18 Mart 2018 Pazar

Şiir Tadında 28...

Bundan tam bir yıl önce gece yarısını henüz geçmişken geride kalan 27 yılın muhasebesini yapmışım. Ulan kendi adıma ne kadar da doğru tespitler yapmışım. İşim, kariyerim, ailem, hayallerim, üzüntülerim, isyanım... Yerimde mi sayıyorum yoksa her geçen gün üzerine bir tuğla daha mı koyuyorum hayallerimin. Belki de içimde büyüyen yalnızlığa ve öfkeye bir odun daha atıyorum. Evet 28 yaşıma bir gün kala sevdiğim şairlerden hayatıma dokunan dizeleri paylaşacağım dostlarım sizinle. Çokça zaman kendi sözlerimle anlattım kendimi, kimi zaman şiirler karaladım alay ettiniz benimle. Haklı bir isyanın, küçük düşmüş mahkumu oldum kimi zaman da. Ben okuduğum her dizede kendimden bir şeyler buldum. Otobiyografini yaz deseler sanırım böyle olurdu diyebilirim...

Birhan Keskin ile başlıyorum o zaman.

"Şimdi ve burada  olmanın kederine karşı çıkmadım.
 Dünyada iki kapılı bir han gibi durmanın,
 Buraya böyle gelmiş olmanın,
 Geçene yol açmanın, ki içinden rüzgar geçirmenin ne büyük güç istediğini anladım.
 Durmanın ne büyük sabır...
***
Hiç tanıyamadığım ama üç dilek hakkım olsa onunla karşılıklı oturup sabaha kadar dinlemek isteyeceğim kadın var. Didem Madak her dizesi ile içime işlemiştir ya. Ne zaman yüreğim sıkışsa, ne zaman uzaklara özlem duysam, çocukluğun en güzel hatıraları aklıma gelse ona sığınırım. Ki derin bir AH! çeker insan onu okuyunca...

"Ve yanılmıyorsam yalnız insanların,
 Kahvaltı edip ağladıkları pazar sabahları yokmuş o zaman. 
 Mesela o zamanlar mutsuz olduğunda insanlar,
 Yok olurmuş bazı dakikalar.
 Gülümsedim o sıra,
 Bazen sevinirim, sevinmek nedense hep yedi yaşında...
 Ya siz,
 Nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat?
 Nasıldı öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak?"
***
Hani hepimiz emekçiyiz ya. Benim mücadelemde Ahmet Arif vardır çoğu zaman.

"Nerede olursan ol,
 İçerde, dışarda, derste, sırada,
 Yürü üstüne üstüne, tükür yüzüne celladın,
 Fırsatçının, fesatçının, hayının...
 Dayan kitap ile, dayan iş ile.
 Tırnak ile, diş ile,
 Umut ile, sevda ile, düş ile.
 Dayan rüsva etme beni..."
***
Sevmeyi unuttuğum zamanlar da Behçet Aysan'ın dizelerini çarpıyorum yüzüme soğuk su niyetine. Ki hâlâ ayılamadım bu yalnızlıktan sormayın neden diye.

"Sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler, Yalan her şey gibi aşklarınız da
 Yaşamı ölüm diye anlatıyorlar size, yalanı gerçek diye"

 "Ve anladım ki her şey sevmekle başlar insanı
  Yaktım gemilerimi..."
***
Bundan 70 sene önce zindanlardan yankılanırken sesi, İstanbul'da elden ele dolaşırken şiirleri Vedat Türkali'nin. Doğacak her emekçinin kalbine ekti dizeleri ile isyan ateşini.

"Haktan bahseden namuslu insanları
 Yağmurlu bir Mart akşamı topladılar
 Karanlık mahzenlerinde şehrin cellatlara gün doğdu
 Kardeşlerin acısıyla yanan bir çift gözün vardır.
 Bir kalem yazın vardır
 Dudaklarını yakan bir çift sözün vardır
 Söylenmez lakin;
 Mal değil mülk değil istediğimiz
 Size namuslu bir dünya bırakmaktır..."
***
Sanırım tam deli yaşlarımıza hitap etmiştir Haydar Ergülen. Bazen annem neden bu kadar isyankarsın, neden bu kadar düşüncelisin diye sorduğunda aklıma bu dizeler geliyor. Sonra kendi kendime söylesem anlamı yok, sussam mazaretim yok diyorum. Ne diyeyim bilemiyorum ki.

"İnsan asıl gençken kederlidir.
 Çünkü uzun gelir gelecek
 Düşüne düşüne yaşlanır böyle
 Acaba ne zaman gelecek, nasıl gelecek, nerede gelecek..."
***
Nasıl başarıyorsunuz her geçen gün kalabalıklaşmayı bilmiyorum ama ben vagonları bir bir kopan trenler gibiyim. Eksiliyorum gün geçtikçe. Yalnızlaşıyorum, kabuğuma çekiliyorum, katılaşıyorum, soğuyorum hayattan. Metin Altıok'un dediği gibidir belki de bir acıya kiracıyım bu hayatta.

"Durmadan avuçlarım terliyor, inildiyor ardımdan girdiğim çıktığım kapılar.
 Trenim gecikmeli, yüreğim bungun,
 Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar.
 Ne zaman bir dosta gitsem evde yoklar..."
***
Yalnızlık ve Ölüm kardeştir her zaman Ahmet Erhan'ın şiirlerinde. Genelde her okuduğumda şöyle bir arkama yaslanıp ölümün soğuk nefesini hissederim ensemde. Genç yaşımda ellerimle toprağa verdiğim sevdiklerim gelir aklıma. Kendi cenazemi düşünürüm kimi zaman. Yalnız geliyorsun dünyaya, peki yalnız mı öleceksin. Seni omuzlarında taşıyan kalabalığa aldanma sakın. Nasıl geldiysen öyle gideceksin.

"Yüreğimi bir kalkan bilip, sokaklara çıktım
 Kahvelerde oturdum, çocuklarla konuştum
 Sıkıldım, dertlendim, sevgilimle buluştum
 Bugün de ölmedim anne.
 Bana böylesi garip duygular
 Bilmem niye gelir, nereye gider?
 Döndüm işte; acı yüreğimden beynime sızar.
 Bugün de ölmedim anne..."
***
Kentlerde artan yoksulluk, bitmeyen kavgalar, devleşen öfkeler, yükselen gökdelenler, kalabalıklaşan yalnızlıklar ve her gün elimize dökülen hayal kırıklıkları var. Ve işte o zaman yüreğinde dalga dalga yükselen isyanın sesine kulak verirsin. Adnan Yücel ve Hasan Hüseyin dile gelir. Kulak verin bu sese...

"Saraylar saltanatlar çöker, kan susar bir gün zulüm biter.
 Menekşeler de açılır üstümüzde, leylaklar da güler.
 Bugünlerden geriye;
 Bir yarına gidenler kalır, bir de yarınlar adına direnenler..."

"Öyle bir yerdeyim ki;
 Bir yanım çığlık çığlığa,
 Öyle bir yerdeyim ki;
 Anam gider Allah Allah, kızım düşmüş sokağa.
 Dostum dostum, güzel dostum
 Bu ne beter çizgidir bu, bu ne çıldırtan denge
 Yaprak döker bir yanımız
 Bir yanımız bahar bahçe..."
***
Çok uzattığımın farkındayım ama artık kendimi anlatmak gelmiyor içimden insanlara. Yeniden yeniden kadınları sevip, hayal kurmayı, ümit etmeyi kaldıramıyorum. İş arkadaşlarıma, çevremdeki insanlara, arkadaşlarıma, dost bildiklerime tahammülüm kalmamışken; konuşacak takaatim bile yok iken tek sığınağım yazmak... Kapanışı Şükrü Erbaş ile yapacağım. Yazdığı her dizede kendimden bir parça bulduğum adama şükranlarımı sunuyorum...

"Ve güz geldi Ömür hanım. Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul. Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine kadar kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan umuttan sevinçten ne anlar?"

"Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni oluşturdu, ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni."

11 Mart 2018 Pazar

God Bless Turkey...

Bu pazar günkü yazımı uzun zamandır aklımda olan ama bir türlü fırsat bulamadığım filmi izledikten sonra yazıyorum"God Bless America".  Filmin adından esinlenerek de yazının başlığını oluşturdum zaten. Son yıllarda izlediğim en sağlam sistem eleştirilerinden bir tanesiydi. 

Bu filmde de Amerika'nın ağlanacak haline cinayetler eşliğinde gülüyoruz. Eşinden ayrılmış, çocuğu tarafından sevilmeyen bir babanın hayatı sorgularken bir gün yanlışlıkla öleceğini öğrenmesi ile başlıyor hikaye. Kemal Sunal'ın Mülayim Sert- Mülayim Ters karışıklığı gibi bir durum yaşanıyor. Bağıra bağıra konuşan, televizyonu son ses izleyen komşularından, onların sürekli ağlayan bebeklerinden bıkmıştır. Sabahleyin iş yerinde bir gece önceki saçma sapan yarışma programlarının dedikodusunu yapan, birbirlerine yaşam standartlarını, kariyerlerini, kazandıkları parayı anlatan iş arkadaşlarından da sıkılmıştır. 

Filmin henüz başında mesajını verir Frank: "İnsanlar sadece televizyonda izlediklerini, radyoda duyduklarını veya internette seyrettiklerini geri kusuyorlar. İçinde ünlüleri, dedikoduyu, sporu ve politikayı barındırmayan bir konuşma yaptınız mı hiç?" Ve sonra kahramanımızı işten haksız bir suçlama ile kovarlar. Ve kayış o günden sonra kopar. Ölmeyi hak eden insanları birbir öldürürler. Show programı yaparak insanları galeyana getirenleri, aptallıklar yaparak ünlü olanları, anti-semitistleri, nezaketsizce davranan insanları... 

Filmi izledikten sonra tabi ki bunu kendi ülkemize de uyarlayabildiğimiz için yazının başlığı Türkçesi ile "Tanrı Türkiye'yi Korusun" oldu. Acun'u ilk çıktığında ülke olarak bağrımıza bastık. Muhabirlikten gelmişti çünkü. Hayat hikayesi ilgimizi çekmişti. Sonra hiçbir zeka pırıltısı olmamasına rağmen Amerika'dan aldığı show formatlarını Türkiye'ye uyarladı. İçine Türk insanın duygusallığını sömürecek öğeler kattı. Ve tuttu. Allah yürü ya kulum dedi. İlk başlarda sempatik gelen adam sonra itici gelmeye başladı Türk halkına. Ama atı alan Üsküdar'ı geçmişti. Kendi kanalı, kendi programları, kendi yarattığı yetenekler, ünlüler, siyasiler ve futbolcularla bağlantılar. Bugün Acun'un elini attığı kim varsa kendi adıma söylüyorum tiksinip, nefret ediyorum. 

Eskiden televizyon yapımcıları dizi yaparken Türk halkının örf ve adetine dikkat ederdi. Ailecek oturup televizyonun başında otururdunuz. Anneniz meyve soyardı, çayınızı yudumlayıp çekirdeğinizi çıtlardınız. Bugün de belki aynısı var. Fakat televizyonda Bizimkiler, Kaygısızlar, Süper Baba gibi diziler yok. Zengin adam, fakir kız, tecavüze uğrayan kadın, intikam peşindeki adam, mahalle kabadayıları, adaleti kendi eliyle sağlayanlar...

300'den fazla madencinin öldüğü facianın faillerini cezalandırıp, kanun yaparak yeni kazaların önüne geçmek yerine; kampanyalar başlatıp insanların sadaka ve bağış yapmasını teşvik ettik. Küçük çocuklara mikrofon uzatıp babalarına olan özlemlerini anlattırdık. Üniversite bitene kadar eğitim masraflarının karşılanacağına dair söz verdik. Toki ev yapıp dağıttı. Peki tüm bunlar o çocukların babalarının bir ihmal sonucu öldüğü ve bundan sonra geri gelmeyecekleri gerçeğini değiştirdi mi? 

Kontratlarını döviz cinsinden yapan milyonluk futbolcular, vatan millet sakarya deyip televizyonlarda duygularımızı okşuyor. Adam felsefesi yapanlar var. Bir zamanlar gururumuzdu Arda Turan, artık politik yalaka, magazin maymunu milyonluk bir eşek gözümüzde. Mikrofon uzatıldığında memleketin hali hakkında, eğitim sistemi, geçim sıkıntısı, toplumsal haklar, fırsat eşitliği hakkında konuşamayacak futbolculara özenen, onlar gibi olmak isteyen milyonlarca genç yetişiyor. Çünkü insanın yaratılış gayesinin sadece para kazanmak olduğu bir dünyada yetişiyoruz. 

Birbirine ağza alınmayacak derecede hakaret eden siyasiler, bugün birbirlerinin siyasi sloganlarını söyleyerek birbirlerine jest yapıyorlar. Yerli ve milli vurgusu yapıyoruz. Tohum ithal, büyükbaş hayvan ithal, buğday ithal, şeker fabrikaları özelleştikten sonra şeker de ithal olur. Milli tank, milli tüfek, milli gemi falan siktirin gidin ulan. 

Ülkede porno sitelerini veya muhalafet içeren yayın organlarını takip etmek engelleniyor. Ülkede genel evler 7/24 çalışıyor. Yol kenarında travestiler müşteri kovalıyor. Kendine hoca diyenler kadına dayağı övüyor. Çocuklara daha iyi bir gelecek nasıl oluşturabiliriz diye tartışmak yerine acaba evlenmek için uygun zaman ve yaş nedir diye tartışılıyor. Kadın cinayetleri her geçen gün artıyor. Hükümet sözcüsü 16-17 yaşında evlenmek isteyen gençlerimiz mağdur oluyor onlar için yasal düzenleme yapacağız diyor. Süleyman Demirel'in bir parodisi vardı. Kendisine genel evleri neden kapatmıyorsunuz diye soruyorlar. O da siyasi dehası ile güzel bir cevap veriyor. Argo tabirle meali şu "Genelevleri kapatalım da millet bizi mi siksin." Evet sistem bizi sikmeye devam ediyor....

Bazen bunca yasağın bizi engellemek için değil de tamamen teşvik edilmek için konulduğunu düşünüyorum ki zaten öyle. Yıllarca okullarda eğitim al, binlerce kitap oku, dünyayı dolaş, farklı kültürleri tanı. Sonra işe gir, hayatın sana getirdiği zorunluluklarla hayallerin arasında bir yerde sıkışıp kal. Mesai saatleri içinde stres yaşa. Para kazanmak için kendinden ödün ver. Evini geçindir, borca gir, üç kuruş kazanacağım diye sevdiğin insanları üz. Ve kafanı birkaç saniyeliğine kaldırdığında tüm bu saçmalıkları görüp Tanrım ben nerdeyim de. 

Birileri kısa yoldan şöhret oluyor, kolay para kazanıyor. Evet para kazanmanın canı cehenneme. Ama yıllarca kirada oturan, namusuyla ve edebiyle yaşayan, vergisini, faturasını, kirasını aksatmadan ödeyen insanların çektiği bu çile nedir yahu? Filme geri dönersek elinize AK-47'yi bilinen adı ile kalaşnikofu alıp katliama çıkmamız lazım. Önce Acun ve tayfasından başlanabilir, yarışma programlarındaki jüriler, gündüz kuşağındaki evlendirme ve kayıpları bulma programları, pazar akşamları yayınlanan ve saatlerce süren futbol programları, sakalı olup kendini hoca sananları, Metin Hara'yı, Arda Erel gibi mal değneklerini, kişisel gelişim kitabı yazdığını sananları, koltuğunu bırakmayan siyasi dinozorları ve daha binlercesini... 

Ya da tüm bunları bir kenara bırakıp, her sabah olduğu gibi işinize gideceksiniz. Mecbur kalmadıkça kimseye ile samimi olmayacaksınız. Mesai dolar dolmaz koşar adımlarla evinize gidip ailenizle vakit geçireceksiniz. Kitabınızı okuyup, bir şeyler yazarak rahatlayacaksınız. Kimsenin olmadığı saatlerde gece yarısı veya sabahın köründe yürüyüşe çıkacaksınız. Tüm bu saçmalıkları görmezden gelip, izole bir yaşam süreceksiniz. Tabi buna gücünüz ne kadar yeterse...

4 Mart 2018 Pazar

Tünelin Sonu...

Sabahları ofise başımı eğerek giriyorum, sessizce günaydın diyerek yerime oturuyorum. Henüz uyanmış makyajını el aynasına bakarak yapan kadınlar, dünyada ve memlekette neler olduğunu merak ederken bir yandan da simit ile çayını içen adamlar... Gereksiz bir mide ağrısı, sürekli açık veren nakit akışı, geleceğim ile ilgili kararsızlıklar, plazaların arasından doğan güneş, filtre kahvenin acılığı, okunmamış mailler... Allahım ben burada ne yapıyorum? 

Sosyal medya hesaplarında başkalarının mutluluklarını seri şekilde beğeniyorum. Ekranı kaydır nişan yüzükleri, ekranı kaydır evlilik teklifi, ekranı kaydır kır düğünü, ekranı kaydır Roma'da balayı, ekranı kaydır müjdeli haber, ekranı kaydır ailemize yeni üye katıldı vs. vs. Start verildi ve koşu başladı. Bakalım kim daha önce mutlu olacak. Kendimi bir yarış atı gibi hissediyorum. En büyük eksikliğim Halis Karataş gibi bir jokey beni kırbaçlamıyor. 

Küçük zevklerimin olduğu, sade hayatımın devam ettiği, edebiyat tutkumu paylaşabileceğim çevremin genişlediği, hayallerimin küçümsenmediği bir dünyanın özlemini duyuyorum. Yıllar önce Şeker Portakalı'daki Zeze hayal dünyama girdi. Yıllarca ders kitaplarında yazan formülleri veya edebi kuralları ezberlemek yerine ruhuma iyi gelen kitapları okuyarak rahat nefes almaya çalıştım. Geldiğim noktada herkesten mutsuzum. Fakat şair ne diyordu: "Çünkü sen mutsuz olduğunda, mutlusundur." 

Bunca yıl okuduk, öğrendik, yüzlerce sınavın üstesinden geldik. Karın ağrısına, uykusuz gecelere, strese, aşırı yorgunluğa, baş ağrısına, başarısızlıklara, hayal kırıklıklarına maruz kaldık. Günün sonunda kendimizi camekanlı plazalarda bilgisayar ekranın başında otururken bulduk. Dilediğince sokaklarda gezmek yok, çocukluğundaki gibi kuş sesleri ile uyanmak yok, çıplak ayak ile çimenlerin üzerinde koşmak yok, okuldan kaçıp kendi küçük çılgınlıklarınızı yapmak yok. 

Jim Carrey ile Kate Winslet'ın başrolünü paylaştığı filmi hatırlayın "Eternal Sunshine of the Spotless Mind". Joel Barish bir sabah yatağında yalnız başına uyanır ve her sabah yaptığı gibi işine gitmek yerine bir trene atlayıp amaçsızca yolculuğa çıkar. Kendini bulmak için. Hayatın size neler sunacağını bilemezsiniz. Ne diyordu John Lennon: "Hayat, siz planlar yaparken; başınıza gelenlerdir." 

İşimde neden mutsuzum inanın bilmiyorum. Şikayet etmek, çocukluğumun o güzel günlerini özlemek, isyan etmek, sistemi eleştirmek ama bıkmadan usanmadan deliler gibi çalışmak hoşuma gidiyor. İnsanca bir hayat sürebilmek için insanın yaşadığı hayata anlam katması gerekir.  Ekonomik krizlerin, işsizliğin ve maddi sıkıntıların gölgesinde güzel ama çetin bir çocukluk geçirdikten sonra elimde diplomam ile iş hayatına atıldım.Sanırım hepimiz aynı durumdayız. Gündelik hayatın sıradanlığı, iş stresi, dedikodular, başkalarının başarılarının gölgesinde kalmak, hak ettiğimiz saygının gösterilmemesi bizi kara kara düşünmeye sevk ediyor. 

Kendim için yaşamadığımı düşünüyorum. Neden böyle bir kanıya kapılıyorum? Her ay ev kirasını ödeyip, kredi kartı borcumu kapadıktan sonra cebimde kalan üç kuruş para ile hayatıma anlam katmaya çalışıyorum. Bir düzine kitap, edebiyat dergileri, filmler, tiyatrolar... Annemin gereksiz yere para harcadığım için azarlaması, borcun ne zaman bitiyor diye çıkışması, para biriktir demesi hiç aklımdan çıkmıyor. Arkadaşlarım dünyayı gezip yeni yerler ve yeni insanlar keşfederken ben hâlâ kitaplardan okuyarak dünyayı keşfetmek zorundayım. Neden mi kendim için yaşamıyorum. Ceketimi alıp, aylardır hazır olan istifa mektubumu yöneticimin önüne koyamıyorum. Küçük bir bavula birkaç kıyafet, defter, kitap ve kalem koyup yolculuğa çıkamıyorum. Birkaç aylığına da olsa kafamı dinlemek için her şeyden ve herkesten uzaklaşamıyorum. 

Kafam böylesine dağınık ve kalabalık iken. Hangi ara aşık olmaya fırsat bulacağım. Doğru kızlarla her defasında karşılaşıyorum. Fakat kafa karışıklığım onları korkutuyor. İlk başlarda yapmak istediklerim, hayal dünyam, kara mizahım, sohbetim hoşlarına gidiyor. Sonra dertlerimi anlatıp, karamsar düşüncelerimi paylaştıkça benim bir vakit kaybı olduğumu anlıyorlar. Ve her defasında başladığım yere geri dönüyorum. Yani anlayacağınız yeniden başlamak için yeterli cesaretim kalmadı. 

Kendi kimliğimi bulmaya çalışıyorum, hayatımı devam ettirmek için bir ömür boyu mutsuz olacağım işi yapmak zorunda kalabilirim. Kazandığım para kadar yaşayabileceğimin de farkında olabilirim. Peki nedir benim derdim? Beni dünyaya getiren, beni yetiştiren ailem tarafından anlaşılmak istiyorum. Ben onların çektiği zorluklarla ilgili empati kurabiliyorsam, onlarında benim hakkımda empati kurabilmesini istiyorum. Olduğum gibi kabullenilmek istiyorum. Özgürlük istiyorum. Çıkarlara dayalı iş hayatından uzaklaşmak istiyorum. İnsanların yüzüne gerçekleri çatır çatır söylemek istiyorum. Çoğu kez söylüyorum çoğu kez kendime saklıyorum. Eksiklerimi tamamlayacak bir eş istiyorum. Hangimiz mükemmeliz ki, bazen kendimizi tedavi edebilecek gücü bulamayız, hatalarımızdan ders alamayız. Bana bu dersleri verecek, yaralarımızı karşılıklı tedavi edecek insanlar tanışmak istiyorum. Sanırım aynı anda çok şey istiyorum. Ve her geçen günü geç kaldığımın düşündükçe daha da mutsuz oluyorum. Bir çıkış yolu Allahım. Tünelin sonundaki ışık süzmesini artık görmek istiyorum...

2 Mart 2018 Cuma

Kurumsal İş Hayatı, Gelecek Planları ve Öz-Eleştiri

Bu gece oturdum ve kafamı kemiren bir durum hakkında yazmak istedim. Geleceğim hakkında. Evet nasıl bir gelecek beni bekliyor?

Şirkette terfi dönemi Ekim ayında iken terfiler yaklaşık 4 ay geciktirildi. Zamlı alınacak olan maaşlar ise bir ay ötelendi ve gecikme 5 aya çıktı. Ekonomik şartların zor olduğu bir dönemden geçtiğimiz aşikar ve herkesin yapması gereken fedakarlıklar var. Tabi felaket tellallığı yapmanın mevcut durumu daha da kötüye götüreceği bilindiği için genelde pembe bir tablo çiziliyor. 

Şirketler sürekli yeni yatırımlar yapmaya devam ediyor. Bu da çarkların işlemeye devam ettiği algısı yaratıyor. Her geçen gün üretilen yeni borçlanma araçları ile şirketler piyasalarda daha geniş bir fon arzı ile karşı karşıya kalıyor. Örneğin Ak Parti iktidarı ile İslami bankacılık kesimin atağa geçmesi bunun basit bir örneğidir. Peşi sıra açılan katılım bankaları, faizsiz bankacılık adı altında insanları sömürmeden faaliyet göstereceklerini beyan ediyor. Tabi yersen. Lafı fazla uzatmayayım. Katma değeri olan üretim yapmıyoruz. Yani ham aldığımız bir ürünü işleyip ortaya daha kaliteli bir ürün çıkartıp satmıyoruz. 

Elektronik eşya sektörü her ne kadar yerli ve milli dese de hala montaj üretimine devam etmekte, savunma sanayi tüfek ve silah üretebilirken, uçak ve tanklar için yazılımı yurt dışında almaya mecbur. 

Enerji sektöründe dünyayı yakından takip etme çabalarımız tüm hızı ile devam ediyor. Yenilebilir enerji son 30 yılda önem kazanmış iken biz daha farkına yeni vardık. Önce jeotermal santralleri kurduk. Malum kömür enerjisine son dedik. Fakat İzlanda örneğinden ders almadığımız için ülkenin en yeşil ve doğa güzelliği olan alanlarını sondaj kuyuları açarak delik deşik ettik. Rüzgar enerjisinde ise rüzgar türbinlerini Norveç ve Almanya'dan getirtip kurduruyoruz. Mühendislik hizmetini ve yedek parçalarını yurt dışından ithal ediyoruz. Güneş enerjisi'nde Amerika hakimiyeti var. Almanya'da iklim olarak çok elverişli olmasa da mühendislik faaliyetleri ile güneş panelleri üretip satıyor. Biz onları da ithal edip kurduruyoruz. Öncelikli amacımız kendi enerji ihtiyacımızı sağlayıp cari açığımızın en önemli kalemi olan petrol ve doğalgaz ürünlerine olan bağlılığımızı azaltmak. Fakat fiyatların dolar bazından hesaplandığı bir ortamda her geçen gün maliyet nihai tüketiciye yansıtılmaya devam ediyor. Elektrik ve doğalgaz faturaları bildiğiniz gelir vergisi gibi işlev görmeye başladı. 

Dünyayı yakalamaya çalışan bir bakış açımız var. Fakat her işe sonradan katıldığımız için yapmış olduğumuz yatırımlar kârlı değil de maliyetli oluyor. İstihdamı arttırmaya yönelik hamlelerin hepsi kalifiyeli olmayan insanlara yönelik. Yani insanlar karnını doyursun, boş gezmesin, bankalardan borçlanarak yaşamını idame ettirebilecek seviyede bir ücret seviyesine sahip olsun. Emeklilik yaşı yüksek. Üniversite mezunu bir bireyin yaklaşık 35-40 yıl çalışması gerekiyor. 

Gelelim işini sevemeyen insanların durumuna. Ekonomik şartlar çetin, politik durumlarımız gergin, demokrasimiz aksak, hoşgörümüz eksik, adaletimiz güvensiz, geleceğimiz belirsiz.... Şirketler çalışan bağlılığını ölçen araştırmalar yapıyor. Bu araştırmaları da tonlarca para verip yabancı şirketlere yaptırıyor. Çalışanların bağlılık seviyesinin Türkiye genelinde %49-51 arasında olduğunu söyleniyor. Memnuniyet oranı ise %68-71 seviyelerinde. Aradaki fark nereden kaynaklanıyor derseniz. Memnunum diyen insanlar ay sonu maaşını aldığına, sigortasının yattığına, servis hizmetinin olduğuna şükrettiği için memnun. Fakat daha iyi bir fırsat bulduğu anda şirketini bırakmaya hazır. Çünkü şirketler çalışanlarının hayalleri olduğunu, planları olduğunu, duygusallıkla olaylara yaklaşabildiğini önemsemiyor. 

Orta ve küçük ölçekli şirketleri bir kenara bırakın. Ülkenin kurumsal ve büyük şirketlerinde ücret dengesinde adalet yok. Performans değerlendirmesini verimli bir şekilde yapan bir sistem yok. Çünkü insan kaynakları departmanları; çalışanları geliştirmek, onların eksik yanlarını ölçmek yerine sadece bordro hesaplayıp, izin günlerinin kaydını tutuyor. İnsanların iş tanımları belirsiz. Uzmanlaşmaya yöneltilmiyor insanlar. 

Yöneticilerin çalışan hakları ile ilgili bilgisi ve saygısı pek yok. Genelde basamakları hızlı bir şekilde tırmanıp aman banane diğerlerinden diye bir düşünce hakim. Fakat yöneticilik aslında sahip olduğunuz ekibi en iyi şekilde yönetebilmektir. Otoriteyi kurarken bunu hoşgörü ve anlayışla yapabilmektir. Ekip arkadaşlarının saygısını kazanabilmektir. En önemlisi de liyakat sistemine sadık kalınarak yönetici olan kişinin bilgi ve birikimiyle, ekip arkadaşlarına sunduğu vizyon ile yerinin tartışılamaz olmasıdır. Maalesef bizim ülkemizde ikili ilişkiler, sahip olunan diploma, aile şirketlerinde kayırmacılık ön plana çıkıyor. 

Evet şu bir gerçek lise yıllarında çok çalışıp iyi bir üniversiteye giremediyseniz; üniversitede öğrenci iken ve mezuniyetten sonra çok çalışmanızın bir faydası yok. Mükafatını alan kişi sayısı her yüz kişiden 2 kişidir. Kumaşınızın kalitesi değil etiketinizin fiyatı önemlidir. 

Ofislerde ergonomi pek fazla önemsenmez ülkemizde. İnsanlar havasız ve camekanlı koca koca binalarda çalışırlar. Sosyal alanların, insanların kafa dağıtabileceği, huzur bulabileceği ortamlar yok denecek kadar azdır. Yani bir bahçe, kütüphane, iş sonrası sosyal etkinlikler pek azdır hatta yoktur. Genelde şirketlerin giriş katlarında Starbucks'ta dedikodu yaparak ve espresso içerek sosyalleşirsiniz. İnsanlara hayat standartlarınızı ve gezdiğiniz ülkeleri anlatırsınız. İş çıkışı veya öğlen araları şipşak spor yaparsınız. 

Sanırım mezuniyet sonrası 6 yıllık kariyerimde az çok bir şeylerin farkına varabildim. Kendim ile ilgili özeleştiri yapmak istiyorum. Öncelikle lise yıllarımda top peşinden koşup, boş zamanlarımda roman okuyup şiir yazdığım için ülkenin en iyi üniversitelerinden birinde okuyamadım. Bunu dert etmeyip çok çalışmayı denedim. İyi denecek bir ortalama ve orta düzey ingilizce ile mezun oldum. Stajlarımı yaptım, iyi şirketlerde iş buldum. Fakat çalıştığım her yerde sevilmeme rağmen kumaşı iyi etiket fiyatı ucuz bir insan olduğum için pek mutlu olamadım. 

Hayatım boyunca kendime göre ilkelerim oldu. Haksızlığa hep sesimi yükselttim. Yükseltemiyorsam eğer o ortamdan uzaklaştım. Sevmediğim insanlarla aynı ortamda bulunmaktan kaçındım fakat bugün iş hayatı tam olarak sevmediğim insanlarla çalışmayı gerektiriyor. Açık sözlü olmaya her zaman önem verdim. İnsanlara hayallerimi ve planlarımı anlattım sakınmadan. Hem de şunun farkındaydım. Yarın öbür gün hayallerimi ve planlarımı gerçekleştiremezsem veya her geçen gün geç kalırsam benimle alay edeceklerini, beni küçük düşüreceklerini biliyordum. 

İkili ilişkilerim hayatım boyunca zayıftı. Yani demek istediğim şu: Karşılık bekleyerek bir şey yapamıyorum. İş hayatında sizden daha tecrübeli insanlarla ve yöneticilerinizle iyi bir ilişki kurmanız gerekir. Onların gözüne girmelisiniz. İşimi iyi yaparım onlar zaten görür beğenir diye bir şey yok. Argo tabirle ağlamayan bebeğe meme vermezler. Kimileri yalakalık diyebilir ama gerçek şu ki talep etmedikçe kimse sizi istediğiniz yerlere kendiliğinden getirmez. En büyük sıkıntım bu. Doğru ata oynamıyorum. Hatta kumar bile oynamıyorum ki kazanayım. 

Sürekli sistemi eleştiren, kara mizah yapan, kimseye eyvallahı olmayan, yerine göre küfür eden, realist olan ve  aşırı açık sözlü birisi olarak itici ve sevilmeyen bir insan olduğumu düşünüyorum.  O yüzden bana kurumsal iş hayatında bir gelecek yok. Benden olsa olsa Gogol'un romanlarındaki gibi üç kuruş paraya çalışıp sade hayatı ve küçük hayalleri ile yaşayan entelektüel Rus memuru olur.... 

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...