18 Aralık 2014 Perşembe

Mutluluk Kervanının Cebi Delik Gönlü Zengin Yolcuları...

          Metrodan indikten sonra ağır ağır ilerledim eve doğru bu akşam. Ilık sayılabilecek bir kış günü, derin derin nefes aldım her köşesinde hatıralarımın olduğu, bir zamanlar top koşturduğum sokaklardan şimdi üzerinde takım elbiseli, mesaisini aksatmayan, her sabah küfrederek uyanan, hayatı sorgulamaktan paranoya olmuş bir adam olarak geçiyorum.

           Bizim jenerasyon özgürlüğüne aşırı düşkün orası kesin. Hayal kurmaktan zevk duyan ve o hayallerin ucundan tuttuğunda bırakmayan insanlar. Şanslıyım ki zenginliği para ile değil, zamanını ne kadar verimli kullandığı ve mutluluğu ile ölçen dostlarım var. Dünyayı otostop yaparak gezen arkadaşım, başarılı iş kadınları ama işkolik olmayan cinslerinden, siyasi bir davanın peşinden koşan idealistler, adalete olan inancımızı korumamıza vesile olan avukat dostlarım, hayallerimizi ucuza pazarlayan bankacılar ve daha niceleri...Hepimiz farklı bir yol seçtik fakat gidiş biletlerimizin hepsi aynı yere. Ernesto Che diyor ya; belki hiçbir şey yolunda gitmedi ama hiçbir şeyde bizi yolumuzdan etmedi. İşte aynen öyle, sıradanlığın keyfini çıkaran, basit mutlulukların peşinden koşan, hayalleri büyük ,adımları küçük insanlarız. Belki çoğu arkadaşımı arayıp sormuyorum; ama uzaktan mutlulukları ile gurur duyuyorum. Neyi başardığı veya kaç para kazandığı umrumda değil. Sıradan yaşantısına bir anlam yükleyebildiyse ne mutlu ona.

             Her sabah Levent metrosundan çıkarken koca koca binalara takılıyor gözüm. Bizim omuzlarımıza bu yükü neden koydular. Herkes köşesini kapmış ise ben nasıl  mutlu bir adam olacağım diyorum kendi kendime. Tam o sırada soğuk bir kış günü üşüyen ellerine hohlayarak ısınmaya çalışan teyzeyi görüyorum. Her sabah insanlara lezzetli ama ucuz kahvaltı hazırlayan. Evine ekmek götüren, çocuklarının hayallerine destek çıkan cefakar anne. Sonra camekanlarda yansıyan kendime bakıyorum. Bu bezmişliğin sebebi aslında gün gibi ortada. Çocukluğumuzdan beri hayata bir yarış atı gibi hazırlandık. Diploma almamız ile start verildi ve koşu başladı. Bakalım kariyer basamaklarını kim daha hızlı çıkacak. Örnek gösterilen başarılı ve çok para kazanan teyze çocukları size hep örnek gösterilecek. (Şaka bir yana iyi ki var o teyze çocukları. ) Sonra daha 22 yaşınızda kalıp düşünceler girecek aklınıza. Aileme olan vefa borcumu nasıl öderim. Hemen para biriktirmelisiniz, bankadan biraz kredi çeker ev alırsınız o vefakar ailenize. Derken artık evlenme gereği duyar kendi yuvanızı kurarsınız. Çocuklar gelir art arda, emeklilik planları başlar yavaş yavaş. Sonra bir bakarsınız koskoca bir ömür harcanmıştır refahın peşinde koşarken...Bu düşüncelere aklıma geldikçe hayat daha çekilmez oluyor.

               Misal tası tarağı toplayıp gidesim var buralardan. Sırtımda çantam, elimde kalemim kitabım. Hem okurum hem yazarım bilmediğim diyarları gezerken. Yeni insanlar tanırım, para kazanarak değil, insan tanıyarak geçer ömrüm. Yıllar sonra arkama dönüp baktığımda birkaç mevduat cüzdanı değil de; sohbetiyle çayıma eşlik eden, kahkahasıyla evimi inleten dostluklar bulurum. Hayal diyerek geçmiyorum. Azimli değilim fakat azimli olmayanlarında mutlu olduğu bir dünyanın var olduğuna inanıyorum. Hayatımın bu dönemi borç ödeyerek geçiyor. Bana verilen emeklerin ve olan inançların karşılığını vermek. Ne de olsa ağaç kovuğundan çıkmadık. Ama inanıyorum ki ;kardeşim bu yükü omuzlarında hissetmek zorunda kalmayacak. O yüzden bugün daha çok çalış,
kendi mutluluğun için başkalarını mutlu et...
                 

14 Aralık 2014 Pazar

Diktatoryal Demokrasi

            Diktatörlük mümkün müdür diye düşündüğünüzde aslında ikinci bir soru geliyor insanın aklına demokrasi var mıydı ki? Her gün duyarız aslında, gazete köşelerinde, haber bültenlerinde, okullarda, köprü duvarlarında anlayacağınız her yerde çıkar karşımıza, aklımızın bir köşesine kazınmıştır. Abraham Lincoln halkın halk tarafından kendisini yönetmesi dediği günden beri aslında tam tersi oluyor dünyada. 
              
             Köleliğin olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Dünyanın en demokratik olmayan ülkesinde bile iktidarın seçim ile iş başına geldiğini düşünürsek yolunda gitmeyen ne olabilir acaba? Çok fazla derinlere inmeyeceğim. Sadece kendi ülkemin 12 yıllık sürecine bir kuşbakışı yapmak istiyorum. İktidar olabilmek için ortam çok müsaitti. Krizin yıkıcı etkisi yavaş yavaş ortadan kalkmış, işsizlik hat safhada, sosyal adaletsizlik almış başını gidiyor, çok kısa bir zaman önce büyük bir deprem atlatılmış, bölücü başı kodese tıkılmış. Ve en önemlisi toplumda politik bir bıkkınlık var. İnsanlar yeni bir arayış içerisinde. Yeni bir lider, yeni bir siyasi bakış açısı...İşte tam bu zamanda ülke mührü bastı, ampul yandı. 
                  
              Bir siyasi ideolojiye yakın hissetmedim kendimi hiçbir zaman. Mitinglerde heyecan ile bayrak sallayıp, slogan atan o insanları hep anlamaya çalıştım. Mitinglerde ön saflara bakın; doktor, hakim, öğretmen, akademisyen, bilim adamı göremezsiniz. Hafta için yapılan mitingler tıklım tıklım. Peki kim bu insanlar. Ekonomik geleceği, ev geçimi siyasi iktidara göbek bağı ile bağlı olanlar. Doktorlar hastanede dayak yerken, atanamayan öğretmenler var iken eğitim de reform yapılan, adaletin dibine kadar siyasete battığı bir ortamda insanlar heyecanla miting alanlarını dolduruyor. 
                   
               Umudumuzu tabi ki kaybetmeyeceğiz, her ne olursa olsun güzel günler bizi bekliyor. Ruhsuz ve milyonluk eşeklerin ülkenin her köşesini ele geçirdiğini düşünürsek bu pek de kolay olmayacak. Her kanalda 15 tane dizi yayınlanıyor, insanlar hangisini seyretsem derken gündem her zamanki gibi değişiyor. Eskiden birlik beraberliği sağladığımız statlar artık bomboş.  Futbol kulüpleri bile siyasi parti gibi yönetilirken; sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını değil ancak şakşakçısını izlersiniz. Tarihimize sahip çıkmıyoruz deyip Cumhuriyeti yerden yere vururken sahip olduğumuz bu ifade özgürlüğünü acaba neye borçluyuz. 
                     
                  Alfabenin ve dilin sadece bir iletişim aracı olduğunu bir kenara bırak. Bugün aynı dili konuşmamıza rağmen anlaşamaz iken Osmanlıca okuyarak tarihimizi öğrenip daha bilinçli nesiller yetiştireceğimizi sanıyorsak kusura bakmayın. Muhteşem Yüzyıl'a kadar tarihini Aşk-ı Memnu'da arayanların sandalı ile denize açılırsak boğulacağımız kesin.  Çok şükür okul çağını atlattık. Yoksa ne yapardık. Okulda hangi dersi öğreneceğimizi şaşırdık. Kur'an'ı okullarda devlet rejiimi ile siyasi propaganda ile öğretmek isteyenlerin çocukları acaba dinini okulda mı öğrendi yoksa annesinin veya dedesinin şefkatli kollarında mı? Okullar öğretim verirken , aileler eğitim ocağıydı bir zamanlar. 
                      
                 
Eskiden siyaset bu kadar hayatın içinde değildi. Biz belki yaşımız itibari ile darbe günlerini görmedik. İnsanların sağcı-solcu ve alevi-sünni olarak ayrıştırılıp sokak ortasında öldürüldüğü günleri de...Fakat gençlerin bir ideali vardı. Düşünün bugün babamızın verdiği harçlık olmadan okuyamaz iken, yaşantımızı bir gün dahi devam ettiremez iken. 68 kuşağı bu ülkede babaları evde otururken kendi geleceğini inşa etmek için sisteme başkaldırdı. Bugün gençler başları dik bir şekilde okullarına gidiyorsa 100 yıl öncesine gitmeye gerek yok. Olanları akıl süzgecinden geçirmeyi bırakın. Vicdan muhasebesi yapın biraz. Unutmamak gerekir; iktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır. 

8 Aralık 2014 Pazartesi

Maske

Bana aldanmayın!
Yüzüm bir maskedir,
Sizi aldatmasın.
Binlerce maskem var,
Çıkarmaya korktuğum,
Ve,
Hiçbiri ben değilim...
Olmadığımı göstermek
İkinci doğam oldu.
 "Kendinden emin biri" dersiniz,
Sanki güllük gülistanlık
Benim için herşey...
Adım güven belirtir,
Ve,
Oyunumun adı
"Ağırbaşlılıktır".
İçimde ve dışımda denizler sakin,
Her şeyin kumandanı ben...
Kimseye gereksinme duymayan
Ben...
Fakat, inanmayın bana,
Lütfen!...
 Herşey dışta düzgün ve cilalı,
Hiç yıpranmayan, her zaman saklayan
O maske!..
Altta ne güven ne de rahatlık...
Altta,
Karışıklık, korku ve yalnızlık içinde bocalayan
Gerçek ben!...
Ama saklarım bu gerçeği savunuculukla...
Kimsenin bilmesini istemem...
Zayıf taraflarımı düşündükçe
Titrer ve sararırım...
Ya başkaları görürse iç dünyamı...
Gerçek ben ve yalnızlığımı!
İşte,
Maskelerimi onun için takarım...
Onun için, arkalarına saklanacak
Maskeler yaratırım...
Onlar,
Gösterişte kullanabileceğim
Parlatılmış yüzlerim.
Beni korur, bakan gözlerden...
 Beni olduğum gibi kabul edecek,
Sevecek
Bakışları bulamazsam,
Solacak kuruyacak gerçek ben...
Ve,
Ben bunu biliyorum.
Beni kendi maskelerimden kurtaracak,
Kurduğum hapishaneden kaçıracak
Diktiğim engellerden aşıracak,
Beni seven,
Beni anlayan
Bakışlar olacak. Bana,
"Sen değerlisin" diyecek,
"Maskesizken daha bir insansın"
"Daha yakın, daha bir dostsun"
Diyecek bir bakışa
Beni gören bir bakışa
Muhtacım...
 Benim yanıma sokulman kolay olmayacaktır!...
Uyarırım seni dost!..
Uzun yıllar kendini yetersiz hissetmiş ben,
Sana kendini kolayca açamayacaktır...
Bütün gücümle tutunacağım maskelerime
Ne kadar sokulursan yakınıma,
O denli şiddetli geri iteceğim seni...
Kim olduğumu merak ediyor musun?
Hiç merak etme...
Ben çevrendeki 
Her erkek ve kadınım...
Maske takan her insanım.


       Charles C. Finn (Çeviren: Doğan Cüceloğlu)

7 Aralık 2014 Pazar

Bir Hayalim Var...

          Günler geçiyor, takvimden yapraklar birer birer koparken alnımızdaki çizgiler belirginleşmeye dursun. Bir haftanın yorgunluğunu attığımız bir Cuma günü ben, Mahmut ve Mustafa Üsküdar'ın eşsiz manzarasına karşı sıcak salebimizi içerken hayallere daldık yine. Ne zaman unuttuk çocukluğumuzu, aynı sokakta koşup top oynadığımız günleri, elimizde kitaplarla okulun yolunu eskittiğimiz günleri...Şimdi eli ekmek tutan, evlilik hayali kuran, güzel günlerin bizi beklediğini ümit eden yetişkin adamlar olmuşuz. Halimize bakıp gülüyoruz.

             Bir insanın en önemli zenginliği onun hayatının anlamıdır. Olgun insan bu hazineyi kaybetmeyi göze alamaz. Hiçbir zaman karamsar olmadım, siz öyle zannettiniz. Çünkü sorgulamak işinize gelmedi, güvende olmak için hep bir adım geride kaldınız. Kaybedecek bir şeyimin olmadığını anladığım gün, özgürlüğün tadına vardım. Yoksulluk mu? Üniversitede parasız geçen günlerimizi unutmadık. Ne istediysek babamız aldı ama biz de ne isteyeceğimizi her zaman bildik. Para kazanmaya başlayınca daha iyi anladık. Bir insanı değerlendirmek için nelere sahip olduğuna değil, sahip oldukları ile neler yaptığına bak demişler. Küçük bir mahalle, aynı hayalde kenetlenen birkaç dost, sıcak bir çay ile memleketi kurtarma arzusu, yarınlara ümitle bakan ama geçmişini ve bugününü sorgulamayı ihmal etmeyen bir avuç genç adamız.

              Sıradan insanlara aşık olduk kendimiz gibi, bir beklentimiz olmadı hiç. Hayallerimiz belki boyumuzdan büyüktü ama her şey daha mutlu olmak adınaydı. Küçük bir çocuk iken hangimiz futbolcu olmanın hayalini kurmadık. O günkü aklımız ile en kısa yoldan zengin olmanın tek yoluydu. Annemizi saraylarda yaşatacaktık, babamız belki de gerçekten emekliye ayrılacaktı. Belki diyorum hiçbir şey yolunda gitmedi ama hiçbir şey de bizi yolumuzdan etmedi. Her zaman kitaplara verdik sırtımızı. Kurabiyelerimizi çaya batırarak yedik, kuru fasulye pilavsız olmadı sofralarımızda.

               Doygunluk hissini bastırmak için ekmeğe dadanmadık, daha çok para kazanmak için başkasının sırtına da basmadık. Kendi yolculuğumuzu yapmak için buradayız, kendimiz olabilme cesareti bulduğumuz bu günlerde bakmayın düşüncelere daldığımıza şafak doğmadan önce bastıran karanlığın farkındayız. Paranın satın alamayacağı dostluklarımız, anılarımız var. İyi bir kariyerin veremeyeceği huzur ve saadet var evlerimizde. Paylaştıkça çoğalan sevgimiz, yüzümüzden eksik olmayan gülümsememiz var. Alışveriş merkezlerinden çıkmayan, kollarını poşetlerle dolduran kalabalıklardan uzak duran, teknolojiye mesafeli yaklaşan, cebinde kendisinden akıllı olmayan telefon taşıyan nesli tükenmekte olan bir azınlık olsak da mutlu olmaya çaba sarfediyoruz.

                   Yarın öbür gün huzur dolu sıcak yuvamızı terk edip, kendi mutlu yuvamızı kuracağız. Misal evimde televizyonu sadece film izlemek için açacağız. Akşamları konuşmadan televizyona bakmak yerine, bir koltukta ben, bir koltukta eşim karşılıklı çay içerken kitap okuyacağız. Salon boydan boya raf, raflarda ağzına kadar kitapla dolu olacak. Her akşam bir demlik çayımız mutlaka kaynayacak. Çocuklarımıza bırakacağımız mirasımız bankada birikmiş mevduat, değeri her geçen gün artan bir gayrimenkul olmayacak fakat gölgemizde huzuru kollarımızda mutluluğu tadan şanslı keratalar olmaları için elimizden gelene yapacağız. Martin Luther King'in meşhur hitabeti gibi "Bir hayalim var" gerçekleşeceğini göremesem bile o yolda yaşlanmak bile yeter....

30 Kasım 2014 Pazar

Karamsarlık mı? Hadi canım sizde...

           Bu aralar etrafta olup bitenlere kulak kabartmasam da ister istemez duyuyorum bazı şeyleri. Bu çocuğun derdi nedir, böyle karamsar düşünceler ile nereye varmaya çalışıyor gibilerinden tepkiler almıyor değilim. Aslında her şey yolunda. Her sabah aynı saatte evden çıkıp 45 dakikalık metro yolculuğunda iki büklüm kitap okumaya çalışırken, ne kadar şanslı bir insan olduğumun farkındayım. Yükselen gökdelenlerin arasında iyi bir kariyer ve bol kazanç beni bekliyor belki de. 30 yaşıma doğru eğer evlenebilecek cesareti bulur veya bana evet diyebilecek kadar saf birini bulursam mutlu bir yuvam neden olmasın.

              Karamsar değilim sadece aşırı sorguluyorum. İyi bir kariyerin tüm kapıları açacağı, fazla malın göz çıkarmayacağı, cebin dolduktan sonra gerisinin teferruat olduğu bir toplumda üzerime düşen maskemi takıp bana verilen rolü layıkıyla yerine getirmek. İşte tüm sıkıntı burada başlıyor. Medeniyetten zehirlenmemek uğruna geride durmak istiyorum. Kendimce bir savunma mekanizması geliştirmişim. Sevdiğim kitapların karakterlerinde kendime yoldaş buluyorum. Bu da yalnızlığımın sürekli olabileceği riskini doğuruyor. Cebimdeki telefonu ya acil durumlar için kullandım ( aslında hiçbir zaman acil bir durum olmadı) ya da vaktimi yalnız geçirmek yerine bir arkadaş ile geçirmek istediğimde onlara ulaşmak için.

                Yaşama sevincinin aslında insan ilişkilerinden kaynaklandığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Beki de bu yüzden sevgilimizden ayrıldıktan sonra hemen yeni bir tanesini aramaya başlıyoruz. Hayatımız güzel bir söze, etkileyici bir senaryoya atıfta bulunarak geçiyor. Mutluluğumuzu ve başarımızı insanların gözüne sokmaktan çekinmiyoruz. Kızların odun dediği sevgilileri ile sinemada çift kişilik koltuklarda romantik film izlemesi nasıl bir çelişki ise, cebimizdeki kredi kartına güvenerek çıktığımız seyahatlerde o derece gereksiz geldi bana hep.

                   Annem şaka ile karışık seni yetiştirirken nerede hata yaptım diye sorduğunda tek yaptığım yerimden kalkıp yatağa gitmek oldu. Sanırsam pembe dizileri izlemeyi bıraktığım günden beri hayatın boku çıktı. Arada starbucks'a gidip kahve içerek mutluluk hormonlarımı arttırmalıyım. Alışveriş merkezlerinde kitapçılar yerine sanırsam biraz da ışıl ışıl parlayan vitrinlere de göz atsam iyi olacak. Normalleşme açısından bunlar şart. Belki o zaman ait olduğum hayata tekrardan kavuşabilirim. 

23 Kasım 2014 Pazar

İnecek Var Durdurun Dünyayı...

               Yıllardır bir bunalım içindeyim. Fakat çok şükür içimdeki efkarı biraz yazarak, biraz okuyarak biraz da gülerek dağıtabiliyorum. Ayak uyduramıyorum durmaksızın değişen dünyaya. Teknolojinin hızına yetişemiyorum, peşinden koşacak da hevesim yok zaten. Her şeyi bir kenara bıraktım, cebimde akıllı telefon yok, ısrarla direniyorum. 24 ay taksitle alıp, göt cebimde taşıyacak kadar mütevazi bir insan olamadım. 17 yıllık emeğimin 45 katlı betondan bir plazada takım elbise giyerek sonuçlandığını görünce anladım. Kendimi özgür kılmak için verdiğim mücadele altın kafese girerek sonuçlandı. Her şeyden vazgeçmeye hazırım. Kariyerimden, para ile olan mücadelemden, sevebileceğim kızlardan...Fakat doğup büyüdüğüm şehre olan inancımı, sevgimi ve hayallerimi kaybedebileceğimi düşünmezdim.

                 Her zaman semtime sahip çıktım. Kızdığım zamanlar olmadı değil, acımasız olan semt değil, zamandı. Sevdiğim insanlar bir bir terk etti bizi. Yepyeni binalarda oturmak için sattılar evlerini, bırakıp gittiler bizi. Veresiye borcuna sahip çıkan mahalleli kalmadı artık. Muharrem ayında eve gelen aşurelerde gözle görülür bir azalma var. Çocukların seslerini kestiler betonarmelerin içinde. Tepesine çıkacağımız incir ağaçları yok artık. Mahalle sakinleri rahat etsin diye otopark yaptılar. Cami cemaatinden, küçük bakkalına kadar hiçbir şey aynı değil artık.

                   Kitapçı da gezerken elimde tarih kitabı geçmişi özlemle anarken, iki tane genç kız bitiverdi yanımda. Harıl harıl tartışıyorlar. Birinin elinde Miley Cyrus, diğerinin elinde Justin Bieber'ın otobiyografisi. Hele bir tanesi öyle bir söz sarf etti ki ; "Ya Justin'in son saç stili ile yazdığı kitabı hangisiydi? " Ulan dedim kendi kendime bu kızların yaşadığı kafayı bonzai içenler yaşamıyor. Yarın bunlar üniversite okuyacak, iş sahibi olacak, anne olacak. Acaba nasıl bir dünya bekliyor bizi...

                     Kitapçı'dan çıktım dedim taze bir hava alayım. Üsküdar'ın havası bağımlılık yaptı bende. Ama dedim marmaray ile Sirkeci'ye geçeyim. Oradan vapur sefası oh miss.. Fakir olsakta İstanbul hepimizin İstanbul'u değil mi? Değil anasını satayım. Çünkü güzelim şehrin her gün am.na itina ile koyuluyor. Kumar masası gibi düşünün İstanbul'u. Adımını atan varını yoğunu koyuyor masaya. Kimileri kaldırımlarda, metrobüs üst geçitlerinde  işportacı, bildiğin hayata zar atıyorlar. Bir yere yetişmek için bavula tıkıştırılır gibi otobüse biniyor insanlar. O da yetmezmiş gibi, bir de boşlukları dolduramadıkları için şoförden azar işitiyorlar. Vapurda kuşlara bütün simit atan gerizekalılar söz de sevaba giriyor. Eminönü'nde yıllardır hamallık yapmaktan başını kaldırıpta Süleymaniye'yi göremeyenlerin, tarihini bir haftalık geziye gelen turistler kadar bilmeyenlerin yaşadığı bir şehirde. Geleceğe umut ile bakmaya çalışıyorum.

                     Yok kardeşim 24 yaşımda bohçamı alıp Trabzon'a gidesim var. Memur olurum, azıcık aşım ağrısız başım. Boztepe'de eşsiz deniz manzarasına karşı alırım semaver çayımı. Çıkarım yaylaya dağ havasını ciğerlerime çekerken okurum kitabımı. Yeşile doyarım, denize bakar geçmişi yad ederim. Ta ki birileri rant için gelip oranın da içine edene kadar. Geçen gün annem bana özgüvenim olmadığını söyledi. Tuttuğumu koparmam lazımmış bu hayatta bir yerlere gelmek için. Bu hayatta herkes tuttuğunu kopartırsa kimseye tutacak bir şey kalmayacak ki. Bir yerlere gelmek istediğimi kim söyledi. Ben kendim olmak istiyorum, mutlu olmak istiyorum. Para olmadan mutluluk olmaz diyecekseniz s.ktirin gidin demek geliyor içimden ama demiyorum.

                   Daha lüks yaşamak için, araba almak için, starbucks'ta kahveye 10 lira vermek için, alışveriş merkezlerini tıka basa doldurmak için para harcıyoruz. O parayı kazanmak için çalışıyor, çalışmak için diploma alıyoruz. Evet kardeşim ben sistemi eleştiriyorum. Ama eleştirirken de aynı boku kendimin yediğiminde farkındayım. İşte bu yüzden başarısız oluyor halk hareketleri. Çünkü kendi ağzından çıkana kulağın bile inanmıyorken, boşver daha iyi bir dünyanın hayalini kurmayı, mutlu olmayı.Hepimiz aynı kervanın yolcusuyuz. Vaktini doldur ve arkanda
pisliğini bırakarak elveda de dünyaya...

17 Kasım 2014 Pazartesi

Hayaller Dükkanı

              Yıllar önce serüven annemin Şeker Portakalı'nı hediye etmesi ile başladı. Okuldan sonra sokak aralarında top peşinde koşarken ,hayal dünyama futbol topundan başka şeylerde girmeye başladı. Bu zamana kadar sayfa aralarında geçti ömrüm, kitap ayraçlarının kenarlarına aldığım notları gülümseyerek hatırladım. Dertler kursağıma kadar geldiği her anda derin bir nefes almasını bildim. 2 yıl oldu okul biteli. 2 yıl göz açıp kapayıncaya kadar geçti belki ama içine çok şey sığdırdım. Yüzlerce yeni kitap girdi ömrüme, tertibim dediğim onlarca askerlik dostum oldu, emeğimle kazandığım helal paranın hiçbir şeye değişilmeyeceğini öğrendim.

                Kendime yalan söylemeyi bir türlü beceremedim. Kimse sormadı bana ne istediğimi. Hep birileri örnek gösterildi. Küçük hayallerim büyük başarıların hep gölgesinde kaldı. Beni bilenler bilir, heyecan ile anlatırım aklımdan geçenleri. Yüzüm kızarır biraz, utandığımdan mı desem, fıtratımdan mı bilemedim. Ailemin istediği bir evlat yolunda olmaya gidiyorum sanırsam. İyi bir şirkette, güzel bir pozisyonda, bol mesaili, takım elbiseli Murat olarak emin adımlarla ilerliyorum. Her sabah küfrederek uyanıyorum, sabah 7 metrosuna koşarak yetişiyorum, saat tam 7:32'de Levent'te iniyorum. Büyükdere caddesinde 3 dakika yeşil ışığın yanmasını beklerken ömür biçiyorum kendime. Şans denilen şey nedir? Hep beklediğim fırsatın ucundan tuttum fakat mutluluk geldi mi?

                   Yalan yok, sabır taşımın çatlamasını bekliyorum. Uslu ve söz dinleyen çocuk olmaktan vazgeçeceğim günlere az kaldı. Yüksek lisansıma başlasam, dersten sonra bir gün Üsküdar'da, bir gün Kakıköy'de soluklansam. Demli çayımı içerken beyaz sayfalara hikayelerimi yazsam. Sevdiğim kız için birkaç satır karalarım belki. Söylemeye cesaret bulamıyorum, belki yazarsam ağzımdan çıkacak kelimelerden daha etkili olur. Fakat ona verebileceğim ne var ki diye düşünmüyor değilim? Kariyer yükselen bir grafik değil de sabit veya inişli çıkışlı olacak. Zora ve strese gelemeyeceğim. Parasızlığa alıştığımdan dert etmeyeceğim peki ya o? Çok laf ettiğim babam kadar babalık yapabilir miyim ki...Hayat akışına bırakmaya gelmiyor azizim. O yüzdendir bu düşüncelerim.

                      Uykusuz geceler bırakmıyor yakamı, hayallerimi ertelemeye devam ediyorum. 17 yıl niye dirsek çürüttüm, ne için aldım o diplomayı. Ay sonu bankamatikte gördüğüm rakamlar yüzümde sadece 15 dakikalık gülümsemeye sebep oluyor. Sonrası malum...Üç kuruş paraya, bir takım elbiseye, bankadaki biriken mevduata, bizi değil kariyerimizi seven kadınlara hayallerimizi sattık ya. Helal olsun...

                     

2 Kasım 2014 Pazar

Kardeşim Dila'ya...

           Bu hayatta hep yalnız başıma yürüyeceğimi düşünürken bir gün beklenmedik bir misafir çıkageldi evimize. Yeni hayaller kurduk, varolan sıkıntıları unuttuk yüzümüz biraz olsun güldü. Biraz olsun da üzüldük, kolay değildi. Dışarıda fırtınalar, yağmurlar ve soğuk; sizin elinizde küçücük bir fidan...İlgi ister, sevgi ister, elinden tutulsun ister.

            Önceleri kendi geleceğimi düşünürdüm. 24 yıl nasıl oldu da geride kaldı diye bakıyorum arkama. Her zorluğun üstesinden bir şekilde gelmişiz. Parayı dert ettiğimizde hızırlar yetişti imdadımıza, hastalıkta şifa olanlar hep yanımızdaydı, sevincimizde sarılacağımız, üzüntümüzde omuzunda ağlayacağımız dostlarımız her daim arkamızdaydı. Hayatımın temellerini zor da olsa attım. Şimdi sıra kardeşimde.

             Televizyonlar ve gazeteler bize kolay kazanılmış hayatları satıyorlar. Ben kardeşime kendi hayatını kazanması için yardım edeceğim. Sıradan bir insanında fark yaratabileceğini, abisi gibi sadece hayal kurmayı değil, onların peşinden koşması gerektiğini de bilecek. Diploma almak için değil, öğrenmek için okuyacak. Bizim gibi mezun olduktan sonra sudan çıkmış balığa dönmesin diye. Okullarda bizim önümüze hep dört şıklı sorular koydular. Ama hayata atıldığımızda gördük ki kendi şıklarımızı kendimiz yaratıyoruz ve başardıklarımız 100 üzerinden değerlendirilmiyor. Başarı, istediğinizi elde etmenizdir. Mutluluk ise, elde ettiğinizi istemeniz.

              Bu satırları yazarken arkamda duran raflarda  okunmayı bekleyen 1000'e yakın kitap kardeşimin onları eline almasını bekliyor. İnsanları kitaplar gibi düşünmeye çalıştım ve kapaklarına bakıp aldanmadım. Çünkü onları okumaya başlayınca içleri boş mu dolu mu anlaşılıyordu. Zenginlik her şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır diye öğretti büyüklerimiz. O yüzden kardeşime vereceğim bir küp dolusu altınım yok, ama okuduğu her satırda heyecan duyacağı, devam ettikçe merakının artacağı kitaplar biriktiriyorum.

               Şanslı bir çocuk olduğunu hissettirmek lazım. Ailenin en küçüğü olarak dünyaya gelmesinin tek dezavantajı anneannemin elinden tutup mısır tarlasında dolaşamamasıdır. Ona bu yokluğu hissettirmeyecek onlarca insan olacak çevresinde. Annesinden sonra sığınacağı en şevkatli liman Neriman teyzesi olacak. Öz ablası olsa bu kadar olur diyeceği Aslı ablası ve Kezban ablası olacak. Mutluluğu paylaştıkça çoğaltan, hüznü birbirine sarıldıkça unutan kalabalık bir aile...

                Her insan doğarken aslında ölmeye başlar. Kardeşim ; çocukluğundan sıkılma çünkü büyüdüğünde çocukluğunu özlersin. Para kazanmayı dert etme. Kazandığın para kadarını değil, mutlu olduğun kadarını yaşa. Hiç ölmeyecek gibi yaşarken, hiç yaşamamış gibi ölme. Kimseye kendini sevdiremezsin. O yüzden en iyisi kendini sevilmeye bırakmak. Seni çok seven bir ailen olduğunu unutma, onlar sadece duygularını nasıl ifade edeceklerini bilmiyor. Hayat bu ya, dalgalar üzerine üzerine gelmeye devam etse de, sen sörf yapmaktan vazgeçme. Mutluluk bir hedef değil, yolculuktur.

               Nice mutlu senelere, kızıl saçlı, mavi gözlü kızcağız. Her şey yolunda sen gülmeye devam ettiğin sürece...

25 Ekim 2014 Cumartesi

Üsküdara Gider iken...

Sabah güneşi penceremin kenarından süzülmüş odama,
Güzel bir günün habercisi gibi.
Her şey bir kenara, dertler çekmecede, stres sakız olmuş ağızda
Elimde kitabım Üsküdar ile buluşmaya geç kalmamalıyım.
Mihrimah Sultan beni bekler,
Tarih kazınmış  o daracık sokaklar,
İnsan seli akarken üzerime ufak bir tebessüm yüzümde,
Maneviyat kokan semtin, gönlü zengin insanları...

Kariyer illeti yapışmış enseme,
Hayallerim aklımın hep bir köşesinde.
Ne güzel olurdu Mihrimah'a bakan bir sokağın köşesinde
küçük bir sahaf dükkanı
Okunmuş kitaplar bir rafta, içinde küçük küçük notlar
Kim bilir kaç kişinin anısı var  sayfalarda
Aradığı küçük mutluluklar olan insanlar ile dolar o fakirhane
Zenginlik dediğin para ile değil insan sevgisi ile ölçülür oralarda.

Sonra atarsın kendini meydana,
Bir esnaf lokantasında sade ama lezzet dolu sofrada bulursun kendini
Beyaz keten örtüler, biraz pilav biraz ciğer
Çok şey mi istiyoruz bu hayattan
Ekmek kırıntıları attığımız güvercinler kadar mutluluğu hak etmiyor muyuz?
Laf lafı açarken dostların kahvehanesinde
Yad ediyoruz geçmişi özlemle,
Çocukluğumuzdaki masumiyet yok belki yüzümüzde,
Kalbimiz kanıyor belki sevda kırıklarından,
Batıyor bedenimize...

Bir sela işitiyorsun caminin avlusunda
Kendine geliyorsun birden.
Ah yalan dünya, derdin ile kederlenirken unuttum yaşamanın kıymetini
Ne üç kuruş para, ne yarım kalmış sevda
İstiyorum ki mutluluk kâr kalsın yanıma...



24 Ekim 2014 Cuma

Biraz Emek, Biraz Hayal = Mutluluk

                Güneş doğmadan başlıyormuş ya hayat. Sabahları işe giderken göz aşinalığı hep aynı insanlara denk geliyorum. Metroda bir kenara kıvrılmış kestiriyorlar. Elleri nasır tutmuş, taş kesilmiş. Yüzlerinde yılların yorgunluğu. Çocuk iken hiç düşünmezdim akşam sofraya oturduğumda bu güzel yemekler nasıl önüme geliyor diye. Babam hiç konuşmazdı sofrada. Ben hep anlatırdım bir şeyler. Mahalle maçında attığım golleri, miskette üttüğüm çocukları...Babam dinlemezdi belki ama bir gözü haberlerde bir gözü bende dinliyormuş gibi başını sallardı.

                    Erken kalkıyorum babamdan. Ben evden çıkarken, o iki büklüm yatağa kıvrılmış yatıyor. Dile kolay kırk yıl. Başarısız olmadı mı, hayal kırıklığına uğramadı mı, patronları gururunu kırmadı mı? Elbette oldu bunlar. Ama hiç bir zaman pes etmedi. Etseydi belki bugün onların halinden anlayan bizler olmayacaktık. Bir şeyi başarmak için aynanın karşısına geçip kendi yüzümüze bakmaya gerek yok. Gözlerinin altı torba torba olmuş, elleri nasır tutmuş, saçları kırlaşmış o adamlara bakmak yeterli sanırım. Meyvesi olmasa da gölgesi yeter. Arkamızda dursunlar da...

                      Elim cebimde ılık rüzgarı karşıma almış ilerler iken sabahın köründe çocuğunun çantasını sırtına almış, elini sımsıkı tutan analar geçiyor yanımdan. Çok şükür diyorum, çocukken bizi servise bırakan değil, okula kadar taşıyan analarımız vardı diye. Ömür boyu tatili olmayan, mesaisi bitmeyen vefakar emekçiler. Kocasını işe, çocuğunu okula uğurlayan elleri öpülesice insanlar. Yapamıyorum lanet olsun. Hayallerim var benim, rahat bırakın kendi yoluma gideyim diyemiyorum. En ufak bir yanlışımda ben bu işi yapamayacağım diye umutsuzluğa kapıldığımda ceketimi omzuma atıp terkedemiyorum bulunduğum yeri. Bir vefa borcudur boynuma asılmış.

                        Yaş olmuş 25, hayalleri uçurtma diye salmışız masmavi göklere. Sımsıkı tutuyoruz ipini aman kaçmasın. Rüzgar kimi zaman tersine esiyor, savruluyoruz, Kimi zaman başkasının uçurtmasına takılıyor, aynı gökyüzünde iki yürek tek uçurtma oluyorsun. Kaybetmiyorsun içindeki o masum çocuğu. Alın terin en büyük sermayen, kahkahan tek silahın bu rekabetçi dünyada. Bir kenara not et unutmamak için. Yapacaklarım, harcanan emeklerin mükafatı...
                       

                       

19 Ekim 2014 Pazar

Beni Bana Sor...

               Çok şey vardı kafasında O'na dair. Gözlerinin önünden o kadar çok kız geçti ki; onun olmayan, olmayacak olan. Hep uzak durdu o insanı boğan kalabalıklardan. İlk görüşte kim kimi tanımış, kalabalığın içinde gözüm seni nereden ısırıyor diye bakarken pat kendini bulmuşsun ilişkinin içinde. Kim bilir kaç kez doğru adamı buldum derken aslında  attan inip eşeğe bindiğini farketmişsindir. O yüzden hep haddini bildi ne at oldu ne de eşek.  Eşeksen semer vuran çoktur, at isen bacağın kırıldığında kafana sıkarlar. Yalnız oldu, o yüzden her zaman...

                 Bukowski'nin romanlarındaki o dişleri kırık, usları kırık adamlar olmak işine geldi. İnsan kalabalığından uzak, aynalardan kaçan, bir köşede kendi başına hayatını sürdüren hergele olmaktı en kolayı. Başarının bir anlamı yoktu, yaşanılan zorluklar olmayınca. Maddiyat her zaman canımızı okudu, hayaller yarınlara ertelendi, sevdiğimiz kızlara uzaktan el sallamak ile yetindik. Birileri mutluluğu gümüşten tabaklarda tadarken, biz sefaleti ekmek arası yapıp yedik.

                   Her şeye rağmen bir parça huzur vardı hayatımızda. Hayat bize hastalıkta da, ölümde de bir çıkış yolu olduğunu gösterdi. Geride bıraktık kaybettiklerimizi, yeni bir sayfa açmadık belki hayatlarımıza ama daha; dikkatli tuttuk kalemimizi. Kim ne derse desin, Murat budur arkadaş. Gamsızdır biraz aramaz sormaz arkadaşlarını kimi zaman. Söyleyecek sözü yoktur belki, belki de yalnız kalmak en iyisidir o zaman. Düğünlerden hep uzak durmuştur, çünkü ona sıra ne zaman gelecek bilmez. Hayal etmek gerçekleştirmekten daha çok işine gelir. Başarılarından gurur duymaktan çok, kaybettiklerine hayıflanmayı öğrenmiştir çünkü.

                    Hayat karmaşık olmayacak onun için. Rutinleri olacak ama plan dahilinde değil. Evden işe işten eve bir hayat. Az ama öz arkadaşlar, yenilerine gerek yok. Çünkü vakti yok tanımaya, inancı yok güvenmeye. Aşk mı ? Kitaplarda okurken her zaman zevk duyar, filmler de ise birkaç damla gözyaşı dökmeyi ihmal etmez. Beklemek işine gelmez, o yüzden buluşmalara gitmemeyi yeğler. Uzaktan iyidir ama tanısanız tam bir ibnedir. Okur okumasına da, dibine ışık vermeyen mum gibidir çoğu zaman. Umut verir insanlara, yarı yolda bahaneleri hazırdır ilk durakta iner her zaman. O yüzden hak ettiğini söyleyemem mutluluğu. Hem nedir ki mutluluk. Kaç paradır, tadı nasıldır, bizim semt pazarında bulunur mu onu bile bilmez.

                     Yıllar yılı geçti anlamadan etmeden. Tel tel dökülmeye başladı saçları eline, aklar çoktan düşmüştü zaten. Para, seks ve futbol muhabbetleri sarmaz oldu eskisi gibi. Kariyer desen koy götüne, ne olacak bu çocuğun hali anlamadım ki! Varsa bir bilen el versin, yetmez ise akıl. Ama ümit vermesin. Çünkü karnı tok, gönlü aç, biraz sevgi biraz da ilgiye muhtaç...
                 

14 Ekim 2014 Salı

Gidenlerin Ardından

Masam her zaman ki gibi çarşamba pazarı
Bulamıyorum o çok sevdiğim dolma kalemi
Gözüm takılıyor kenardaki resme
Hep bir arada gülen mutlu yüzler ve birden hayallerde bulurum kendimi
****
Bir daha olmayacak kahkahalar inletir odamı
Dedemin poğaçaları kokar o daracık mutfak
Anneannem elinde mısırlarla gelir tarladan
Biz torunlar yapışır eteğine şefkat kokan ellerini koklarız
Annem seslenir kapının eşiğinden yıka ellerini sofraya oturuyoruz
Helal lokma var tabakta, bir parça anne sevgisi
Babam baş köşede her zamanki gibi...
****
Gece olurdu yıldızları alırdık koynumuza
Kuzular say say bitmez
Masallar birbiri ardını izlerdi.
Çocuktuk işte hiç büyümeyecekmişcesine yaşardık
Bizi omzunda gezdiren adamların yaşlanmadığı bir dünya hayal ederdik.
Engeller her zaman vardı tabi bizi sırtlayan babalarda...
****
Şimdi gidenlerin resimleri baş köşede
Hatıralar kalbimizde, gözyaşları usul usul akarken mendile
Radyoda çalan bizim şarkımız
Elbet bir gün kavuşacağız, bu böyle yarım kalmayacak...

12 Ekim 2014 Pazar

Kısa ama Öz...

              Zaman bir kum tanesi gibi avucunun arasından akıp giderken, aynadaki yüzün yıllara meydan okumaya direnir. O gün gelir bir kalp çarpıntısı ile başlar herşey. Aklın kalbine söz geçiremez, dünyayı toz pembe görmeye başlarsın. Hem görmeyip de ne yapacaksın. Bu ömür çalışarak, iki lokma ekmeğin peşinden koşarak, üç kuruş paranın hesabını yaparak geçmez ya.

              Sıcacık bir yuva, boy boy çocuklar, mutlu bir aile, gülen yüzler...Bugün bunların hepsini bir arada görme fırsatım oldu. Amcalarımın, halamın çocukları ile bir araya geldiğimizde birlikteliğin tadını almayalı yıllar olmuş onu anladım. En son böyle bir araya geldiğimizde kimimiz yerde emekliyordu, kimimiz okula yeni başlamıştı, kimimiz de daha ergenliğine yeni girmişti. Şimdi ise kendi ayakları üzerinde duran bir düzine insan, biz oturup sohbet ederken etrafımızda koşuşturan dünyalar güzeli çocuklar. Babalar dede, anneler nine olmuş, kuzenler anne, baba velhasıl kelam geniş ve mutlu bir aile olmuşuz.

               

              

4 Ekim 2014 Cumartesi

Hayat Bayram Olsa

            Bir bayram daha geldi çattı. Çocuk iken duyduğum heyecan var mı içimde zannetmiyorum. Nerede o eski bayramlar diyenler vardı ya çocukluğumuzda aynen katılıyorum. Hiçbir zaman olmayacak. Mesela bahçesinde top koşturduğumuz anneannem yok artık, dedem artık daha yaşlı ve daha yalnız...O bahçede koşturan küçücük çocuklar iş, güç, çoluk çocuk sahibi oldu. Değişmeyen bir şey kaldı belki de; her bayramın 2. günü tüm aile bir araya gelmemiz.

              Sabah kimileri bayramlığıyla, kimileri pijamasıyla koyuldu  caminin yoluna. Çocukluk arkadaşlarımla kıldım namazı aynı safta. Aylardır görmediklerimle bayramlaştım. Namazdan sonra caminin önünde belki göremediklerimiz kalmıştır diye beklerken, bir de baktık saadet zinciri oluşturmuşuz. Herkes sıraya girip bayramlaşıyor. Kaybettiğim maneviyatı ak sakallı amcanın sıcak elinde tekrardan hatırladım. Ekmek kuyruğundan, börek sırasına kadar her şey aynıydı değişen bir tek bizlerdik.

                4 yaşındaki kardeşim bayram geldiğinde dedeye gidileceğini biliyor artık. Gözlerindeki o heyecan ne kadar da tanıdık geliyor bana. Kahvaltı sofrasındakiler belki değişmiyor ama bayram ya tadı bir başka. Unutuyorsun geçmişi, geleceği. Birkaç gün de olsa hayat sana da bayram. Kimileri dana, kimileri tosun biz ise her bayram olduğu gibi karı-kız kesmeye devam.

                  El öpen çocuklar iken, hangi ara harçlık verecek yaşa geldik anlayamadım. Akşam bültenlerinde yine türlü türlü haberler bizi bekliyor. Bayramın değişmeyen klasikleri. Alışveriş merkezleri tıklım tıklım mutluluk tacirleri iş başında, akıllı telefonların flaşları durmak bilmiyor. Bayram belki hepimizin bayramı ama Suriyeliler'e sormak lazım bir de. Bu bayram camekan vitrinlere bakarken daha dikkatli bakın, tek göreceğiniz etiket fiyatına % bilmem kaç indirimli kıyafetler değil, köşebaşında soğuktan titreyerek dilenen mülteciler de olabilir.

                   Zaten Barış abi'den sonra bayramlar kabak tadı vermeye başlamıştı. Adam olacak çocuklar mütahit, hanım hanımcık kızlar televole kızı olunca memleket hepten çekilmez oldu. İşte böyle bayramlardan birinde elimde kitabım, masamda okunmayı bekleyen 13 kitap bakıyoruz birbirimize. Hoparlörde nostalji kulağımın pasını siliyor: Bütün dünya buna inansa bir inansa hayat bayram olsa. İnsanlar el ele tutuşsa, birlik olsa uzansak sonsuza....

28 Eylül 2014 Pazar

Yine Mevsimlerden Sonbahar...

        Sonbahar geldi ya insanın içine tatlı bir hüzün doluyor. Ne ağlıyorsun hüzünden, ne gülüyorsun sevincinden. Bakıyorsun sararan yapraklara, aklına geliyor geçip giden o güzelim yıllar. Geçmişi hep özlem ile anıyorsun, geleceğe dair beklentiler çıkmıyor aklından. Cebinden çıkardığın hayal tanelerini atıyorsun cami avlusunda bekleyen umut fakirlerine.

         Eminönü'ne giderken görüyorsun ki trende hep kaçak sevdalar. İniyorsun meydanda beklenmedik bir yağmur başlıyor birden. Hayat da böyle değil midir? Tam güneş doğdu derken bastıran yağmur ile sırılsıklamsın. Hazırlıksız yakalanırsın sevdaya, biletin yoktur yolculuğa çıkacak. O yüzden sevdalar kaçak yaşanır İstanbul'da. Gözlerini yatırırsın duraklara, sonra bir şarkı dökülür dilinden. Biz bu sonbaharda buluşacaktık, bahar geldi geçti sen gelmez oldun...

          Bilmiyorum nedendir ama alışamadım bu kalabalık şehrin hayat mücadelesine. Bir çalar saat sesi ile açıyorsun gözlerini, sanki aynada baktığın sen, sen değilsin. Taşı toprağı altın dediğin İstanbul'un trafiği boktan, havası kasvetlidir sabahları. İnsanları desen hepten çekilmez. Ama ne yaparsın, ekmek aslanın ağzında, sense bir sirk cambazı. Kolay değildir bu şehrin hengamesinde dimdik ayakta durmak. O kadar çok yaşanmışlık vardır ki bu şehrin her köşesinde, her gün yürümekten aşınmıştır yollarında ömürler, ağaçlarına sevdalar kazınmıştır, anonim olmuştur bu şehirde hikayeler...

           Aynı zamanda mistik bir havası vardır İstanbul'un. Minarelerle ile çevrili yeditepeli bu şehirde dualar eksik olmaz dillerden. Yalnız bırakmayız her daim Telli Baba'yı, Oruç Baba'yı. Dedim ya kimileri açar avucunu mutluluk gelsin diye, kimileri açar para gelsin diye. Hep gökte ararız saadeti, halbuki görmez gözlerimiz burnumuzun ucundaki güzelliği. Sırtını verdin mi Üsküdar sahilinde iskeleye doğru, bir rüzgar eser alır götürür seni bilmediğin diyarlara. Koyvermek gelir içinden hayatı. Dert yok, tasa yok. Gam yok keder yok. Varsa yoksa anı yaşamaktır. Ne bir dakika öncesi ne bir dakika sonrası eskisi gibi olacaktır çünkü.

           Topraktan geldik toprağa döneceğiz unutmamak gerek. Bazen düşünüyorum da; gelirken ne getirdik ki giderken ne götürelim.  Hızlı yaşanan hayatlar, çabuk tüketilen ömürler, bitmek bilmeyen arzular. O yüzden dedem her zaman haklıydı. Dön bak oğlum şu toprağa istediğin her şey burada. Ekmesini bileceksin sadece, biraz da sabredeceksin. Elindekilerle yetin, umut ekmedikçe mutluluk biçemezsin.

          

21 Eylül 2014 Pazar

Bir Başkaydı Benim Memleketim...

           Otobüste başımı cama yaslamışım sıkıcı İstanbul trafiğinde hayallere dalmışken gözüm çarptı birden koskoca reklam. Yeni Türkiye...Valla onu bunu bilmem arkadaş ben eski kafalıyım. Nerde o eski İstanbul geri verebilir misiniz bize hee. Akşamları eve geldiğimde biraz kafa dağıtayım diyorum geçiyorum aptal kutusunun karşısına. Yüzlerce kanal, binlerce asalak, boktan gündem, saçma sapan diziler ve ekranın karşısında milyonlarca aptal...

             Üzülüyorum İstanbul'un bakire zamanlarını göremediğim için. Büyüklerim anlatınca hüzünleniyorum. Annemlerin bidonlarda su taşıdığı Küplüce, insanların hafta sonları piknik yaptığı sahiller şimdi cafelerle dolmuş. Parayı veren düdüğü çalar. Çok şükür bir balık tutma keyfi var insanların ona karışan yok. Tiyatrolarda eski tat yok diyorlar, sonuna kadar katılıyorum. Zeki ile Metin'in Deve Kuşu Kaberesi nerdeee, şimdikiler nerede. Kimse yokluktan bahsetmesin. Devlet destek olmuyor falan. Bölüm başına milyarları kaldıran oyuncular sanat halk içindir para için değil. Nejat Uygur sanatını icra ederken ne yokluklar çekti, sanatı için eğilip bükülmedi, kaç tane çocuğunu okuttu adam etti. Siyasilerin sofrasında soytarı olmadı. Eskiden gülerken düşünürmüş insanlar, aslında ağlanacak hallerine gülerlermiş. Zengini fakiri farketmiyor İstanbul herkesin İstanbul'uymuş.

            Tribünler daha gruplara bölünmemiş o zamanlar. Babalar omuzlarına çocuklarını alıp gönül rahatlığı ile maç izleyebiliyormuş. Rakip takımın taraftarı ile aynı otobüse binip yan yana oturanlar, şimdi aynı semtte yaşayamaz olmuş. Futbolu kapitalizme şehit vermemişler o zaman. Para için değil, forma için koşarlarmış topun peşinden.

             Üniversiteler karışıkmış biraz. Sağı solu belli olmuyormuş ama yine de bir başka güzelmiş. İnandıklarını savunanlar meydanları boş bırakmaz, bir eli kitapta bir eli silahta sloganlar dillerde eksik olmazmış. Yeşilçam şimdiki gibi bir efsane değil, hayatın ta kendisiymiş. Aynı kadro ile çekilen yüzlerce film. Kadro aynı, konular farklı verilecek mesaj çok. Hep garibandı İlyas Salman, Şener Şen kimi zaman namuslu kimi zaman namussuz. Kemal Sunal hiç değişmedi her zaman saf ve güler yüzlü. Adile teyzenin şefkati ile büyüyen kuzucukları bugün ükenin vicdanı oldu.

              Eskiden büyüklere yaptıkları iş için saygı duyarlardı. Öğretmenler koca bir çınar gibiydi gölgesinde huzur, dallarında ilim irfan bulurduk. Mahallenin muhtarı  gözünden anlardı derdini hızır gibi yetişirdi imdadına. Köşe başındaki bakkal amca hazırlardı çocukların beslenme çantasını.  Şimdi ne köşebaşında doğru düzgün bakkal kaldı ne de avanta yemeyen muhtar. Çınar gibi duran öğretmenlerin dalını bucağını kırdılar. Bırakın öğrencilere bir şey versin kendi evini geçindiremez oldu.

              Yahu cami cemaati bile eski günlerini arar oldu. Minareden selası okunan rahmetlinin cenazesine koşarak gidilirdi, son görevimizi layıkıyla yapalım diye. Şimdi yan apartmandan çıkan cenazeden haberimiz yok. Bilmiyorum ki gidişat nereye varır. O yüzden ben yenisini almayayım, eskinin hatıraları ile yaşamak bana yeter...

20 Eylül 2014 Cumartesi

Mutluluğu Ararken...

Hayat bir çikolata kutusuydu
Bense küçük bir çocuk
Hayallerim bir adım ötedeydi 
Bense dersine daima geç kalan bir hayta

Karamsarlık aklımın hep bir köşesindeydi
Neyi kaybettiğimi bilmediğimden olsa gerek
Hep bir şeyleri özlerken buldum kendimi
Kimi zaman umudun peşine
Kimi zaman gerçeklerin peşine koştum

Mutluluğu arayarak geçen ömrüm 
Yağmurdan kaçarken bir su biriktisine bakarken son buldu
Biraz yorgun gördüm onu, düşünceliydi de
Belki de kaçan fırsatların hayal kırıklığı vardı gözlerinde
Bir şey diyemedim, o da bir şey demedi 
Galiba susmak en iyisiydi 
Yağmurun sesi yetiyordu zaten...

14 Eylül 2014 Pazar

Kitap Kokan Hayatlar...

         Sabahın ilk ışıklarıyla elim cebimde koyuluyorum yola. İşe giderken yolda bizim caminin cemaati ile karşılaşıyorum. Bir grup delikanlı ihtiyar bembeyaz sakallarını sıvazlayarak sohbete dalmış, huzur damlıyor gözlerinden. Bizim sokağa bakıyorum eskiden evlerin bacasından ağır ağır tüterdi kömür sobasının dumanı. Anlardık ki o evdekiler ısınmış, karınlarını doyurmuş o akşam. Sıcak poğaça diye bağıran abi yok artık, süt dağıtan Ali amca da. Mahallenin çocukları sokakta top oynayacak yer bulamıyor. Dalına tırmandığımız incir ağaçlarının yerinde koca koca evler. Boş bir arsaya hasret bir mahalle...

           Kitapçıların önünden geçerken gözüme küçük bir çocuk ve annesi takılıyor. Şeker Portakalı ile başlayan serüvende binlercesini okudum, yüzlercesi kitaplığımdaki yerini aldı. Koleksiyonerler vardır ya hani bende kitap biriktirmeye adadım kendimi. Sahaflara gittiğinizde anlarsınız ne demek istediğimi. Kitap kokmaz oralar sadece. Tarih kokar, yaşanmışlıklar vardır o sayfaların arasında. Alırsınız elinize bir kitabı ilk sayfada sevgilerimle başlayan cümleler vardır. Altı çizilen sözleri okurken belki de o kitabın önceki sahibiyle aynı düşüncelere dalarsınız. İşte böyle bir tutku benimkisi.

            Alırım başımı düşerim yollara. Beyazıt'ta sahaflarda bulurum kendimi bir sabahın köründe. Cağaloğlu'nda basımevlerine uğrarım taze kitap kokusu, gülümseyen bir yüz, ucuz fiyat. Eminönü'nde balık yemeyi de unutmam tabi ki. Oradan Beşiktaş'a geçerim. Bilen bilir Barbaros bulvarına dönmeden Mimar Sinan Üniversitesi'nin çaprazında Kabalcı ile Alkım kitabevleri vardır. Ziyaret etmeden olmaz tabi...Eğer canım bir de vapur sefası çekerse kendimi Kadıköy Akmar Pasajı'nda bulurum. Eve dönüş yolunda unuturum derdimi tasamı. Bir heyecan kaplar içimi; çünkü sıradan bir insan olmanın tadına varmışımdır o gün de. Küçük şeylerle mutlu olabilmeyi, İstanbul'un sefasını sürmeyi başarabildiysem ne mutlu bana.

           

            

6 Eylül 2014 Cumartesi

Esaretin Bedeli...

         Derin bir nefes al ve kendini kalabalığın içindeki hengameye bırak. Nereye gittiğin veya nereye varacağın önemli değil, önemli olan yolculuğun keyfini çıkarmak. Hayatta böyle değil mi! Her insan aslında doğduğu andan itibaren ölmeye başlar...Dünya derdi henüz küçük bir çocuk iken yapışır yakamıza. Beklentiler ve toplumun genel kanıları arasında bir yerlerde sıkışıp kalırız. Start verildi ve koşu başladı. Mutluluğa, zenginliğe, huzura ve şehvete daha önce kavuşmak için birbirini ezmekten çekinmeyen bir insan topluluğunun içinde var olma mücadelesi ile karşı karşıyayız. 

            Kendimi özgür hissetmiyorum, zengin olmak gibi bir düşünce bazen rüyalarıma girse de çabucacık unutuyorum. Mutluluk mu? Denize girmek gibi bir şey benim için, yüzmeyi iyi bilmediğimden olsa gerek ayaklarımı suya sokup çıkartıyorum arada sırada. Azimli olmadığım gerçek fakat benim gibi insanlarında gereken değeri gördüğü bir yerler olmalı. İnsanların ne dediği umrumda değil. On sene sonra arkadaşların ev, araba almaya başladığında, yazları sıcak kumsallarda tatil yaptığında kendi kendine lanet etmeyecek misin? Aslında ben her gün kendime küfrediyorum. Nedir beni hala bu derdi çok, eğlencesi bitmeyen şehirde tutan şey. Eğer tek amaç kendini gerçekleştirmek, mutlu olmak ise nedir bu kazananın olmadığı mücadele. 

             William Wallace geliyor aklıma: "  Evet, savaşırsanız ölebilirsiniz. Kaçarsanız biraz daha yaşayabilirsiniz. Ama bundan yıllar sonra yatağınızda ölümü beklerken, o yaşadığınız günleri bu günle değiştirmeyi hayal edeceksiniz. Bu fırsatı düşleyeceksiniz ve bu günlere dönüp şunu söylemek isteyeceksiniz. Hayatlarımızı alabilirler! Ama özgürlüğümüzü asla elimizden alamazlar! ÖZGÜR İSKOÇYA!" 

              Bir çalar saat sesi ile gözlerini açıyorsun her sabaha, acele et çarp yüzüne biraz su. Bir şeyler atıştırmak için vaktin yok. Kravatını yolda da bağlayabilirsin. Koş geç kalma kaderin seni bekliyor, gecikme randevuna Murat. Kahretsin bu trafik de nedir böyle, bu kadar insan şehrin bu yakasına ne için gider. Kayıp hazine buralarda bir yerlerde olsa gerek. Şu kalabalığa bak herkesi tanıyor gibiyim. Yüzlerinde aynı maske, koyu renkli takım elbiseler, parlayan ayakkabılar, kendinden emin bir duruş. Kimim ben Dünyayı kurtaran adamın oğlu mu! Ne yaptığımın farkında mıyım? Tüm gün gözümün önünden film şeridi gibi geçen rakamlar, acele et döviz kurları her an yükselebilir, faiz lobisi yakamızda. Kahretsin mermi bitti hemen fotokopi makinasına kağıt doldurmalıyım... Ohh bugün de savaşı kaybetmedik. Şimdi gönül rahatlığı ile evime dönebilirim. Tabi metrobüste yer bulabilirsem.

                Korktukça tutsak, umut ettikçe özgürsün. Şimdi bana neden hayattan memnun değilsin diye soranlara sözüm. Kazandığınız para kadar mı hayatınızı yaşıyorsunuz yoksa; yaşamak için bir nedeniniz var da onun için mi para kazanıyorsunuz...Bu soruya gönül rahatlığı ile cevap verdiğim gün mutsuz olmak için bir nedenim olmayacak. 

30 Ağustos 2014 Cumartesi

Karamsar Kumarbaz

        Sabahın ilk ışıkları odanızın camından içeri süzülürken bir çalar saat sesi ile açarsınız gözlerinizi sessiz odanızın bembeyaz tavanına. Bazen nerede olduğunuzun farkına varamazsınız, bazen de görmüş olduğunuz rüyadan uyanmak istemediğinizden içinizde acı bir burukluk olur. Çünkü yataktan kalktığınızda hayatın acı gerçeğini yüzünüze buz gibi bir su gibi çarpmak zorunda kalırsınız.

          Hayatın her anından zevk alabilen insanlara gıpta ile bakıyorum. Kurtuluşa ermiş ender insanlardan. Çünkü öyle bir devirde yaşıyoruz ki egomuz sıradan bir insanın bedeni ile süper bir kahraman karakteri arasında sıkışıp kalmış. Bunaldığınız anlarda gömleği sıyırıp içinizden bir süperman çıkmasını bekliyorsunuz ama nafile. Anca gömleğin ütüsü bozulur. İşte tam demek istediğim noktadayım şu an belki de. Kimim ben, ne istiyorum, mutlu olmayı denemek yerine kolaya kaçıp neden karamsar oluyorum. Bir hedef koymak yerine kaçan fırsatların arkasından vah çekmek, biraz kendimi teselli edip sonrasında yoluma devam etmek olmuş hayatım.

            Çok katlı plazaların üst katlarında paranın hesabını yapmayan adam mı olmak yoksa her an bu dünyadan göç edecekmiş gibi huzurlu ve sakin yaşayan adam mı olmak! Her gün bu gelgitleri yaşayarak başlayan günün sonu kendimi yatağa atarak son buluyor. Bir bir kopartıyorum takvim yapraklarını, bir gün daha bitti diyerek giriyorum evden içeri. Artık sabahları yüzümü yıkarken aynada kendime bakma gereği bile duymuyorum. Çünkü aynadaki yüze olan inancımı ne zaman kaybettim bilmiyorum. Bazen bir tercihim olsa heralde kolaya kaçıp bu gereksiz hayatıma son verirdim diyorum. Belki bir yerlerde bu hayatı benden daha çok isteyen ve hak eden birileri vardır. Sanki kendimi onların sırasına kaynak yapmış gibi hissediyorum. Ne olduğum yeri benimseyebildim ne de olmayacak hayallerime üzüldüm.

            Arada nabzımı yokluyorum gerçekten yaşıyor muyum diye? Neden bu kadar tepkisizim. Sahip olduklarım için deliler gibi koşup, sevinçten taklalar atsam belki yeridir. Veya mutluluğun para ile satın alındığı, bulutların üstünde yaşayanların yanına yaklaşılamadığı bir dünyada yaşadığım için isyan edip haykırmalı, küfretmeliyim. Hiç birini yapmıyorum.

            Sanırım vasat bir jokeyin bindiği sıradan bir yarış atıyım. Start verildi ve koşu başladı. Hayatımın ilk 24 yıllık düzlüğü geride kalırken, ne çok gerilerde kaldım ne de süratimle rakiplerimle olan mesafeyi açtım. Bir ümit bekliyoruz belki bir gün birileri üzerimize sürpriz bir kupon yapar da mutluluğu çeyreklik yapıp harcarız...

17 Ağustos 2014 Pazar

Bir İstanbul Masalı

        Yedi tepeli İstanbul sardın dört tarafımı ne senden geçebildim ne de senden vazgeçebildim. Herkesin yaşamaya değer bir masalı vardır bu şehirde. Kimileri bir bavul ile geldiği bu şehirde zenginliğe yelken açtı, kimileri karun olduğu bu şehirde kimsesizler mezarlığında toprak oldu. Ama ne olursa olsun hep bağrına bastı İstanbul misafirlerini.

        Masallar ile kaybedecek vaktim yok demeyin. Hangi insan mutsuz olmak ister ki; gerçeği görmek için aynaya bakmaya gerek yok. Geçmişte insanın aynası değil midir? Bu şehirin kasvetli bir havası vardır başınızı eğdiğinizde. Çünkü sizin gibi milyonlarcasının hayallerini gömmüştür boğazın serin sularına. Hangimiz Üsküdar sahilinde bir banka oturup Kız kulesinin eşsiz manzarasında gerçek aşkı hayal etmedik. İlk buluşmanın dönüşünde minibüste aynı anda parayı uzatıp buradan iki kişi alır mısınız demedik? Bazen araya mesafeler girdi boğazın bir yakasında siz, diğer yakasında o. Beklermişcesine el salladık karşıya, hep mi gidenleri bekledik yoksa gidenler bizi hiç mi aramadı.

         Karamsar olduğum her anda gökyüzüne baktım. Bu şehirin bana vereceği bir şey olmalıydı bağrında. Bir yaz yağmuru olsa da yağsa başımdan aşağıya, bir kar tanesi olsa da konsa dilimin ucuna. Her gün işten eve geldiğimde bir kenara fırlatarak bıraktığım ceketimin arkasından bir gün daha bitti demekten ne zaman vazgeçeceğim. Bir beklenti yaratır bu şehir insanın benliğinde. Kapılırsınız eşsiz manzasında büyüsüne. En büyük benim dersiniz bazen haykırarak Ortaköy sahilinden, bazen de seviyorum diye yankılanır Aşiyan tepesi. Eli cebinde inerken Nakkaştepe'den Kuzguncuğa doğru film şeridi gibi geçer ömrünüz gözlerinizin önünden. İşte o zaman derin bir nefes alıp yeniden başlama cesareti gelir insanın yüreğine. Bembeyaz bir sayfa, yaşanacak onlarca anı, paylaşılacak sevda sözleri...

             Bir İstanbul masalında buluşalım bu gece, 
             Sen boğazın incisi Kız Kulesi ol,
             Ben yarımadanın prensi Galata
             Serin sular şahidi olsun tüm yaşananların
             Haber salsınlar Yedi tepeli İstanbul dört bir köşesine
             Sevmekten korkmuyor artık bu iki yaralı yürek...

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Carpe Diem'in Peşinde...

      Bu yazımı bize gülmenin sadece bir eylem değil hayatın tüm sıkıcılığına ve zorluklarına göğüs germenin bir aracı olduğunu öğreten Robin Williams'a ve etramızda dönen dünyanın kölesi değil kendi dünyamızın efendisi olmanın değerini gösteren Jack London'a ithaf ediyorum.

       Kaç kez Carpe-Diem'i yakalamaya çalışırken paçanızdan tutulup çekildiniz. Hayatımızın her döneminde acaba bunu yaparsam ne düşünürler diye anın tadını çıkarmaktan kendimizi alıkoyduk. Çok kez bir hedef koyduk ama peşinden koşmayı unuttuk. Kaç kez sokağa çıkıp ben ilgi görmek istiyorum, sevilmek istiyorum demek yerine dört duvarla çevrili bir odada kendimizi beyaz tavana bakarak hayal kurarken bulduk. Kendi  oyunumuzda bile başrolu alacak güveni göremedik kendimizde.

        İnsanları memnun etmeye çalışmaktan sıkıldım.  Genç yaşımda kendimi memnun etmek için yaşamanın farkına vardım fakat bu kolay olmadı. Size yatırım yapan ebeveynleriniz, bir baltaya sap olup olamayacağınızı merak eden sosyal çevreniz ve hayat ellerinizin arasında hızla akıp giderken bir çiçek gibi solan gençliğiniz sizi her zaman bir adım ileriye atarken düşündürdü. Mezuniyet diplomasını alır almaz start verildi ve koşu başladı. Beyaz gömlek, koyu renkli kravat ve rugan ayakkabılarla kalabalık şehrin hayat mücadelesinin içinde bulduk kendimizi. Tüm ay deli gibi çalışıp, bitmek bilmeyen hedefleri gerçekleştirmenin stresi ile boğuştuk. Kuş kadar primlerle motive olup, patronların egosunu tatmin ettik. Ay sonu geldiğinde koşarak gittiğimiz bankanın atm'sinde 15 dakikalık bir hazla tatmin olduk. Hani evinin nafakasını aksaraydaki pavyonlarda bir gecede yiyen perişan aile babaları var ya aslında bizim onlardan bir farkımız var mı?

        Bir salak gibi göründüğümün farkındayım. Hiçbir zaman babama hayallerimi ve ideallerimi anlatamadım, anlatamayacağım da. Çünkü babam yıllar önce kendisi için nefes almaktan vazgeçmiş. Bir kitabın verdiği  hazzı bulamadım insanların ödedikleri hesapla mutlu olmaya çalıştığı kafelerde. Hayatın adil olmadığını söyleyerek şikayetçi olmak istemiyorum. Bir restauranta gittiğimde kapıdaki valeye bahşiş olarak bir 50'lik değil de sıcak bir gülümseme vermek isterdim fakat anlar mıydı ki değerini. Farkına varmak lazım şunun; hepimiz dünya kârhanesinin müdavimleriyiz. Kimimiz hayatımızı işverenlerin altına yatarak kazanıyor, kimimiz ihtiyaç sahiplerini altımıza alarak. Ve fısıltı ile çıkan bir cümle suratımıza çarpıyor. "Tecavüz kaçınılmazsa sevişmekten zevk almaya çalış." Yani şu an yaptığımız gibi.

        Bir günü daha önemsiz biri olmanın hafifliği, gerçekleşmeyen hayallerin burukluğu, ciğeri beş para etmez insanların parayla satın olduğu mutluluğu izleyerek geride bırakıyorum. S.ktir et deme lüksüm var mı bilmem ama gönlümü ferah tutmaya çalışıyorum. Kim bilir belki uslu bir çocuk olursam bu gece rüyamda şirinleri bile görebilirim...
   

7 Ağustos 2014 Perşembe

Çay Kaşığıyla Gelen Mutluluk...

          İstanbul'un keşfedilmemiş yerlerinden birinde; kitapların özgür bıraktığı bir düşünce aleminde hayallerin gerçek, sevginin karşılıksız, arkadaşlığın paha biçilmez  olduğu bir yerdeyim. Ağaçların saygıdan eğildiği dik bir yokuştan sahile doğru ilerliyorum, elimde her zaman olduğu gibi en yakın arkadaşım, bir cebimde hayallerim diğerinde ise hayatın gerçekleri...

           Her sabah gördüğüm insanlar almışlar yine yerlerini. Küçük kızı ile şehrin kurtarılmış birkaç yeşil alanında yarınlara umutla bakan bir anne. Gözünde güneş gözlükleri, kulağında kulaklık her zamanki gibi zarafeti ile kendine hayranlıkla baktıran kariyer sahibi genç kız geçiyor koşarak yanımdam. Ayasofya manzaralı banktaki yerimi aldım, yaslandım arkama. Kahvaltı için henüz erken, menü zaten belli bir parça simit, üçgen peynir ve bir bardak sıcak çay. İstanbul'un tadına varmak bu kadar kolay ve ucuzken, zengin olma kaygısı ve İstanbul'un parsellenmiş köşelerinde yer sahibi olmak için kendini paralamak niye?

            Çıkmak istemiyorum dışarı, arkadaş meclisi tat vermiyor artık eskisi gibi. Kalabalık nüfuslu İstanbul'un gündemi de kalabalık. İnsanlar her geçen gün yeni dertler, yeni uğraşlar, yeni hedefler belirliyor kendilerine. Kederi de derdi de meze yapıyorlar rakı sofrasına, gerçekleşen hedeflerin hepsi biraraya toplanıp kutlama yapmanın aracı olmuş. Ve bir bakmışın bir ömür kısır bir döngünün içinde kendini avutarak geçmiş.

           Dışlanmış hissediyorum bu toplumun içerisinde kendimi. Her akşam bir araya gelen insanlar sanki mutluymuş taklidi yapıyor. En güzel kızlarla beraber olan arkadaşlarım, elindekinin kıymetini bilmek yerine onlara okunmuş bir gazete muamelesi yapmaktan çekinmiyorlar. Herkesin farklı olduğunu düşündüğü ama aslında aynı olduğu bir yerde, ben yıllardır kendim olabilmenin mücadelesini veriyorum. Lanet olsun dostum; şans senin yanında olabilir veya hak etmesen de sana değer veren bir sevgilin de olabilir. Mutluluğu ve saadeti kredi kartına taksitle de almış olabilirsin. Kıskandığımı falan düşünmeyin. Bu devran böyle gelmiş böyle gidecek. Fakat hayat denilen bu amansız mücadelede biz ne zaman süre alacağız, birileri bizi ne zaman keşfedecek. Büyük kupada gözümüz yok, teselli madalyası da alsak yeter.

            Kimseye muhtaç olmadan yaşamak, karşılık beklemeden sevmek ve sevilmek, kendi tahtına oturmak için başkalarının bahtını ezmemek...Tencerede gözümüz yok, çay kaşığıyla kenarında tırtıklasak bize yeter!


             

24 Temmuz 2014 Perşembe

Mağdur Edebiyatı

           Biz erkeklerin hayatında 4 önemli evre vardır. İlk evre sünnet ile başlar ve erkekliğe adım atarsınız. Sonraki evre de üniversiteyi bitirir ve sizin için harcanan emekleri boşa çıkarmadığınızı gösterirsiniz. 3. evre artık kendi ayaklarınızın üstünde durursunuz yani bu adam olduğunuzun göstergesidir. Artık kimseye muhtaç olmadığınıza göre kendi yuvanızı kurup çoluk çocuğa karışma vaktiniz gelmiş demektir. Yani evinin erkeği çocuklarının babası olmak...

             Askerden geldiğim akşam teyzem söyledi bunları bana. Çok düşündüm, ne zaman geldik bu duruma diye.  Şunu farkettim ki askere gidene kadar hep mağdur rolü yapmışım. Hangimiz yapmadık ki? Mağdur olmak demek, asla özür dilemek zorunda kalmamak demektir. Mağdurlar sorumlu değildirler, çünkü her zaman suçlayacak birilerini bulurlar. Çocuk iken kaçımızın hayalleri yoktu. Bir futbol topunun peşinden yıllarca koştuğumu hatırlıyorum. Suçu hep başkalarında aradım, halbuki çevremde keşfedilemeyen onlarca gizli yetenek varken. Üniversiteden mezun olduktan sonra girdiğim onlarca mülakatlarda hep sonuna kadar dolduramadığım iş başvuru formlarından nefret ettim. Arayan insan değil, aranan insan olmak nasıl bir şeydi acaba.

              Bahane üretmek için onlarca sebebim vardı. Yüzümüz her zaman gülümsüyordu ama aklımızın odaları karamsar düşüncelerle doluydu hep. Halbuki hayat daha ne kadar kötü olabilir ki! Düşüncelerimiz yüzünden onlarca yıl hapis yatmadık, cezaevinde işkence görmedik, ekmek almaya giderken canımızı almadılar, çocukların tek kurşunla sonsuzluğa uğurlandığı bir savaşın ortasında kalmadık. Peki neydi bizim buhranımız? Şöhretini yitirdikten sonra gündemde kalmak için Survivor'a katılmak zorunda olmamız mı? İphone'un son sürümünü almak için saatlerce sırada beklemek zorunda olmamız mı? Bankadan çektiğimiz kredi ile evlenip düğünümüzde hiç sahip olamayacağımız son model arabayı süsleyip dünya evine girmek mi?

            Eski nesiller Amerika'yı keşfetti, Everest Dağı'na tırmandı, Güney Amerika'daki yağmur ormanlarına daldı, Güney Kutbu'na gitti, yetmedi Ay'a çıktılar. Biz ne yaptık. Ailelerimizin dişinden tırnağından arttırdığı para ile bir dershaneye kayıt olup evimizden kilometrelerce ötede okumak için evimizden ayrıldık. Geri döndüğümüzde elimizde rulo yapılmış bir diploma, boşa geçirilmiş yıllar, çabuk vazgeçilmiş hayaller ve sızlanmakla geçen bir ömür. O yüzden şundan vazgeçsek iyi olur. Mağdur falan değiliz, sızlanmayı bırakalım... 

9 Temmuz 2014 Çarşamba

Hayallerin Ötesinde, Yaşamın Kıyısında...

          Bu hayatta bazı şeylerin karşılığı olmamalı diye düşünüyorum. Karşılıksız sevgi gibi klişeleşmiş bir söz kullanmayacağım. Ama bedel ödemekten sıkılmadık mı? Biz sıradan insanlar gazetelerin 3.sayfalarındaki entrika haberleri olmaktan ne zaman kurtulacağız. Her gün gözümüze sokulan hayatlar, küçük kaçamaklar, yasak aşklar, kolay edilen şöhret ve parayla gelen saadet.

           Kendi hayatını yaşamana izin yok. Bizim gibilerin iki dünyası var. İlkinde başkaların hayatında sadece bir nesneyiz. Yapmak zorunda olduğumuz işi yapıyor, onlardan arta kalanlara şükrediyoruz. Anlamı olmayan bir iktidar mücadelesinde gençliğini ve hayallerini satan bir avuç lejyoneriz. Diğer dünya ise sadece bize ait. Orada insanlar başarıya ve servete aç değil, muhtaç olduğu biraz sevgi, bir parça mutluluk...

             Sıkıntı aramaya gerek yok, en büyük buhran biziz. Eşlerimiz tarafından her gün aldatılıyoruz. Genelde akşam yemeğinden sonra televizyonun başında basıyoruz onları sahte aşkları ile. Ya biz; doğru kadını ararken kaç yaralı kalbi kırık kalpler durağında bıraktık. Adil olmayan bir oyunda herkes kendi kurallarına göre hayatta kalmaya çalışıyor. Tabi buna yaşamak denirse.

            Hep bir arayışın içindeyiz. Halbuki sahip olduklarımızı yastık altına koymaktan vazgeçsek, kimse kimsenin sırtına basıp yükselmek zorunda kalmayacak. Aslında çok da bir şey istemiyoruz. Uçurtmaların yüksek binaların gölgesine takılmadığı, topumuzun araba tekerinin altında kalmadığı, şekerin ve çikolatanın paylaştıkça çoğaldığı bir çocukluk istiyoruz. Ergenlik sivilcelerinden yeni yeni kurtulmaya başlarken girdiğimiz maraton gibi sınavlarda başarının değil bir gencin hayallerinin önemli olduğu, çalışmanın angarya değil, bir değer yaratma olduğu bir hayat istiyoruz.

             Ve en nihayetinde insan, ömrünün sonbaharında bir hazan güneşi ile uyandığı yatağında ölümü beklerken gülümsemek ister ölüm meleğine. Yolculuk buraya kadarmış, geriye kalan beyaz bir kağıda karalanmış nasihat: " Ömrün boyunca bir şeylere sahip olmanın peşinde koşacaksan bir kez daha düşün. Üzüntünde ağlayacağın bir omuz, sevincinde sarılacağın dostlar edin. Dostluk dediğin çelikten bir kasaya değil, etden bir kalbe ihtiyaç duyar. "

18 Haziran 2014 Çarşamba

Uzak Hayaller, Yakın Denizler...

            Hayatın bilinmeyen denizlerinde her sabah yeni limanlara yelken açıyoruz. Kimi zaman durgun sularda ilerlerken beklenmeyen fırtınalara yakalanıyoruz, kimi zaman dümeni yanlış tarafa kırıyoruz. Kader bu ya fırsatlar hep bir adım ötemizde kalıyor, uzansak tutamıyoruz, tutsak elimizden kayıyor. Mutluluk ve başarıyı yakalamak ile geçen ömrümüz ancak onu peşinden koşmakla geçiyor.

             Her sabah aynada baktığım yüzüm gün geçtikçe, ben farkında olmadan yaşlanıyor. Saçlarım kırlaşmış, hafif de seyrelmeler yok değil hani! Annem ile hala kitaplarım yüzünden kavga ediyoruz. Annem kavga edecek başka bir mesele bulamadığından kitaplarıma laf ederken, ben güvenip sarılacağım başka bir şeyim olmadığından kitaplarıma sahip çıkıyorum. Tabi bunca yokluğun arasında evimize güneş gibi doğan kardeşimi de unutmamak lazım. Cebi delik, gönlü zengin, kahkahası bol, hayatı sade ve sıradan yaşayan biz umutsuz ev ahalisine yarınlara umutla bakacak bir neden oldu.

              Başıma yastığa koyduğumda düşünmeden uyumadığım tek bir gecem oldu mu hatırlamıyorum. Ne olacak bizim bu halimiz diyerekten başladığım üniversiteyi bitireli iki sene olmuş, askerliğe bir engel gözü ile bakarken şunun şurasında 1 ay kalmış bitmesine...Ve önümde şimdi bitmeyecek bir mücadele öyküsü var. Sayfalar masanın üstünde, kalemim kenarda beni bekliyor. Hayallerimi bozuk para yapmış, kumbaramda saklarken; bir umut ya belki talih bizimde yüzümüze güler.

               

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Hayatın Elinden Tutmak...

            Aynı günün sabahına uyanalı bilmem kaç gece oldu...Kafama kadar çektiğimin yorganımın altında gözlerimi karanlığa açarken dilimde aynı kelime, aklımda aynı düşünce YİNE mi? Sonra penceremin arasından yorganımın altına süzülen gün ışığı içime umut dolduruyor. Yataktan kalkacak gücü buluyorum kendimde her sabah.

             Bembeyez tavana bakıyorum boş gözlerle. Gün boyunca olacakları gözümden yansıtıyorum boş duvarlara. Monoton bir hayatı renklendirmek adına  boş uğraşlar işte. Ayaklarımı sürüyerek evin  içinde ilerlerken gözüm Dila'ya takılıyor. Aynı benim gibi yatakta yatarken savaşırcasına uyumuş. Kolu başka bir yerde bacağı başka bir yerde. Babam her zaman ki gibi günün ilk ışıklarıyla hayat mücadelesine başlamış. Yattığı yerde kalan tek şey vücudunun bıraktığı iz. Her halinden belli oluyor yorgun ve düşünceli...Tıpkı benim gibi.

              Bu benim yaşamım ve her geçen dakika sona eriyor. Hani bazıları bitmesin ister ya ben merak ediyorum acaba yolun sonunda ne var. Ne bir amacımız var ne de kaybedecek bir şeyimiz. Ekonomik krizlerden sonra işsiz kalma korkusu yaşamadık çünkü artık bitmeyen krizler ile yaşıyoruz. O da kahrolası hayatımızda bir bok olamama korkusu ile yaşamak. Ailenin emeklerini boşa çıkarmak, sevdiğin kızın hayallerini boşa çıkarmak....Hani hep çocukken hayaller kurardık ya büyük bir futbolcu olmak, ünlü bir film yıldızı olmak veya daha sade hayaller doktor olmak, avukat olmak gibi...İşte ben 18 yaşında bunların hiç gerçekleşmeyeciğini anladığımda özgür olduğumu hissettim.

                Herkes gibi bir tezgahtar ol ama utanma sakın; sana satış danışmanı diyerek gururunu okşayacaklar veya al eline defteri muhasebeci ol nasılsa masanda finans elemanı yazıyor. Hiç bir şey olamadığın için tasalanma televizyonlarda onlarca yarışma var birinde şans bulursun elbet 5 dakika da olsa şöhretin tadına varırsın. Soruyorum kendime en büyük zafer nedir veya hiç bitmesin istediğim bir an var mı? Bu sorular sadece cevabını duymak istediğim için aklımın bir köşesinde. Düşeceğimi bilsem bile zirve de birkaç dakikalığına yer almak istiyorum. Beni tek düşündüren şey bu. İnsanlar o zirveye hangi zorluklarla tırmandığınıza bakmazlar. Alnınızdan akan teri, parçalanan etinizi görmezler.

                  İnsanlar hergün aynı şeyleri yapıyor. Aynaya bakıp konuşuyorlar, hayallerindeki gibi olmak istiyorlar. Ama cesaretleri olmadığı için eyleme geçemiyorlar. İlişkiler tek porsiyonluk olmuş, tatlı niyetine kaçamaklar yapıyoruz. Tüm olumsuzlukları acı bir kahve niyetine içerken,  tadımız kaçmasın diye hayalleri çikolata gibi atıyoruz ağzımıza. Bütün bunları görmezden gelenler belki de hiçbir şey olmamış gibi yaşabiliyorlar işte o yüzden hayatın elinden tutmak lazım. Yani tüm benliğiniz ile size sahip olacak bir ruh eşi ile...
                 

7 Nisan 2014 Pazartesi

Karamsar Aklımın Odalarında...

            Charles Bukowski okumaktan olsa gerek hayatı toz pembe göremiyorum. Her şeyde bir bokluk arıyorum, karamsarlık bazen iyi geliyor. Yaşadığımız topluma ait hissedemedim hiçbir zaman kendimi. Doğuştan kaynaklanan sebeplerden olsa gerek karizmatik birisi olamadım, kafamda her zaman birden fazla fikir ve  hayal olduğundan gerçek başarıyı yakalayamadım. Çoğu kez kendim olmam istenmedi. Başarı ve mutluluk için hep bir kalıba girmek gerekti. Bukowkski'nin dediği gibi " Hep kalıplara uymayı reddettim. Geldiğim nokta şu; diğerlerinden daha mutsuz, bir o kadar umutsuz ama kafam hepsinden daha güzel..." 

            Çok mu pembe dizi izledik, entrikalarla geçen günlerin sonunda Rosalinda'ya mı kavuşacağız orası meçhul. Kumanda elimde insanların mutlu hayatlarına zapping yapıyorum. Başarı mı mutluluğu getirir, mutluluk mı başarıyı...Doğru kadını arayarak mı  bulursun, yoksa o mu gelir seni bulur. Şans Allah'ın sevgili kullarına mahsus bir şey midir yoksa biz mi treni kaçırdık. Kafam bulanık, gönlüm karışık. Kendimi ifade etmekte güçlük çektiğim zamanlarda vuruyorum kendimi kitaplara, sarhoş oluyorum kelimelerin büyüsünde...Ne diyor üstad: "Yeterince dürüstsen, fazlasıyla aşık ve gerçekten seviyorsan hazırsın demektir. Artık mutsuz olabilirsin."  Karamsarlık hep oldu nasıl olmasın ki ; Mezun olduktan kaç ay sonra hayalini kurduğunuz işi bulmaktan vazgeçtiniz, birileri hak etmediği refahın sefasını sürerken siz kaç defa imkansızlıklarınıza küfrettiniz. Sevdiğiniz bir kızdan kaç kere vazgeçmek zorunda kaldınız...

               Her geçen güne bir çizik atıyorum, sayılı gün çabuk geçer diyerek 24 yılı gerçekleşmeyen hedeflerle, karşılık bulmayan sevdalarla, raflar dolusu kitaplarla ve bir parçada olsa mutluluğa adanmış hayallerle geride bırakıyorum. Hayatım müsvette deftere döndü. Her defasında temiz sayfa açmaktan, koparacak yaprak kalmadı. Korkuyorum biraz, bu sefer de o temiz sayfaya yanlış bir çizik atarım diye. Sonra bir kenara not ettiğim söze takılıyor gözüm. "Acılı bir hayatla hayatsızlık arasında bir seçim yapmamı söyleseler, hiç duraksamadan acılı hayatı seçerim. İnsanlar hayatın ne kadar kötü olduğunu söylerse söylesinler, ben umudumu asla kaybetmedim. Henüz nasıl umut kaybedileceğini öğrenmedim. 
             

27 Mart 2014 Perşembe

Şafak: Hayallere Doğan Güneş...

           Askerlik nedeniyle ara vermiştim. Ayrılığı fazla uzatmak istemiyorum. Anlatacak çok şey var belki ama birazını askerden sonrasına saklamak lazım. Anlat diyeceksiniz bana, bende her zaman ki gibi o anı yaşıyormuş gibi hararetli bir şekilde anlatacağım.

            Askerlik bir vatan borcu mudur yoksa insanların kafasını iki elinin arasına alıp hayatın değerini anlamasını sağlamak için biz erkeklerin toplandığı bir açık cezaevi midir anlamaya çalışıyorum. Televizyonun ekranına merak ile bakarken haberlerde bizim memleketin adının geçmesini bekliyorsun. İstanbul dediklerinde ufak bir kıpırdanma oluyor, oturuşunu falan düzeltiyorsun. Gazeteler de ilgimi çeken haberleri kesip biriktiriyorum. Tek aşkım dediğim kitaplarım beni burada da yalnız bırakmıyor, elimden düşmüyorlar. Hikayesi olan insan o kadar çok ki. Nasılsa vaktim var sabırla hepsini dinliyorum. Hayallerini anlatırken insanların gözlerinin içi parlıyor. Evlilik hayali kuranlar, doğan çocuğunu kucağına alıp öpeceği günün hayalini kuranlar....

             Cehalet ile çok bilmişliğin arasında sıkışıp kalıyorsun bazen. Gecenin bir köründe nöbette iken tellerin arasından ışıkların aydınlattığı manzaraya bakıyorsun. Birileri sıcak evinde çayını demliyor, samimi bir muhabbeti bisküvi niyetine kırıp paylaşıyor. İşte o an evim geliyor aklıma. Her akşam ocağın üzerinde demlenen bir demlik sıcak çayım, annemin enfes kurabiyeleri. Babam kardeşime meyve yedirirken, ben bir kenarda kitabımı okurken çayımı yudumluyorum. Belki annem o anda televizyondaki diziye değil de bizim saadetimizi izliyordur.

               Evinde yaptığın sıradan bir kahvaltının değerini anlıyorsun. Kardeşimin abici demesini yatakta zıplarken attığımız kahkahaları özledim. Beraberken onu çok ihmal ettim sanki yeterince vakit ayırmamışım ona. Kardeşlerim dediğim dostlarım beni aradığında telefonu gülerek açmayı özledim biraz da. Onlara hep dediğim gibi bizler gönlü zengin, kahkahası bol, cebi delik, hayatı sade ve sıradan yaşayan insanlarız.

                Özlemek iyidir sonunda kavuşmak var ise...Seni muhabbetle ve sevgiyle kucaklayacak birilerinin olması, anlatacak şeylerin birikmesi, hayallerine giden yoldaki engellerden birini daha aşmanın verdiği özgüven. Söylecek çok şey var dedim ya hepsi dilimin ucunda anlayın siz işte. Aklıma geldiğinizde gülümsüyorum, siz de öyle yapıyorsunuzdur inşallah...

29 Ocak 2014 Çarşamba

Her Şey Yolunda mı Merkez?

       Haftalardır çalkalanan Türkiye'de Merkez Bankası'nın geceleyin vereceği karar bekleniyordu. Kimilerine göre Gezi Parkı ve Yolsuzluk soruşturması ile siyasi istikrar sarsıldı, ekonomideki gidişat kötüleşti ve Merkez Bankası'nın bu kararı almasına ortam hazırlandı. Kimilerine göre ise 2013 yılının başından itibaren Federal Rezerv Bankası'nın para musluğunu kısacağını açıklaması ile zaten döviz kurlarında yukarıya doğru bir hareketlenme başlamıştı. Ben bu iki görüşü de harmanlayanlardanım. En nihayetinde şunu unutmamak gerekir ki yüksek faiz bir sebep değil, sonuçtur.

         Türkiye gibi üretimi tüketime bağlı olan ve döviz girdisinin büyük bir kısmını sıcak para, turizm geliri ve hammadde ihracatı ile elde eden bir ülkede tabi ki krize girildiğinden faiz oranlarının artması beklenir. Şimdi burada etik bir görüş savunup faizler arttırılmamalı, sıradan vatandaş faiz yükünün altında ezilir, ekonomik büyüme sekteye uğrar gibi iktidar vari düşünceleri dile getirmeyeceğim. Çünkü bunu diyen iktidar 2008 yılına kadar yüksek faiz-düşük kur politikasını uyguluyordu zaten.

           Merkez Bankası'nın dün gece aldığı karar ile faiz oranlarında beklenen artış gerçekleştirildi. Müdahalenin geç yapıldığına inananlardanım. Bu inancım siyasi bir tavırdan ötürü değil. Günümüzde bırakın büyük şirketleri, zengin yatırımcıları sıradan vatandaşlar bile borsayı takip ederek gelecekte olabilecek ekonomik hamleleri takip edebiliyor. Gazetelerde bazı köşe yazılarında bu gibi durumlarda üniversitede ekonomi derslerinde sık duyduğumuz bir kavramı görürüz. Rasyonel hareket eden bireyler şunu yapar diye. Çok merak ediyorum o rasyonel bireyler kimdir diye?

            Döviz kuru artıyor ise; 1 dolar almak için artık daha fazla Türk parası vermek gerekiyorsa vatandaşlar ve üreticiler ithalatını azaltacaktır. Diğer yandan Türk malları dolar cinsinden ucuz olacağından ihracatımız artacaktır. Yani rasyonel beklentilere sahip olan Türk Yatırımcılar birden aşka gelip hadi piyasayı mala boğalım diyeceklerdir. Kesinlikle böyle olacaktır eminim. Hal böyle olunca ihracat artıp, ithalat da düşünce cari açığımızda yavaş yavaş kapanacaktır. Keynes veya Minsk mezarından kalksaydı eminim çok gülerdi bu duruma.

            İhracatın ithalata bağlı olduğu, petrol olmadan 2 gün bile üretim yapılamayan bir ekonomiyi döviz kurları ve faiz oranlarındaki ince bir çizgi üzerinde idare etmeye çalışıyoruz. Spekülatif bir ataktan söz ediliyor. Böyle bir şeyin olması gayet mümkün. Merkez Bankası faiz arttırımı kararı almadan önce düşük faizle TL borçlanıp dolara dönenler oldu. Son günlerde döviz kurundaki aşırı artışı fırsat bilip, piyasayı iyi okuyan yatırımcılar Merkez Bankası'nın faiz arttımı kararından önce açık pozisyonlarını kapatmak için doları bozdurup tekrardan TL'ye dönerek büyük getiri elde etmiş olabilirler. Merkez Bankası faiz arttırımı kararını şok bir karar ile erkene alsaydı belki bu kişilerin oyunu bozulabilirdi.

            Faiz lobisini hep dışarda ararız veya Türkiye'deki zengin iş adamları olduğunu düşünürüz. Öyledirlerdir belki de peki bu dönemde dolara hücum eden sıradan vatandaşlar da olmadı mı.? Belki hainler şu an aramızda bile dolaşıyor olabilir. Döviz almak ile aslında parasını satın aldığımız ülkeye karşılıksız borç verdiğimizi bilsek inanıyorum ki kimse böyle bir harekete tenezzül etmez. Gelirimizi türk parası olarak elde ettiğimiz bir ortamda dolar ile borçlanmak, ev kirasını dolara endekslemek önlem almaktan çok kendimizi idam sehpasına çıkarmak gibi bir şeydir. İşin kötü tarafı idam sehpasına tekmeye atan biz değil, faiz lobisi dediğimiz kişilerin olması. O tekme her an  atılabilir.

             Faiz arttımı sonrası görünüm nasıl olabilir diye düşünelim biraz da. Henüz yolun başında olan birisi olduğum için kesin yargılarda bulunamayacağım sadece ihtimalleri dile getirebilirim. Merkez Bankası'nın kararları kısa vadeli faizlerde etkili olur, böylece dövizin ateşi dindirilebilir. Fakat  burada nasıl bir spekülatif hareketle karşı karşıyayız bilmiyoruz. Belki bu faiz arttımına rağmen hem yerli hem yabancı yatırımcılar döviz almaya devam edecek. Çünkü öyle bir dönemden geçiyor ki Türkiye; cari açığın milli gelire oranının %7,5 olduğu, siyasi istikrarsızlığın arttığı, hukuka olan güvenin azaldığı ve FED'in aldığı kararlardan sonra ülkeye gelen sıcak paradaki azalmayı göz önüne alırsak ekonominin iyileşmesi epey bir sancılı olabilir.

            İktidarın tavrına da biraz değinmek istiyorum. Artık piyasalar tamamen küreselleştiği için bu tarz dalgalanmaları sık sık yaşıyor ülkeler. Bizim gibi ülkeler bu durumlara çare bulmak yerine her defasında yeni bahane üretiyor. İktidar, Gezi Parkı eylemleri ve Yolsuzluk soruşturmasını öne sürerek bu durumdan mağduriyet yaratmayı bile başardı diyebiliriz.

             Sonuç olarak kısa bir özet geçmek istiyorum. FED'in almış olduğu kararlardan sonra artık; sıcak para faiz nerede yüksek ise oraya gidecektir. Merkez Bankası'nın dolar rezervinin azaldığını da varsayar isek yapılan bu faiz artışının kalıcı olma ihtimali var. Kısa vadede bu krizin üstü örtülür ve yerel seçimler en az hasarla atlatılmaya çalışılır. Uzun vadede ise büyüme sekteye uğrar diye düşünüyorum genel kanı da bu yönde zaten. Merkez Bankası enflasyon hedefini yukarı çekti. Ben zaten ülkedeki enflasyon rakamlarına güvenmiyordum. Böylece faturanın vatandaşa ödetileceği kesinleşmiş oldu. Artan döviz kuru bahane edilerek fiyat artışları başlayacak. Neyse ki yalan rüzgarı  gibi ülke gündemimiz var entrikalar ile boğuşuyoruz. O yüzden bunları da unuturuz. 

23 Ocak 2014 Perşembe

Mantığım Kalbime Karşı Geliyor...

            Biz erkekler bazen çok ilginç olabiliyoruz. Hayal dünyamızda bir kadın yaratıyoruz. Sonra uygun vücut ölçülerine sahip olan bir tanesine o hayalimizdeki kadını yerleştiriyoruz. İlk başlarda herşey güzel gidiyor, saçmalıklara katlanabiliyorsun ama sonra bir şeyler çarpıyor yüzüne. Severek yaptığımız çoğu şeyi artık yapmıyoruz veya gizli saklı yapıyoruz. Ve hiç sevemeyeceğimiz şeyler bizim rutinimiz oluyor. Adına ilk başta AŞK diyoruz, sonra mantık ilişkisi oluyor. Karşılıklı olarak idare ediyoruz. Ve en sonunda herşey bitince koca bir SAÇMALIK oluyor...

            Hayatımda ilginç bir dönemece giriyorum. Ne zaman bir şeyleri yapmaya heveslensem bir aksilik çıkıyor işte. Bu sefer de araya askerlik giriyor. Geçmişte yaşadığım bazı pişmanlıklar oldu. Hayalimin yakasına yapışmadım, çabuk vazgeçtim. Birkaç kız sevmiştim çok uzun zaman önce uzaktan bakmak ile yetindiğim. Ve şimdi askere gitmeden önce şapkamı önüme koydum. Bir kenarda kimseye söylemekten çekinmediğim hayallerim diğer tarafta kendime bile söylemeye cesaret edemediğim bir hissiyat. Döndüğümde ne bulurum bilemem. Ama düşünmek için epey bir zamanımın olacağı kesin. 

              Artık kendime yalan söyleyemiyorum. Aklımdan ve kalbimden geçen işi yapmak için neden bekliyorum ki. Önümde tek engel hayatım boyunca karşıma çıkan Allah'ın cezası bir sınav. Sonrasında meşakkatli bir süreç, daha çok okuyup, daha çok yazacağım. Arada düşüncelere dalacağım ama en nihayetinde kendim olacağım. Kimsenin ne dediği umurumda olmayacak. Belki kendime olan güvenimi tekrardan kazanıp bir kıza kalbime bile açabilirim. Aslında öyle birisi de var ama henüz hazır değilim. Daha doğrusu keyfimi bozmaya niyetim yok henüz :) 

              Sevdiğinizde ilginç bir ruh haline bürünürsünüz. Üzerinize vazife olmayan bir görev üstlenirsiniz. O'nu mutlu etmek, yüzünü gülümsetmek, derdine derman olmak. Peki sen, sen ne haldesindir? Bana gamsız, vurdum duymaz diyorlar. Doğru da söylüyorlar çünkü öyle olmak zorundayım. Sevmeyi beceremiyorum çünkü her defasında bokunu çıkartıyorum. Birilerini mutlu etmeyi o kadar çok istiyorum  bu benim mutsuzluğuma mâl olsa bile. Şu an bir uyku halindeyim, rüyalarda mutlu olduğumu zannediyorum. Orası benim hakimiyet alanım. Ve birisi beni şiddetli bir şekilde sarsıp uyandırmadığı sürece de uyanmaya niyetim yok gibi...

19 Ocak 2014 Pazar

Türk İşi Ekonomi

           Global ekonomik krizlerden biraz kendi ülkeme dönmek istedim bu yazımda. Malum Mayıs ayının sonunda başlayan Gezi Protestoları ve sonrasında 17 Aralık'taki Yolsuzluk operasyonları, Cemaat-İktidar çekişmesinden sonra sürekli dile getirilen bir deyim var. Faiz lobisi, dış mihraklar, ülkenin iyi yerlere gelmesini istemeyen içimizdeki hainler vs.

            O kadar çok bilgi veriliyor ki insanlara, büyük bir bilgi kirliliği içerisinde yaşıyoruz. Eskiden insanlar gazeteleri arka sayfadan okumaya başlardı. Artık anlasalar da anlamasalar da herkes ekonominin gidişatını takip ediyor. O yüzden insanların bu ilgisini dağıtmak için bol istatistikli yazılar kullanılıyor. Şimdi temel ekonomik veriler üzerinden Türkiye ekonomisi hakkındaki görüşümü belirtmek istiyorum.

             Bir ülkenin ekonomisini değerlendirmek için en önce bakmamız gereken veri Gayri Safi Yurtiçi Hasıla'daki değişimdir. Türkiye'nin milli geliri 1 trilyon dolara yaklaştı sayılır, kişi başına düşen milli gelir ise 10.000 doları geçti. Her zaman geçmiş ile kıyaslama yaparız. Doğru, Türkiye geçmiş rakamlara göre ekonomisini büyüttü. Ama diğer ülke ekonomileri ile karşılaştırdığımızda asıl fark ortaya çıkar. Türkiye büyürken acaba kaç tane yeni iş kolu oluşturdu. Neden ekonomi büyürken, işsizlik rakamlarında önemli bir azalma yaşanmadı. Yapmış olduğumuz ihracatta ne kadar katma değer yarattık. Burada katma değer kavramını açmak istiyorum. Düşünün Bulgaristan'dan bir hammadde aldınız. Bu hammaddeyi işleyip yeni mamul haline ne kadar getirebildik. Örnek amaçlı veriyorum bu rakamı , kilosunu 5 liraya ihraç ettiğimiz ürünü 35 liraya mamul olarak aynı ülkeden geri alıyoruz. Büyümenin motorunu hammadde ihracatı, montaj sanayi ve en önemlisi de gayrimenkul piyasasına endekslemişiz.

              Enflasyon rakamlarını tek haneli rakamlara indirdik. Büyük bir başarı.  Türkiye olarak neredeyse 40 yıllık bir enflasyon deneyimimiz var. Nasıl mücadele edeceğimiz, hangi politikaları uygulayacağımızı öğrenmiş durumdayız. Enflasyonun en önemli riskleri; yatırımları azaltır, borçların vadesini kısaltır, fakirlerden zenginlere doğru gelir transferi yaşanır. Nominal faiz oranlarının artmasına sebep olur. Bunların hepsini 40 yıllık süreçte yaşadı Türkiye. Yüksek faizler bir neden değil, bir sonuçtur. Demek oluyor ki geçmişteki yüksek faizlerin sonucu istikrarsız hükümetler, yüksek enflasyon, sabit döviz kuru rejimi ve döviz kıtlığı...

                 Eskiden bir maaş ile ev geçindirebilen aileler, artık çift maaş ile evini zor geçindiriyor. Bununda açıklaması hazır. Ülkeler büyümelerini diğer ülkelerin tüketimlerini arttırarak sağlıyor. İhracat yaptığınız ülkeler tüketmeye devam ettiği sürece büyümekten yana sıkıntınız yok. Eğer tüketimi azaltma yoluna gidip tasarrufları arttırmak isterseniz bu sefer karşınıza uluslararası kamuoyu ve kuruluşlar çıkıyor. Serbest ticarete engel koyamazsınız deniyor. Döviz kıtlığın varsa faiz oranlarını arttır o zaman diyorlar. Yani kanayan parmağı tedavi etmenizi değil kesmenizi istiyorlar sizden.

                  2000'li yılların başında döviz kuru 1.10- 1.25 civarlarında idi. Bugün biz 1.70 civarındaki dolar kuruna istikrarlı diyoruz. Kamu borcumuzun milli gelire oranı %40'ı geçmediği için övünürken 60 milyar dolarlık cari açığı görmezden gelip nasıl olsa çarkı çevirebiliyoruz veya ekonomimiz iyi diyebiliyoruz. Hemen felaket haberciliği yapmayayım. Türkiye'nin cari açığının en önemli üç sebebi; ülkenin enerji açığını kapatmak, teknoloji transferi ve ülkede olmayan malların alımı. Evet cari açık bundan ibaret diyebiliriz. Fakat aynı şey diğer ülkeler içinde geçerli değil midir? . Çin'in daha fazla büyümesi için daha çok enerjiye ihtiyacı var. Dünyanın en büyük enerji ithalatçılarından. Ama ona rağmen döviz rezervi bizim 5 katımız, dış ticaret fazlası veriyor. Peki Çin uç bir örnek oldu. Orada devlet kapitalizmi var, sıkı döviz kontrolleri, ucuz işgücü, sürekli sömürülen fakir halk vs. Peki ya Brezilya, Güney Kore, Singapur...

                Ekonomi derslerinde bize hep teorik olarak korku aşılanır. Yüksek enflasyon düşmanınızdır. Türk parasının değer kaybetmesi tehlikelidir. Yani bir doların 1.70 tl'den 2.20'ye fırlaması gibi. Çünkü döviz aldığımız ülkelere karşılıksız borç vermiş oluyoruz. İnsanlarımız fakirleşiyor. İç üretimi ithalata bağlı olan Türkiye'de döviz kuru artınca otomatikman fiyatlarda artıyormuş. Sanırım şehir masalları ile yaşamaya alışmışız.

                 Ülkeye döviz kuru girsin diye yıllardır üretmek yerine faiz oranlarını bir aşağı bir yukarı çekiyoruz. Enflasyon diye bir canavar yarattık bu sayede toplumun tüketimi ile işçilerin ücret artışlarını kontrol altına aldık. Milli gelir büyüsün de nasıl büyürse büyüsün. Kâr eden kuruluşların reel sektör değilde finans sektörü olması mühim değil. Piyasada nakit para yok, herkes karşılıklı güvene dayalı çeklerle üretim yapmaya devam ediyor. Bir gün saadet zinciri kırıldığında bankalar akbabalar gibi üreticilerin başını üşüşünce ekonomiyi düşünemiyorum. Özel sektörün dış borcu ne alemde haberi olan var mı? Peki ya kredi kartları ile tüketici kredileri? Ekonomi iyi demesi kolay. O yüzden benim de oturup Süleyman Yaşar gibi iyidir iyi dememe gerek yok. Nasılsa birileri bunu hergün tekrarlıyor. Hadi siyasetçileri anladık, kendi malına kötü diyecek değil. Peki halka doğru bilgiyi vermesi gereken iktisatçılara ne demeli.

                    Sarsılmaz, yıkılmaz bir ekonomimiz yok. Amerika bile son global krizde ciddi yaralar aldı. Risk var mı diye soranlar var? Cari açık rakamları, artan döviz kuru, Fed'in kararları, kayıtdışı ekonominin önlenememesi, vergi kanunlarının sürekli değişmesi ve adaletsiz gelir dağılımı, yargıya olan güvenin sarsılması, komşu ülkeler ile olan sorunlar ve ortadoğu coğrafyasının kan gölüne dönmesi....Ben bunları düşününce geleceğe dair pek umutla bakamıyorum. İş bulunur, bir parça ekmek, bir bardak su da belki. Ama adalet hepimize bir gün lazım olacak. Bunu unutmamak gerekir. 

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...