29 Ocak 2014 Çarşamba

Her Şey Yolunda mı Merkez?

       Haftalardır çalkalanan Türkiye'de Merkez Bankası'nın geceleyin vereceği karar bekleniyordu. Kimilerine göre Gezi Parkı ve Yolsuzluk soruşturması ile siyasi istikrar sarsıldı, ekonomideki gidişat kötüleşti ve Merkez Bankası'nın bu kararı almasına ortam hazırlandı. Kimilerine göre ise 2013 yılının başından itibaren Federal Rezerv Bankası'nın para musluğunu kısacağını açıklaması ile zaten döviz kurlarında yukarıya doğru bir hareketlenme başlamıştı. Ben bu iki görüşü de harmanlayanlardanım. En nihayetinde şunu unutmamak gerekir ki yüksek faiz bir sebep değil, sonuçtur.

         Türkiye gibi üretimi tüketime bağlı olan ve döviz girdisinin büyük bir kısmını sıcak para, turizm geliri ve hammadde ihracatı ile elde eden bir ülkede tabi ki krize girildiğinden faiz oranlarının artması beklenir. Şimdi burada etik bir görüş savunup faizler arttırılmamalı, sıradan vatandaş faiz yükünün altında ezilir, ekonomik büyüme sekteye uğrar gibi iktidar vari düşünceleri dile getirmeyeceğim. Çünkü bunu diyen iktidar 2008 yılına kadar yüksek faiz-düşük kur politikasını uyguluyordu zaten.

           Merkez Bankası'nın dün gece aldığı karar ile faiz oranlarında beklenen artış gerçekleştirildi. Müdahalenin geç yapıldığına inananlardanım. Bu inancım siyasi bir tavırdan ötürü değil. Günümüzde bırakın büyük şirketleri, zengin yatırımcıları sıradan vatandaşlar bile borsayı takip ederek gelecekte olabilecek ekonomik hamleleri takip edebiliyor. Gazetelerde bazı köşe yazılarında bu gibi durumlarda üniversitede ekonomi derslerinde sık duyduğumuz bir kavramı görürüz. Rasyonel hareket eden bireyler şunu yapar diye. Çok merak ediyorum o rasyonel bireyler kimdir diye?

            Döviz kuru artıyor ise; 1 dolar almak için artık daha fazla Türk parası vermek gerekiyorsa vatandaşlar ve üreticiler ithalatını azaltacaktır. Diğer yandan Türk malları dolar cinsinden ucuz olacağından ihracatımız artacaktır. Yani rasyonel beklentilere sahip olan Türk Yatırımcılar birden aşka gelip hadi piyasayı mala boğalım diyeceklerdir. Kesinlikle böyle olacaktır eminim. Hal böyle olunca ihracat artıp, ithalat da düşünce cari açığımızda yavaş yavaş kapanacaktır. Keynes veya Minsk mezarından kalksaydı eminim çok gülerdi bu duruma.

            İhracatın ithalata bağlı olduğu, petrol olmadan 2 gün bile üretim yapılamayan bir ekonomiyi döviz kurları ve faiz oranlarındaki ince bir çizgi üzerinde idare etmeye çalışıyoruz. Spekülatif bir ataktan söz ediliyor. Böyle bir şeyin olması gayet mümkün. Merkez Bankası faiz arttırımı kararı almadan önce düşük faizle TL borçlanıp dolara dönenler oldu. Son günlerde döviz kurundaki aşırı artışı fırsat bilip, piyasayı iyi okuyan yatırımcılar Merkez Bankası'nın faiz arttımı kararından önce açık pozisyonlarını kapatmak için doları bozdurup tekrardan TL'ye dönerek büyük getiri elde etmiş olabilirler. Merkez Bankası faiz arttırımı kararını şok bir karar ile erkene alsaydı belki bu kişilerin oyunu bozulabilirdi.

            Faiz lobisini hep dışarda ararız veya Türkiye'deki zengin iş adamları olduğunu düşünürüz. Öyledirlerdir belki de peki bu dönemde dolara hücum eden sıradan vatandaşlar da olmadı mı.? Belki hainler şu an aramızda bile dolaşıyor olabilir. Döviz almak ile aslında parasını satın aldığımız ülkeye karşılıksız borç verdiğimizi bilsek inanıyorum ki kimse böyle bir harekete tenezzül etmez. Gelirimizi türk parası olarak elde ettiğimiz bir ortamda dolar ile borçlanmak, ev kirasını dolara endekslemek önlem almaktan çok kendimizi idam sehpasına çıkarmak gibi bir şeydir. İşin kötü tarafı idam sehpasına tekmeye atan biz değil, faiz lobisi dediğimiz kişilerin olması. O tekme her an  atılabilir.

             Faiz arttımı sonrası görünüm nasıl olabilir diye düşünelim biraz da. Henüz yolun başında olan birisi olduğum için kesin yargılarda bulunamayacağım sadece ihtimalleri dile getirebilirim. Merkez Bankası'nın kararları kısa vadeli faizlerde etkili olur, böylece dövizin ateşi dindirilebilir. Fakat  burada nasıl bir spekülatif hareketle karşı karşıyayız bilmiyoruz. Belki bu faiz arttımına rağmen hem yerli hem yabancı yatırımcılar döviz almaya devam edecek. Çünkü öyle bir dönemden geçiyor ki Türkiye; cari açığın milli gelire oranının %7,5 olduğu, siyasi istikrarsızlığın arttığı, hukuka olan güvenin azaldığı ve FED'in aldığı kararlardan sonra ülkeye gelen sıcak paradaki azalmayı göz önüne alırsak ekonominin iyileşmesi epey bir sancılı olabilir.

            İktidarın tavrına da biraz değinmek istiyorum. Artık piyasalar tamamen küreselleştiği için bu tarz dalgalanmaları sık sık yaşıyor ülkeler. Bizim gibi ülkeler bu durumlara çare bulmak yerine her defasında yeni bahane üretiyor. İktidar, Gezi Parkı eylemleri ve Yolsuzluk soruşturmasını öne sürerek bu durumdan mağduriyet yaratmayı bile başardı diyebiliriz.

             Sonuç olarak kısa bir özet geçmek istiyorum. FED'in almış olduğu kararlardan sonra artık; sıcak para faiz nerede yüksek ise oraya gidecektir. Merkez Bankası'nın dolar rezervinin azaldığını da varsayar isek yapılan bu faiz artışının kalıcı olma ihtimali var. Kısa vadede bu krizin üstü örtülür ve yerel seçimler en az hasarla atlatılmaya çalışılır. Uzun vadede ise büyüme sekteye uğrar diye düşünüyorum genel kanı da bu yönde zaten. Merkez Bankası enflasyon hedefini yukarı çekti. Ben zaten ülkedeki enflasyon rakamlarına güvenmiyordum. Böylece faturanın vatandaşa ödetileceği kesinleşmiş oldu. Artan döviz kuru bahane edilerek fiyat artışları başlayacak. Neyse ki yalan rüzgarı  gibi ülke gündemimiz var entrikalar ile boğuşuyoruz. O yüzden bunları da unuturuz. 

23 Ocak 2014 Perşembe

Mantığım Kalbime Karşı Geliyor...

            Biz erkekler bazen çok ilginç olabiliyoruz. Hayal dünyamızda bir kadın yaratıyoruz. Sonra uygun vücut ölçülerine sahip olan bir tanesine o hayalimizdeki kadını yerleştiriyoruz. İlk başlarda herşey güzel gidiyor, saçmalıklara katlanabiliyorsun ama sonra bir şeyler çarpıyor yüzüne. Severek yaptığımız çoğu şeyi artık yapmıyoruz veya gizli saklı yapıyoruz. Ve hiç sevemeyeceğimiz şeyler bizim rutinimiz oluyor. Adına ilk başta AŞK diyoruz, sonra mantık ilişkisi oluyor. Karşılıklı olarak idare ediyoruz. Ve en sonunda herşey bitince koca bir SAÇMALIK oluyor...

            Hayatımda ilginç bir dönemece giriyorum. Ne zaman bir şeyleri yapmaya heveslensem bir aksilik çıkıyor işte. Bu sefer de araya askerlik giriyor. Geçmişte yaşadığım bazı pişmanlıklar oldu. Hayalimin yakasına yapışmadım, çabuk vazgeçtim. Birkaç kız sevmiştim çok uzun zaman önce uzaktan bakmak ile yetindiğim. Ve şimdi askere gitmeden önce şapkamı önüme koydum. Bir kenarda kimseye söylemekten çekinmediğim hayallerim diğer tarafta kendime bile söylemeye cesaret edemediğim bir hissiyat. Döndüğümde ne bulurum bilemem. Ama düşünmek için epey bir zamanımın olacağı kesin. 

              Artık kendime yalan söyleyemiyorum. Aklımdan ve kalbimden geçen işi yapmak için neden bekliyorum ki. Önümde tek engel hayatım boyunca karşıma çıkan Allah'ın cezası bir sınav. Sonrasında meşakkatli bir süreç, daha çok okuyup, daha çok yazacağım. Arada düşüncelere dalacağım ama en nihayetinde kendim olacağım. Kimsenin ne dediği umurumda olmayacak. Belki kendime olan güvenimi tekrardan kazanıp bir kıza kalbime bile açabilirim. Aslında öyle birisi de var ama henüz hazır değilim. Daha doğrusu keyfimi bozmaya niyetim yok henüz :) 

              Sevdiğinizde ilginç bir ruh haline bürünürsünüz. Üzerinize vazife olmayan bir görev üstlenirsiniz. O'nu mutlu etmek, yüzünü gülümsetmek, derdine derman olmak. Peki sen, sen ne haldesindir? Bana gamsız, vurdum duymaz diyorlar. Doğru da söylüyorlar çünkü öyle olmak zorundayım. Sevmeyi beceremiyorum çünkü her defasında bokunu çıkartıyorum. Birilerini mutlu etmeyi o kadar çok istiyorum  bu benim mutsuzluğuma mâl olsa bile. Şu an bir uyku halindeyim, rüyalarda mutlu olduğumu zannediyorum. Orası benim hakimiyet alanım. Ve birisi beni şiddetli bir şekilde sarsıp uyandırmadığı sürece de uyanmaya niyetim yok gibi...

19 Ocak 2014 Pazar

Türk İşi Ekonomi

           Global ekonomik krizlerden biraz kendi ülkeme dönmek istedim bu yazımda. Malum Mayıs ayının sonunda başlayan Gezi Protestoları ve sonrasında 17 Aralık'taki Yolsuzluk operasyonları, Cemaat-İktidar çekişmesinden sonra sürekli dile getirilen bir deyim var. Faiz lobisi, dış mihraklar, ülkenin iyi yerlere gelmesini istemeyen içimizdeki hainler vs.

            O kadar çok bilgi veriliyor ki insanlara, büyük bir bilgi kirliliği içerisinde yaşıyoruz. Eskiden insanlar gazeteleri arka sayfadan okumaya başlardı. Artık anlasalar da anlamasalar da herkes ekonominin gidişatını takip ediyor. O yüzden insanların bu ilgisini dağıtmak için bol istatistikli yazılar kullanılıyor. Şimdi temel ekonomik veriler üzerinden Türkiye ekonomisi hakkındaki görüşümü belirtmek istiyorum.

             Bir ülkenin ekonomisini değerlendirmek için en önce bakmamız gereken veri Gayri Safi Yurtiçi Hasıla'daki değişimdir. Türkiye'nin milli geliri 1 trilyon dolara yaklaştı sayılır, kişi başına düşen milli gelir ise 10.000 doları geçti. Her zaman geçmiş ile kıyaslama yaparız. Doğru, Türkiye geçmiş rakamlara göre ekonomisini büyüttü. Ama diğer ülke ekonomileri ile karşılaştırdığımızda asıl fark ortaya çıkar. Türkiye büyürken acaba kaç tane yeni iş kolu oluşturdu. Neden ekonomi büyürken, işsizlik rakamlarında önemli bir azalma yaşanmadı. Yapmış olduğumuz ihracatta ne kadar katma değer yarattık. Burada katma değer kavramını açmak istiyorum. Düşünün Bulgaristan'dan bir hammadde aldınız. Bu hammaddeyi işleyip yeni mamul haline ne kadar getirebildik. Örnek amaçlı veriyorum bu rakamı , kilosunu 5 liraya ihraç ettiğimiz ürünü 35 liraya mamul olarak aynı ülkeden geri alıyoruz. Büyümenin motorunu hammadde ihracatı, montaj sanayi ve en önemlisi de gayrimenkul piyasasına endekslemişiz.

              Enflasyon rakamlarını tek haneli rakamlara indirdik. Büyük bir başarı.  Türkiye olarak neredeyse 40 yıllık bir enflasyon deneyimimiz var. Nasıl mücadele edeceğimiz, hangi politikaları uygulayacağımızı öğrenmiş durumdayız. Enflasyonun en önemli riskleri; yatırımları azaltır, borçların vadesini kısaltır, fakirlerden zenginlere doğru gelir transferi yaşanır. Nominal faiz oranlarının artmasına sebep olur. Bunların hepsini 40 yıllık süreçte yaşadı Türkiye. Yüksek faizler bir neden değil, bir sonuçtur. Demek oluyor ki geçmişteki yüksek faizlerin sonucu istikrarsız hükümetler, yüksek enflasyon, sabit döviz kuru rejimi ve döviz kıtlığı...

                 Eskiden bir maaş ile ev geçindirebilen aileler, artık çift maaş ile evini zor geçindiriyor. Bununda açıklaması hazır. Ülkeler büyümelerini diğer ülkelerin tüketimlerini arttırarak sağlıyor. İhracat yaptığınız ülkeler tüketmeye devam ettiği sürece büyümekten yana sıkıntınız yok. Eğer tüketimi azaltma yoluna gidip tasarrufları arttırmak isterseniz bu sefer karşınıza uluslararası kamuoyu ve kuruluşlar çıkıyor. Serbest ticarete engel koyamazsınız deniyor. Döviz kıtlığın varsa faiz oranlarını arttır o zaman diyorlar. Yani kanayan parmağı tedavi etmenizi değil kesmenizi istiyorlar sizden.

                  2000'li yılların başında döviz kuru 1.10- 1.25 civarlarında idi. Bugün biz 1.70 civarındaki dolar kuruna istikrarlı diyoruz. Kamu borcumuzun milli gelire oranı %40'ı geçmediği için övünürken 60 milyar dolarlık cari açığı görmezden gelip nasıl olsa çarkı çevirebiliyoruz veya ekonomimiz iyi diyebiliyoruz. Hemen felaket haberciliği yapmayayım. Türkiye'nin cari açığının en önemli üç sebebi; ülkenin enerji açığını kapatmak, teknoloji transferi ve ülkede olmayan malların alımı. Evet cari açık bundan ibaret diyebiliriz. Fakat aynı şey diğer ülkeler içinde geçerli değil midir? . Çin'in daha fazla büyümesi için daha çok enerjiye ihtiyacı var. Dünyanın en büyük enerji ithalatçılarından. Ama ona rağmen döviz rezervi bizim 5 katımız, dış ticaret fazlası veriyor. Peki Çin uç bir örnek oldu. Orada devlet kapitalizmi var, sıkı döviz kontrolleri, ucuz işgücü, sürekli sömürülen fakir halk vs. Peki ya Brezilya, Güney Kore, Singapur...

                Ekonomi derslerinde bize hep teorik olarak korku aşılanır. Yüksek enflasyon düşmanınızdır. Türk parasının değer kaybetmesi tehlikelidir. Yani bir doların 1.70 tl'den 2.20'ye fırlaması gibi. Çünkü döviz aldığımız ülkelere karşılıksız borç vermiş oluyoruz. İnsanlarımız fakirleşiyor. İç üretimi ithalata bağlı olan Türkiye'de döviz kuru artınca otomatikman fiyatlarda artıyormuş. Sanırım şehir masalları ile yaşamaya alışmışız.

                 Ülkeye döviz kuru girsin diye yıllardır üretmek yerine faiz oranlarını bir aşağı bir yukarı çekiyoruz. Enflasyon diye bir canavar yarattık bu sayede toplumun tüketimi ile işçilerin ücret artışlarını kontrol altına aldık. Milli gelir büyüsün de nasıl büyürse büyüsün. Kâr eden kuruluşların reel sektör değilde finans sektörü olması mühim değil. Piyasada nakit para yok, herkes karşılıklı güvene dayalı çeklerle üretim yapmaya devam ediyor. Bir gün saadet zinciri kırıldığında bankalar akbabalar gibi üreticilerin başını üşüşünce ekonomiyi düşünemiyorum. Özel sektörün dış borcu ne alemde haberi olan var mı? Peki ya kredi kartları ile tüketici kredileri? Ekonomi iyi demesi kolay. O yüzden benim de oturup Süleyman Yaşar gibi iyidir iyi dememe gerek yok. Nasılsa birileri bunu hergün tekrarlıyor. Hadi siyasetçileri anladık, kendi malına kötü diyecek değil. Peki halka doğru bilgiyi vermesi gereken iktisatçılara ne demeli.

                    Sarsılmaz, yıkılmaz bir ekonomimiz yok. Amerika bile son global krizde ciddi yaralar aldı. Risk var mı diye soranlar var? Cari açık rakamları, artan döviz kuru, Fed'in kararları, kayıtdışı ekonominin önlenememesi, vergi kanunlarının sürekli değişmesi ve adaletsiz gelir dağılımı, yargıya olan güvenin sarsılması, komşu ülkeler ile olan sorunlar ve ortadoğu coğrafyasının kan gölüne dönmesi....Ben bunları düşününce geleceğe dair pek umutla bakamıyorum. İş bulunur, bir parça ekmek, bir bardak su da belki. Ama adalet hepimize bir gün lazım olacak. Bunu unutmamak gerekir. 

18 Ocak 2014 Cumartesi

Martin Eden'in Yolundan....

           Günler, aylar birbirini kovalarken koskoca yılları geride bıraktığımın farkına yeni yeni varıyorum. 72 yıl yaşayacağımı varsayar isem ömrümün üçte birini tüketmişim. Uzun bir öğrencilik deneyiminden sonra iş hayatına adapte olmak gerçekten zor oldu. İşe girene kadar aldığımız kararlar hep çocukcaydı, masumdu. Hata yapmak keyifliydi. Bir yılı geride bırakırken istifa mektubumu yetkilime verdim. Kendime tanımış olduğum süreyi doldurduğumu düşünüyorum. Bir an önce askere gidip artık hayallerimin peşinden koşmamın zamanı geldi. Çok şeyden vazgeçtim, hayallerimi hep bir sonraya erteledim ailem için. Fakat artık dayanacak gücüm kalmadı.

            Bazen düşünüyorum da bazı şeyleri bu kadar çok düşünmeme rağmen nasıl böyle sakin ve güleryüzlü kalabildim. Fiziksel olarak çöktüm diyebilirim. Saçlarım beyazladı, sporu bıraktım kilo aldım galiba sefilleri oynuyorum. Kendimi hayal dünyama hapsettim. Kimsenin bana zarar veremeyeceği bir dünya. Orada mutluyum, platonik ilişkilerim var, kariyer kaygısı yok, birilerine kendimi ispatlamak zorunda değilim. Ama aynı zamanda gerçek hayat da devam ediyor. Birileri başarıyor, birileri mutlu, birileri zorluklara göğüs geriyor. Bense hep kaçıyorum.

                Çocukken iki kulvarda yarışıyordum. Derslerim iyiydi annem hep oku bir diploman olsun, çok oku bir gün ben sana yeter diyene kadar derdi. Evet istediğini gerçekleştirdim. Hatta öyle bir duruma geldik ki eve elimde kitapla girince kavga ediyoruz onunla. Futbolcu olacaktım sanki yeteneğim de vardı ama şansım yoktu. Doğru zamanda doğru yerde olamadım. Hayal kırıklığı olarak anılarımda kaldı.

                 Şimdi yine bir hedef koydum önüme. Evet engeller her zaman ki gibi var. Ve en büyük engel benim hayal gücüm. Bugüne kadar çok kitap okudum, çok film izledim. İdeal hayatlar üzerine kurdum dünyamı. Will Smith'in filmlerindeki gibi bir adam olmak istiyorum veya Jack London'ın romanlarındaki gibi. Sonum belki Martin Eden'inki gibi de olabilir. Çok fazla bir şey istemedim. Sabahları koşarak gidebileceğim bir iş, her akşam kapıyı güler yüzle açan bir eş, halime hep şükredeceğim bir yaşam....Neyse hayal kurmaya başladım sanırsam yine. Başarılar diliyorum tüm sevdiklerime. Kıskanmıyorum başarılarınızı, mutluluğununuzu veya zenginliğinizi. Sadece biraz kırıntılarından istiyorum çok mu? 

12 Ocak 2014 Pazar

1929'dan 2007'ye Değişmeyen Finansal Sömürü

       Ekonomik krizlere olan merakım beni her geçen gün daha fazla araştırma yapmaya itiyor. O yüzden bu yazımda 1929 yılında Amerika'da yaşanan büyük buhrandan 2007 yılındaki Küresel Ekonomik krize kadar ki sürece değineceğim. Yazıyı çok fazla detaya boğup uzatmak gibi bir niyetim yok.

        Amerika Birleşik Devletleri'nde 1913 yılında ülkenin en zengin ailelerinin uzun uğraşları sonucunda Amerikan Merkez Bankası ( Federal Rezerve Bank) kuruldu. New York'taki ulusal bankaların sahibi olan Rockefeller, Morgan ve Warburg aileleri bu sayede sadece New York'taki değil tüm Amerika'daki para hacmini kontrol altına aldılar. Para arzını kontrol ederek faiz oranlarını belirleme gücüne sahip oldular. İşçi ücretlerini baskı altına alabildiler. Hükümete yüksek faizden borç vererek vergi mükelleflerinin paralarına el koyma fırsatına sahip oldular. 2.Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan Bretton Woods sistemi ile altın-dolar paritesine sahip olarak piyasaya dolar pompalayıp altın rezervlerini FED'in hazinesine doldurma imkanına da sahip oldular.

         1929 yılında kriz yaşanmadan önce faiz oranlarının düşmesi ile ihtiyaç kredileri arttı ve tüketim patlaması yaşandı. Artan tüketim halkın refahının artmasına bağlandı o dönem; fakat bu bir yanılsamaydı. Borca dayalı yaratılan zenginlik ekonominin yumuşak karnıydı. Arabaların %60'ı, radyoların %80'i ihtiyaç kredisi ile alınmıştı. Halka arz edilen, tekelleşen firmaların borsada yaptığı spekülasyonlarla yeni zenginler yaratıldı. Tabi saadet zinciri bir yerde kırıldı. Kriz patlak verince, faizler arttı ve ekonomi yerle bir oldu. Çiftçiler üretimi bıraktı, ihtiyaç kredisi alanlar borçlarını ödeyemedi, işsizlik arttı, üretim düzeyi yarı yarıya düştü, gayri safi milli hasıla %25 azaldı. Krizden kazançlı çıkan bir kesim vardı o da tabi ki FED'in başındakilerdi. Morgan ve Rockefeller ailesi hisse senedi fiyatı düşen şirketleri ucuza kapatma fırsatına erişti. Hükümetin yeniden kalkınma hareketine öncülük etti ve vergi mükelleflerinin parasına el koymayı başardı.

          Yukarıda anlattıklarım şu an ki Türkiye ekonomisi ile benzerlikleri var biraz. Borca dayalı tüketim, ithal edilen büyüme, reel ekonomi değil finans sektörünün kârlılığı, büyümeye rağmen azalmayan işsizlik, sıcak paraya bağımlı bir ekonomi.

            2. Dünya Savaşı'nda sonra doların rezerv para olarak ilan edilmesi ve para arzının altına bağlanması ile 25 yıllık bir refah dönemi yaşandı. Amerika stok fazlası ürünlerini Avrupa'ya ihraç ederek eritti. Dolar almak isteyenlerin FED'den altın karşılığı bunu yapması dünyadaki altın akışını Londra'dan New York'a çevirdi. Şu bir gerçek ki yüzyıllarda geçse altın her zaman en güvenilir değer biriktirme aracı olacaktır. FED'in başındakiler de bunu biliyordu.

            1971 yılında Amerikan Başkanı Nixon şunu anladı. Ya değirmen dönmeyi bırakırsa insanlar dolardan vazgeçip altına dönmeye karar verirse ne olacaktı? Çünkü 25 yıl boyunca Amerika dünyanın her yanına dolar dağıtmıştı. Özellikle Japonya,Fransa ve İngiltere'nin elinde ciddi bir dolar rezervi vardı. Eğer bu dolarları altına çevirip sistemden çıkmak isterlerse ciddi bir sorun olabilirdi. Nihayetinde Nixon Altın-Dolar sistemini terk ettiğini açıkladı ve olan dolar biriktiren ülkelere oldu. Buradan birkaç sonuç çıkartabiliriz. Bu kararla FED'in elinde kalan altınlar onların kârı oldu. Böylelikle sınırsız dolar basma yetkisine sahip oldular yani dolar basarak diğer ülkelere enflasyon ihraç edebilecekti. Bu konuyu açmak istiyorum. Şöyle düşünün Türkiye'de 1 dolar=1 Tl olsun ve bu ekonominin istikrarı için bir sınır olsun. Eğer ülkeye dolar girişi olursa arz-talep meselesini hesaba katarsak dolar kuru 1 TL'nin altına düşecektir. Merkez Bankası bu duruma müdahale ederse piyasadan dolar alıp Tl sürecektir. Böylece para arzı artacak ve enflasyon riski ile karşı karşıya kalınabilecektir. Tabi bu bir teori. Fakat dünya genelinde hep böyle olmuştur. Bunun tek istisnası Çin'dir. Çin sıkı dolar kontrolü yaptığından ülkeye giren dolarları üretime aktarıp ihracata dayalı bir büyüme gerçekleştirirken, Türkiye harcamaya dayalı bir büyüme gerçekleştiriyor.

           Amerika altın-dolar sistemini terk ettikten sonra dünyayı sömürmenin ve borçlanmaya devam etmenin farklı bir yolunu buldu. Dünya'nın her tarafına dağıttığı dolarları tekrardan ülkeye geri getirmenin yolu basitti. Dünya'nın en büyük 3 kredi derecelendirme kuruluşu S&P, Moody'S ve Fitch Amerika'nın çıkardığı tahvillere ve bonolara AAA notu vererek tüm yatırımcıların ilgisini çekiyordu. Böylece sorunsuz şekilde borçlanmaya devam ediyordu. Amerika Çin'den mal alıyor, Çin kazandığı dolarları Amerikan tahvillerine yatırıyordu. Hiçbir zaman ödenmeyen ana para sayesinde Amerika cüzi miktarda faiz ödeyerek zenginliğini sürdürmeye devam ediyor.

             Son olarak 2007 krizine de değinerek bitirmek istiyorum. Alan Greenspan FED'in 18 yıl başkanlığını yapmış efsane iktisatçı. Onun öncülüğünde Amerika tarihinin en büyük balonları yaratıldı. İlki 1999 yılında patlayan Dot.com kriziydi. Yeni kurulan internet şirketlerine aşırı yatırım yapan yatırımcılar bir süre sonra yatırımların karşılığını alamayınca kriz patladı. Daha sonra Amerikan rüyası adı altında bankalar tüm Amerikalıları ev sahibi yapmak istedi. İnsanların ödeyip ödememesi önemli değildi. Herkese veriliyordu Mortgage kredisi. Çünkü borç veren bankalar ipotekli ev kredisini ambalajlayıp menkulleştirerek borsa da yeniden satışa sunuyordu. Böylece vermiş olduğu krediyi bilançosundan çıkartabiliyordu. Bir süre sonra bir furya oluştu. İnsanlar bankadan kredi çekip evin fiyatı arttığında yüksek fiyattan satıp bankaya olan borcunu kapatıyor. Üste kalan para da kârı oluyordu. Hatta insanlar korkup kaçmasın diye uluslararası derecelendirme kuruluşları ipotekli ev kredilerine AAA kredi notu verecek konuma bile gelmişti.

            Sonuç tabi hüsran oldu. Lehman Brothers borçlarını döndüremeyince iflas bayrağını çekti. Peki FED neden kurtarna operasyonu yapmadı. Diyeceksiniz ki yaptılar yapmaz olurlar mı? Kongreden 700 milyar dolarlık kurtarma paketi çıktı. Aslında bu da kirli oyunun bir parçası idi. Amerika'da patlak veren borç krizi dünyaya yayıldı. Sıradan bir Amerikan vatandaşının ipotekli kredisini Alman bankaları dahil birçok Avrupa'lı bankalar aldı. Kriz patlak verince domino etkisi yarattı. Bu krizden sonra Amerika Arap baharına zemin hazırladı, Almanya Euro'nun devaüle edilmesine izin verdi ve Yunanistan'ın batması pahasına ihracatını yapmaya devam etti. Kazan kazan oyunuydu. Amerika Ortadoğu'ya yeni kuklalarını yerleştirme fırsatını buldu. Almanya Euro'yu devaüle ederek ihracatını arttırıp, ithalatını kıstı...Olan sıradan vergi mükelleflerine oldu.

             Yazıyı Henry Kissinger'ın sözü ile bitirmek istiyorum: " Petrolü kontrol edersen milletleri kontrol edersin, gıdayı kontrol edersen halkları kontrol edersin, parayı kontrol edersen dünyayı kontrol edersin."

Yalnızlıktan Mutluluğa...

         Bazen soruyorlar yalnızlık nasıl bir şey diye? Cevap vermiyorum. Herkes anlamaz özgürlüğün kıymetini, öncelikle ortada bir irade var. O iradeye saygı göstereceksin. Çok fazla Hollywood filmi ile aklımızı karıştırdılar. Sonu hüsranla biten çok ilişki gördük. Birileri kulağınıza fısıldayabilir sonunu düşünen kahraman olamaz diye. Aldırış etmeyin onlara. Peşinden koşulacak o kadar çok kadın var ki koşacaksan bari imkansızın peşinden koş sıradan birisi olmasın. Belki bu mantıktan olsa gerek yalnızlığım.

          Umutsuz bir romantik değilim, şıpsevdi zaten olamam. Belki gamsız diyebilirsiniz ona sesimi çıkartmam. Tuhaf bir ruh halindeyim. Gökten boşanırcasına yağmur yağıyor. Her insanın yaptığı gibi ilk gördüğüm boş taksiye (kız) ıslık çalıp binmem lazım. Nereye gittiğim önemli değil sadece sığınacak güvenli bir liman lazım. Fakat ben ellerim cebimde ıslanmayı tercih ediyorum. Bazen başımıza gelen felaketlerden kaçmamak lazım, gökkuşağı yağmur yağdıktan sonra ortaya çıkmaz mı? İşte onu bekliyorum...

            Aldırış etmiyorum insanların benim hakkında söylediklerine. Ne var yani çok mu zor bir kızın aklını çelmek. Dikkat edin aklını çelmek diyorum gönlünü değil. Allahın işine karışacak kudretim yok. Herkesin sıradan bir hayatı var. Hayatınıza heyecan katmayan bir insana iş olsun diye sevgilim diyebiliyorsunuz. Türlü saçmalıklara gülümsemeyi becerebiliyorsunuz. Tek başınıza yapmaktan zevk aldığınız şeyleri artık onunla yaparak o zevkten de mahrum kalabiliyorsunuz. Yani kısacası kalbinizi bir kaç yıl nadasa bırakmaktansa gereksiz insanlara yer vererek kendinizi heba ediyorsunuz.

             Bu kadar demagoji yaptıktan sonra ideal bir ilişkiye sahip olacağımı iddia etmeyeceğim yanlış anlaşılmasın. Mesela beraber olacağım kız "50 İlk Öpücük" filmindeki Drew Barrymore'un canlandırdığı gibi birisi olmayacak veya "Pearl Harbor"daki Kate Beckinsale veyahutta "Akıl Oyunları"ndaki Jennifer Connely gibi birisi. Bu gidişata son vermenin bir yolunu buldum. Beraber olduğum kızlara baktığımda onları göreceğim. İnsan bazen gerçeği görmek istemez sadece hayal dünyasında yaşamak ister. Ben buyum değişmiyorum, değişemiyorum. Yalnızlığımdan şikayetçiyim ama keyfini sürmesini de biliyorum. Çok kız geçti gözlerimin önünden hiç birine gitme kal diyemedim. Çünkü hiçbir zaman benim olmadılar...

            Buraya kadar yazdıklarım belki size bir şey ifade etmemiş olabilir. O yüzden yazıyı birkaç özlü sözle bitirmek istiyorum.
"Zeki bir insan yalnızlıkta, düşünceleri ve hayal gücüyle mükemmel bir eğlenceye sahiptir."
"Yalnızlık, insanın çevresinde insan olmaması demek değildir. İnsan kendisinin önemsediği şeyleri başkasına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğu zaman kendini yalnız hisseder"

            

2 Ocak 2014 Perşembe

POLİTİK İKİLEM, EKONOMİK DARBE

            Bir zamanlar 68 kuşağı vardı bizim hiç göremediğimiz ve belki bir daha sahip olamayacağımız bir kuşak. Bedenlerini toprağa, fikirlerini kitaplara gömdüğümüz bir kuşak. Dünyanın her yerinde uyutulduk. İngilizleri Beatles uyuttu, Araplar tam uykudan uyanacaktı İsrail müsade etmedi. Avrupa zaten yaralarını sarıyordu. Türkiye'de durum farklıydı. Halkı ikiye böldük sağ ve sol diye. İnsanların fikirleri sokaklarda çatışıyordu. Birbirini öldürmekte başarılı olamayanları zindanlarda çürütüyorlardı kimilerini ise dar ağacına gönderiyorlardı.

              Bugün 68 kuşağının kitaplara gömdüğü fikirler yeni nesilin zihninde filizlendi, cesaret bulup sokağa çıktı. Bu sefer birbirini boğazlamaya yeltenmediler ama başkaları vardı karşılarında. Eskiden zindanlarda çürüten zihniyet artık sokakta öldürmekten çekinmiyordu. Çünkü meşru müdafaa idi, kaza kurşunları bedenleri delip geçerken geride boynu bükük aileler kalıyordu.

               Zenginliği hep parada aradık; milli gelir arttı, ekonomi büyüdü, artık apartman dairelerinde oturuyoruz. Fakirlere 3 çocuk yapın diyoruz. Düşünün ki fakirlerin çocuklarının içmesi gereken sütü zenginlerin kedi köpekleri içiyor bu ülkede. Farkında değiliz ama birileri zengin olmaya devam ederken biz yerimizde sayıyoruz. Artık her ilde bir üniversite var değil mi aldığınız diploma ile hangi işi yapıyorsunuz? Kaç ay çabaladıktan sonra pes ediyorsunuz hayalinizdeki işi bulamadan? Cebinizde son model akıllı telefon var değil mi? Hangi para ile aldınız, emeğinizi kaç takside bölüp hangi bankanın kölesi oldunuz? Bütün Türkiye'yi bir İstanbul ile Ankara'dan ibaret olarak görmeyin. Zenginliğimizi doğu ile ne kadar bölüştük. Bırakın doğuyu bizim cebimize para girerken karşı komşumuz ne haldedir diye düşündük mü? Hayır tabi ki, üstüne üstlük artık komşularımızı ahlaksızlıkla suçlayıp ihbar eder olduk.

                3.Köprü, İstanbul'a 3. Havalimanı hayaldi gerçek oldu. Birileri istemiyormuş kim ki onlar acaba? Dış mihraklar mı, içerde bizi çekemeyenler mi? Kimin parası ile yapacağız biz bu yatırımları. Binlerce öğretmen açığımız varken atayamadığımız öğretmenlere ödenmesi gereken paralarla mı, içdiğimiz sudan aldığımız nefese, tükettiğimiz alkolden çiğnediğimiz ekmeğe kadar ödediğimiz vergilerler mi yoksa? Kim bizi paçamızdan tutup çeken. Yoksa Don Kişot gibi yel değirmenlerini mi dövüyoruz. Düşman dediklerimizin parası ile yatırım yapan biz, onların parası ile zenginleşen biz, onların desteği ile iktidara gelen biz....Biz kimiz Allah aşkına!Yolsuzluğu sandıkta aklayıp, hukukun üstünlüğünü ayakkabı kutusuna saklayanlarız. Cami cemaatinin parasını faize yatırıp, depremzedeler için toplanan paralar ile duble yollar yapanlarız. İthal ettiğimiz gaz ile kendi vergi mükelleflerimizi zehirleyenleriz.

                Borsa tepetaklak olmuş, kurlar yükselmiş, faizler tavan yapmış, enflasyon hedeften sapmış...Size ne kardeşim. Ekonomi büyüyorsa sana mı büyüyor, kötüye gitse kaybedecek neyin var ki! Emeğiniz hiçbir yerde para etmez sadece her gün karnınızı doyuracak kadar tabağınızı doldurur. O yüzden arkanıza yaslanıp kumandanızı elinize alın. Başkalarını doyarken, mutlu olurken, zenginleşirken izlemeye devam edin. Eğer uslu bir çocuk olursanız belki reklamlardan sonra uyuya kalır rüyanızda zenginleri bile görebilirsiniz....
            

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...