13 Ekim 2019 Pazar

The Majectic

2019 yılında topu topu altı kez yazmışım. Sanırım artık yazarak rahatlayamadığım anlamına geliyor bu. İki yüz bini aşkın okunma sayısından sonra hayatımda değişen pek bir şey olmadığını düşünüyorum. Bana komik gelen şey de maalesef şu: Tanıdığım insanlar yazmamı istiyor. Belki onların dışa vuramadığı şeyleri söylüyorum, belki benim kendimce realist dediğim ama onların karamsar olduğunu düşündüğü şeyleri okuyarak hallerine şükrediyorlardır. 

Yazının başlığına gelecek olursam Jim Carrey ve Laurie Holden'ın başrolde oynadığı "The Majestic" filmini izledim. Yönetmenin Yeşil Yol ve Esaretin Bedeli filmlerinin de yönetmeni olan Frank Darabont olduğunu da söylemeden edemeyeceğim. Taa üniversite yıllarımdan beri izlediğim her filmde, okuduğum her kitapta, ezberlediğim repliklerde, altını çizdiğim cümlelerde hep bir anlam aradım. Verdikleri bir mesaj olmalıydı benim için. Hâlâ daha öyle düşünüyorum. Aslında bir mesajı olmasına ya da anlamı olmasına da gerek yok. O günkü ruh halime uygun da olabilir, kendimi iyi hissetmek için, kendimi teselli etmek için ya da anı yaşamak için bile olabilir. Bilmem anlatabildim mi? 

Filmin kahramanı ile kendi hayatım arasında paralellikler olduğunu düşündüm. O yüzden birazcık filmi, birazcık da kendimi anlatacağım bu yazıda. Başroldeki Peter Appleton (Jim Carrey) Hollywood'da filmleri meşhur olmaya başlayan ve kariyerinde yükselişe geçen bir senaristtir. Yıllardır beklediği fırsat ayağına gelmiştir. Kariyerinde yükseliyor, para kazanıyor tam mutlu olacağım derken başına hiç beklemediği bir olay geliyor. Malum 1950'li yıllarda Amerika'da komünist avı var. Ve yıllar önce üniversitede katıldığı bir komünist toplantı yüzünden ifade vermeye çağrılıyor. Birisi onun adını vermiştir. O andan itibaren kız arkadaşı terk ediyor, çekilecek olan filmleri süresiz olarak askıya alınıyor. Ve hayatı birden tepetaklak oluyor. Bir gece yarısı arabasıyla basıp giderken kaza geçiriyor ve hikaye ondan sonra başlıyor. Gözlerini bir kumsalda açıyor. Kazadan dolayı hafızasını kaybetmiş. Onu bulduklarında herkes ona seni bir yerden gözüm ısırıyor diyor. 9,5 yıl önce ikinci dünya savaşında ölen ama cesedi hiç bulunamayan Luke Trimble'dır artık o. Herkesin sevdiği, babasının ve nişanlısının beklediği Luke...

Daha fazla yazıp iyice spoiler vermek istemem ama film 2001 yapımı ve ben az 5 kere izlemişimdir. Allah ömür verirse bir beş kez daha izlerim. Peki kendimi anlatacak olursam bunu nasıl bağlarım. Aslında bağlar mıyım onu da bilmiyorum. Hiç olmazsa okuyanlara güzel bir film tavsiyesinde bulunmuş olurum. 

29 yaşıma geldim evet. Dile kolay be. Hafızam kuvvetlidir ama geçmiş günleri düşündüğümde hangi ara bugünlere geldim şaşırıyorum. Üniversiteden mezun olduğumda istediğim işi bulabileceğimi ya da diğer bir deyişle sabahları koşarak gidebileceğim bir iş bulabileceğimi zannediyordum. Eminim şu an gülüyorsunuzdur. Evet ben de gülüyorum ama o sıralar idealist bir gerizekalıydım. 6 ay boyunca Harbiye açık hava tiyatrosunda konsere gelenlere yer gösterdim. Ali Samiyen stadında otoparkta çalıştım. LC Waikiki de tezgahtarlık yaptım. Güzel günlerdi. Vallahi o zamanlar belki acaba ne olacağım diye düşünüyordum ama bugünkü kadar sorumluluklarım yoktu omuzlarımda. 

Sonra asgari ücrete bankada işe başladım. Kendi paramı kazanınca daha çok kitap aldım, haliyle daha çok okudum. Yabancı dilimi geliştirdim. Arada askerliği de sıkıştırdım. Sonra tırnaklarımla kazıya kazıya bir yer edindim kendime. Borç ödedim, ödedim, ödedim. Hâlâ ödemeye devam ediyorum. Ama maddi ama manevi. İyi bir öğrenci olursam, okulumdan güzelce mezun olursam iyi bir işim olur diye düşünmüştüm. İyi bir işim olursa güzel paralar kazanırım. İnsanlara olan vefa borcumu öderim diye düşünmüştüm. Borç bitmiyormuş halbuki. 

Sonra iyi bir işim olursa, geleceğe yatırım yaparsam ve biraz da sabırlı olursam mutlu olabilirim diye düşünmüştüm. Bugüne geldiğim süreçte o kadar çok şey yaşadım ki. Sevdiğim ve uzun yıllar anılar biriktireceğim insanları kendi elimle toprağa verdim. Ölenle ölünmez diyorlar ya hani. Öyle demesi kolay belki ama basbaya ölünüyormuş. İçinizdeki çocuk ölüyor, inandığınız değerler ölüyor... Yine bu süreçte birilerini sevdim. Ama Allah kahretsin ki, Rus klasiklerini o kadar çok okumuşum ki. Ya da Jack London'ın Martin Eden karakterini o kadar benimsemişim ki. Onları mutlu etmek için zamana ihtiyacım var dedim kendi kendime. Henüz mutlu olmayı hak etmiyorum dedim kendi kendime. Kendimi bile mutlu edemezken başkasını nasıl mutlu edebilirim dedim kendi kendime. Ve günün sonunda sevdiğim kızlarla ya hiç yola çıkmadım ya da onlar beni yolun yarısında tek başıma bıraktı...

Bazen insan yoluna koyamaz hayatını. Temiz bir sayfa açması gerekir. Sil baştan. Kendimde bu gücü bulamıyorum. Mesela sorumluluklarımı bir kenara bırakıp gidemiyorum. Hey baksanıza bu benim hayatım diyemiyorum. Kendimden çok herkesi düşünüyorum. Fakat bunu yaparken iyi bir insan olmak için değil, cennete gitmek için değil. İçgüdüsel bir kodmuş gibi yapıyorum. Ailenin, çalıştığın ekibin, bağlı olduğun arkadaş grubunun mutluluğu için kendini heba ediyorsun. Aslında söylemek istediğim o kadar çok şey var ki. Eskiden boğazıma düğümlenirdi. Birileri üzülür mü diye düşünürdüm. İçime atmayı geçtim artık bunlarla yaşamayı öğrendim. 

Şimdi belki birileri tıpkı annem gibi zorunda değilsin diyebilir. Mesela kurumsal bir şirkette çalışıp sahil kasabasına yerleşme hayalleri kuran gerizekalılar var ya. İşte o öyle hayal kurmakla olmuyormuş denedik gördük. Esnaf olmak kolay mı lan bu devirde. Beyaz yakalıyken haftasonu yaptığın tatilleri özlersin. 

Tüm kariyerini bir kenara bırak sevdiğin işi yap diyebilirsiniz belki. O zaman size ülkedeki her 4 üniversite mezunundan birinin işsiz olduğunu, geriye kalanların nefret ettiği işler yaptığını söylerim. Evet isteyerek ekonomi okudunuz, evet isteyerek avukat oldunuz ve evet isteyerek doktor oldunuz. Ama bilemezdiniz ki; çalıştığınız şirketleri egosu yüksek orospu çocuklarının yönettiğini, adalet sisteminin içinin boş olduğunu, doktorların kurtaramadığı hayatlar yüzünden öldürülmeye çalışıldığı bir ülkede hayata atılacağınızı. 

O yüzden artık sil baştan başlamayı düşünmüyorum. İyi bir işim olursa ve güzel paralar kazanırsam mutlu olacağımı da düşünmüyorum. Çünkü olmadı. Evleneceğim kızlar şu an başkalarıyla beraber ve mutlu mesut yaşıyorlar. Ya da öyle görünüyorlar çünkü sosyal medyada ne kadar mutlu olduklarını cümle aleme gösteriyorlar. Babamın dediği gibi paran varsa adam yerine koyarlar. Ya da annemin söylediği gibi evin var mı, araban var mı, kenarda birikimin var mı? Sahi bunca yıl ben ne yaptım acaba. Helal para kazanarak 30 yaşına gelmeden bunlara nasıl sahip olunduğunu birileri bana öğretebilir mi? Çünkü okuduğum kitaplarda maalesef bunlar yazmıyordu. 

Çok uzattım belki ama. İnanıyorum ki çoğu kişi sabredip buraya kadar bile okumayacaktır. Birilerinin düşündüğü gibi psikolojik bir hastalığım yok. Çok okuduğum için veya çok düşündüğüm için de beynim sulanmadı. Sadece kendimi ait hissedebileceğim insanların arasında yaşayamıyorum. Beni anlayacak bir kadınla tanışamadım. O yüzden ikinci buluşmadan sonra bahaneler üretiyorum. Ne diyordu John Lennon: "Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir." Mümkünse başıma güzel bir şey gelmesini bekliyorum umarım doğru yerde bekliyorumdur. Umarım beklediğime değiyordur. Ve umarım o birisi de bir yerlerde beni bekliyordur...

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...