanaat edenlerin vicdan rahatlığını görüyorum. En iyi kariyerin insanın kendi zirvesine çıkması olduğunu anlıyorum. Her şeyi görüyorum görmesine de; nedir bu karamsarlığın, şikayetin sebebi inanın bilmiyorum. Geciken mutluluk mu, yapılan adaletsizliklere ses çıkaramamak mı, hak etmeyen insanların haksız başarıları mı, olmayan fırsat eşitliği mi, kaçan trenler mi,  doğru kadınlara aşık olamamak mı? Hayata çoktan seçmeli sorular ile hazırlandık. Fakat sınavda kağıt kalem çıkarıp istediğiniz yerden başlayın dediklerinde sudan çıkmış balığa döndük. Hani bizim seçeneklerimiz... 
          

         

3 Aralık 2016 Cumartesi

Hayallerimizi Satmadık Ya...

     Ellerim cebimde gökyüzüne bakarak Gayrettepe'ye doğru yürüyorum. Mesai bitmiş, her Cuma olduğu gibi güzel bir gün sonuna tanıklık ediyorum.  Pilav üstü tavuk, sıcak simit, kestane kebap derken iştahım açılmış. Tezgah başında umut satıyorlar bize, içimizi ısıtan sohbet var Aralık soğuğunda. Değişmez bu hayat; çabalamadan, düşmeden, kalkmadan, hayal kurmadan, düş kırıklığı yaşamadan... Zabıtadan kaçıyor midyeci çocuk, yağmur serpiştiriyor üzerimize bulutlar ve mendil satan küçük kız gülümsüyor yüzünüze elleri titremesine rağmen. "Abi alır mısın bir tane, ne olur be abi alsana bir tane. Çok açım."  

       Alışveriş merkezleri Noel moduna girmiş bile. Vitrinler ışıl ışıl, sevindirin kocanızı bu kış. Kırmızı ipek külotlar gecenizi ısıtsın. Çocukları da unutmayın; bir oyuncak tren ne de güzel olurdu değil mi? Bu nasıl bir rutin hayattır arkadaş. Aynı sokaklardan gidiyoruz evimize, işimize. Servis şoförü evinize beş dakika erken bırakmak için İstanbul trafiğinde Azrail'e kafa tutuyor. Her sabah gülümseyerek günaydın diyen güvenlikçilere ne demeli peki? 

      Bu sene büyük ikramiye 60 milyon lira... Valla 26 yaşımda insanlardan ümidimi kestim, milli piyangoya bel bağladım. Büyük ikramiye falan hikaye 10-15 bin lira bile işimi görür be dostlar. Bankaya kalan son borcumu da ödeyip artık düzlüğe çıkmak istiyorum. Çekerim manifesti, s.kerim kapitalisti deyip istifa etmek istiyorum. Bir süre aylak aylak takılmak istiyorum. Benim de hakkım değil mi? Okumaktan, çalışmaktan, para biriktirmekten, borç ödemekten, borç ile yaşamaya alışmaktan sıkıldım mı dersiniz? Aslında hayatın gerçekleri bunlar. Ah bir de çevremizdeki insanlar mutlu olmayı becerebilse. Çok şey de istemedik be. Azıcık gülseler üstünü biz tamamlardık. 

    Gitmek cesaret istiyor. Çünkü kalıp mutsuzluğa katlanmak, değişmeyecek insanların ağız kokusunu çekmek bize mücadele gibi anlatılıyor. Usulcana tuvalette ağlayan kadınlar, fondotenle kapatabiliyor mutsuzluklarını. Mükemmeliyeti boş verin. Benden kim ne kadar fazlasını bekliyorsa, ben o kadar eksik veriyorum. Paylaştıkça artmıyormuş çünkü mutluluk. Her geçen gün hayallerimizden, umutlarımızdan, kendimizden koparıp koparıp atıyoruz ya aç martılara. Doymak bilmiyorlar işte. Bazen kelimeler yetmediğinde bir başkasından yardım alırsınız. Ben bu yazı da Erdal abiye bırakıyorum sözü. 

Gitmek cesaret ister ufaklık. 
Gideceğin yer neresi olursa olsun 
Sevdiklerinle arana mesafe girince 
Varış yerinin hiç bir anlamı kalmaz. 
Vedalaşmakta zor iştir biliyor musun ? 
Oturursun geminin kıçına. 
Bakarsın sevdiklerine gittikçe ufalırlar ufalırlar kaybolurlar. 
O zaman anlarsın işte. 
Vedalaşmak asıl kalana değil gidene koyar. 
100 defa söyledim sana hüzünlü değilim, mizacım böyle. 
Bak şarabımla beraberim. 
Çocukluğumdan beri hayaller kuruyorum. 
Şarabımdan ayrılmadan hem de. 
Ben şarabımdan ayrılmıyorum. 
O da bana bunca gidene rağmen hala hayal kurdurtmaya devam ediyor. 
Ne olmuş yani büyük adam olamadıksa? 
Hayallerimizi satmadık ya ?..

29 Kasım 2016 Salı

Kariyer Dediğin Tek Dişi Kalmış Canavar...

   Bugün karamsar bir yazı yazmak yerine üniversiteyi bitirdiğim günden bu yana gelişen kariyerimin muhasebesini yapmaya karar verdim. 18 yaşıma kadar en büyük hayalim bir futbolcu olmaktı. Kendimle ilgili olumlu cümleler kurmayı sevmem ama izleyenler iyi bir sol ayağım olduğunu söylüyordu. Gel gör ki bizim takımın hocasında yetenek kavramı çok başkaydı. İyi yaptığımız bir şeye aferin demektense daha iyi olabilirdi diyerek; kendince bizim götümüzü kaldırmamayı yeğliyordu. Futbolcu olup ne yapacaksınız, zaten olamazsanız. O yüzden okuyun veya çalışın da bir baltaya sap olun diyebilecek kadar da açık sözlü bir insandı sağ olsun. Bugün sahip olduğum kariyerden dolayı her sabah kulaklarını çınlatırım. 

      Aynı şekilde şüpheci ve hayatın ona hiç adil davranmadığını düşünen babam. O adaleti kendi oğluna da çok görmüştür. 13 yaşında bir çocuğun "baba bugün nasıldım, iyi oynadım mı" sorusuna hassiktir oradan sen de buna futbol mu diyorsun. Biz sizin yaşınızda ohoooo... diyecek kadar realist bir adamdı. Bazen düşünmüyor değilim. Zafere gidilen yolda çekilen çile miyim diye? 

      Etiketi olmayan sıradan bir devlet üniversitesini, iyi sayılabilecek bir ortalamayla, derdimi anlatacak kadar bir ingilizceyle, birkaç staj deneyimi, çeşitli sosyal sorumluluk projeleri ve inşallah işsiz kalmam dilekleriyle bitirdim. Altı ay iş beğenemediğim için 50 mülakata girmek zorunda kaldım. İstanbul'da gezmedik semt, girmedik kapı bırakmadım. Mülakatların hepsi olumlu geçti yani derdimi çok güzel anlattım. Onlarda biz size dönüş yapacağız diyerek pışpışladı. Genelde asgari ücretten 250-300 lira fazlasını teklif ettiler. Mazaretleri ise yeni mezun olduğum için tecrübesiz mişim? Bir de yetmezmiş gibi askerliğimi de yapmamışım. Neyse ki konserlerde yer göstererek ayda 2.500 lira gibi güzel bir meblağ kazanabildim. LC Waikiki de tezgahtarlık yaptım. En sonunda da Garanti Bankası'nda yarı zamanlı olarak gişe asistanlığı işine girdim. Kariyerimde dönüm noktasıdır. Hayat ne ilginç yahu. Onca yıl kendini geliştir, sayısız kitap oku, ekonomiyi yala yut. Sonra bankada üç kuruşa "başka bir arzunuz var mı" diye müşterilere sor. Performansını da kakaladığın kredi kartı ve sigorta poliçesi ile ölçsünler. Bankacılık ile ilgili aklımda tek kalan şey çok sevdiğim insanlarla tanışma olanağıdır. Gerisi boş sepet. 

       Sonra bir yıl deneyim kasıp, askere de gittikten sonra şu an ki mutsuzluk kaynağım olan işime girdim. Babam öğütler veriyor. Klimalı ortam, bütün gün otur oh mis. Dışarıda çalışanlar ne yapsın. Kurumsal bir ortam, profesyonel insanlar, bol kazanç, yeni kapılar.... Şükürsüz insanlarız şükürsüz. Yoksa bizden mutlusu var mı? 

       Mobbing diye insanların performansını ikiye katlayan bir şey var. Her gün sabahları aç karnına, öğleden sonra tok karnına kulaktan alıyorsun. Sonra götüm götüm çalışmaya devam :) Sonracığıma empati diye bir şey var. Ben ne çektiysem siz de aynısı çekin de denebilir buna. Yüzünüze gülüp arkanızdan  "bu da ne yavşak, yalaka bir insan" diyebilirler. Ama siz sıkmayın canınızı bir kahve pişirir, iki dedikodu yapar olayı tatlıya bağlarsınız. Çocuklarınızı özel okullara gönderip, fırsat eşitliği mi kaldı memlekette diye de riyakarlık yapmadan da olmaz. Kime sorsanız köpekler gibi çalışıyor ama değerini bilen yok. Ama başkaları için bunlar da çalışıyor mu ancak el ense yapsınlar dersiniz. Herkesin içinde itin götüne sokup, tenhada senin gibi çalışan var mı be deyip insanı ilginç bir psikolojiye sokarsınız. 30'u geçtikten sonra anti depresan kullanımdan gözle görülür bir artış başlıyormuş. Büyüklerimiz öyle diyor. Erkekler uzun mesaiden dolayı seksten soğuyabilir veya tam tersi etkide yapabilir. Kadınlarda stresten kaynaklı çocuk doğuramama vakalarına sıkça rastlıyoruz vs. vs. 

         Peki adama sormazlar mı eh be ibnenin evladı? Bu kadar şikayet edip, isyan ediyorsun da ne bok yemeye hala çalışıyorsun diye? Haklısınız valla ibnelik bende... 

         

27 Kasım 2016 Pazar

Pazartesi Sendromundan Önce...

     Pazartesi sendromuna sayılı saatler kala bu gece yatmadan kendimi psikolojik olarak rahatlatmaya karar verdim. Bana son iki buçuk yılda eşsiz deneyimler katan;  arkasından konuştuklarımın yüzüne gülerek gerçekleri söylemeyi, hayallerimi korkmadan anlatmayı, her zaman önce kendimle alay etmeyi, sabretmeyi, değişmeyen dünyanın şerefine kadeh kaldırmayı öğreten insanlara teşekkürü bir borç biliyorum.

       Her pazar sabahı mutlu bir şekilde uyanıyorum. Fotoğraf albümüne bakıp geçmişi yad ediyorum. Hayırsız, gamsız, büyüklerimi arayıp sormayan birisi olarak onları gizliden gizliye sevip güzel günlere özlem duyuyorum. Sokaklara karışıp mutlu insanların saadet tablosunu izliyorum. Yeni yeni yürüyen çocukların tökezlemesi, peltek peltek konuşan bebeklerin çıkardığı ilginç sesler, bebek arabasını iten centilmen babalar, terleyen çocuğunun sırtına havlu sokan anneler... Hayata devam ediyoruz. Geçmişe özlem duyuyoruz, bugünü şikayet ediyoruz, gelecek ile ilgili kaygılarımız da yok değil.Ama yine de mutlu olmaya çalışıyoruz. 

     Geleceğe dair hayaller kurduğunuz insanı alıp Kuzguncuğa gidiyoruz belki. Ağır adımlarla yaprakları sararmış ağaçların gölgesinden yürüyoruz. Aklından neler geçiyor kim bilir? Bizi arkadaş olarak görebilir, belki de sığınılacak bir liman.  Beraber iken mutluysak ne önemi var ki? Aynı yollardan geçmişiz, yaşadığımız mutsuzluklar ve hayal kırıkları gelecekteki mutluluğumuzun harcı olmuş. Beraber bir  geleceğin temellerini atıyoruz kim bilir. Gözlerimizin içine bakıyoruz, söylenecek çok şey var belki de. Hepsini bir güne sığdıramıyoruz. Kimilerini başka günlere saklıyoruz, kimilerini kağıtlara döküyoruz.

       Gülmek için mutlu olmamıza gerek yok, belki mutluluk gülüşümüzde saklı. Ağlamak için çok erken. Belki bir yerlerde bir tek gülüşümüz için bekleyenler vardır.  Ne yaşıyorsak hepsi geçip gidiyor. Yürüyoruz, önümüzde uzun yollar var biliyoruz. Hayaller kuruyoruz, hayaller kurup gerçekleşmesini bekliyoruz, kimi zaman üzülüyoruz, kimi zaman seviniyoruz. Ama hayata hep kaldığı yerden devam ediyoruz. 

         Evet her gece bir şairi anarak yatıyorum. Bu geceyi Turgut Uyar gecesi ilan ettim kendime. Kapanışı bir söz bir şiir ile yapıyorum; bir insan birini yalnızken hatırlıyorsa sevmemiştir. Ansızın aklına gelip yalnızlaşıyorsa işte o zaman sevmiştir. 

              Evet önümüz bahardır biliyorum
              Leylaklar açacak biliyorum
              Kiraz da çıkacak yakında
              İyi şeyler söylemek de gerek biliyorum
              Sevgilim güzelim biliyorum da,
              Şimdilik bağışla...
              

26 Kasım 2016 Cumartesi

FİDEL...

    Ne ilginç değil mi? Büyük çınarların birer birer devrildiğini gören bir jenerasyonuz. Kahramanların, büyük şairlerin, usta tiyatrocuların, dürüst kalmaya çalışan insanların yani o güzelim insanların beyaz atlarına binip çekip gitmelerini izlemek zorundayız. 

     Sade ve sıradan insanların yaşantısı, erdemli bir yaşam mücadelesi, aza kanaat etmek, küçük şeylerden mutlu olabilmek, ümit etmek, hayal kurmak, düşüncelerini özgürce ifade edebilmek... 21. yüzyılda demokrasinin ileri olduğunun söylendiği bir dönemde bu saydıklarımın hepsi bedava ama bir o kadar da zor bulunuyor. Liseye yeni başladığımda Jack London'ın Demir Ökçe kitabı ile başladı içimdeki isyanın farkına varmam. Sessiz ve derinden. Okuyarak, düşünerek, dinleyerek, izleyerek gelişti. Bıyıklarımız çıkmaya başladığında bize fikrimizi sormaya başladılar. 

         Herkesin fikrine saygı duyuyorum. Farklı renklerin bir araya gelerek gök kuşağı oluşturduğu bir toplum inşa edilebilirdi. Ama bize hep tek bir rengi dayattılar. Bir işçinin çocuğu olarak hep yakın gördüm kendimi onlara. Biz çikolatalarla, cipslerle büyüdük. Sıcak evlerimizde onların hayat hikayelerini okuyarak kendi içimizdeki devrimi başlattık. Biz düşünce dünyasında kalıp, eyleme geçemeyen bir avuç insanız. Peki ya onlar?  Fidel Castro ölmüş. Söylenecek çok şey var. Doğru veya yanlış, yalan ya da gerçek... Ama bir insanın hayat hikayesinden çıkarılacak çok ders var. 

        Amerikan tekeli United Fruit Company'nin sömürdüğü fakir bir Küba kasabasında dünyaya gelen, diğer vatandaşlara göre iyi imkanlara ve iyi bir eğitime sahip olmasına rağmen verdiği mücadeleyi hep hayranlık duydum. "Bir çiftçinin çocuğu öldüğünde, sessizce gömülür. Ancak ölümün ardındaki sosyal nedenler araştırıldığında, o zaman insanların çaresizlik içinde olduğu fark edilir. Bizim isteğimiz; kimse yoksulluk içinde yaşamasın, herkes yiyecek bir şeyler bulsun, kimse çıplak ya da yalın ayak gezmesin, herkes okula gidebilsin, hiç kimse evinde ilaç almadan hasta yatmasın, herkesin kendine ait bir evi olsun". diyordu mücadelesine ilk başladığı günlerde. 


         Portekizli şair Fernando Pessoa'nın cümleleriyle devam edersek: "Anarşist kimdir? İnsanları, doğdukları anda toplumsal bakımdan eşitsiz kılan adaletsizliğe isyan eden biridir. Filanca kont ya da marki olarak doğar, dolayısıyla ne yaparsa yapsın, bu sıfatla herkesten saygı ve sevgi görür; bir diğeri bizim doğduğumuz yerlerde doğar ve en azından, insan gibi davranılmak hakkına sahip olmak için bile attığı her adıma dikkat etmek zorundadır". 

        Özgür bir gelecek için çalışmak isteyen insanların tek yarattığı sonuç belki de zorbalıktı. Ezilen insanların özgürlüklerini elde ettikten sonra birbirlerini ezmeye devam etmeleri bunun en açık örneği. Özgür bireye yaşam hakkı vermeyen Rus Komünizmi, ekonomik refahı sağlayamayan Küba devrimi... Eleştirilecek, eksik bulunulacak çok şey var belki de. 

         Fakat düşünün; her istediğini bulamayan, apple marka telefonu olmayan, gelecekte kazanacağı parayı bugünden harcamayan, lüks bir yaşantısı olmayan, israf etmeyen, eğitimi kara tahtada alan, yabancı dile maruz kalmayan Küba halkı özgür müdür yoksa tutsak mıdır? Ne kadar mutludur. Peki ya yoksulluktan anladıkları nedir? Politikacıları ne kadar dürüsttür? Özgürlükten anladıkları nedir? 

           Bir de kendi ülkemizi düşünelim. Her istediğini piyasa şartlarında bulan, asgari ücrete sahip bir insanın bile en pahalı telefonu cebinde taşıyabildiği bir ekonomik sistem var. Zamanını, kazanacağı parayı bugünden bankalara iskonto edip lüksten ve zenginlikten geri kalmayan, farklı düşünenlerin hapse atıldığı, ülkenin doğusu ile batısında gelir bakımından uçurumların olduğu, hoşgörünün kalmadığı, dışa bağımlı ekonomisi, dünya kadar borcu ve üretmeden tüketen insanları, fırsat eşitliğinin kalmadığı, parayı bastıranın daha iyi eğitim daha iyi sağlık hizmeti aldığı bir ülke. Burası Türkiye... Müslüman insanların ahlaksız çocuklarıyız. Adalet sistemine güvenilmeyen, politikacıları şaibeli bir rejim...

          Fransız devrimci Maximilian Robespierre ile kapanışı yapalım o zaman. Bugünün Türkiye'sini en güzel anlatan cümle bundan 200 yıl önce zaten söylenmişti. "Pohpohlanan ama hor görülen, egemen ilan edilen ama köle gibi davranılan halkım! Unutmayın, adaletin hüküm sürmediği her yerde hakim güçlerin hırsları hüküm sürer, insanlar sadece zincirlerini değiştirmiş olurlar, kaderini değil... Dürüst insanların ceza görmeden ülkelerine hizmet edebilecekleri zaman daha henüz gelmedi."

            Güle güle Fidel, yol arkadaşın ile gittiğin yerde mücadeleye kaldığın yerden devam...

24 Kasım 2016 Perşembe

Öğretmenim...

        Bazen düşünüyorum da özel günler da olmasa insanlar birbirinin kıymetini bilmeyecek. 24 Kasım öğretmenler günü misal. Hani hep karamsar yazıyorsun diyorlar ya. Bugün çocukluğumu anmak istedim. Belki yazarken tekrar tekrar yaşarım o güzel günleri. Okul hayatım çok küçükken başladı. Henüz 4 yaşımda kreşe gitmeye başlamıştım. Sonrasında ana sınıfı ve ilk okul macerası. 

      Yıllarca çocuk aklımızla üzerimize giydiğimiz mavi önlüğü eleştirdik. Özgürlüğümüze ket vuruyordu. Çocuk aklı işte, özgürlüğün kıyafette değil fikir de olduğunu birazcık daha büyüyünce anlayacaktık. Fakirliğin cips alamamak değil, soğuk kış gününde bez ayakkabı ile kilometrelerce yürünen okul yolunda olduğunu öğrenecektik. Kısacık teneffüs molalarında el ele tutuşarak mutlu olduğumuz, bir kavga ile başlayan dostlukların bir başka kavga ile sona erdiği dönemlerdi. En büyük cesaret sabahın köründe yüzlerce kişinin önüne çıkıp şaşırmadan andımızı okuyabilmekti. Söylediğimiz sözlerin pek bir anlamı yoktu bizim için. Türklük, doğruluk, çalışkanlık, küçüklerini sevmek, büyüklerini saymak... Ama birlikte hep bir ağızdan haykırmanın verdiği kuvvet yok mu? 


       Öğretmenlerim geliyor aklıma. 2. ve 3. sınıfta öğretmenim Özcan hocaydı. Bize çocuk muamalesi değil de küçük bir adam muamelesi yapardı. Hak, adalet, özgürlük, eşitlik kavramlarını ben ilk ondan duydum. Az çok matematik bilgim varsa hala ona borçluyumdur. 5. sınıfta İlknur hocam vardı. Bir çocuğa hem edebiyat, hem matematik hem de müzik eğitimi nasıl verilir ondan öğrendik. Yöresel türküleri söyledik derslerde. Türk Sanat Müziği'ni biz ondan öğrendik. Müzik öğretmenim Gökhan hoca yüzünden 5 yıl okul korusunda şarkılar söyledik. Blok flüt çalan çocuklara piyanosuyla eşlik etti. 

      Sonra liseye geldik. Öğretmenlerin geçim kaygısından, politik çevreden, çarpık eğitim sisteminden dolayı nasıl sindiğini vurdumduymaz olduğunu gördük. Türkçeyi zor konuşan, Nazım Hikmet'e komünist, dinsiz; Necip Fazıl'a faşist, yobaz diyebilecek kadar cahil adamların söylemlerine maruz kaldık. Bugünün şartlarına göre geçmişin tarihini yanlı anlatan, kendi siyasi ideolojisini bizlere empoze edenleri de gördük. Ama çok şükür çevremizde hep bir yol gösteren hocamız oldu. Tenefüslerde öğrencilerinin matematik sorularını çözen fizik hocası Selahattin hoca mesela. Satrancı tüm okula sevdiren. Koskoca 4 yıl çantamızda satranç takımı taşıttıran güzide insan. Bugün yazdığım yazılara, şiirlere not verilecek olsa Nuray hocam kesin 2 verirdi yine. Yüzüme gülümseyip sözlü notuma sıfır veren. Sen yontulmamış bir odunsun Murat, burnunun dikine gidip kendi bildiğini okuyarak istediğin yerlere gelemezsin diyecek kadar açık sözlü hocam. Sizlere de teşekkürler.


   Ve asıl teşekkür edilecek öğretmenlere geldi sanırım sıra. Daha okula gitmeden gazete küpürlerinden hece hece okumayı öğreten, bıkmadan usanmadan bağrışla çağrışla  20 yıl kahrımızı çeken asıl öğretmenler. Yani annelerimiz. İlkokul mezunu olmasına rağmen oğluyla beraber kendini eğiten. Aldığım diploma da benden fazla payı olan öğretmenim. Yıllar önce kafama vura vura kitap oku diyen kadın. Aradan yıllar geçtikten sonra bugün hala kafama vurup az oku biraz eşek sıpası demeye devam ediyor. Şeker Portakalı ile başlayan serüveni kendi kütüphanemi kuracak seviyeye getirmiş bulunmaktayım. Ve bu mirası kardeşime devrederek daha da büyüteceğimiz kesin....


22 Kasım 2016 Salı

Olmamasına razıyım. Oluyormuş gibi olmasın yeter...

        Şairlerin şiirler yazdığı, aşıkların yağmurlar altında ıslandığı, Beşiktaş iskelesinde sevgililerin beklendiği, güler yüzlü çocukların anne öpücüğüyle okula uğurlandığı bir günde her sabah aynı günün sabahına uyanmak kadar acı veren bir şey olmasa gerek. 

       Gayrettepe metrosunda her gün aynı kadın küçücük çocuğunu yorgan altında dilendiriyor. Kartına yazdığı AÇIZ yazısına bakarak geçiyoruz önünden. İnsanların yüzüne bakamayacak kadar ümidi kesmiş hayattan. Sadece önüne bakıp, ekmek parasını toplamanın derdinde. Hee bir de banka hesabında bizden çok para olan dilenci hikayeleri var. Eskiden Uğur Dündar'ın haber bültenlerinde çıkardı.  İstanbul Emniyeti ya köklerini kazıdı ya da Dilenciler TV'lerle anlaştı. Artık ekmeğini taştan çıkaranları ifşa etmiyorlar. 

          Sıradan ve vasat bir hayatın ötesine nasıl geçebiliriz diye düşünüyorum sürekli. Başımı yastığa nasıl daha rahat koyabilirim. Banka bakiyesine fazladan 3 sıfır daha atarsam mı? Hayalini kurdum da; ehliyet yok araba kullanamam. Karı-kız desen utangaç geldik utangaç gidiyoruz. İş desen kitap kafe açarım. Oraya eş dost gelir, hesabın yarısını alır çok geçmeden batarız. Peki nedir lan bu şikayetçi hali? Kafka geliyor aklıma sonra; "Dayanılmayacak gibi olan yaşam değilmiş, meğer insanlarmış".  

           Anlaşılamadığımı düşünüyorum bazen. Üslubumu değiştirerek anlatmayı deniyorum. Korkum anlaşılamamaktan değil, anlatmaktan vazgeçmek. Mesela doğduğumuz aileye ve arkadaş çevresine göre iyi bir eğitim aldık. İyi bir işimiz ve gelirimiz de var. Küçücük hayallerimiz, boyumuzdan büyük umutlarımız var. Gülmek o kadar yakışıyor ki; ah keşke dünya malı için kırmasak birbirimizi. Hepimize yetecek olan İstanbul'da hala birileri sokakta yatıyor, çöplerden artıklarla besleniyor. Adil gelir dağılımında bahseden ekonomistler bırakın lan laf salatası yapmayı. Aynı evde, aynı iş yerinde adaleti sağlayamazken memleketten bahsetmek size mi düştü? 

           Bu kadar evin yapıldığı İstanbul'da, ihtiyaç sahipleri hala kirada oturuyor. Gel gör ki o ihtiyaç sahipleri o evlerin yapımında çalışmasa para da kazanamayacak. Küçücük çocuğunu okutmak için özel okullara milyarlar dökenler, fırsat eşitliğinden dem vuruyorlar. Geleceğimizi emanet edeceğimiz çocuklar 6 yaşında ingilizce konuşup, yeni dünyaları keşfediyor da, ülkenin doğusundaki kardeşlerinden bir haber. Her zaman kötüler mi kazanır diye düşünüyorum. Çünkü iyilerin kazanmakla işi yok. İyi olmak için kazanma hırsını bir kenara bırakmışlar. Bırakın bir sezonu, üç bölüm sonrası göremeyen diziler yapılıyor her geçen gün. Kuzucuklarını yatağa gönderen Adile teyze yok. Güldürürken düşündüren Kabareciler de kalmadı. Anlayacağınız o güzel insanlar o güzel atlarına binip gitti. Demirin tuncuna insanın piçine kaldık. Çok canım sıkıldığında ,ne yapıyorum ben dediğimde Can Yücel ya da Bukowski okuyorum. Misal bugün Can baba su serpti yüreğime;
          Kendine bak kendine...
          Özüne, sözüne, benliğine
          İlgilenme kimseyle, kim ne yemiş, ne giymiş
          Bundan sana ne. Sen kendini besle
          Bilgiyle, sevgiyle, şefkatle. Ancak o zaman ulaşırsın;
          İnsan olmanın erdemine...

        Ve en çok da kafama takılan şey nedir biliyor musunuz? Bunca kalabalığın içinde kendimi yapayalnız hissetmek. Acaba çevremde benimle aynı hisleri yaşayan var mıdır? Bu kadar gülerken, bu kadar pozitif  yaşarken; karamsar düşünebilen. Her mutlu anını bir acaba sorusu ile bitiren var mıdır? Nasıl katlanıyorsunuz sizi sevmeyen, size değer vermeyen insanlara. Sizi inciten insanlara söyleyecek bir çift lafınız yok mu? Soğukta üşüyen çocuğun yüreğini ısıtacak kadar mı insanlıktan çıktık. Peki ya sevdiğimiz kadınlara ne demeli? Ne kadar mutlu etmeye çalıştıysak o kadar yalnız bıraktılar bizi.Müşfik Kenter ile bitirelim o zaman bu uzun yazıyı da; "Üşüdüğümüzde camı kapatmak kadar kolay olsaydı keşke, sevilmediğimizi anladığımızda o kişiye yüreğimizi kapatmak".

           

19 Kasım 2016 Cumartesi

Özgürlük Yolunda...

Yıllardır içimde hep uzaklara gitme isteği. Eşeğin aklına karpuz kabuğu düştü ya bir kere. Çıkmak bilmiyor işte. Evimden kilometrelerce uzakta okumak istedim. Tercihlerimin hiç biri İstanbul değildi. Acısıyla, tatlısıyla, parasızlığıyla, gelecek kaygısıyla dört yıl geride kaldı. Usulcana ayrıldığım evime aynı şekilde geri döndüm. Kafamda deli sorular. İzlediğim yüzlerce film, okuduğum bini aşkın kitap, altını çizdiğim sayısız cümleler, hayalini kurduğum onca an... Omuzlarımda taşıyamayacağım bir yükün altında her geçen gün eziliyorum. Diplomayı alıp, takım elbiseyi giydikten sonra hiç çıkamayacağım bir kafesin içine hapsoldum sanki. 

Arada heyheylenip yalnız kalmak istiyorum. İşe gitmesem ne olur mesela. Fakat gel gör ki; işe 5 dakika geç kalsan bunu gizli gizli aklına kazıyıp ilk fırsatta yüzüne çarpan insanlar var etrafında. Kafamı dağıtmak için alıp başımı gidemediğimden Into the Wild filmini bilmem kaçıncı kez izleyeyim dedim. Eğer perşembe günü izleseydim Cuma günü işe gitmezdim. O yüzden hafta sonunu bekledim. 

      
İnsan önce kendisini idare etmeyi öğreniyor. İşin en kolay kısmı bu. Sonrasında ise çevremizdeki insanları idare etmeyi öğreniyoruz. Örneğin 18 yaşınızda mutlu olabileceğiniz ve bundan para kazanabileceğiniz bir mesleği seçebileceğinizi anlatamadığınız için ailenizin isteği üzerine hayatınızı şekillendiriyorsunuz. Diplomayı aldığınızda ise kendi yoluna gidebilen insan sayısı bir elin parmağını geçmez. Çünkü start verilmiş ve koşu başlamıştır. Maaş, sosyal haklar bunları boşver iş bulabildiğine şükret diyenler olacak etrafınızda. Başkaları ile kıyaslanacaksınız. Sonra işe girdiğinizde sizin hayallerinizi küçümseyen çok bir bok bildiğini sanan insanlara hizmet edeceksiniz. Başarırsan tek başına, kaybedersen hep başkaları sorumlu olacaktır hayatında. Kazandığın para yetmeyecek, zamanı iyi yönetemeyeceksin, insanları memnun etmen ise imkansız. Bu yüzden günden güne eriyeceksin. Sanırım şu an geçtiğim yolları anlatıyorum kendime. Hangi köprüden geçmem gerektiğine, hangi köprüyü yıkmam gerektiğine karar veremiyorum. 

Christopher McCandless'a denildiği gibi: "Düşüncelerimi anlatan kelimelerin git gide anlamsızlaştığını farkediyorum."  Keşke okul bittiğinde aklımdan eseni yapabilecek cesaretim olsaydı. Belki de vardı fakat bunca yıl beni okutan insanlara karşı bir vefa borcum vardı. Para kazanıp bu borcu ödemeliydim. Aradan geçen 4 yılda anlıyorum ki, bu borç hiçbir zaman ödenemeyecekmiş. Ve aklımdan geçenleri kelimeye dökmekten başka bir haltta edemeyeceğim. Fotoğraf makinesi, kitaplar, kağıt ve kalemimi alıp yollara düşemeyeceğim. Gördüklerimin fotoğrafını çekip, aklımdan geçenleri yazamayacağım diye korkuyorum. Ev almazsam, evlenip çoluk çocuğa karışmazsam toplum beni kabullenir mi? Gerçekten mutlu olabilir miyim? Birileri mutluluklarını gözüme sokmasa mesela? Veya ciğeri beş para etmez insanların ağız kokusunu çekmesek artık ne güzel olur değil mi? 


Odamın duvarlarını süsleyen şairlere bakarak, kitaplığımdan bir kitap alsam. Sıcak demli çayımı içerken belki bir şiir yazarım. Memleketi ben kurtarmayacağım ama, haber bültenlerindeki saçmalıkları izledikten sonra halime şükretsem. Ünvan sahibi olmak için iş arkadaşlarıma hakaret edip onları ezmesem. Bunları yaptığım yetmiyormuş gibi ben aslında iyi bir insanım ama beni bu hale sizler getirdiniz de demesem. Hayat daha da çekilir bir hâl almaz mı? 

          Mutluluk uçsuz bucaksız ormanlardadır,
          Bomboş sahillerdeki coşkudadır.
          İnsan elinin değmediği bir yerdedir,
          Denizin diplerinde ve gürlemesindedir.
          İnsanları severim, ama doğayı daha çok severim…

Sanırım bir ailenin evladından isteyebileceği pek çok şeyi yaptım. Derecesi önemli değil, ne çok iyi yaptım ne de çok kötü. Okula gidip bir diploma aldım, iş güç sahibi olup para kazandım. Kötü alışkanlıklarım da olmadı diye düşünüyorum. Çok basit bir soru? Oğlum, dostum ne derseniz deyin. Sen ne olmak istiyorsun, ne yapmak istiyorsun diye soran bir insanla henüz karşılaşamadım. To do list yapmıştım yıllar önce kendime. Gerçekleştiremediğim birkaç şey kaldı. Hiç kimseye borcum kalmadığında alıp başımı kısa bir süreliğine ortadan kaybolacağım. Kendimle baş başa kalıp içimdeki çocuğa bir şans daha vermek niyetindeyim. Sonra ölmeden önce arkamda bir eser bırakmalıyım. O yüzden yazdıklarımı basacak bir yayınevini kafalarsam ne mutlu bana... Ve kendimi bile mutlu edememişken bugüne kadar. Bir kızı severken o da beni sevse veya bir kız beni severken ben de onu sevebilsem. Sanırım üç dilek hakkım kalmış. Bakalım Murat'ın lambasındaki cin bu dilekleri gerçekleştirebilecek mi? Yaşayıp göreceğiz...


          

16 Kasım 2016 Çarşamba

Bilgi Sahibi Olmadan Fikir Sahibi Olduk...

          Ne zamandır siyaset ve ekonomi ile ilgili yazmadığımı fark ettim. Ne yalan söyleyeyim hiç de içimden gelmiyordu. Üniversiteye başladığım yıllarda her gün köşe yazılarını, makaleleri okurdum. Beğendiğim yazılarI keser, bir kitabın arasında saklardım. Çeşitli bloglara makaleler gönderirdim. Sonra okul bitti. Adam Smith ile J.M.Keynes'i okul sıralarında bırakıp, dolar aşağı dolar yukarı moduna girdik. 

          Koca koca kariyerli adamların ekonominin temel bilgilerini bile bilmediğini görünce bunca yıl neden okudum, niçin okudum? Bunu izahata gerek yok. Oku dediler okudum... Ucuz parayı müşterilere satan bankacının paranın kaynağını sorgulamaması, o parayı talep eden tüketicinin ödemeyi nasıl yapacağını bilmemesi. Koskoca İstanbul'da 1 milyon konut fazlasına rağmen düşmeyen ev fiyatları, köklü holdinglerin bile boş buldukları arsalara lüks konutlar yapıp AVM'ler açtığı ülkemde politikacılar çıkıp vay efendim şöyle büyüdük. TL değerleniyor, en büyük 10 ekonomiden biri olacağız. Hasta adam ayağa kalktı. Faso fiso...

      Kendimi bildim bileli Gazi Mustafa Kemal'e minnet duydum. Herkesin onu sahiplendiği, kimilerinin tekeline aldığı siyasi ortamda. Ben usul usul onun fikirlerini okudum. 90 yıl önce söylediği her şeyin bir bir çıkmasını büyük bir heyecanla takip ettim. Reşit olduğum günden beri sektirmeden CHP'ye oyumu verdim. Takım tutar gibi tuttum partimi; ama fanatizm ve holiganizmden de uzak durdum. Parti kötü iken ibne hakem diye bağırmak yerine, yönetim istifa dedim. Yönetim uyuma seçmenine sahip çık diye bağırdım. Kahve ağzı ile konuşmamaya özen gösterdim. Ekonomi bilmeden ekonomi, tarihi bilmeden tarih konuşmadım. Cemaati eleştirdiğimizde bizimle alay edenler; şimdi ya hapiste, ya işsiz ya da padişahım çok yaşa deyip kalan ömrünü uzatma derdinde. 

             İstanbul trafiğinde bir yakadan ötekine saatlerce geçemeyen milleti Diriliş Ertuğrul dizisi ile at üstünde geçirdiler. Herkesten çok kendilerinin sahiplendiği Osmanlı tarihini İlber Ortaylı ile Halil İnalcık'tan öğrenmek yerine. Çay kurabiye eşliğinde dizilerden öğrendiler. Duble yolları, köprüleri özel şirketlere açtıkları ihaleler ile yaptırarak kamunun bütçe açığını indirdik diye bize yutturdular. Halbuki eskiden kamu yatırımlarını doğrudan devlet yaparken, bugün ihale bedelini kamu bankalarından borçlanıp üzerine bir de gerekli şartlar sağlanamazsa cezai hükümlerle kasasını dolduran sonradan görme zenginlere kapı açtılar. Merkez Bankası'nın kasasında 145 milyar dolar var diye övünenlere sesleniyorum. Açın da bilançoya bakın bir. Dolarların büyük bir kısmı sıcak para olarak yani yüksek faizden faydalanmak için gelen para. Bir kısmı da Türkiye'deki bankaların zorunlu karşılık olarak tuttuğu para. Peki bu bankalara bu parayı nereden buldu diye soracak olursanız. Yurt dışından düşük faiz oranlarından sendikasyon kredisi kullanıp ülke içinde bizlere kakaladığı paralar şu an Merkez Bankası'nda yatıyor. Birileri de çıkıp bununla övünüyor. 

          Bu arkadaşınız eğer bir gün zengin olursa; biliniz ki haram yemiştir. Ey faiz lobisi bu ülkeyi sana yedirmeyeceğiz. İsrail öldürmeyi bizden daha iyi bilir. Kahraman Amerikan askerlerinin en az zaiyatla ülkelerine dönmelerini temenni ederim. Büyük Ortadoğu Projesi'nin eş başkanıyız. Analar ağlamasın artık. Gezi'de eylem yapanlar yüzünden dolar kuru fırladı.  Manşetlere düşen bu şekilde yüzlerce söz var. 

         Komşularla sıfır sorun politikası, sıfır ilişki durumuna gelmiş. İcra- iflas davaları tavan yapmış, tüketiciler bankalara boğazına kadar borçlu, büyük holdingler desen borcu borçla kapatıyor, dış borç gayrisafi milli hasılanın yarısı kadar, hapishanelerde yer yok, yüz binlerce memur görevinden ihraç edilmiş, liyakat sistemi tamamen çökmüş. Yargıya güvenmiyoruz, sanki tüm bu yaşananlar parlamenter sistemden kaynaklanıyormuş gibi bir de başkanlık sistemini övüyoruz. Eleştirilmeyi haz edemeyen, mağdur edebiyatı yapanların daha fazla mağdurlar yarattığı bir ülkede Neo-Osmanlıcılık oynayarak kendimizi avutuyoruz.  

           Tabi ki eleştirirken kendimizi hor görmeyeceğiz. Bizden bir bok olmaz deyip, Türkler yapamaz diyenlere inat daha çok çalışacağız. Ama neyin ne olduğunu da bilelim. Birilerini birilerine yedirmeyelim derken kendi kuyumuzu kazıyoruz haberimiz yok. Rahmetli Uğur Mumcu'nun dediği gibi : "Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmuşuz."  Birazcık okuyalım, araştıralım, birbirimizi dinleyelim, farklı görüşlere açık olalım. Eleştiriden zarar gelmez, güzel önerileri dikkate alalım. Evet bu ülke tek bir sesle değil, bir koro halinde şarkı söylemeyi öğrendiği gün; işte o zaman mitinglerde öylesine söylenen sözler gerçek olacak...

15 Kasım 2016 Salı

Lelele Lölölö...

     Bugünkü yazıyı şair Şükrü Erbaş'a ve Levent metrosunda beni sınayan insanlara ithaf ediyorum. Sabah daha kimsenin afyonu patlamamışken ben elimde şiir kitabına gömülmüş hayal dünyasındayım. İçimden dua ediyorum Allah'ım bir şeyler olsa da işe birkaç dakika daha geç gitsem modundayım. Bir gün cesaretimi toplarsam eğer; metroda karşıma oturup eteğini sağa sola sallayan kadına senin derdin nedir dostum diye soracağım. Karşında kitap okumam zoruna mı gidiyor yoksa; bu çocuğun 26 yıldır kör olan gözlerini açayım da sevaba gireyim diye mi düşünüyorsun. 

        Biraz kendimi eleştirmek istiyorum. Neden karamsar yazılar yazıyorum? Ortaokulda çalışkan bir öğrenciyim. Bir gün kantinde sosisli yerken aşık oldum. Evet tam olarak öyle oldu. Kafam her türlü piçliğe çalışır ama mevzu bahis kızlar olunca yüzüm kızarıyor hepinizin bildiği gibi. Kızla ne güzel muhabbete başlıyorum tam sonunu getireceğim , kız bana iyi misin kızardın diyor? Neyse bir şekilde eveleye geveleye kıza ondan hoşlandığımı söyledim. Sonuç malum:

          100 kıza sordular: Hoşlanmadığınız bir erkek sizi sevdiğini söylerse ne cevap verirsiniz?
          Tek popüler cevap aldık: "Ama ben seni bir arkadaş gibi görüyorum."  

         Huyum kurusun hemen oturdum bir taşa empati kuruyorum. Kız haklı diyorum. Daha 12 yaşında ne aşkı. Hem bana gayet güzel derdini anlatmış. Ben sadece derslerime odaklanmak istiyorum. Böyle şeyler için daha çok gencim. Ama sen de iyi bir arkadaşımsın. Seni bir arkadaş olarak çok seviyorum falan. Gururumu okşadı, pış pışladı, eee eee dedi gönderdi :) Tabi reddedilmenin ezikliği ile kızı görünce ortadan kayboluyorum. Yüzüne bakamıyorum. Ulan Yeşilçam filmi olsa kesin o avanak hizmetçi ben olurdum.

     Birkaç gün sonra yine kantinde bir şeyler tıkınıyorum. Kızı okulun sote bir yerine giderken gördüm. Merak ettim bakayım ne yapacak diye. Bir de ne göreyim. O iyi aile kızı, derslerden başını kaldırmayan kız. Türkçeyi 10 yaşında öğrenmiş, nüfusa 6 yıl geç yazılmış bir çocuğun kucağında orasını burasını mıncıklatıyor. İbrahim Tatlıses gibi  kaç para ulan bir flüt diye bağırıp, adaletin sikeyim dünyaya bağladım. Neyse ki annem akşam patates köfte kızartmıştı da aşk acısının tesellisi kolay olmuştu.  

        Şimdi aradan yıllar geçmiş. Güya kafam her türlü kurnazlığa yatıyor ama hala hakkımı birilerine yediriyorum gibi hissediyorum. Çocukken yaramazlık yapmayayım diye televizyonun başına oturtup sabah akşam Yeşilçam'ın acı sonla biten filmlerini izlettiler heralde. Sen kendi bildiğin yolda ilerle, kendi doğrularından şaşma, ne yaşarsan yaşa gülüp geçmesini bil  vs. vs. 26 yaşımda geldiğim nokta şu ki; İt gibi çalışıp küçük hayallerin peşinden koşuyorum. Mutlu olacağım diye bir türkü tutturmuşum. Böyle ota, boka, kuşa, böceğe, hayalimdeki kızlara şiirler yazıyorum. Gömlek alırken verdiğim paraya acıyıp, hiç acımadan onlarca kitap alıyorum. Kariyer basamaklarını üçer beşer çıkmak için insanlar kendisini pazarlarken, ben Yaşar Usta gibi sen bilirsin beyim diyorum patronlara. İnsanlara hayallerimi anlatıyorum, kızlara dürüst davranmaya çalışıyorum. Evet evet bir yerlerde doğru yaptık. Üç yanlışın bir doğruyu götürdüğü ortamda. Benim doğrularım beni mutsuz ediyormuş onu anladım. 

       Yavşak olabilmeli insan iş hayatında adam olabilmesi için, ilişkilerde biraz yalancı olacaksın. Öyle dürüst olurum, idealist olurum, hobilerim olur, şiir yazarım falan bırakın bu işleri. Bu ülke kadınların şiddete en fazla maruz kaldığı ülke. Yanlış taktik Murat yanlış taktik :) Kız kardeşim  bile ödevlerinden çok bunaldığında lelele lölölö diye bağırıp kaçıyor. Sanırım bende insanların riyakarlığından, beni aptal yerine koymaya çalışmasından sıkıldım. Lelele lölölö diye bağırsam kaçıp uzaklaşabilir miyim ki acaba....
          

            

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...