29 Ekim 2013 Salı

Türkiye Ekonomisi: Kalkınmanın Eşiğinden Krizin Beşiğine

            Ekonomiyi bir insan vücudu olarak düşünün. Tıpkı bundan yüzyıllar önce Fransız tıp doktoru Quesnay gibi. Reel kesim ekonominin kalbidir. İşçi istihdam eder, fiyatları belirler, ücretleri belirler, üretim yaparken aynı zamanda talep de yaratır. Piyasaya güven aşılar. Dış ödemeler dengesi ekonominin sindirim sistemidir. İhracatın ithalatı karşılayamadığı noktada sindirim sistemi yoluyla ekonomi kendini boşaltır. Cari açık bir ülkenin ürettiğinden fazla tüketmesidir. İç tasarruflar yeterli olmadığından dış kaynaklardan borçlanılarak kapatılır. Bir insanın hastalandığında ilaç alması gibi düşünün. Ekonomi ne kadar çabuk iyileşip ayağa kalkarsa cari açığın etkisi de o denli az olur.

              Kamu kesimi ekonominin beynidir. Beyin nasıl kan basıncını ve vücut sıcaklığını düzenliyor ise kamu kesimi vergileri verimli bir şekilde toplayıp harcamalar yaparak sosyal adaleti sağlamaya çalışır. Isınan ekonominin ateşini düşürür, yavaşlayan üretimin artmasını teşvik eder. Son olarak finans piyasaları da ekonominin üreme organıdır. Sermayeyi, kârı  çoğaltmanın kolay ve zevkli yoludur.

              Yaşar Erdinç hocamın 36/42 Para Harekatı kitabında güzel bir benzetme vardır. " Hayatta hiçbir şey Velazquez'in resmi kadar belirgin ve net değildir. İş hayatı gerçekleri size Picasso'nun resmindeki gibi şekil değiştirmiş olarak gösterir. Picasso'nun resmine bakıp, Velazquez'in resmini görebilenler başarılı olur." Yani ekonomi dalgalanmalara, istikrarsızlıklara rağmen yol haritası olan ve buna sadık kalan iktidarlar başarıyı yakalarlar.

               Bugün Türkiye ekonomisini ele alalım. Cumhuriyetin ilanı ile büyük buhrana kadar hızla büyüyen, Adnan Menderes dönemi ile atağa kalkan, Turgut Özal ile görünmeyen prangaları söküp atan ve Recep Tayyip Erdoğan ile şahlanmaya çalışan bir Türkiye...Kolay değil aslında kesin bir yorum veya keskin bir eleştiri yapmak. Başbakan marifet iltifata tabidir diyor ama yanlışların eleştiriye tabi olduğunu es geçiyor. Bugünün Türkiye'si ile Cumhuriyetin kurulduğu dönemi mukayese etmek büyük bir gaflet olur. Savaştan yeni çıkmış, yorgun düşmüş, genç ve erkek nüfusunun büyük bir kısmını yitirmiş, verimli topraklarında yeni devletler kurulmuş, sanayisi olmayan bir Cumhuriyetin 15 yılda yaptıklarını düşünürsek bugünkü imkanlara sahip olsalardı yapacaklarını düşünemiyorum.

                 Bir şeyi anlamakta güçlük çekiyoruz. Adnan Menderes tarım ve sanayiyi atağa kaldırmak istedi, vatan haini ilan edilip idam edildi. Amerika'dan Sovyet Rusya'dan borç istediği için vatanı satıyor denildi. Turgut Özal altyapısı tam hazır olmadan Türkiye ekonomisini liberalleştirip, özelleştirme yapmaya çalışınca muhalefetin ağır propagandası ile gücünü kaybedip, vakitsiz bir şekilde aramızdan ayrıldı. Ve bugün iktidara gelen Recep Tayyip Erdoğan kendinden önceki bu liderlerden dersini alarak hızlı bir kalkınma atağına girişti.

                  Güveni ve siyasi istikrarı sağlamış, devletin iç ve dış borcunu azaltmış, özelleştirmeleri yapmış, enflasyonu ve faizi düşürmüş, GSYİH' yı sürekli yükseltmiş, devlet bütçesini dengelemiş, faiz dışı fazla verdirmiş, sağlık ve eğitim reformları yapmış, toplu ulaşımda Türkiye'ye duble yollar ve demir yolları kazandırmış, siyasi ve iktisadi imajını dünyanın bir kesiminde düzeltmiş bir iktidar. İster beğenin ister beğenmeyin şapkayı önünüze koyduğunuzda görünen tablo bu. Ve bundan dolayıdır ki seçimleri kazanmaya devam ediyor.

                   Peki görünmeyen nedir? Devletin borcu azalırken, özel sektörün borcu Eylül'de açıklanan rakamlara göre yaklaşık 146 milyar dolar. Bu borcun yaklaşık %25'inin kısa vadeli olduğunu gözlemliyoruz. En çok kâr elde eden ve en çok vergi ödeyen kurumların başında bankalar geliyor. Bu demek oluyor ki hanehalkının borcu da oldukça artmış durumda. Reel kesimin ürettiği mallara karşı iç talebin canlı tutulması için kredi kartı kullanımı ve tüketici kredileri teşvik ediliyor. Faiz oranları her ne kadar düşse de Amerika, Japonya ve Avrupa birliği ülkelerine göre en yüksek faizi veren ülke konumunda olmamızdan dolayı ve Ak Parti iktidarının ilk 6-7 yılında uygulanan yüksek faiz- düşük kur politikası sayesinde artan döviz rezervimiz ülkedeki alternatif yatırımları arttırdı. En çarpıcı örneği konut piyasası. Artık insanlar konutlara yatırım yapıp spekülatif gelir elde etmeye çalışıyor. Böyle olunca haliyle fiyatlarda bir balon etkisi ile karşılaşıyoruz.

                     Ekonomi büyürken işsizlik rakamları yerinde sayıyor bu da demek oluyor ki büyümemiz aslında herhangi bir katma değer yaratmamış halk içerisinde. İşsizlik en yoğun olarak üniversite mezunları arasında görüldüğü için gençler okumaya devam ediyorlar. Ağır sanayi de çalışacak kalifiyeli eleman bulmakta güçlük çekiyoruz. İşsizliğe çözüm bulamadığımızdan olsa gerek ailelerin reel geliri artmadığından dolayı gençler evliliklerini erteliyor veya aileleri ile birlikte yaşamayı tercih ediyor.

                       Artık eskisi gibi ailelerin geliri enflasyon karşısında erimiyorsa bile lüks yaşam isteği ve aşırı tüketim çılgınlığından dolayı ay sonunu getiremiyor. Bundan dolayı devreye tüketici kredileri ve kredi kartları giriyor. Tüketiciler kredi kartları ile üreticiler uzun vadeli çekler ile ekonomi çarklarını şimdilik döndürmeye devam ediyor.

                    Artan milli gelir ve kişi başına düşen milli gelir bankaların vermiş olduğu krediler ile tüketimin nabzını düşürmediğinden dolayı insanlarımız tasarruf yapmayı bile unuttular. Yapılan tasarrufların ağırlığı kısa vadeli oluyor. Yani kolay yoldan köşeyi dönmenin derdindeler. Diyeceksiniz ki; tasarrufları arttırmak için devlet destekli bireysel emeklilik sistemi kuruldu. Evet fakat dikkatinizi çekti ise bankalar birbiri ile yarışa girdi. Yani bireysel emeklilik ile bankaya yatırılan paralar bankalar aracılığı ile yine ekonomiye kredi olarak dönüyor. Büyük ihtimalle insanlar bireysel emeklilikte biriken paraları ile ileride ev almak yerine biriken borçlarını toptan ödemek için kullanacaklar.

                    Özelleştirmeye de ufacık bir değinmek istiyorum. Stratejik öneme sahip kuruluşların özelleştirmesi hariç ( Petkim, Tüpraş, Telekom vb.) diğer kuruluşların özelleştirilmesini eleştirmek bana pek mantıklı gelmiyor. Neden mi? Bu eleştriyi en çok yapan muhalefet ve İstanbul sanayisi. İthal ikameci dönemlerde KİT'lerden ucuz hammadde alanlar, kendi bankaları aracılığıyla KİT'lere yani devlete yüksek faiz ile kredi verenler de bunlardı. Bugünün kıdemli ve kodaman sanayicileri zenginliklerini biraz da rekabetçi olmayan, içine kapanık Türkiye'ye borçlular.

                      Velhasıl kelam, ekonomimiz hakkında söyleyecek çok söz var fakat sizleri fazla da boğmadan şimdilik bu kadarını yazıyorum. Maksadım ufakta olsa artıları eksileri mukayese etmenizi sağlamaktı.

Mahallemin Çocukları...

              Anılar canlandı gözlerimin önünde. Bugün mahalleden geçerken köşedeki marketin camına baktım. Hafiften kırlaşmış saçlarım, sakallı yüzüm, beyaz gömleğim ve takım elbisem ile mahallenin abisi olduğumu hatırladım. Yaşadığım harika çocukluğumun her anı mahallenin duvarlarına, kaldırımlarına kazanmış adeta. Cebimizdeki üç kuruş para ile fruko gazoz ve cips alıp bir apartman köşesinde 4-5 kişi yumulup mutlu olduğumuz anlar. Annelerimiz bakkala gönderdiğinde para üstlerini aşırıp top aldığımız günler. Hepsi de geride kaldı.

                Bugün sokaklarda gönül verdiği takımın formalarını giyip gol sevinci yaşayan çocukları göremiyorum. Mahallenin çocuklarına çekirdek kola alıp onlarla sohbet eden abiler de yok. Bir zamanlar sevincimize, eğlencemize ortak olan mahallenin sevimli esnafları da öyle...Babamlar gibi oldum galiba ömrüm eski günlerin  ve geri gelmeyecek anıların özlemi ile geçecek.

                  Zeytinburnu eskiden daha amansız bir yerdi. Geceleri sokağa tek başına çıkmak yürek isterdi. Bilmediğin mahalleden besmelesiz geçmezdin tabiri caizse. Sahip çıkardık birbirimize, hakkımızı yedirmezdik. Sevdalandığımız kıza toz kondurmazdık, büyüklerimize saygı duyar, küçüklerimize destek olurduk. Bugün öyle bir ruh hali içerisindeyim ki, gözlerimi açıp, en güzel günlerimi geçirdiğim mahalleme yabancıyım. İmkanım olsa belki arkama bakmadan terkeder giderim. 3-5 gün hatırlarlar sonrasında esamem bile okunmaz.

                   Sünnetimizde hep beraber olduğumuz arkadaşlarımızla düğünlerimizde de halay çekecektik.Birer birer kaybettik birbirimizi. Hiç unutmuyorum, karşı komşumuz Turgay vardı. Mahallenin en efendi, en iyi top oynayan çocuğuydu. Abim olsa belki bu kadar sevmezdim. Menenjit olduğundan hastane hastane gezdirilirken yolda kaybettik. Bir sabah selası ile uyandığımızda tüm mahalle sokağa çıktık. O gün kenarlarından yama yaptığımız topumuz öksüz kaldı.

                 Kimilerimiz ebediyete yol aldı, kimilerimiz geçim derdine daldı. Ağaçların arkasından gizli saklı seyrettiğimiz kızlar yuva kurdu. Sonbaharın huzur veren rüzgarında sallanan yapraklar gibi tek tük ama kopmayan bir kaç eleman kaldık.

                 

24 Ekim 2013 Perşembe

Derdim Var, Dinleyenim Yok

            Bu aralar içimdeki yazma isteğimi dizginleyemiyorum. Nedeni ise gayet açık. Halimden anlayan bir tane insan evladı yok etrafımda. Dostoyevski'nin meşhur bir lafı var ya; " Herşeyi anlıyorum ve bunu beni öldürecek." Lanet olsun şu an tam da bu durumdayım.

              Bazen kendi kendime soruyorum yahu sorunun nedir dostum ? Sıkıntı da burada başlıyor zaten bir sorunum yok. Boşluktayım, yumurta g.tüme dayanmadı. Aşık değilim, gayet sağlıklı düşünüyorum. Her ne kadar sevmesem de sabahları gitmek zorunda olduğum bir işim var. Gülüp eğlenebildiğim dostlarım, sarılacak bir ailem ve en önemlisi de sade ve sıradan hayallerim var. Bir masa, bir sandalye, okunacak bir sürü kitap ve elimi bırakmayacak bir hayat arkadaşı....

                 Ailem dile getirmese de benden büyük beklentileri var. Her sabah takım elbisemi giyip, makamı olan bir işim olsun. Hem onlara hem de kendime iyi bir hayat sunayım. Ama sanırım öyle bir şey olmayacak. Babamın dediği gibi benden bu kafa ile bir cacık olmaz. 23 yaşındayım gazetelerin magazin sayfalarını okumuyorum, talk showları ve yetenek yarışmalarını izlemiyorum. Hatta yıllarca futbolcu olma hayali kurduktan sonra gerçekleşmeyen bu hayalden dolayı futbol maçı bile seyretmiyorum. Keşke derim, şükretmek yerine isyan edip buhranlara girerim diye at gözlüğü ile yaşıyorum. Ama yine de içimde bir yerlerde bir sıkıntı var.

                 Hayatımızda dönemler vardır ya hani o bir an önce bitse de kurtulsak dediğimiz. Bir adım sonra mutluluğa ulaşacağımızı düşündüğümüz ama hiçbir zaman öyle olmayan adımlar. Lise bitsin diye dua ettim. Üniversiteye gidince değerini anladım. Sonra üniversite hayatım boyunca sıkıntılar yaşadım, bitsin de kurtulayım bir önce işe girip para kazanayım dedim. Fakat yine olmadı. Nasıl kıymetini bilemedim o günlerin. İstediğin zaman uyu, ayaklarını uzat kitabını oku, geceden sabahlara kadar film izle...

                   Şimdi şu önümüzdeki iki ayın bir an önce geçmesi için dua ediyorum. Tecilimi bozdurup kısmet olursa Şubat'ta askere gitmek için. Belirteceğim uzun dönem yapmak istiyorum diye. 12 ay herşeyden ve herkesten uzak kalmak için. Çok yetenekli ve zeki bir insan olduğumu hiçbir zaman düşünmedim. Ama bu hayatta huzuru ve mutluluğu hak eden bir genç olduğumu düşünmüyor değilim. Bir kere aç gözlü bir insan değilim ya. Allah'a yalvarıp bana han hamam ver demiyorum :) O biliyor benim ne istediğimi artık her gece yatarken Allah'ım sen konuyu biliyorsun Amin deyip yatıyorum o derece yani...

                     Velhasıl kelam bu yazıyı yazmamım sebebi dertleşecek birini bulamayışımdandır. 

19 Ekim 2013 Cumartesi

Federal Reserve Bank: Finansal Terörist

        Geçen gün bir arkadaşımla konuştum. Amerika bu süper gücünü neye borçlu diye sordu? İlk anda doğru kelimeler hemen aklıma gelmedi. Birkaç basit nedeni söyledim ama gerisini bu yazıya sakladım.

         Şimdi başlangıç olarak koloni savaşlarına girmeyeceğim tabiki. Amerika süper güç olma yolundaki adımlarını Amerikalı ünlü iktisatçı ve bakan Alexander Hamilton ile atmıştır. Diyeceksiniz ki bu adamda kim, bugüne kadar pek duymadık. Hamilton Federal Reserve Bank niteliğindeki ilk bankanın kurulmasını vesile olan ve destekleyen insanların başında geliyor. Fakat birkaç başarısız deneme sonunda başkan Andrew Jackson  para politikasının tek bir elde toplanmasını, ulusal para ihracının arttırılarak varlık balonlarına sebep olunmasını, bireylerin ve devletin sürekli olarak borçlandırılmasını sakıncalı bularak bu oluşuma izin vermemiştir.

            1913 yılında Kuhn Loeb'den Peter Warburg, National City Bank'tan Rockfeller'lar ve National Bank'tan J.P. Morgan ailesi bugünkü Federal Reserve Bank'ın temelini atmıştır. Daha önce yaşanan parasal krizlerden kurtulmak için bunun gerekliliğine inanılıyordu. Böylece Federal Reserve Bank faiz oranlarını dilediğince belirleyebilecek, banka paniklerinde teminatsız olarak bankalara para verebilecek, açık piyasa işlemlerini kontrol edecek, devlete kredi verebilecek, para politikasını yönetebilecekti.

            Kuhn Loeb daha sonraları adına aşina olacağınız Lehman Brohers ile ortak olmuştur.  Warburg ailesi Alman kökenli Yahudi zengin bir finansçı aile ve Dünya'nın en büyük yatırım şirketini yönetiyorlar. Rockefeller ailesi o zamanlar hem finans alanında, hem demiryolu yapımında hem de petrol ürünleri alanında bir tröst durumundaydı. Hatta sahip oldukları Standart Oil firması Jack London kitaplarına konu bile olmuştur. Morgan'lar ise bankacılık sektörünün liderlerindendi. Bugünkü Citibank'ın ortaklarından. Standart Oil daha sonraları kanun gereği bölündü ve ortaya iki şirket çıktı. Chevron ve Exxon Mobil yani dünyanın en değerli iki petrol şirketi. Yani kısacası petrol devi, bankacılık lideri, yatırım uzmanı aileler bir araya gelip dev bir finansal ağ oluşturdular.

           Amerika'nın süper güç olmasındaki önemli nedenlerden birisi de parasının altına sabitlenmesiydi. Bir ons altının değeri 20,67 dolara sabitlenmişti. Herhangi birisi dolar karşılığını verip altın alabilirdi. Böylece dış ticarette bir denge sağlandı ve altınlar dış ticaret fazlası veren ülkelere aktı. Federal Reserve Bank faizleri kontrol gücü, para basma yetkisi, kredi verme mercii'nden sonra altınlara da sahip olarak gücüne güç kattı.

             1933 yılında Amerika Başkanı F.D.Roosvelt büyük buhrandaki Amerika'yı kurtarmanın yollarını arıyordu. Özellikle bir finansal saldırıda ülkesinin çaresiz olduğunu düşünüyordu. Şöyle ki; diğer ülkeler finansal krizden dolayı güç kaybeden dolarlarını altınları ile değiştirmeye karar verirse bu bir paniğe yol açacaktı. Ve Amerika'nın elindeki altın stokları hızla eriyecekti. Roosvelt altını devaüle etmeyi düşündü değerini 20,67 dolardan 30 dolar civarlarına çıkarmayı düşündü. Fakat bir sorun vardı. Elindeki altınları stoklayan özel yatırımcılar bundan yüksek gelir elde edecekti. Bunun üzerine tarihi bir karar aldı. Ve yayınladığı kararname ile Amerikan vatandaşlarının ve firmalarının ellerindeki tüm altınları FED'e getirmesini emretti. Buna uymayanlara para ve hapis cezası verileceğini belirtti. Ve sonuç olarak çok kısa bir zamanda tüm altındalar kamulaştırıldı, altın madenleri millileştirildi ve altın ihracı yasaklandı. Amerika hakim parası doların yanına güçlü altın rezervini de ekleyerek önündeki 40 yılı garanti altına almıştı.

                1944 yılında kurulan Bretton Woods sistemi de Amerika'nın hakimiyetini temel alıyordu. Ne zaman ki sistem işlememeye başladı. Amerika dış ticaret açığı verip, borçları sorun yarattı.  Richard Nixon hemen altın standardından vazgeçtti. İthalata %10 vergi getirdi. Doları devaüle edip dış ticaret açığını kapatma hareketine girişti. Peki şu olamaz mıydı? Avrupa ülkeleri ve Japonya Amerika 'ya misilleme yapıp kendi paralarını devaüle edebilir veya koruma önlemleri alamaz mıydı? Sanırım alamazdı çünkü Sovyet Rusya'ya karşı onları koruyan güç Amerika'ydı.

                  FED bugün sürekli dolar basarak dünyaya enflasyon ihraç etmeye devam ediyor. Nasıl mı? Amerika'daki politika faiz oranı sıfıra yakın olduğu için basılan her dolar faiz oranları yüksek olan ülkelere akıyor. Haliyle dolar girişi olan ülkelerde yerli para değerleniyor ve ihracat yapan sektörler zarar görüyor. Bundan dolayı o ülkelerin merkez bankaları paralarını devaüle etmek zorunda kalıyor. Piyasadaki fazla doları çekip yerli para sürüyorlar. Böylece kısa vadede faizler düşerken, orta ve uzun vadede enflasyon çıkıyor. Tabi her zaman böyle olacak diye bir durum yok fakat ülkelerin merkez bankaları dolara karşı mücadele etmekte yeterli güce sahip değil.

                  Son olarak şunu diyebilirsiniz. FED neden sürekli dolar basıyor, neden sürekli kredi veriyor ? Daha önce de dediğim gibi bu kadar çok dolar basılmasına rağmen tüketici enflasyonunda bir artış gözlenmiyor çünkü basılan dolarlar tüketim için değil dış yatırım amaçlı kullanılıyor. Örneğin dolar 2 TL iken Türkiye'ye 50 milyar dolar girdi. Bunu türk parasına çevirip 100 milyar tl ile %10 faizli hazine bonosu alındığını düşünün. Piyasaya dolar girişi devam edince serbest dalgalanma olduğu için döviz kurunda düşüş yaşanabilir. Merkez bankası bunun ile başa çıkmak için piyasaya TL sürer ise faiz oranları düşecek, hazine bonosunun değeri artacaktır. Her ne kadar Merkez Bankası mücadele verse de döviz kurunu hemen 2 tl seviyesine geri döndüremez. Doların 1.80 olduğu durumda yatırımcılar ellerindeki hazine bonolarını 110 milyar TL sattığını düşünün. Çünkü faiz düştü bononun değeri arttı. Sonra bu 110 milyar TL ile 1.80'den dolar aldıklarını düşünün. 50 milyar dolarları kısa bir sürede 61 milyar dolar oldu. Yani %33 kar demektir bu. Gelişmekte olan ülkeler yıllardır böyle soyuluyor işte.

                    Gelelim kredi verme işine. FED kısmi rezerv sistemini kullanarak aslında iç piyasaya pek fazla para sürmüyor. Verdiği krediler yine bankalarda hesapta tutulduğu için kaydi para yaratıyor. Olmayan parayı borç vererek sisteme yeni kurbanlar kazandırıyor. Mortgage kredileri sayesinde varlık ve konut fiyatlarında balonlar yaşandı. Banka olmayan parayı borç verip, insanların evlerini ve birikimlerini elinden aldı. Böylece kendi halkını hissettirmeden soydu. Tabi 2008 yılında patlak veren krizde kayıplar oldu ama genelde küçük balıklar yem oldu. Çünkü FED en önemli işlevi olan teminatsız kredi verme işlemi ile kendi bankalarını kurtararak bir nevi günü de kurtamış oldu.

                      Evet dilim döndüğünce Federal Reserve Bank'ın işlevlerini ve emellerini anlatmaya çalıştım. Tek bir yazıya sığmaz tabi ki. Bu işin içinde silahlanma, Rothschild ailesi ve Siyonizm gibi faktörlerde var ama şimdilik bu kadar yeter sanırım...

              Son söz: " Dolar bizim para birimimiz ama sizin sorununuz." ABD Hazine bakanı John Connely
Yararlanılan kaynaklar: James Rickards( Kur Savaşları), Ege Cansen

14 Ekim 2013 Pazartesi

Bayat Fikirler, Masal Hayatlar...

        Konsantre olmaya çalışıyorum. Kendimi veremiyorum hayata. Dikkatimi toplayamamamdan kastım verimli olmak, üstlerimi memnun edebilmek, faiz oranlarını takip edip ekonominin nereye gideceğini tahmin etmek değil. Hayat gayemin ne olduğu unuttum. Belki hiç olmayan bir gayeyi unuttuğumu zannediyorum. Onca yıl ne için mücadele verdim. Ailem dişinden tırnağından arttırıp neye yatırım yaptılar.

         İnanın bana neyin iyi geleceğini, ne ile mutlu olacağımı bilmiyorum. İstanbul manzaralı şık bir ofis mi, yurt dışında tatil yapmama yetecek dolgun bir maaş mı, saygın bir kariyer mi, çekici bir kadın mı...Merak ediyorum kaç tane yetenekli insan erkenden emekli olup özgür bir yaşam sürmek için gençliğini feda ediyor. Hep daha fazlası. Daha çok para, daha çok tüket, all the time pompa.  Düşünüyorum da ne zaman yaşamak için ücret aldığım hayatı değilde kendi hayatımı yaşayacağım.

           Birileri bana öğüt veriyor. Saçmalama oğlum, 6 ay kapat kendini eve, hazırlan kurum sınavlarına at devlete kapağı ondan sonra ölene kadar kaymağını ye. Çok kitap okuduğumdan dolayı belki de kitap kahramanları gibi bir hayatım olsun istiyorumdur. Ama size de saçma gelmiyor mu? 17 yıl okuduktan sonra devlette iş bulmak için dershanelere acımadan paralar akıtmak, üstüne üstlük değerli vaktinizi beyninize ezber bilgiler enjekte ederek harcamak. Ve en sonunda işe başladıktan sonra ömür boyu aynı şeyleri tekrarlamak. Asalak mıyız, devletin sırtında parazit olarak yaşamak ne kadar mutluluk verici. 60 yaşını bekleyip iyi bir emekli ikramiyesi ile deniz kenarında alacağın yazlığın hayalini kurmak mı amaç? Hee niye o kadar bekleyeyim avantam var benim diyorsanız orası size kalmış.

            Geçim derdinden kendimize vakit ayıramadık  Herşeyin bir bedeli var. Dürüstlük bulunmaz bir hint kumaşı, adil ücret stoklarla sınırlı, huzur kredi kartına 12 taksit iken karın tokluğu mu? Boş versene dostum ekmek arası peynir neyine yetmiyor.

            Şunun farkına vardım sanırım. Benim hiçbir zaman deniz kenarında, ağaçlıkların arasında huzuru tadacağım bir evim olmayacak. Bankada değeri katlandıkça artan bir mevduat hesabımda. Ama belki birgün hayalini kurduğum eve misafir olarak davet edilirim kim bilir. Omzumda sıcak elini hissetiğim dostumun kendi evinmiş gibi davran dediğini gülümseyerek düşünüyorum. Yıllar geçtikçe kahkahası dinmeyen neşesi eksilmeyen dostlarımın varlığını da....

             Hayat benim için nedir? Kazandığım üç-beş kuruşu kitaba yatırmaktır. Her gece başımı yastığa koyarken acaba daha iyi bir hayata sahip olabilecek miyim diye düşünürken uykuya dalmaktır. Aileme mutlu ve huzurlu bir yaşam sunmak için çabalamaktır. Gülümsemekten ve insanları anlayışla karşılamaktan vazgeçmemektir. Aşık olmanın nasıl bir duygu olduğunu merak etmektir. Refahı ve zenginliği hayal ederken bir anda kendime gelip halime şükretmektir. Hiç sahip olamayacağım hayat için hayal kurup, zamanın kumlarını boşa akıtmaktır.

              Son olarak, şu koskoca dünya da önemsenmeyen bir adam olsam da dostlarımın aklına geldiğimde onların yüzünde ufak bir tebessüme sebep oluyorsam ne mutlu bana...

               

13 Ekim 2013 Pazar

Kriz Ekonomisi: Avrupa Birliği

           Daha önceki yazımda ABD'de doğan borç krizi ve Türkiye ile olan ilişkisinden bahsetmiştim. Bu yazımda ise krizin Avrupa'da etkisinden bahsetmek istiyorum. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Avrupa kendi içinde ve özellikle ABD ile olan finansal ağını oldukça genişletti. ABD'de basılan dolarlar, tahviller, hisse senetleri, üretim fazlası Avrupa'ya akmaya başladı. Amerika tek kutup dünyada dev olmaya ilerlerken Avrupa'da yerinde saymak istemiyordu.

             Önceleri ortak ticaret alanları oluşturuldu, serbest ticaret anlaşmaları, gümrük birliği derken en sonunda ortak para birimine geçilme kararı alındı. İşte Euro'ya geçildikten sonra Avrupa'da istikrar sağlanması beklenirken sürekli yaşanan krizler, artan dış borçlar, kamu bütçe açıkları kronikleşmeye başladı. Peki Euro bölgesi neden istikrarı sağlayamadı?

              Bugün Avrupa Birliği'ne 28 ülke üye. Kendi içlerinde oluşturdukları kriterlere göre, bütçe açığının milli gelire oranı %3'ü , kamu borç stokunun milli gelire oranı %60'ı ve faiz oranları da üye ülkeler içinde faizi en düşük olanın 2 baz puanını geçmemeli. Yani Avrupa Birliği düşük faiz oranları, yüksek tasarruf oranları, seri üretim, güçlü para birimi ile ön plana çıkmak istiyor. Bunun olması mı muhtemel midir orası biraz meçhul.

               İngiltere Sterlin kullanırken  dünyanın en önemli finans merkezlerinden biri olmaya devam ediyor. Almanya verimli ve üstün sanayisi ile ticaret fazlası vermekten vazgeçmiyor. Fransa'da Almanya ile Avrupa Birliği'ni abi kardeş gibi yönetiyor. Tek bir para birimi kullanıldığı için ülkeler bağımsız bir para politikası uygulayamıyor. Düşünün ki dış ticaretteki dezavantajını gidermek isteyen ülkeler devalüasyon silahını kullanamıyor. İşçiler ve memurlarının maaşlarını ödemek için sıkıştığında para isteyecekleri yer Avrupa Birliği Merkez Bankası...Düşünün ki Yunanistan kriz esnasında maaşları ödemek için IMF ve Avrupa Birliği Merkez Bankası'nın parasına muhtaç kaldı.

                İrlanda gibi ilaç sanayisi yükselen bir ülke, Yunanistan gibi tarımdan iyi gelir elde edebilen bir ülke, İspanya ve İtalya gibi ülkeler karşılaştırmalı üstünlüklerini kaybettiler. Serbest ticaret anlaşmaları, sıfır gümrük vergileri Polonya,Macaristan gibi ülkeleri batma seviyesine getirdi. Almanya satmaya devam ederken alımlarını azalttı ve dış ticaret fazlası vermeye devam etti. Diğer ülkeleri kendi sanayisine muhtaç hale getirdi. Avrupa Birliği kurulurken amaç üye ülkelerin aynı ekonomik güçte olması planlanıyordu. Fakat görece daha güçlü olan birkaç ülke biriken stoklarını diğer üye ülkelere satarak, ucuz iş gücünden  ve düşük gümrük oranlarından faydalanarak hazinelerini doldurdular.

                  Ekonomi çarkını döndüremeyen diğer ülkeler ise Avrupa Birliği'nden gelen hazır para ile günü kurtarmaya devam etti. Artan kamu ve dış borçlar, yükselen enflasyona rağmen Polonya, Macaristan, Yunanistan, Portekiz bir nevi korundu. Gerek Almanya tarafından gerekse kredi derecelendirme kuruluşları tarafından.

                  Fakat en sonunda Alman halkı buna isyan etti. Onların sürekli çalışarak biriktirdiği tasarruflarıyla, Yunanistan'daki işsizlerin, memurların paraları ödeniyordu. Avrupa Birliği belki para politikasını tek elden yönetiyordu ama her ülkenin kendine has maliye politikası vardı. Ve en önemlisi de performansları farklıydı. Kriz içerisindeki ülkeler zaten para politikası silahını kullanamazken bir de vergileri arttırıp maliye politikasına sarılamıyordu. Sürekli değişen hükümetler cabasıydı.

                   En sonunda Yunanistan kurban olarak seçildi. Euro'nun diğer para birimleri karşısındaki değer kaybına göz yumuldu. Böylece Euro'nun değeri dolara karşı düşürülerek diğer üye ülkeler ihracat sorunlarını bir nevi çözmüş oldular.

                   Sözün özü İngiltere'de belirlenen faiz (LIBOR) eşik değer olarak kabul edildiği sürece, Avrupa Merkez Bankası'nın hakimiyeti Almanya ve Fransa'da olmaya devam ettiği sürece birliğin dağılması olasıdır. Tabi birkaç üye ülkenin iflası ile beraber...

12 Ekim 2013 Cumartesi

Kriz Ekonomisi

      Art arda ekonomi kitapları okuyunca haliyle yazacak bir şeyler birikti. Bu yazımda ABD'nin  küresel ekonomilere etkisini ve Türkiye'nin ekonomisinin nereden nereye geldiğini dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım.

       Yaşım itibariyle Amerika'nın küresel ve ekonomik hamlelerini 11 Eylül 2001 krizinden bu yana takip edebiliyorum. ABD'nin Merkez Bankası olan FED bu kaos ortamında tüketicilerin panik yapmasını engellemek için faiz oranlarını %1 oranlarına kadar indirdi. Böylece Amerikan halkı ucuz para ile konutlarını ve arabalarını yeniledi. Tüketimlerini kısmadan devam ettirdiler. Peki faiz oranlarının düştüğü bir ortamda yatırımcılar alternatif getiri olarak neye yatırım yapacaklardı. İşte o zaman sahneye türev ürünler çıktı. Malum 2008 yılında patlak veren Mortgage krizinin zemini de bu düşen faizler hazırlamış oldu bir nevi.

          Bankalar önceleri peşinatı olan ve kredibiletesi yüksek olan müşterilere veriyorlardı kredileri. Banka krediyi verdikten sonra allayıp pullayıp türev ürün olarak borsada satıyordu. Yani ipotek kredisinin alacaklısı sürekli el değiştiriyordu. Konut fiyatları sürekli yükseldiğinden dolayı borcunu ödemekte güçlük çeken vatandaşlar evini iyi bir fiyata satıp borcunu kapatabiliyordu. Veya bankalar tarafından azıcık avukat masrafına katlanılarak el konulan evler alış fiyatından yüksek fiyata satılabiliyordu. Böylece hem kredi alan hem de kredi veren iflas etmiyordu. Fakat balon bir yerde patladı. Peki ABD konut piyasasında patlayan bu kriz neden Avrupa ekonomisinde durgunluğa yol açtı. Çünkü ipotekli ev kredilerini allayıp pullayanlar piyasada bu senetleri Avrupa'nın gelişmekte olan ülkelerine de satmışlardı. Üstüne üstlük Yunanistan, İtalya ve Portekiz gibi kamu açığı yüksek olan ülkelerinde ödemeler de güçlük çekmesi krizi iyice derinleştirdi.

         Ekonomi kitaplarında hep okuruz. Kapitalist sistem her 20 yılda bir kriz ile karşı karşıya kalır. Evet ülkeler belli bir dönem bol para, ucuz alışveriş, artan milli gelir, düşen faiz oranları ile bir ivme kazanıyor. Sonra sistem bir yerde tıkanıyor ve kendini temizlemeye başlıyor.

          Amerika'daki durum biraz açık. Terörist eylemlerin arkasından politik hamleler ve bu hamleleri halktan saklamak için yaratılan bir refah dönemi. Ucuz para ile artan lüks tüketim ve israf, alternatif getiri olarak yapılan riskli yatırımlar ABD' de krize sebep oldu. Dünya devi bu ülke kriz yaşarken Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler ise refah dönemi yaşıyordu. Gerçekten çok ilginç

           2001'de biz de ülke olarak tarihi bir krizi geride bıraktık. Sonrasında son 11 yıla damga vuracak bir iktidar başa geldi. İktidarı bazı konularda eleştirip bazı konularda takdir ediyoruz. Mesela IMF yardım ettiği ülkelere sürekli özelleştirmelere ağırlık verilmesi gerektiğini telkin eder. Bundan dolayı iktidarı eleştirdik. Ama diğer taraftan IMF savunma harcamalarını azaltın demeyip, sağlık, eğitim ve emekli aylıklarını kısın derken bizim iktidarımız tam tersini yaptı takdir ettik.

            Artan özelleştirmeler ile ülkeye 40 milyar dolara yakın döviz girişi sağlandı. Peki tam olarak niye karşı çıktık biz bu özelleştirmelere. Bence herkesin farklı bir nedeni vardı. Benim şahsi görüşüm stratejik öneme sahip limanlar olsun, Tüpraş, Petkim ve Telekom gibi yerler hemen özelleştirilmemeliydi. Ülkenin kodamanları neden karşı çıktı peki? Kimisi yıllardır devletin KİT'lerini sömürüyordu. Ucuza hammadde aldığı devlete pahalıya kredi veriyordu. Artık özel sektörün eline geçen bu firmalarla rekabet içine girmek zorunda kalacaklardı. Haa şunu diyenler olabilir. Özelleştirme ihalelerini kazanan yerli firmalar yok muydu? Tabi ki vardı ama ihale bedelini nasıl ödediler. Yurt dışından döviz kredisi alarak. Çok ilginç satışlardı bunlar. Hem devlet elindeki bir değeri kaybetti hem de yurt dışına borçlu duruma düştük.

              Dünyadaki trend gibi bizim ülkemizde de faiz oranları düştü. Madem ideallerimiz var tabi ki böyle olması gerekiyor. Avrupa Birliği ve ABD kriz yaşarken heralde faiz oranlarını sürekli yükseltecek değildik. Dahası ABD piyasaya sürekli dolar pompalarken aksinİ yapmak aptallık olurdu. 50 yıldır enflasyon ile mücadele eden Türkiye milenyum çağında da çift haneli enflasyon rakamlarına sahip olması zaten olmazdı.
Düşen faizler ve enflasyon Anadolu sermayesini ayaklandırdı. Her ne kadar bize göre faizler düşse de global piyasalara göre bizim ülkemiz yüksek faiz- düşük kur politikası uyguluyordu. Yabancı yatırımcılar dövizlerini getirip yüksek faizden faydalanmak için dolarlarını TL'ye çevirip tahvil ve senet alıyorlardı. Ülkeye giren döviz miktarı arttıkça dalgalı kurdan dolayı döviz kurları düşüyordu. Böylece yabancı yatırımcılar tekrardan TL verip dolar aldıklarında hem yüksek faizden getiri elde ediyorlardı hem de daha düşük kurdan dolar aldıkları için buradan getiri elde ediyorlardı. Yani Türkiye yabancı yatırımcılar için cazibe merkeziydi.

             Bu büyüme pek de sağlıklı bir büyüme sayılmaz. Eğer krizden etkilenmediysek bu biraz döviz rezervlerimizin fazla olması ve bankacılık sektörünün iyi işliyor olmasındandır. Son olarak 2001 krizi gibi bir krizi yaşamayan biz gençler büyüyen Türk ekonomisinde hala iş bulma sıkıntısı ile karşı karşıya isek oturup bir düşünememiz lazım. Hata biz gençlerde mi, yoksa biz gençler sürekli tüketmeye sevk edilerek ekonomiyi canlı tutmak için bir kobay olarak mı kullanılıyoruz? Bunun yanıtını er ya da geç öğreneceğiz.  

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...