29 Aralık 2019 Pazar

YARIN OLMADAN

Gelenekselleşen yıl sonu yazılarımdan bir tanesi ile karşınızdayım sevgili dostlarım. Daha önceki yazılarımda yaptığım gibi 2019 yılının muhasebesini yapıp, yeni yıldaki beklentilerimden ve planlarımdan bahsedeceğim. Öncelikle geride kalan yıla bir geri dönmek istiyorum. 

Geneline baktığımda kendi adıma fena geçmediğini söyleyebilirim. Aşk hayatı, iş hayatı gibi konularda tabi ki bir gelişme olduğunu söyleyemem. Fakat hiç olmazsa bir şeyleri değiştirmeyi denedim. O yüzden hakkımı yiyemeyeceğim. Artık hayat ile ilgili pek bir beklentim yok. Franz Kafka'nın da dediği gibi: "Olmamasına razıyım. Oluyormuş gibi olmasın yeter." O yüzden hayata dair beklentilerimi düşük tutmayı tam olarak öğrendim diyebilirim. 

Yine Erdal Tosun'un meşhur repliğinde dediği gibi: "Bir ara çok konuştum, hiç faydasını görmedim. Bıraktım." Hayatım boyunca ailemden ve arkadaşlarımdan hiçbir şey gizlemedim. Dümdüz anlattım. Fakat yıllar içinde kitaplarla aramda gelişen bağdan sonra beni anlayan insan sayısının bir ya da iki kişiyi geçmediğini de anladım. Her geçen gün daha da yalnızlaşıyorum. Ama halimden de gayet memnunum. 

Bir kadına bağlanma sorunumun olduğunu çok önceleri biliyordum ama kabullenemiyordum. Fakat bu maymun iştahlı olduğum için değil. Bazı ilkel güdülerimi törpülemeyi öğrendim. Yani cinselliğin de güzel bir kadınla beraber olmanın da aslında çok matah bir şey olmadığını deneyim yoluyla öğrenmiş bulundum. Biten her ilişkiden ya da flörtten sonra üzülmem gerektiği düşünelebilir. Fakat hayata kaldığım yerden devam edebiliyorum. Bu benim gamsız, vurdumduymaz ya da şıpsevdi olduğum anlamına mı gelir? Sanırım kadınların bakış açısından öyle. 

Babam gibi olmayacağım diye gayret ediyorum uzun zamandır. Nazım Hikmet'in bir dizesi var ya hani: "Ben babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geriyim" diye. Tabi ki babamın örnek aldığım çok yönü var. Fakat bizim devrin ilişkileri ve evlilik kültürü onların zamanındaki gibi değil. Yıllar boyunca tanıdığım her insanı gözlemledim. Yaptığı işi, kazandığı parayı, bunlardan aldığı hazzı, çocukluğunu, ilişkilerini vs. Daha iyi bir insan olmaya çalışırsam, kendime özgü bir karakterim olursa, analatabileceğim anılarım, paylaşabileceğim duygularım olursa belki bir şeyler özel olur diye düşünmüştüm. Gelinen nokta da başarısız olduğumu görüyorum. Belki bu benim hatalarımdan kaynaklıdır, belki de yanlış zamanda yanlış yerde olduğumdandır. 

Umudumu kaybettiğimi söyleyemem. Kim bilir beraber gülüp eğleneceğim, bir şeyler öğreneceğim, yanında kendimi rahat ve mutlu hissedeğim insan da tıpkı benim gibi doğru zamanı bekliyordur. Belki o da kendisini hazırlıyordur hayata karşı. O yüzden 2020 yılından payıma düşen mutluluğu bekliyorum. 

Bana karamsar dediğinizi biliyorum. Ben de inatla realist olduğumu söylüyorum. O yüzden benden umut dolu bir yazı beklemeyen insanların çok olduğunu farkınyadım. Ama yazmayacağım. Çok uzatmadan yeni yıldaki planlarımdan bahsetmek istiyorum. 
  • Aşçılık ve pastacılık kursuna gitmek istiyorum. Kafaya koydum aslında. Yemek yemeyi seven birisi olarak ileri düzey yemek ve sevdiğim tatlıları yapmak istiyorum. Kitaplar, filmler ve ekonomi, siyaset gibi uzmanlık alanlarının yanına gurmelik de eklesem fena olmaz. Hiç olmazsa yediğim enfes yemekleri yapmasını bilmeliyim.  
  • Ehliyet almamın zamanı geldi sanırım. Her ne kadar toplu taşımada kitap okumak gibi bir alışkanlığım olsa da ehliyeti ne olur ne olmaz cebime koyayım.
  • Türkçe literatürü elimden geldiğince iyi takip ediyorum. Fakat yabancı dille yazılan kaynakları hakkını vererek takip etmeye üşeniyorum ve biraz da zorlanıyorum. Bunun üstesinden gelmek istiyorum. 
  •  Floransa'ya gitmemin vakti geldi. Maddi imkanları zorlayıp İtalyan rönesansını ve aydınlanmasını yerinde görsem iyi olacak. Sonrasında zamanla hayalini kurduğum şehirleri de bir bir ziyaret ederim diye düşünüyorum. 
  • Blog sitesini normal bir siteye çevirsem güzel olacak diye düşünüyorum. Bir zamanlar blog sayfamın 200 bin kez tıklandığımı düşünürsem ve bunca yıldır az çok bir şeyler öğrenebildiysem bunları daha profesyonel bir ortamda paylaşabilirim. Okuduğum kitapların, izlediğim filmlerin ve tiyatro oyunlarının detaylı incelemesini yazabilirim. Tarih, felsefe, ekonomi, siyaset ve entelektüel spor tarihi hakkında da elimden geldiğince bir şeyler karalayabilirim sanırım.
Kadınlar konusunda bir beklentim yok yeni yılda. Kelebeği kovalarsan sizden kaçar. Görmezden gelirseniz siz farkında olmadan omzunuza konar. Can Yücel'e sığınarak bitiriyorum:

Güle sormuşlar neden dikenlisin?
Beni yalandan değil gerçekten seven tutabilsin diye...


24 Kasım 2019 Pazar

Güzel Bir Gün Ölmek İçin

Bu yazıyı Albert Camus, Charles Bukowski, Can Yücel ve Teoman'a adıyorum. Hatırlıyorum da küçük bir çocukken durup dururken küfür etme isteği gelirdi bana. Kendimi durdurmak için çaba sarfederdim. Sakın yapma, hayır, şimdi değil gibi telkinler verirdim kendime. Özellikle son bir yıldır intihar fikri ile boğuşmaktayım. Her sabah uyandığımda kendimi yaşamak için ikna ediyorum. Eskiden hayatımın bir anlamı olması gerektiğine inanırdım. Mesela iyi bir futbolcu olmak, okuyup iyi bir avukat olmak, mutlu bir yuva kurmak, baba olmak vs. Artık sadece günü kurtarmak için yaşıyorum. Ne diyordu John Lennon: "Hayat siz planlar yaparken başınıza  gelenlerdir."

Yıllar geçtikçe bazı gerçekleri öğrendikçe omuzlarımdaki vicdan yükü çok fazla arttı. Taşıyamayacak duruma geldim. Aynı sofrayı paylaştığım çocukların zengin olmak uğruna kul hakkı yediğini, çok para kazandığı için ailesi tarafından saygı gördüğünü, iyi bir hayat sunduğu için karısı tarafından çok sevildiğini gördüm. Peki o zaman bize din kisvesi adı altında anlatılan, ahlak kuralları olarak dikte edilen öğütlerin hepsi boşuna mıydı? Sevgilisini, nişanlısını hatta karısını otel odalarında sessizce ve defalarca aldatan ve bunu marifetmiş gibi anlatan arkadaşlarımla aynı sofralara oturmaya devam ediyorum. Özel günlerde sosyal medyadan sevdikleri kadınlar için; "Hayatımın anlamı, alın yazım, senden öncesi olmadı senden sonrası da olmayacak" diye yazmalarını ise büyük bir ilgi ve merakla okuyorum. Geçenlerde bir kız arkadaşım bu hayatta en önemli şeyin sadakat olduğunu söylemişti sanırım. Yüzüm kızararak dinledim. Keşke ona gerçekleri söyleyecek cesaretim olsaydı. 

Artık yaptığım işten sıkıldım. Boynuma bir ilmek atılmış gibiyim. Her geçen gün daha da sıkıyor. Arkadaşlarım ya da ailem diye bildiğim insanlar bana öğüt veriyor. İstifa edip ne yapacaksın. Buradan başka bir yere gideceksin. Orası da aynı bokun lavicerti. Hem burada tanıdığın ve alıştığın insanlarla çalışıyorsun. Karışanın yok edenin yok. Düzen bozmaya değer mi? Bak sonra çok ararsın burayı. Şimdi ben ne düşünmeliyim bu söylenenler sonrasında. İnsanlara kendimi sevdirmek için özel hiçbir çaba sarf etmiyorum. Ben neysem oyum. Açık sözlü, radikal, isyankar, ateşli ve sesli konuşan, cömert... 

Arkadaşlarımın ve ailemin beni gerçekten sevdiğine ya da değer verdiğine inanasım gelmiyor artık. Menfaat ve çıkar ilişkileri olduklarını düşünmeden edemiyorum. Çünkü kimse bana ne hissediyorsun,  bu düşüncelerinin altında yatan gerçek nedir diye sormadı. Sanki hepsi "ağzımızın tadı bozulmasım Ali Rıza Bey modunda." Ben çevremdeki herkesin derdini dinlemişimdir. Onlara nasihat vermekten ziyade ben olsam böyle yaparım demişimdir. Ki çoğu da gelip benden bu konularda yardım ister. Ama benim yardım isteyebileceğim bu tarz bilgelikte ve samimiyette insanın olmaması çok zorluyor beni. Keşke diyorum Robin Williams'ın filmlerindeki gibi bilge bir karakter olsa hayatımda.

Daha çok para kazanırsam, işimde yükselirsem ya da bana bir kız bulurlarsa aslında her şey düzelirmiş diyorlar. Saygınlığı, mutluluğu, statüyü satın almam lazım. Şu ana kadar yazdıklarım okuyanlara saçma gelmiş olabilir. Çünkü şu an mutlu olanlar hayatın denklemini basitleştirmişken, ben tamamen karmaşıklaştırdım. Kendimi alkole vurdum bir aralar. Vücudum artık alkole karşı direnç kazandı. O yüzden artık içmiyorum. Sonra umarsızca seks yaptım. Vücudum ona da direnç kazandı. Duygu ve aşk olmadıktan sonra hayvandan bir farkınız olmuyormuş.Çok geçmeden onu da anladım.

Çok daha fazla uzatmayacağım yazıyı. Her sabah sizler gibi kalkıp işime gidiyorum. Evet kendimi birkaç dakika ikna etmek zorundayım ve 15 dakika geç kalsam da işime gidiyorum. Nefret etsem de işimi elimden geldiğince iyi yapmaya çalışıyorum. Hatta kendimi parçalarcasına. Hepinizden daha çok gülüyorum. Şakalar yapıyorum. Komik hikayeler anlatıyorum. Okuduğum binlerce kitaptan ve izlediğim binlerce filmden alıntılar yapıyorum. Sizlere şu kitapları okuyun, şu filmleri izleyin diye öneriler yapıyorum. Aldattığınız sevgililerinizi ve karılarınızı ne kadar çok sevdiğinizi dinliyorum.

Sonra bana mutlu ilişkiler nasıl olur diye nasihatler vermenize sabrediyorum. Arada felsefe yapıp, sınırları zorladığımda bana ucube gibi bakmanıza katlanıyorum. Eminim ben yokken benim hakkımda kafası karışmış, zor, seçici, hayattan zevk almak yerine sorgulamayı tercih eden birisi olduğumu söyleyenleriniz de vardır. Ama işin ilginç tarafı da şu. Gülmek için, rahatlamak için, anlamlı birkaç şey dinlemek için yine benim yanıma geliyorsunuz. Evet son zamanlarda gerçekten hayatımın tek gerçek felsefi sorusu şu: "Hayatım gerçekten yaşamaya değip değmiyor mu?" Eğer şu an bu satırları okuyabiliyorsanız bu sabah da kendimi ikna edebilmişim demektir. Ne mutlu bana mı acaba!

13 Ekim 2019 Pazar

The Majectic

2019 yılında topu topu altı kez yazmışım. Sanırım artık yazarak rahatlayamadığım anlamına geliyor bu. İki yüz bini aşkın okunma sayısından sonra hayatımda değişen pek bir şey olmadığını düşünüyorum. Bana komik gelen şey de maalesef şu: Tanıdığım insanlar yazmamı istiyor. Belki onların dışa vuramadığı şeyleri söylüyorum, belki benim kendimce realist dediğim ama onların karamsar olduğunu düşündüğü şeyleri okuyarak hallerine şükrediyorlardır. 

Yazının başlığına gelecek olursam Jim Carrey ve Laurie Holden'ın başrolde oynadığı "The Majestic" filmini izledim. Yönetmenin Yeşil Yol ve Esaretin Bedeli filmlerinin de yönetmeni olan Frank Darabont olduğunu da söylemeden edemeyeceğim. Taa üniversite yıllarımdan beri izlediğim her filmde, okuduğum her kitapta, ezberlediğim repliklerde, altını çizdiğim cümlelerde hep bir anlam aradım. Verdikleri bir mesaj olmalıydı benim için. Hâlâ daha öyle düşünüyorum. Aslında bir mesajı olmasına ya da anlamı olmasına da gerek yok. O günkü ruh halime uygun da olabilir, kendimi iyi hissetmek için, kendimi teselli etmek için ya da anı yaşamak için bile olabilir. Bilmem anlatabildim mi? 

Filmin kahramanı ile kendi hayatım arasında paralellikler olduğunu düşündüm. O yüzden birazcık filmi, birazcık da kendimi anlatacağım bu yazıda. Başroldeki Peter Appleton (Jim Carrey) Hollywood'da filmleri meşhur olmaya başlayan ve kariyerinde yükselişe geçen bir senaristtir. Yıllardır beklediği fırsat ayağına gelmiştir. Kariyerinde yükseliyor, para kazanıyor tam mutlu olacağım derken başına hiç beklemediği bir olay geliyor. Malum 1950'li yıllarda Amerika'da komünist avı var. Ve yıllar önce üniversitede katıldığı bir komünist toplantı yüzünden ifade vermeye çağrılıyor. Birisi onun adını vermiştir. O andan itibaren kız arkadaşı terk ediyor, çekilecek olan filmleri süresiz olarak askıya alınıyor. Ve hayatı birden tepetaklak oluyor. Bir gece yarısı arabasıyla basıp giderken kaza geçiriyor ve hikaye ondan sonra başlıyor. Gözlerini bir kumsalda açıyor. Kazadan dolayı hafızasını kaybetmiş. Onu bulduklarında herkes ona seni bir yerden gözüm ısırıyor diyor. 9,5 yıl önce ikinci dünya savaşında ölen ama cesedi hiç bulunamayan Luke Trimble'dır artık o. Herkesin sevdiği, babasının ve nişanlısının beklediği Luke...

Daha fazla yazıp iyice spoiler vermek istemem ama film 2001 yapımı ve ben az 5 kere izlemişimdir. Allah ömür verirse bir beş kez daha izlerim. Peki kendimi anlatacak olursam bunu nasıl bağlarım. Aslında bağlar mıyım onu da bilmiyorum. Hiç olmazsa okuyanlara güzel bir film tavsiyesinde bulunmuş olurum. 

29 yaşıma geldim evet. Dile kolay be. Hafızam kuvvetlidir ama geçmiş günleri düşündüğümde hangi ara bugünlere geldim şaşırıyorum. Üniversiteden mezun olduğumda istediğim işi bulabileceğimi ya da diğer bir deyişle sabahları koşarak gidebileceğim bir iş bulabileceğimi zannediyordum. Eminim şu an gülüyorsunuzdur. Evet ben de gülüyorum ama o sıralar idealist bir gerizekalıydım. 6 ay boyunca Harbiye açık hava tiyatrosunda konsere gelenlere yer gösterdim. Ali Samiyen stadında otoparkta çalıştım. LC Waikiki de tezgahtarlık yaptım. Güzel günlerdi. Vallahi o zamanlar belki acaba ne olacağım diye düşünüyordum ama bugünkü kadar sorumluluklarım yoktu omuzlarımda. 

Sonra asgari ücrete bankada işe başladım. Kendi paramı kazanınca daha çok kitap aldım, haliyle daha çok okudum. Yabancı dilimi geliştirdim. Arada askerliği de sıkıştırdım. Sonra tırnaklarımla kazıya kazıya bir yer edindim kendime. Borç ödedim, ödedim, ödedim. Hâlâ ödemeye devam ediyorum. Ama maddi ama manevi. İyi bir öğrenci olursam, okulumdan güzelce mezun olursam iyi bir işim olur diye düşünmüştüm. İyi bir işim olursa güzel paralar kazanırım. İnsanlara olan vefa borcumu öderim diye düşünmüştüm. Borç bitmiyormuş halbuki. 

Sonra iyi bir işim olursa, geleceğe yatırım yaparsam ve biraz da sabırlı olursam mutlu olabilirim diye düşünmüştüm. Bugüne geldiğim süreçte o kadar çok şey yaşadım ki. Sevdiğim ve uzun yıllar anılar biriktireceğim insanları kendi elimle toprağa verdim. Ölenle ölünmez diyorlar ya hani. Öyle demesi kolay belki ama basbaya ölünüyormuş. İçinizdeki çocuk ölüyor, inandığınız değerler ölüyor... Yine bu süreçte birilerini sevdim. Ama Allah kahretsin ki, Rus klasiklerini o kadar çok okumuşum ki. Ya da Jack London'ın Martin Eden karakterini o kadar benimsemişim ki. Onları mutlu etmek için zamana ihtiyacım var dedim kendi kendime. Henüz mutlu olmayı hak etmiyorum dedim kendi kendime. Kendimi bile mutlu edemezken başkasını nasıl mutlu edebilirim dedim kendi kendime. Ve günün sonunda sevdiğim kızlarla ya hiç yola çıkmadım ya da onlar beni yolun yarısında tek başıma bıraktı...

Bazen insan yoluna koyamaz hayatını. Temiz bir sayfa açması gerekir. Sil baştan. Kendimde bu gücü bulamıyorum. Mesela sorumluluklarımı bir kenara bırakıp gidemiyorum. Hey baksanıza bu benim hayatım diyemiyorum. Kendimden çok herkesi düşünüyorum. Fakat bunu yaparken iyi bir insan olmak için değil, cennete gitmek için değil. İçgüdüsel bir kodmuş gibi yapıyorum. Ailenin, çalıştığın ekibin, bağlı olduğun arkadaş grubunun mutluluğu için kendini heba ediyorsun. Aslında söylemek istediğim o kadar çok şey var ki. Eskiden boğazıma düğümlenirdi. Birileri üzülür mü diye düşünürdüm. İçime atmayı geçtim artık bunlarla yaşamayı öğrendim. 

Şimdi belki birileri tıpkı annem gibi zorunda değilsin diyebilir. Mesela kurumsal bir şirkette çalışıp sahil kasabasına yerleşme hayalleri kuran gerizekalılar var ya. İşte o öyle hayal kurmakla olmuyormuş denedik gördük. Esnaf olmak kolay mı lan bu devirde. Beyaz yakalıyken haftasonu yaptığın tatilleri özlersin. 

Tüm kariyerini bir kenara bırak sevdiğin işi yap diyebilirsiniz belki. O zaman size ülkedeki her 4 üniversite mezunundan birinin işsiz olduğunu, geriye kalanların nefret ettiği işler yaptığını söylerim. Evet isteyerek ekonomi okudunuz, evet isteyerek avukat oldunuz ve evet isteyerek doktor oldunuz. Ama bilemezdiniz ki; çalıştığınız şirketleri egosu yüksek orospu çocuklarının yönettiğini, adalet sisteminin içinin boş olduğunu, doktorların kurtaramadığı hayatlar yüzünden öldürülmeye çalışıldığı bir ülkede hayata atılacağınızı. 

O yüzden artık sil baştan başlamayı düşünmüyorum. İyi bir işim olursa ve güzel paralar kazanırsam mutlu olacağımı da düşünmüyorum. Çünkü olmadı. Evleneceğim kızlar şu an başkalarıyla beraber ve mutlu mesut yaşıyorlar. Ya da öyle görünüyorlar çünkü sosyal medyada ne kadar mutlu olduklarını cümle aleme gösteriyorlar. Babamın dediği gibi paran varsa adam yerine koyarlar. Ya da annemin söylediği gibi evin var mı, araban var mı, kenarda birikimin var mı? Sahi bunca yıl ben ne yaptım acaba. Helal para kazanarak 30 yaşına gelmeden bunlara nasıl sahip olunduğunu birileri bana öğretebilir mi? Çünkü okuduğum kitaplarda maalesef bunlar yazmıyordu. 

Çok uzattım belki ama. İnanıyorum ki çoğu kişi sabredip buraya kadar bile okumayacaktır. Birilerinin düşündüğü gibi psikolojik bir hastalığım yok. Çok okuduğum için veya çok düşündüğüm için de beynim sulanmadı. Sadece kendimi ait hissedebileceğim insanların arasında yaşayamıyorum. Beni anlayacak bir kadınla tanışamadım. O yüzden ikinci buluşmadan sonra bahaneler üretiyorum. Ne diyordu John Lennon: "Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir." Mümkünse başıma güzel bir şey gelmesini bekliyorum umarım doğru yerde bekliyorumdur. Umarım beklediğime değiyordur. Ve umarım o birisi de bir yerlerde beni bekliyordur...

21 Temmuz 2019 Pazar

Gerçekten yapmak istediğim şeyi neden yapamıyorum?

En son hangi tarihte yazdığıma baktım. Aradan tam dört ay geçmiş. Çok şey yapmak isterken farkında olmadan severek yaptığım şeyleri bırakmışım. Bir ara şiirler yazardım hiç aşık olamadığım kızlara. Sahaların tozunu attırır, raket gibi sol ayağımla topun anasını ağlatırdım. Cuma günleri mesai bitimi sevdiğim yazarlara ya da filozoflara bir selam çakar, sistem eleştirisi yapardım. Hayatımın bu döneminde hiçbir şey yapmak gelmiyor içimden. Vazgeçemediğim tek şey sanırım okumak.

Son zamanlarda ölüm konusu sıkça karşıma çıkıyor. Gerek okuduğum kitaplarda, gerek izlediğim filmlerde. Ve tabi ki erken yaşta veda ettiğim insanlar geliyor aklıma. Güya her birinin ölümünden ders çıkaracaktım. Çünkü insanlar neden ölür ki? Yaşayan faniler onlardan ders alsın diye öyle değil mi? 

Misal İlker öldüğünde hayatımda çok şeyin değiştiği biliyorum. Derdimi anlattığım, beraber hayaller kurduğum, hiç küsemediğim, hep kahkaha attığım insan eğer bir gün ansızın çekip gidiyorsa ve ben ona dur diyemiyorsam. Ki bırakın dur demeyi adamakıllı veda edecek vaktim bile olmuyorsa. Bugün dostum diye yüzüme gülen ama fırsatını bulduğunda kazık atan insanlar için neden üzüleyim ki. Hani her ölümden sonra gerçek ile bir an önce yüzleşmemiz için "Hayat kaldığı yerden devam ediyor" diyen cenaze levazımatçıları var ya. Evet onlara sapına kadar katılıyorum. Ama ölenler için değil yaşayanlar için. 

Geçen gün annem şakayla karışık babası kılıklı demişti bana. Bazen de tıpkı baban gibisin der. Binlerce kitap okudum, okuldan kaçıp top oynadım, aldığım kararların beni nereye götüreceğini bilmeden 29 yaşıma sapasağlam geldim. Bilmem kaç katlı bir kulenin sekizinci katında masabaşı bir işim var, herkesin sabahları birbirine zorla günaydın dediği. Hayat beni ot çeken, liseyi zar zor bitiren, deri atölyesinde ya da tamir atölyesinde işe başlayan birisi de yapabilirdi. Akşamları iş çıkışı kahveye gidip okey ya da batak oynayabilirdim. Eve giderken tekel bayiden birkaç şişe bira da alabilirdim. 

Fakat ben gerizekalı gibi işten çıkıp hemen evime gidiyorum. Çayımı içerken, kitabımı okuyup entelektüel mastürbasyon yapıyorum. Yazdıklarımı okurken neler düşündüğünü bilmediğim insanlara ekonomi hakkında, siyaset hakkında, edebiyat hakkında bir şeyler yazıyorum. Kimilerine tavsiyeler bile verdiğim oluyor. Ama anneme sorarsanız babam gibi olmayacağım dememe rağmen her geçen gün ona benziyorum. 

Babam başarılı bir insan olabilecek İken 1994 ve 2001 krizlerinden sonra değişen ülkemizde yeniliğe ayak uyduramayıp mesleği tarihe gömülenlerden. Hayatta çoğu kez kendinden çok, beraber çalıştığı insanlara güvendi. Çok çalışırsam, dürüst bir insan olursam ve aza kanaat edersem insanlar hakkımı verir ve mutlu olurum diye düşündü belki de. Tıpkı bugün oğlunun yaptığı gibi. Ben de onun gibi sevgimi göstermekten utanıyorum. Neden utanıyorum bilmiyorum. Diğer türlü de insanların sevgisini herkesin içinde göstermesi bana yapmacık veya yılışık geliyor olabilir. İtiraf etmem gerekirse bunu nasıl yapacağım da bilmiyorum.

Kendime şu soruyu soruyorum. Gerçekten yapmak istediğim şeyi neden yapamıyorum? Evet beni tanıyanlar az çok yıllardır yakınmalarımı ve anlattığım hayallerimi bilir. Ekonomiyi bilerek ve isteyerek okudum. Maalesef kolay yoldan değil zor yoldan mutlu olmayı denemek zorunda olanlardanım. Yıllarca bundan şikayet ettim ama şu da bir gerçek. Bu süreçte hayat beni sınarken aynı zamanda güzel de bir hediye verdi. "Kendime yetebilmeyi öğrendim."

Schopenhauer'in dediği gibi " İnsanın içinde ne kadar çok şey varsa, başkalarından o kadar az şey ister." Bu yaşımdan sonra öğrenmem gereken ya da diğer bir şekilde ifade etmek gerekirse öğrendiğim ama hayata geçiremediğim şey için yeterli cesareti bulmam gerek. Hayat acı çekmektir ve ben bu hayatta acı çekmeye değer birini bulmalıyım. 

Babamın hayatını anlatan bir söz var ise sanırım şudur: "Mutlu bir hayat olanaksızdır, insanın başarabileceği en iyi şey kahramanca yaşamaktır." Babam bu yaşına kadar kahramanca yaşadı. Ben de onun yolundan ona benzeyerek ilerlerken umarım aynı zamanda mutlu olmayı da başarabilirim.

30 Mart 2019 Cumartesi

Seçim: Yolun Sonu Nereye Çıkıyor?

Bu iktidarla Türkiye siyasetinin çağ atladığını düşünüyorum. Sağ partileri tek çatı altında topladı. Sol partileri hiçbir zaman bir araya gelemeyeceği için parçalanmaya mahkum bıraktı. Bundan dolayı Sol partiler nereden oy devşireceğini bilemediği için sistemin dışında kalmış Sağ partilerle ittifak yapma yoluna gitti. Bugün bu senaryoyu izliyoruz. 

İktidar partisi 17 yıl boyunca nakış nakış işledi. Bugün Türkiye'nin dış borç, iç borç ve hanehalkı olarak toplum borcu 1 trilyon dolar civarında. İş dünyası borçlu olduğu için avucunun içinde, insanlar bireysel olarak borca battığı için avucunun içinde. Yerel seçimde yerel sorunlar konuşulmadı. Recep Tayyip Erdoğan sazı eline aldı. Ülke tamamen merkezden yani Ankara'dan yönetilen bir ülke oldu. Bunun sakıncaları nedir diye soranlar Komünist Rusya örneğini inceleyebilir. Gelişmemiş bir demokrasi, insan hakları ihlalleri, yalan ile gerçeği ayırt edemeyen basın, hâk ile batılı ayıramayan halk, israf edilen ekonomik kaynaklar, polis devleti, ispiyonaj düzeni...

Muhalefet partilerinin tek olumlu yaptığı şey belediyeleri yönetecek olan adayların ön plana çıkarılması oldu. İktidar partisi için de yıllardır yapılan gözlem hâlâ geçerliliğini koruyor. İnsanlar yerel idarelerde yöneticileri değil Recep Tayyip Erdoğan'ın karizmasını oyluyor. Bu iktidar olduğu sürece ülkenin normalleşme sürecine gireceğini düşünmüyorum. Sürekli mücadele edecek bir düşman arıyoruz. Hal böyle olunca gerçekten mücadele etmemiz gereken sorunları göz ardı ediyoruz. Genç bir nüfusa sahip olan Türkiye enerjisini boşa harcıyor. Üretim yapması gereken gençler iş bulmakta zorlanıyor. İş bulanlar liyakatına değil siyasi ve kişisel referansına güveniyor. Muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak için diğer ülkelerle rekabet etmemiz gerekirken biz kendi kendimizle yarışıyoruz. Dönem artık teknoloji çağı olduğu için gelişmeler çok hızlı oluyor. Hani klişeleşmiş bir laf vardır ya "Medeniyetin 50 yıl gerisinde kaldık". İşte artık teknolojinin gelişme hızı arttığı için daha fazla geride kalıyoruz. 

Ben oyumu Bağımsız Türkiye Partisi adayı SELİM KOTİL'e vereceğim. Uzun zamandır Ekrem İmamoğlu ile Selim Kotil arasında gidip geliyordum. Kendimi ülkenin %95'lik seçmen kesimi gibi görmüyorum. Evet bir siyasi ideolojim var. Evet inandığım değerler, hayalini kurduğum bir yönetim tarzı da var. Ama bu sürekli alternatifi olmayan bir partiye oy vermem gerektiği anlamına gelmiyor. Ben de biliyorum Selim Kotil'in belediye başkanlığı seçimini kazanamayacağını. Hatta böyle adaylar için oyları bölüyorlar. O yüzden ya Ak Parti'ye verin ya da CHP'ye verin diyenler da azımsanmayacak kadar az değil. 

Tüm adayların vaatlerini dinledim. Selim Kotil'in arkasında bir basın desteği ya da geniş bir parti kitlesi yok. O yüzden tamamen kendisini temsil ediyor. Çok iyi bir eğitim almış. Çok zeki ve kariyerli bir insan. Ekrem İmamoğlu kadar güler yüzlü ve efendi. Evet neden böyle diyorum. Bu seçimde muhalefetin adayları tüm kışkırtmalara rağmen, tüm iftiralara ve yalanlara rağmen sükunetini ve terbiyesini korumayı başardı. Selim Kotil İstanbul'un sorunlarını iyi tespit etmiş ve bunları nasıl çözeceğini ve nasıl kaynak yaratacağını çok iyi bir şekilde ifade etmiş. O yüzden bu parlak zekanın benim gibi düşünen insanlar tarafından desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. 

Peki o ağzınızdan düşürmediğiniz Demokrasi kelimesi ne anlama geliyor. Sürekli aynı yüzlere, aynı yalanlara kanmak zorunda mıyız? Beğenmediğim hatta artık tahammül edemediğim bu iktidara sırf birileri alışkanlıklarından vazgeçemediği için katlanmak zorunda mıyım? Aynı şey muhalefet partileri için de geçerli. Yenilikten anlayışları uyguladıkları politikalar değil, seçim yapıp yerine başka bir adayın gelmesi. O yüzden yeni yüzlere, yeni insanlara, yeni fikirlere, yeni söylemlere, kendi ayakları üzerinde durabilen insanların siyasete girmesine ihtiyacımız var. Genel seçimlerde bu tarz adayları görmek çok zor. Ama bari yerel seçimlerde yeni yüzlere şans verelim. Vermiş olduğunuz oyun sahibi illa ki iktidar sahibi olmak zorunda değil. Sizin düşüncelerinizi kamuoyunda yüksek sesle dile getirmesidir önemli olan. 

Sonuçta eğer birilerinin verdiği işe, birilerinin verdiği aşa muhtaç değilseniz. İktidarlar tarafından maddi ve manevi açıdan sömürülmüyorsanız. Belediye başkanı kim olursa olsun herkese eşit hizmet sunmak zorunda. Ülke olarak bu eğitim ve düşünce seviyesini gelelim artık Allah aşkına. Ben mutlu, huzurlu ve refah bir ortamda yaşamak için birilerinin ayakkabı cilası olmak zorunda olmayayım. 

Bir zamanlar demokrasiden büyük şeyler umulmuştu. Fakat demokrasi sadece halkın halk için halk tarafından sopalanması demektir. Son olarak gündemde olduğu için şunları söylemek istiyorum. Bir kişinin yaptığı yanlışı veya bir kişinin yaptığı doğruyu onun temsil ettiği partiye veya siyasi görüşe mâl etmemeliyiz. Yıllardır elinde şarap kadehi ile gezen, sözde aydın olduğunu iddia eden insanların  sorumsuzluklarını diğer aydın insanlara yükleyerek onları solcu, kemalist, beyaz Türk diye yaftalayan bir kesim var. Aynı şey başı örtülü olan, muhafazakar ve mutaassıp bir hayatı olan, Allah korkusu olan, dini bütün insanlar için de yapılıyor. Ak Parti tecavüze ses çıkartmıyorsa, yolsuzluğa ve fuhuşa göz yumuyorsa bu diğer dini bütün insanları yobazlıkla suçlama hakkı vermez. 

Bu yüzden bir çocuğa yapılan veya bir topluma yapılan terbiyesizliğin arkasına sığınıp işte bu yüzden oyumu inadına bu partiye vereceğim demek. Bunlar yarın iktidar olursa bizden intikam alacak diyerek rövanşizmden korkup inadına bir partiye oy vermek. Tamamen özgür bir iradenizin olmadığını ve akıl süzgecinden geçirip olayları değerlendiremediğinizi gösterir. Martın sonu bahardır veya İstikrar devam etsin söylemlerine aldanmayın. Gerçekleri görebilecek kadar bir aklınız, sorgulayabilecek kadar bir düşünceniz ve  ülkenin bulunduğu durumu kabullenebilecek kadar yüreğiniz olsun. Vatana millete şimdiden hayırlı olsun...

18 Mart 2019 Pazartesi

Yaş 29 : Elde var Sıfır...

Bu yazıyı okuduğunuz anda ben resmi olarak 29 yaşımda olacağım. 20'li yaşlarımın son yılı. Gençliğimin son düzlüğü, son 100 metre diyebiliriz. Kulağımda  TJK TV sunucusunun Gazi koşusunu anlattığı efsane yarış var. Son düzlüğe girilirken Gülbatur birinci, Şahbatur sondan geliyor. Gülbatur birinci, Şahbatur geliyor, Şahbatur geliyor. Gülbatur birinci bitiriyor. Evet bu yılki Gazi Koşusunu Süleyman Atlı ile Gülbatur alıyor :))) Önümüzdeki bir yıl içinde Gülbatur gibi finishi görmek için koşuyor olacağım. 

20'li yaşlarım boyunca ne hayaller kurmuşum. Bazılarından erken vazgeçmişim, bazıları ben de bir takıntı haline gelmiş hâlâ peşinden koşuyorum. Emekliliğime kalan prim günlerimi itinayla doldurmaya devam ediyorum. 

Muhtemelen iş yerinde pastanın üzerindeki mumları üflerken hangi dilekte bulunacağımı herkes bilecektir. Çünkü geride kalan 4 yılda hep aynı şeyi diledim. "İstifa Etmeyi". Tabi kimileri yanıma gelip götüyle gülecektir. Murat'cım sen istifa edemezsin, senin gibileri çok gördük falan diyecektir. Aklım ermeye başladığı günden beri aldığım kararların hep arkasında durabildim. İnanıyorum ki şartları en kısa zamanda olgunlaştırıp risk alacağım. 

Son üç yıldır intihar etme düşüncesi sürekli aklımın bir köşesinde. Çocukken böyle içimden istemsizce küfür etme dürtüsü gelirdi. Tövbe ederdim. Allahım ben istemiyorum şeytan vesvese veriyor derdim. Bugünse iş çıkışları metro beklerken trenin altına atlama isteği geliyor. Hatta bazen birisi bana bu iyiliği yapıp beni trenin altına itecekmiş gibi geliyor. Kimileri çok okuduğum için kafamın karıştığını söylüyor. Cesare Pavese, Bukowski, Didem Madak, Nilgün Marmara, Tezer Özlü okuduğum için intihar düşüncesi; acılara, içine düşülen yalnızlığa, başarısızlık hissine son verebileceğim bir tercih gibi geliyor bana. Oysa yaşam sevincim ve eğlenceli tarafım daha ön plandadır. Her insanın içinde bir yerlerde barındırdığı karanlık bir tarafı olsa gerek. 

Mesela yöneticilerim bu sene sana terfi vermeyelim seneye yönetici yaparız diyorlar. Gülüp geçiyorum. Bir sene daha yoğun tempo ile çalış. Kendini ispatlamaya devam et. Her dediğimizi yap. Elinden gelenin fazlasını yap. Uslu da bir çocuk olursan. Neden Şirinler köyünü görmeyesin ki! Bu zamana kadar iş hayatımda hiç pazarlık yapmadım. Hiç de talepkâr olmadım. Kimi arkadaşlarım bana aptal demeye devam ediyor. Ağlamayan bebeye meme vermez diyenler de var. Hepsinin canı cehenneme. Bugüne kadar hakkım olanı eninde sonunda aldım. Geç oldu ama oldu. O yüzden kimsenin nazik poposunu kaldırmaya niyetim yok. Zaten hakkım olanı vermediğiniz için bu kadar güzel kendimi ifade edebiliyorum ya. Şairliğimi biraz da sizlerin ibneliğinize borçluyum :)

Annem hâlâ oğluna güvenmemeye devam ediyor. Tuttuğumu koparamadığımı söyler genelde hep. Oysa herkes tuttuğunu koparırsa, kimseye tutacak bir şey kalmayacak dünyada. Bunu çocukken de söylerdi. Birileri bazı konularda hakkımı yediğinde neden hakkımı savunmuyorum diye azarlardı beni. Bense omzumu silker banane derdim. O insanları görmezden gelmeyi, bir daha selam vermemeyi yeğlerdim. Tabi iş hayatına girince böyle olmuyor. O sevmediğiniz insanlarla ikiyüzlü bir ilişkiye girmek zorunda kalıyorsunuz. Ama bunun adı ikiyüzlülük değil, profesyonellik oluyor. 

Binlerce kitap okudum, binlerce yazı yazdım, memleketin dört bir yanında futbol oynadım. Hayaller kurdum, kurmaya da devam ediyorum. Birkaç kişiden şu cümleyi duyunca kendi kendime çok düşündüm. "O kadar kitap okudun, ideal dünyayı ve hayallerini de yıllardır yazıyorsun. Ne değişti hayatında. Elde var sıfır. Daha bir şeyini göremedik." Evet bunu söyleyenlerin içinde Annem de var. 

Daha çok para kazanamadığım için hatta kazanmak için çaba sarf etmediğim için elde var sıfır.
 Normal insanlar gibi gerçekleştiremeyeceğim vaatlerde bulunamadığım için elde var sıfır. 
Küçük başarılarımı süslü sözlerle ambalajlayıp, hediye paketi yapamadığım için elde var sıfır. 
Diplomatik davranıp,profesyonel olmak yerine; duygusal davranıp dürüst olduğum için elde var sıfır. 
Kendimi mutlu etmenin yolunun başkalarını mutlu etmekten geçtiğini düşündüğüm için elde var sıfır.
Her geçen gün bir şeylerin yolunda gitmesi için alttan almaya devam ettiğim için elde var sıfır. 

Bazı şeylerin hayalini tek başınıza kurarsınız. Ama onları gerçekleştirmek için birilerine ihtiyacınız vardır. Benim kurduğum hayaller de böyle sanırım. Yalnız başına olmuyor. Hani tünelin sonundaki o ışığı görmek için saatlerce kazma-kürek sallayan madenci vardır ya. Ümidin tükendiği, sabrın kalmadığı o anda aslında birkaç kürek darbesi daha vursa ışığı görecektir. Umarım sonum pes eden o madenci gibi olmaz. 


9 Mart 2019 Cumartesi

Korkuyorum Hayattan...

Küçük bir çocukken uslu bir çocuk olursam ve derslerime çok çalışırsam babam istediklerimi alacağımı söylerdi. Çünkü benim bir şeylere sahip olmam için önce onu hak etmem gerektiğini henüz küçük yaşımda bana öğretmek istiyordu. 

Taa çocukluğumda çükümün yerini öğrenip bir erkek olarak ona göre davranmaya başladığımdan beri kızlarla olan ilişkime sirayet etti bu durum. Ben birisini hak etmeliyim. Kız eğer çok güzelse ben iyi biri olmalıyım, kız eğer yetenekli ise ben ondan yetenekli olmalıyım, kız eğer hızlı koşuyorsa ben ondan hızlı koşmalıyım. Bugün bana bu düşünce saçma geliyor ama o zamanlar doğa kanunu gibi bir şeydi bu. Hatta hâlâ daha öyle olabilir. O kadar national geographic belgeseli izledim babamla. Erkek aslan dişi aslan için avın başına geçerdi. Dağ keçileri ölümcül boynuz darbeleri ile dövüşürlerdi. Ne için dişiyi hak etmek için. 

Geçen gün sevgili kardeşim Mahmut bana "korkuyorsun oğlum" dedi. Evet korkuyorum. Birileri benden bir şey istediğinde korkuyorum. Çünkü istediklerini vermek için kendimi parçalıyorum. Nedenini bilmiyorum ama? İyi bir insan olduğum için mi? Yok canım daha neler. Üstüme babamın gölgesi düşmüş de ondan. Babam Afrika çöllerinde hayatta kalmayı başaran erkek aslan gibidir. Duygularını yitirmiştir ya da gerekmedikçe göstermez. Evindeki insanları doyurmak için, onları giydirmek için 30 yıldır durmadan çalışır. Acaba hiç düşünmüş müdür? Ben ne yapıyorum burada. Benim burada olmamam lazım.  Bu insanlar canlı canlı benim etimi kemiğimden sıyırıyorlar, demiyor mudur? Dese ne farkeder ki? 

Peki bu serüven nasıl başladı? Babam 27 yaşında evlenmeden önce babaannemi koluna takıp o karşı konulamaz dürtüye yenik düştü. "Evlenmeliyim." Tabi o zamanlar böyle sosyal medya yok. Evlilik birilerini kıskanıp girilecek bir risk de değil. Hayatın anlamı o kadar. Büyükleriniz artık kendi yuvanı kurman gerektiğini düşündüğünde "al bu şemsiyeyi götüne sok ve açılıncaya da kadar da çıkarma" diyorlardı. Ve babam 30 yıldır o şemsiyeyi çıkarmadan bizim için çalışıyor. Babamı eleştirdiğim için kendimden utanıyorum. Ama hayat böyle değil midir? Yaşamadan bazı şeyleri bilemezsin. Çocukken babam neden bu kadar yorgun, neden bu kadar bezgin, neden çalışırken bu kadar sinirli diye düşünürdüm. Ulan armut pişti ağzımıza düştü işte. Şimdi yazıyı daha da uzatmak için felsefe yapmayacağım. Ama Türkiye gerçeğidir maalesef bu. Eğer kimseye muhtaç olmayacağın bir gelir seviyen varsa ve aileni geçindirmek için binbir çile çekmek zorunda değilsen insan gibi yaşayabiliyorsun. Yoksa aksi durumda şemsiye paradoksu ile karşı karşıyasınız.

Şimdi benim yaşım 29 olacak. O saçma sapan dürtü benim de içime girmeye çalışıyor. "Evlenmeliyim". Peki "evlenmeli miyim?" Bugün sosyal medya diye bir şey var. Allah razı olsunlar, biz bekarlar için götümüze girecek şemsiyenin boyutunu santimine kadar paylaşıyorlar. Verilmiş sadakam varmış diyorum bazen. Benim gibi birini bile askerde bekleyen, evlenme hayali kuran kızlar oldu. Çok şükür onları benim gibi bir koca adayına mahkum etmedim. İlk yol ayrımında benim nasıl bir mal olacağımı anlayıp medeni insanlar gibi ayrıldık. 

Oğlum korkuyorum lan tabi ki. Benim bir insan evladına vereceklerim belli. Ama beni veremeyeceklerimle sınamaya çalışırsanız, hep daha iyisini, daha güzelini isterseniz ben ne yapabilirim. Şimdi içinizden birileri abartma canım, ajitasyon yapma sende  diyeceklerdir. Evet haklısınız. Zaten kendimiz için uygun insanla tanışabilseydik şu an bunları yazıyor olmazdık. Götümüze giren şemşiyenin çatısı altında mutlu mesut yaşıyor olurduk. 

İşe ilk başladığım yıllarda üç kuruş paraya çalışıyordum. Allahım ben önümüzdeki 40 yıl boyunca nasıl böyle çalışabilirim. Nasıl ayaklarımın üzerinde sapasağlam durabilirim diye düşünüyordum. Bu kazandığım parayla eve yardım ediyorum, kendime de üç kuruş para kalıyor. Ben nasıl birikim yapacağım, nasıl kendi yuvamı kuracağım diyordum. Allah yakarışlarımı duydu. Şimdi iyi bir kariyerim var. Borçlarım 6 yıl sonunda anca bitti. Birileri bana iyi yerlere geleceksin diye vaatlerde bulunuyor. Fakat ben korkuyorum. Çünkü o kısacık altı yılda ben çok değiştim. Sabırsız, sinirli, kızgın, yorgun biri olmaya başladım. Bu hayattan payıma düşen mutluluğu şimdi istiyorum. Hem de pazarlıksız ve koşulsuz. Oysa türkü tadında yaşayacak kadar şairim şu hayatı. Zorlu hayat şartları bizi ayakları üzerine sağlam basan birisi yapmış olabilir. Tuttuğumuzu koparan, elindekilerle yetinmesini bilen, fazlasını isteyemeyecek kadar tamahkar birisi de olmuş olabiliriz. Ama hâlâ küçük bir çocuk gibi korkuyoruz. 


5 Mart 2019 Salı

Ekonomi Analizleri: Asgari Ücretli'nin Demokrasi ile Sınavı...

    2019 yılında ikinci kez yazıyorum. Bir önceki yazımda yeni yıla girerken temennilerimden bahsetmiştim. 2 aylık süreçte bol bol okumaya devam ediyorum. Hayatımda bazı şeyleri yola koyabildim, borçlarımı bitirdim. Birkaç aya ekonomi patlamazsa kendime bazı konularda yatırım yapmayı planlıyorum. Fakat çalıştığım şirketin finansal durumunu ve Türk ekonomisinin genelini takip eden birisi olarak önümdeki 6 ayı bile göremiyorum. 

      Bir şey dikkatimi çekti. 6 ayda bir seçim ile ilgili değerlendirme yapar olmuşum. Siyasette bazı şeylerin yolunda olmadığı çok sık gerçekleşen seçimlerden belli oluyor. Çünkü iktidar kalıcı çözüm üretmekte yetersiz kaldığı için kısa vadede seçime giderek, toplumsal gerginliği arttırarak, insanların gelecek kaygılarını arttırarak sandıktan galip çıkmaya çalışıyor. Vaatler ekonomisine döndük. Güzel günler göreceğiz, güneşli günler diyorlar sürekli. Sanki kötü günlere onlar yüzünden gelmedik. Maalesef yıllar yılı şu gerçeğin farkına varıyor insan. Hz. Mevlana'nın çok güzel bir sözü vardır: "Sen ne kadar bilirsen bil, senin bildiğin karşındakinin anladığı kadardır."  Karşımızdaki insanları meramımızı anlatamıyoruz, onlar dinlemiyor, dinlese bile anlamak istemiyor. Uzlaşma ve hoşgörü kültürümüzü her geçen gün kaybediyoruz. Lafı fazla uzatmadan madde madde ekonomiyi değerlendireceğim. Herkes üzerine düşeni alsın ve düşünsün. Sorgulasın. 

       1. Şu an ülke enflasyon, faiz ve döviz kurunun yüksekliği ile aynı anda mücadele ediyor. Diğer yandan ekonomide bir durgunluk var. Ekonomik olarak büyüdük, son açıklanan verilere göre ihracatımız artarken, ithalatımız azaldı gibi haberleri okuyanlarımız var. İnanın ya da inanmayın demiyorum. Eskiden sıradan bir vatandaşın bu gibi verileri karşılaştırma imkanı olmazdı. Fakat bugün geldiğimiz noktada o küçük çevresine bir baksın. Alışveriş yaptığı marketin kasiyerleri kaç günde bir değişiyor. Maaşlarını gününde alabiliyor mu? Arkadaşları işten çıkarılıyor mu? İş arayanlar ne kadar sürede iş bulabiliyor. Her şey bir kenara hükümet serbest piyasa ekonomisi ile bağdaşmayan önlemler alarak enlasyonu, faizi ve döviz kurunu baskı altına almak istedi. Ama onu bile başaramadı. Seçimden sonra ne göreceğiz Allah her kesimin yardımcısı olsun.

        2. Tanzim satışları ile sebze, meyve ve bakliyat ucuza satılıyor. Son zamanlarda çokça duydunuz zaten. Devlet bu satışı yaparken haksız rekabete giriyor pazarcılarla. Vergi, mazot parası, işgaliye parası, günlük yevmiye, kira vb. giderleri ödemiyor. İşin ilginci Mısır'dan Soğan ve İran'dan da patates ithal ediyoruz. Kanada'dan nohut ve mercimek ithal ediyoruz. Geriye dönün bir zamanlar Uruguay'dan canlı hayvan ithal ettik. Şimdi bazıları bunun geçici bir süreliğine olduğunu söyleyebilir. Ben de onlara bi siktirin gidin oradan derim. Yarın öbür gün çiftçiyi nasıl motive edeceksiniz üretmek için. Ekonomiden sorumlu bakanımız küçük damat balık tutmayı değil balık yemenin keyfini sürüyor. Ceremesini Türk halkı çekecek. 

      3. Kamu bankaları (Ziraat, Halk ve Vakıfbank) ucuza kredi veriyor. Peki bu krediler verimli yatırımlara mı gidiyor. Tabi ki hayır. Bireyler ve şirketler aldıkları para ile borcunu ödüyor. Birkaç ay daha derin nefes alıyor. Devlet bankasından aldığı para ile özel bankalardaki borcunu ödüyor. Yarın öbür gün devlet bankasına olan borcunu ödeyemediğinde ne olacak? Kamu zararını vatandaşların vergileri ile kapatacaklar değil mi? Hadi yine iyisiniz leb demeden leblebiyi anladınız. Şunu hiç düşündünüz mü? Devlet bankaları borç verirken faizleri babasının hayrına mı düşürdü. Tabi ki hayır. Sizin bankadaki paranıza daha düşük faiz veriyor. Eee şimdi ekonomi eğitimi alan arkadaşlarıma sesleniyorum. Siz rasyonel bir birey olsanız bankada yatan paranıza düşük faiz verseler ne yaparsınız? Paranızı dolara ya da altına dönmez misiniz? Sanırım siz beni anladınız bu konuda başka sorum yok. 

          4. Enflasyonla topyekün mücadeleye gelelim. Siz inanıyor musunuz işletme sahipleri buna seve seve dahil oldu? Büyük holdingler ve büyük marketler zinciri bizzat bakan tarafından arandı. BİM'in yaşadığı diyalog bunun en basit örneği. Düşünün enflasyonu böyle bir şekilde baskı altına almalarına rağmen başarılı olamadılar. Seçimden sonra rehavete kapılıp ipleri gevşetince milletin amına koyacaklar tabiri caizse. 

       5. Ülkenin en büyük holdinglerinin milyarca dolar döviz borcu var. Ve borcu kısa vadede ödeyecek döviz stokunu geçtim, uzun vadede gelir yaratacak iş hacmi bile yok. Yani rahmetli Minsky'nin de dediği gibi Ponzi ekonomisine döndük. Borcun anaparasını geçtim faizini bile ödeyecek nakit girişi yok bu şirketlerde. Varlık satışları başladı. Büyük holdingler şirketlerini ya yabancılara satıyor ya da yabancı ortaklara hisse satarak onları ortak yapıyor. Günün sonunda düşündüğünüzde bunca yıllık emek üç kuruşa yabancıların eline geçecek. Zaten bu iktidar özelleştirme adı altında ne var yoksa satmıştı. Şimdi yerli yatırımcılarımızın elindekiler de gidebilir. 

             6. Her iktidar kendi zenginini yaratır. Mustafa Kemal Atatürk 15 sene iktidar oldu. Rahmetli Adnan Menderes dolu dolu 10 yıl iktidar oldu. Recep Tayyip Erdoğan ise 17 yıldır iktidarda. İstanbul belediye başkanlığı dönemini buna dahil etmiyorum bile. Bundan elli yıl önce alay edilen Türkiye 70 cente muhtaçtı. O yüzden yandaşlarına ne kadar servet aktarımı oldu az çok belli. Zaten yatırımlar devlet eli ile yapılıyordu. Elde edilen gelir ise devletin kasasına giriyordu. 

            Son 17 yıldır Türkiye'nin koca çınar kurumları özelleştirme adı altında birilerine peşkeş çekildi. Yeni zenginler ve müteahhitler yaratıldı. Fakat Türkiye'nin bugün geldiği konumu değerlendirecek olursak fakirden zengine doğru nasıl bir servet transferi yapıldı akıllara ziyan. Bırakın yedi sülalelerini ahirete bile yolluk yaptı bunlar. Savunmak için kıçını yırtan asgari ücretli vatandaşlarım. Cebindeki son model telefon Türkiye'de üretilmiyor, evindeki smart TV ülkendeki montaj sanayi ile üretiliyor. Ve sen bunları nakit parayla değil, gelecekte kazanacağın gelirini bankaya ipotek ederek borçla alıyorsun. Üstüne bir de faizini ödüyorsun. 

             Kısacası bu ülke bir Venezuela veya Somali değil. Bu ülkenin dünyanın dört bir yanında olsun, kendi içinde olsun yetişmiş, aklı başında binlerce hatta milyonlarca insanı var. Biz bu günleri de yeni iktidarlarla, hatalarımızdan ders çıkartarak çıkacağız. Taaa ki yeni Recep Tayyip Erdoğan'lar yaratana kadar. O yüzden durmak yok, yola devam...

1 Ocak 2019 Salı

Peki Zeki Müren de bizi görecek mi?

Koskoca bir yıl nasıl geride kaldı inanın anlamış değilim. Geriye dönüp muhasebe yapmaktan sıkıldım. Geleceğe dönük yaşayacak kadar da şanslı değilim. Elimde bir tek bugüne tutunmak kalıyor.  

Koskoca ülke ekonomisinin, koskoca şirketlerin kağıttan kaplanlar olduğunu hepimiz gördük. İşlerinden bir telefon konuşması ile kovulanları, merdiven kenarında ağlayanları gördüm. Çocuklarının geleceği için borca giren insanların kapı önüne konulduğunu gördüm. İyi bir diploma, birkaç yabancı dil, onlarca sertifika, çift haneli maaş, pahalı hediyeler, şık takım elbiseler... Bunlara sahip olabilmek mi tüm derdimiz? 

Son 2 yıldır bedenimi iş yerine zar zor taşıyorum. Bir sabah yolda giderken yıkılıp olduğum yerde kalmayı bekliyorum. Peki neden devam ediyorum? Olmak istediğim insan olmak isterken, olmak istemeyeceğim insana dönüşüyorum. Aksi, sinirli, çekilmez ve katlanılmaz. 

Maalesef şikayet etme lüksü olmayan insanlar var? Mesela babanız 60 yaşına merdiven dayamışken ve hâlâ çalışmaya devam ederken sizin şikayet etme lüksünüz var mı? Yoruldum, usandım, köreldim, hayallerim var benim diyebilmek kimilerine göre kolay. Fakat kendi elimle boğazımı sıkıp susturuyorum içimdeki sesi. 

Kız kardeşimin tek sıkıntısı başkalarının ondan daha mutlu olması. Henüz dışarıda kocaman bir dünya olduğunun farkında bile değil. Yaşlı bir insan değilim ya da çok fazla deneyim sahibi biri. Fakat kardeşimin geçeceği yollardan geçip bulunduğum yere geldim. Bir şekilde geldim ama nasıl geldim bilmiyorum. Hiç olmazsa o bilerek ve isteyerek yola çıksın. Annem bir şeyler istiyor. İstemek hakkı ise karşılamak da boynumun borcu sanırım. Peki ben ne zaman kendimi düşünmeye fırsat bulacağım. 

Evliliği kaçış olarak gören insanlar var. Sanırım başka bir kafesten bir başka kafese geçmekten farksız. Bukowski'nin çok sevdiğim bir sözü vardır: "Ağaçta duran kuş, altındaki dalın kırılmasından hiç korkmaz. Onun güveni ağaca değil kendi kanatlarınadır." Bir kuş kadar hür olmak isterdim. Ya da kendi kanatlarıma güvenmek. İnsanlara kendimi anlatma gereği duymuyorum artık. Bilirim anlamazlar. Herkes kendi dünyasının gerçekleri ile yüzleşmek zorunda. 

Yeni yılda temennilerim, beklentilerim, hedeflerim hiç biri yok. Ayakta kalabilmek tek planım. Akıl sağlığımı korumak ve kendi hayatımın anlamını kavrayabilmek. Hayatı hiç akışına bırakamadım bu yaşıma kadar. Kafamda hep bin bir türlü tilki dolandı. Hayaller kurdum, yıkıldıklarını gördüm. Planlarım hep ertelendi. Peki bu yıl ne yapacağım?
  • Yemek yemeyi seviyorum, bir zamanlar öğrenciyken yemek yapmayı da severdim. Önümüzdeki üç aylık süreçte bir yemek kursuna yazılmayı düşünüyorum. Arkadaşlarıma sofralar kurmayı severdim. Yeni insanlarla ve eski dostlarla aynı sofrada eğlenmek istiyorum.
  • Okumak benim için bir kalkan ise, yazmak en büyük silahım. Yakın zamanda yazarlık atölyesine gidip artık kafamda tüm taşları yerine oturmuş olan kitabı yazmak niyetindeyim. Tabi sadece benim anlayabildiğim şiirlerimi de yayınlamak önceliğim olmalı :)
  • Borç ödemekten ve ev geçindirmekten uzak yollara düşmeyi unuttum. Neresi olur şimdiden bilemiyorum ama evimden uzaklara gitmek için hazırlanmalıyım. Merak ettiğim yeni yollardan geçmek, yeni yerler görmek değil. Yeni hikayelere tanıklık etmek.
  • Üç yıldır yüksek lisansımı bitirmiyorum. Bir yanım hep öğrenci kalsın. Akademik çevreden ve ülkenin eğitim politikasından bir beklentim yok. Bir zamanlar amfide öğrencilere ders anlatma hayali kuruyordum. Aptalca bir hayal işte. Ne diyecektim onlara. Benim yapmaya cesaret edemediğim şeyleri mi yapın diyecektim. Çok gezin, hayal kurun, hayallerinizin peşinden koşun, aşık olun, okumaktan usanmayın, kendi düşünceleriniz ve kendi cümleleriniz olsun. Bunlar karın doyurmuyor gençler. Hayat izlediğimiz filmlerdeki gibi değil maalesef. O yüzden bu sene yüksek lisans tezimi verip kurtulmak istiyorum.
  • Beni mutsuz eden işimden istifa etmek istiyorum. İşim derken çalıştığım şirket değil tek kast ettiğim. Sevdiğim bir şeyleri yapmak istiyorum ya da kalbini kırmak zorunda olmayacağım insanlarla çalışmak istiyorum. Kendim olabileceğim, sadece işimi yaparak tatmin olabileceğim bir iş istiyorum. Kısacası aynı bokun laciverti olmamalı. Bunca yıl aldığım eğitimi, diplomayı çöpe atmak istiyorum.  
  • Kimi insanları mutlu ediyorum, kimilerini ise mutsuz. Kimi insanların derdini dinliyorum, kimilerine ise kayıtsız kalıyorum. Rakı sofralarına insanları davet ediyorum, sırf onların dertlerini dinleyip teselli etmek için. Sabah kahvaltıları ediyorum insanlar biraz rahatlasın ve huzurlu hissetsin diye. Kendimi teselli etmeyi ve kendi yaralarımı sarmak istiyorum bu sene. Çünkü beni benden daha iyi anlayacak ve beni teselli edecek insanı bulma ümidimi her geçen gün kaybediyorum. 
Kısacası bu yıl maddi değil, manevi bir huzur peşindeyim. Saydıklarımı yapabilmem için maddi bir özgürlüğe ihtiyacım var bunun farkındayım. Çalışmak zorundayım, ev geçindirmek zorundayım, borç ödemek zorundayım, kendimden başka herkese destek olmak zorundayım. Tüm bunları yaparken nasıl mutlu olunacağını ve kendi hayallerimin peşinden nasıl koşacağımı da öğrenmek zorundayım. Hiçbir zaman kolay olmadı ki? Bakalım bu sene hangi pişmanlıkları yaşayacağım, kimlere güveneceğim, kimler yarı yolda bırakacak ya da ben kimlerin yoluna çıkmaktan korkacağım. Göreceğiz bakalım 2019...

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...