26 Aralık 2013 Perşembe

YOL'SU'ZLUK

        Yazının başlığı bana yıllar önce Salih Memecan'ın o meşhur karikatürlerinden birini hatırlatıyor. Öğretmen öğrencilerine soruyor: "Ödediğimiz vergiler bize ne olarak geri döner?" 3 öğrenci teker teker "yol", "su", "sluk" cevabını veriyor. Bu başlıkla beraber bu yazıda bir iktidarı anlamaya çalışacağım.

         İktidara geldiği günden bugüne hep geçmiş ile hesaplaşma içinde olan başbakan, her zaman yaptığı icraatlar ile geçmişi kıyasladı. İddialarına cevap veremeyecek olanlara atıfta bulundu. Ama çok şükür tarih her şeyi bir kenara not ediyor. O yüzden soruya soru ile cevap vermeyi yeğlemek lazım. Keşke geçmişe gidebilme imkanımız olsa. İlk mecliste konuşulanları veya yaşananları görebilseydik.

           Okumuş eğitimli gençlerini kurtuluş savaşında toprağa gömen Türkiye'yi düşünün, Kurtuluş savaşında vatanın dört bir yanını savunan kahraman Türk askeri ve milletini hatırlayın, elinde avucunda olanı bitiren ona rağmen Osmanlı'nın borçlarının büyük bir kısmını alan Gazi Mustafa Kemal ve yol arkadaşlarını düşünün. O günün imkanları ile kalkınmaya çabalayan, ülkeyi demir ağlar ile örmek için çaba sarfeden, şeker, un gibi basit ihtiyaçlarını bile gideremeyen Türkiye'nin 15 yıldaki büyüme rakamlarına bir göz atın. Tüm zorluklara göğüs germek yetmezmiş gibi hem dış mihrakların hem de iç mihrakların oyunlarına maruz kalanları da bir düşünün.

             Şimdiki iktidarı düşünün bir de. Eski hükümetlerden aldığı 23 milyar dolarlık IMF borcunu bitirdi. Ülkenin dört bir yanına hızlı trenler, duble yollar yaptı. İçerde cemaati ile muhalefeti ile mücadele etti. Hatta yetmedi o dış mihraklar yok mu? Onlardan önce madalya aldı, işine gelince kardeşim, gelmeyince düşmanım oldu. O dış mihrakların parası ile merkez bankasını doldurup, ekonomik büyümesini gerçekleştiren iktidar IMF borcunu sıfırlarken acaba özel sektörün dış borcunu bakmaya tenezzül etmiş mi? Haa şunu diyenleriniz olabilir o borç devletin değil. Tabi canım zaten biz de o devletin vatandaşı değiliz....

              Dini yasaklayan, Kur'an'a düşman olan, camileri ahır yapıp yıkan tek parti zihniyetine her defasında atıfta bulunanlara basit bir soru. Adnan Menderes'in yol genişletmek için, Vatan Caddesi ile Millet Caddesini yapmak için talan ettiği tarihi eserler, mescidler ve camiler için neden sustunuz. Hadi eskiler dinsizdi. Şimdikiler Müslüman'da ne oldu. Ülkedeki hayat kadını sayısı son 11 yılda ne kadar arttı açın gazete küpürlerine bakın. Zina hala yasal, Avrupa'nın en yüksek faizini veren ülkeyiz, ülkenin en kârlı sektörü bankacılık sektörü yani kazancımız büyük bir kısmı haram para. Ama olsun beraber yürüdük biz bu yollarda.

               Dersim'i bombalayan soğuk kanlı caniler vardı ya bu ülkede hesap soruyoruz onlardan. Soruyorum Uludere'de kaza ile üzerine bomba yağdırılanların hesabını ne zaman soracağız? Ama onlar kaçakçıydı diyenleri duyuyorum. Peki Reyhan'lı da ölen 50 küsür insanımızın neden öldüğünü açıklayabilen var mı? Son 10 yılda övündüğümüz bir konu var ya hani. Ortadoğu'da ve bulunduğumuz bu coğrafyada güçlü ve sözü geçen bir ülke olduk. O zaman insan merak ediyor bunun bir bedeli var mıdır? 2003'de Irak'ta ölen milyona yakın insan, tecavüze uğrayan kadınlar, babasını hiç tanıyamayan çocuklar neyin bedeliydi? Demokrasinin mi...

                Emeklilere, işçilere, memurlara yapılan zamlar enflasyondaki artış hızına endekslenir de milletvekillerinin maaşındaki artış acaba neye göre belirlenir? Ülkeyi soyanın karısı ağlar, ölen teröristler için birilerinin karısı ağlar. Türkiye sizinle gurur duyuyor deriz de...40 günlük bebek ölür, polisler kafasına sıkar, askerler mapusta gün sayar da 2 dakikalık haber kesidinde görür su testisi su yolunda kırıldı deriz...

                 Bu millet hep bedel öderken, birileri sefasını sürdü. Belki güneşli günler çok yakında değil, belki umutlar bir başka bahara kaldı. Ama bu millete bunları yaşatanların yanına bunlar kalmamalı.

















19 Aralık 2013 Perşembe

Kapitalizmi Anlama(ma)k...

      Kapitalizmi anlama çabamıza devam ediyoruz. İktisadın babası olarak nitelendirilen Adam Smith'den bugüne doğru gelirsek dünya ekonomisi büyük bir kalkınma ve büyüme yaşadı. İşin ilginç tarafı son 20 yılda dünya genelinde Gayri Safi Milli Hasıla dört katlık rekor bir artış sağladı. Daha açık bir şekilde dile getirmek gerekirse Ronald Reagan ile Margaret Thatcher döneminin meşhur liberal politikaları; düşen vergi oranları, teşvikler, indirimler, büyüyen finans sektörü, artan rekabet ve küreselleşme kapitalizmin kasasını doldurdu.

        Stephanie Charbbonier'in güzel bir karikatürü vardır. "Hırsızlık dediğin kapitalizmden önce de vardı. Evet ama işletme fakültelerinde okutulmuyordu." Kapitalizmin diğer sistemlerden en büyük farkı kâr yaratma mucizesidir. Eskiden bir ülke ne kadar altın ve değerli maden biriktirebiliyorsa o ölçüde zengindi. Artık bu zenginlik bankacılık sektörü ile destekleniyor.

         Neden Sanayi Devrimi İngiltere'de başladı ve Avrupa'ya yayıldı. Neden Asya değil veya Osmanlı ? 18. yüzyıldan itibaren İngiltere'de çıkarılan bazı kanunlar sayesinde (Çifçilerden alınan ağır vergiler ve mülk kanunları gibi) köylüler mülksüzleştirilip işsiz bırakıldı ve böylece sanayi devrimin işçi altyapısı sağlanmış oldu. İngiltere gibi diğer Avrupa ülkelerinin enerji kaynaklarına sahip olması ve bunlara ulaşmasının kolay olması da bir diğer önemli etken. Günümüzde bile hala Çin ve Japonya gibi Asya'nın önde gelen ülkeleri enerji konusunda önemli sıkıntılar yaşayabiliyor ve tamamen dışa bağımlı durumda.

         Gelişen teknoloji ve artan verimlilik hiçbir zaman emek sahiplerini rahatlatmadı. Aksine modern köleliğe sebep oldu. Her geçen gün gelişen teknoloji emek sınıfını kalifiyesiz duruma düşürerek; mesai saatlerini arttırıp ücretlerin reel olarak düşmesine sebep oluyor. Bugün küreselleşme bütün ülkelerin ücretlilerinin rekabete sokulması olarak anlaşılıyor. Üretim maliyetlerin azaltılabildiği yerlere kaydırılıyor. Şunu unutmamak gerekir ki; tüketicilerin gelirleri üreticilerin maliyetlerini oluşturur. Maliyetler sürekli düşme eğiliminde olduğundan işçilerin ücretleri de her zaman geçimlik seviyede kalmaktadır. Peki böyle süreçte tüketime dayalı büyüme nasıl devam ettirilecektir. Cevabı basit somut emeğe karşılık soyut bir gelir yaratılarak, tüketicilere daha sahip olmadıkları gelirleri iskonto ettirerek( önceden harcatarak).

        Kapitalizmi eleştiriyoruz ama her toplumun kapitalizm anlayışı farklıdır. Amerika, İngiltere, İskandinavya ülkeleri, Güney Amerika, Avrupa hepsi farklı gelişmişlik düzeyinde ve kapitalizm farklı bir şekilde işliyor. İskandinavya'da sosyal adalet duygusu gelişmiş, gelir dağılımında adalet sağlanabilmişken. Amerika'da gelir dağılımı bozulmuş, halkın bir kısmı evsiz bir kısmı da basit sağlık hizmetlerinden bile faydalanamıyor. Küreselleşme adı altında acımasız rekabet koşullarında büyümek isteyen ülkeler kapitalizm adı altında adaletsizliğe göz yumuyor. Başka bir deyişle "kötü kapitalizm iyi kapitalizmi kovuyor."

        Son olarak devletin rolü ne olmalıdır? Bu soruya da henüz kesin bir yanıt verilemedi. Devlet serbest piyasa işleyişine karışmadığında artan rekabet, kızışan kâr rekabeti maliyetlerin düşürülmesine sebebiyet verir. Ama maalesef dünyada maliyetleri azaltmanın faturası her zaman emekçilere kesilir. Böylece sermayedarların lehine bir genişleme yaşanır. İnsanlar piyasanın adaletine olan inancını kaybeder. Diğer taraftan devlet piyasa ekonomisine müdahale ederse veya düzenleyici bir konumda olursa yolsuzluğu besleyen ve karşılıklı güvensizliğe neden olan bir yapı ortaya çıkar.

         
       

16 Aralık 2013 Pazartesi

Belki Bir Gün...

Eskiden bir zamandı çok olmadı belki ama bana bir asır gibi. Her erkeğin hayatında keşke dediği kızlar vardır ya benimde oldu sanırsam. Arkadaş muhabbetinde birisi bana laf attığında bende önce ona haddini bildiriyordu. Benim yanımda iken her zaman güler, her zaman mutlu olurdu. Saftık o zamanlar heralde. Aşk, ihtiras, bir anlık zevk aklımızın bir köşesinde yoktu. Gülüyorduk, eğleniyorduk, mutlu olmaya çabalıyorduk tek derdimiz bunları paylaşacak birinin olmasıydı. Çok şey mi istedim diye sordum hep kendi kendime…

Arada yanıma  yakışıklı çocuklar gelirdi. Benden tüyo isterlerdi onu tavlamak için. Her ne kadar onu sevsem de tüyoları verirdim çocuklara. Çünkü biliyordum küçük bir tüyo ile ayartılacak kız değildi o. Bu durum içten içe bendeki deli cesaretini de ateşledi. Belki de beni bekliyordur dedim kendi kendime. Neden olmasın. Hani kızların yakışıklı diyemeyip de ama sempatik dedikleri erkekler var ya. İşte o tarife uyanlardan biriydim ben. 
Merdivenlerden birine çöktüğümde bir arkadaş geldi yanıma hiç unutmam. "“Derdin nedir tosun? Hala açılamadın mı kıza. Söyle gitsin be oğlum ne kaybedersin ki…” Kaybedecek çok şeyimiz vardı aslında. Söylemiyordum ona karşı olan hislerimi çünkü bir kızın aşkı ile arkadaşlığı arasında bir yerlerde sıkışıp kalmıştım. Hem onun aşkına mazhar olmak istiyordum hem de arkadaşlığını kaybetmekten korkuyordum. İlginç bir ruh haliydi. Hayatımızın böyle dönemlerinde  en çok arzuladığımız şey bizim en yakınımızda olur. Hep yapmaz mıyız o hatayı üzerimize vazife olmayan bir görevi üstleniriz. O’nu mutlu etmek, yüzünü gülümsetmek, derdine derman olmak. Peki  biz, biz ne haldeydik? Adem’in yasak meyve ağacıydı sanki o bizim için. Elimizi uzatırsak cezalandırılacaktık. Bir ömür bize haram kılınacaktı. Ve sonuçta öyle de oldu.
Dost dediğim adam elini omzuma koydu ve: “Gerçek şu ki, herkes seni incitecek. Yapman gereken tek şey, açı çekmeye değer birini bulmak.” “Madem sen konuşamıyorsun senin için ben konuşurum. Ama şunu unutma birileri bir yerlerde mutluluğu kovalarken, sen oturduğun yerde onun ayağına gelmesini bekleyemezsin. Kimse senin o aranan mükemmel erkek olduğunu bilmeyecek. Çık ve onlara göster…”
Gitti ve konuştu. Tam da dediği gibi yaptı. Sonuç tabiî ki hüsrandı. O bana ne yâr oldu ne de yâren…Köşe bucak kaçtım. Kendimden utandım. Bir çuval inciri berbat ettim diye. Ama iyi bir ders oldu. Kaybetmekten korkmadım, O’nsuz yapamam dediğim kim varsa onlar olmadan da gülmeyi, eğlenmeyi, umut etmeyi öğrendim. Şimdi her nerelerdeyse şükranlarımı sunuyorum ona. Bendeki bu büyük emeği için…
 

13 Aralık 2013 Cuma

Ekonomik Büyümenin Alternatif Maliyeti

         II.Dünya Savaşı'nı izleyen 30 yıl için altın yıllar diyebiliriz. 1970'li yıllardaki OPEC krizi ve ortaya çıkan stagflasyon olgusu aynı zamanda Amerika'nın altın standardı sistemini terk etmesi ile beraber orta sınıf refah dönemi de sona ermiştir.

          Günümüzde ülkeler ekonomik verilerde sürdürülebilir büyüme, artan dış ticaret hacmi, döviz rezervi ve düzenli sıcak para girişini sağlayacak politikaların peşinden koşuyor. Adil gelir dağılımı, fırsat eşitliği veya tüketicilerin borç düzeyi ile ilgili herhangi bir iktisatçı veya politikacı elini taşın altına koymuyor. Nasıl olsa ekonomik verileri anlamıyor sıradan vatandaşlar hatta politikacılar bile. Seçim dönemlerindeki çılgın projeler ile balık hafızalı halkın oyları çalınıyor, rakamsal olarak artan milli gelir ile borç stoğu örtbas ediliyor, enflasyon rakamları düşerken hanehalkını sepetine koyduğu gıda alımı azalıyor.

            John F. Kennedy'in meşhur bir sözü vardır: " Ülkenizden sizin için bir şeyler yapmasını istemek yerine, ülkeniz için ne yapabilirsiniz, kendinize bunu sorun!" Kişisel yorum yapmak istemiyorum. Tarih kitaplarını açıp okuyunca veya  hafızanız kuvvetli ise her akşam izlediğiniz haberleri hatırlayın. Ülkesinin kahramanlık simgeleri olan insanlara. Nelson Mandela ömrünün üçte birini hapiste geçirmiş cefakar lider açlıktan kırılan Güney Afrika'da öldükten sonra arkasında 110 milyon dolar kişisel servet bıraktı. Bizim başbakanımızın ne kadar serveti var ondan haberimiz bile yok. Artık veraset ilamında öğreniriz.

              Ekonomik dar boğaz dönemlerinde toparlanmak için başı çekenler hep tüketiciler olmuştur. Hem sırtlarındaki borç yükünden muzdaripler, hem de işlerini kaybetme korkuları var. Hali hazırda piyasada birçok işsiz ve atıl araçlar varken birileri bunu fırsata çevirir. Düşen girdi fiyatları , ucuzlayan krediler, sübvansiyonlar, vergi indirimleri yatırımcıları teşvik eder. Kazan kazan durumu yaratılır. Ama tek kazanmayan kesim tüketiciler yani işçilerdir. Krizden çıkılırken hallerine şükrederler çünkü işlerini kaybetmediler ve üzerlerindeki kara bulutlar dağıldı. Fakat birşey dikkatlerini çekmez o da bitmek bilmeyen borç yükü...

                Bu aralar çoğu ekonomi yazılarında şu klişe ile karşılaşıyoruz. Türkiye'de açlık sınırı 1.100 lira iken asgari ücret 870 lira civarında. Bu buzdağının görünen yüzü. Sürekli asgari ücretlileri koruyan yasalar çıkarıyoruz sözde. Fakat onları korumakla alakası olmayan düzenlemeler hepsi. Maaşı 1.600 lira olan bir çalışanın maaşının yarısı elden veriliyor yarısı da bankada açılan göstermelik bir hesaba yatırılıyor. Böylece verilen maaş kayıtiçine alınıp, devlete de yatırılan maaş asgari ücret olarak gösteriliyor. Böylece işverenler sözde devlete olan yükümlülüğünü yerine getiriyor. 55-60 yaşına gelince emekli olan insanların aldıkları kıdem tazminatları bir ev peşinatı bile etmiyor. O para ile de zaten var olan borçlarını kapatıyorlar. Sonra hayata sıfırdan başlamış gibi 60 yaşında çalışmaya devam ediyorlar.

                  Türkiye büyüyor, milli gelir artıyor, milyoner sayımız katlanıyor fakat hanehalkı hala pazarda artan fiyatlara rağmen enflasyonun nasıl düştüğünü merak ediyor. Türkiye ekonomik olarak büyürken, nispi olarak fakirleşiyor. 

11 Aralık 2013 Çarşamba

Her Kalp Kendi Şarkısını Söyler...

          Pencereden yağan kara bakıyorum...Hergün aynı sokaktan evine aş, eşine aşk götüren onlarca insan geçiyor. Sıradan insanların basit hayalleri, büyük kumarları hiç bitmiyor. Mücadele ediyorlar çamurlu yollarda düşmekten korkmadan; çünkü kirlenmek güzel. 

          Efendi adam kendinden çok şey, başkalarından az şey bekler. Ne kadar efendi adamım orasını bilemeyeceğim ama kendimden çok şey beklediğim kesin. Fakat kendim için değil. Bir şeylerin geri gelmeyeceğinin farkındayım artık. Yanlış tercihler, deneyimsizlik bunların hepsi kardeşim için bir tecrübe oldu. Onlarca hayalimin arasından sadece birkaçına tutunabildim. "Yaşamak, kimseye muhtaç olmadan, eyvallah demeden yaşamak. Kendim olmaktan vazgeçmeden, sade ve sıradan bir hayat istiyorum." Belki birilerinin başarısını kıskandık, belki gereken ilgiyi göremedik. Kaçan fırsatlar her zaman bahanemiz oldu. Bazen bir kalpten içeri girebilmek için yıllarca bekledik. Hüsrana uğramak alışkanlığımız oldu belki de...Ama olmayan bir şey varsa o da kendimiz olamadık. 

           Kitaplığımda her zaman okunmayı bekleyen kitaplar bırakırım. Bu yarınlara olan ümitlerim içindir. Masamda kağıt kalem eksik olmaz. Duygularımı kelimelerle anlatamazsam sessizce haykırabilmek için. 24 olmaya çeyrek kala bazı şeylere umut etmeye devam ediyorum. Başarabileceğim hayallerime dört elle sarılamadığıma pişmanım. "Ama hayatta her şey başarı değil ki" diyerek avutmak istiyorum kendimi. Örnek bir abi, hayırlı bir evlat, sadık bir eş, iyi bir dost veya mutlu bir insan olmak...Will Smith'in filmlerindeki gibi  mücadeleden pes etmeden, ümitleri tüketmeden, mutluluğun peşinden koşabilmek.  

            Birilerinin para ile ilgili dert yanmasından veya öğütler vermesinden sıkıldım. Siz sıkılmadınız mı? Akıllı telefonlar çıktığından beri insanlar düşünme eyleminden vazgeçtiler. Nasılsa onlar adına düşünen bir şey icat edilmişti. Yapay gülümsemenin altında yatan gerçekler nedir hala merak ediyorum. Bir merhaba demek bu kadar mı zor geliyor. Veya sıcak bir gülümsemeden ne gibi bir beklenti peşine düşüyoruz. Bir parça ekmeği bölüp paylaşırken hangi ara bütün bir şekilde yutmaya başladık...

            Son olarak yalnızlığıma laf söylemeden edemeyeceğim. Bir güvensizliktir almış başını gidiyor. Hiç mi yok çevremde elinden tutmaya cesaret edebileceğin bir kız. Bob Marley geliyor aklıma sonra"Gerçek şu ki herkes seni incitecek, yapman gereken tek şey, acı çekmeye değer birini bulmak" Tamam diyorum kendi kendime. Fakat bunu diyen adam aynı zamanda "Yağmuru sevdiğini söylüyorsun, ama yağdığında şemsiye kullanıyorsun. Güneşi sevdiğini söylüyorsun, ama her zaman kaçmak için bir gölge arıyorsun. Rüzgarı sevdiğini söylüyorsun, ama her estiği zaman pencerini kapatıyorsun. İşte bu yüzden seni seviyorum demenden korkuyorum." demiyor muydu? 

               Sanırım birisinin elini omzuma koymasını bekliyorum. Desin ki bana: "Rahatından vazgeç, gel beraber bu hayatın çilesini çekelim. Bazı şeyleri bu kadar çok düşünme, önümüzde yaşayacak onlarca yıl, yüzlerce güzel an var. Mutlu olmak için içinde bulunduğun zamandan daha iyi bir zaman olduğuna karar verme. Mutluluk bir yolculuk ve bu yolculuk yalnız geçirilmeyecek kadar güzel..."
            

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...