24 Haziran 2017 Cumartesi

Şimdi Bana Kaybolan Yıllarımı Verseler...

      Bayramlar çocuk iken güzeldi. Şimdi ise kimsenin olmadığı İstanbul'un keyfini çıkartıyoruz. Sahi bayram mı geldi diye düşünüyorum? Eskiden iple çekerdik o güzelim günleri. Çocuktuk çünkü, yorgun değildik. Para kazanmak zorunda hiç değildik. Yaşadığımız tek stres yaramazlık sonrası yiyeceğimiz azar, belki de birkaç tokattı. 

       Kuzenlerimizi görebildiğimiz toplaşmalardı bizim için bayramlar. Bak her bayramda olduğu gibi İzmit anılarımı yad edeceğim ama ne yaparsın insan özlüyor işte. An itibari ile İnstagram'da tatil fotoğrafları dört bir yanımızı sarmış. Güney ve Ege sahilleri tıklım tıklım, otellerde aylar öncesi rezervasyonlar yerini bir sonraki bayrama bırakıyor. İstanbul'dan kaçış serbest, çileli yolculuklar yerini deniz, kum ve güneş'e bırakıyor. Yani bayramlar artık sadece bir tatil fırsatı biz yetişkinler için. Dedemin dizinin dibinde toplanan torunları yok artık. Gerçi biz torunlar da az hayırsız değiliz ya... Anneannem öldükten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Şu hayatta iki insanı geri getirebilme hakkım olsa anneannemi  ve İlker'i getirmek isterdim. Onlar yaşasa belki çocukluğumu bu kadar özlemezdim. 

       Bugün kimsenin olmadığı parkımızda arkama yaslanmış kitap okurken arada başımı kitaptan kaldırdığımda gökyüzüne, çimenlere baktım. Derken o sırada iki tane küçük kız kardeş el ele koşuşuyordu. Küçük olan paytak paytak yürürken, büyüğü peltek peltek konuşuyordu. "Duy duy ayaba geliyooo..." Bayram onların bayramı. Sonra karşıma üstü yırtık pırtık kir pas içinde küçük bir çocuk oturdu. Türkçe konuşmuyordu sanırım Suriyeli. Parkta dolaşan sahipsiz bir sokak köpeğinin peşinden koşmaya başladı. Islık çalıp, onu çağırıyordu. Birbirleri ile kaderleri aynı mıydı yoksa? Bugün bir sokak köpeğine sarılıp, onu doyasıya seven kaç çocuk var Allah aşkına... 

           Eve doğru yürürken açlıktan olsa burnum keskin kokular almaya başladı. Balkondan bir çocuk rüzgar gülüne üflüyor. Annesi arkada mutfakta harıl harıl iftar hazırlıkları yapıyor. Sanırım aldığım koku köfte kokusuydu. Önden oğluna pişiriyor, kendileri iftarda yiyecek. Evinde patates köfte pişenler çocuklar mutlu çocuklardı bana göre. Yani bizim çocukluğumuzda öyleydi. Mükafattı, karne hediyesiydi, misafirlerin gelmesiydi. Sonra eve geldim benzer kokular bizim evde de var. Annem bayram için çikolatalar, şekerler almış. Oysa ben almayı bile düşünmedim. Kim gelecek ki bize bayramda? Bu da yetmezmiş gibi mutfakta hummalı bir çalışma. Tatlılar, börekler... Evet ben vazgeçsem de annem vazgeçmiyor. İyi ki vazgeçmiyor...

            Şimdi odamda arkama yaslanmış bu satırları yazarken an itibari ile ara verdim. Duvardaki şairlerin posterlerine bakıyorum. Özenle biriktirdiğim bin küsür kitabıma bakarak geçen zamanı aklımdan hesaplıyorum. Keşkelerim var belki, daha çok özlem niteliğinde. Evet özlüyorum. Ama iyi ki diyorum, bana hatırlayacağım, geçmişi yad edebileceğim anılar veren bir ailem var. Güzel ve mutlu bir çocukluğum, artık görüşmesek de bir zamanlar oyunlar oynamaktan zevk aldığım kuzenlerim var. Aramıza her manada mesafeler giren dedem var. Bayramda aramaya üşendiğim aslında hiç de alışkın olmadığım için arayamadığım teyzelerim, dayılarım, amcalarım var. Şimdi nerede o eski bayramlar demek geliyor içimden ama neyse neyse... Hadi hepinize iyi bayramlar. Geçmişe özlem duyarken, bugünden şikayetçi olmaya devam !  

18 Haziran 2017 Pazar

Bir Baba, Bir Oğul...

     Anneler günü, babalar günü bunlar hikaye. Bendeki tek anlamı ise her yıl aynı gün geçmişin muhasebesini yapmak oluyor. Herkesin babası ile çok özel anıları vardır eminim, çok büyük kavgaları da... Benim hiç olmadı. Nasıl da geçti 27 yıl. Şair Şükrü Erbaş'ın dediği gibi öfkenin sularından anlamanın sularına yaza yaza gelebildim. Benim gözümden babamın hikayesini anlatmak isterim:

       Genç yaşta babanı kaybedip, eğitimini yarım bırakarak İstanbul'a geliyorsun. Okusan belki bugün çektiğin sıkıntıların hiçbirini çekmeyeceksin. Baban yaşasa belki sevgisini göremeyeceksin; ama arkanda bir güvence olmasının rahatlığıyla büyüyeceksin. Annen cahil bir kadındı misal. Bir yol gösterenin de olmadı. İdeallerin, hayallerin bunlar sadece romanlarda oluyordu ve sen hiç roman okumuyordun. Dile kolay 40 yıldır dişinden tırnağından arttırıp çalışıyorsun. Kazanıyorsun ama birikmiyor be arkadaş. Senin çabaladığın yerlere bazıları bakkala ekmek almaya gider gibi geliyor. Anne sevgisi, baba şefkati nedir bilmeden evleniyorsun. Tek başınasın, hep tek başınaydın. 

        Sevgi, gülümseme, hoş bir laf, anlayış bunların hiçbiri karın doyurmuyor. Evde ekmek bekleyen bir aile var. Ve senin şikayet etme lüksün yok. Madem elini taşın altına koyup bir yuva kurdun, babalık ve kocalık görevi çalışacaksın arkadaş. Ne eksik ne fazla... Kendi oğluna babandan ne gördüysen onu vereceksin. Miras dediğin öyle parayla, pulla değil. Alın teriyle... 

        Babam belki zengin bir adam olamadı, ama kimsenin de adamı olmadı. Çocukken kızıp topumu duvara karşı vururdum. Keşke babamın açtığı ortalara kafa vursaydım. Veli toplantılarında hep annem vardı. Keşke babam orda olsaydı da oğlunun ne kadar çalışkan bir çocuk olduğunu duysaydı. Yüzlerce maça çıktım, top sol ayağıma geldiğinde farklı dünyalara gider mutlu olurdum. Babam keşke o mutluluğa ortak olsaydı. Haspel kader okudum üniversiteye girdim. Çalıştığım onca gece aklımda hep nerden geldiğimi unutmadım. Borç para ile kıt kanaat cep harçlığı ile çarçur etmemeyi öğrendim zamanımı. Mezun olduğum gün kepimi attığımda tek başınaydım. Babam keşke o anıma tanık olsaydı. 

      Mezun oldum, eve döndüm. Hayallerimi bir kenara koydum işe başladım. Tıpkı babam gibi. Borca girdim, borç ödedim. Bir kızı sevdim, sonunu getiremedim. Ben hiç isyan edemedim. Hep kendimle baş başa kaldığımda duvarları yumruklarken buldum kendimi. Annemin beni "oğlum baban seni seviyor ama belli etmiyor" demesiyle avuttum kendimi. Zaten dedim ya insan yaza yaza alışıyor bazı şeylere. Ben genç yaşımda empati kurup kendimi babamın yerine koydum. Onun gibi çoğu hayalimden vazgeçtim. Çünkü hayaller karın doyurmuyordu. Başkalarının oğullarının başarıları benim iyi niyetimi hep gölgede bıraktı. Ben para kazanmaktan çok, kendim olmak istedikçe kaybetmeyi de göze aldım. Babamın gözünde çok okuyan bir aptaldım. Bir kızı mutlu edemeyecek kadar da saftım. Çok isterdim bu çocuğun hali ne olacak diye sorsun. Gerçi sorsa da döker miydim içimi orası da meçhul. Sonra nasıl toplardım bilmiyorum. 

          Dostoyevski ne diyor: "Her şeyi fazlasıyla anlamak hastalıktır baylar!" Ben babamı fazlasıyla anlıyorum. Onun çıkmazlarını, pişmanlıklarını, yapamadıklarını, maruz kaldığı haksızlıkları, yalnızlığını... Anlıyorum anlamasına da elimden bir şey gelmiyor ki! Armut dibine düşer işte. Babasının oğlu... İnsan zamanla babasını sessizce sevmeyi öğreniyor; ama yine de aklında hep o omzuna konmamış el kalıyor. Keşke babalar oğullarını uzaktan sevip, dertlerine sessizce ortak olmasalar. Ve oğullar baba sevgisini duvarları yumruklayıp, yemek sofrasında sessizce yemek yiyerek tatmasalar. Belki o zaman çektiğimiz çileleri omuzlamak daha kolay olabilirdi...

11 Haziran 2017 Pazar

Yeraltı Edebiyatına Giriş: Dövüş Kulübü

    Yeraltı Edebiyatına giriş mahiyetinde bir yazı yazmak istedim bugün. Tabi ben gireli yaklaşık 10 yıl oldu ama geç kalanlar için hatırlatma ve tanıtım yazısı olsun. Bir kitap,bir film bolca alıntı olacak...

  Chuck Palahniuk'un kült romanı Dövüş Kulübü'nü çoğumuz okumuşuzdur. Okumadıysak filmini izlemişizdir, hadi onu da yapmadıysak kulak aşinalığımız vardır. İşte benim yer altı edebiyatı ile tanışmam tabi ki Chuck Palahniuk'un Dövüş Kulünü kitabı ile oldu. Bu eşsiz kitapları bu kadar popüler kılan sadece yazım dili, kapitalizmi eleştirisi, sınırsız cinsellik ve alkolizm değil... Bunca tezatlığın içinde verdiği sosyal mesaj, bağıra çağıra dile getirdiği özgürlük, insanın farklı olma çabaları sonucu herkes gibi olması, yitip gitmesi, kaybolması bunları çarpıcı bir şekilde anlatmasıdır.

      Tabi Dövüş Kulübü filmindeki efsane kadro; Brad Pitt, Edward Norton ve Helena Bonham Carter kitabı ölümsüzleştiren bir başka unsur. Bu oyuncuların yeteneklerini anlatmaya kelimeler yetmez belki ama Edward Norton demişken parantez açıp "American History X" filmini de bir kez daha izlemekte fayda var. Yazar Chuck Palahniuk'a bakarsak kitapta tasvir ettiği o ezik tiptir kendisi ama içinde isyankar bir Tyler Durden barındırır. 

       7 yaşında toplum sizi yarı özgür bir birey olarak kabul ediyor. Yarı özgürden kastım; artık ödev yapmak, sınavlara girmek, sınavlarda başarılı olmak, itaat etmek, kimi zaman sorgulamak kimi zaman olduğu gibi kabullenmek gibi sorumluluklarınızın olması demek. Çalışkan bir öğrenci olmanız isteniyor, derslerinden başarılı olursan iyi bir okula girersin, iyi bir okuldan mezun olursan iyi bir işe girersin, iyi bir işe girersen bol kazancın olur, şansın yaver giderse aşık olur güzel bir kadınla evlenirsin. Masallar gibi bir düğün, yurt dışında herkesin gittiği yerlerden bir yerde balayı yaparsın. Bugün arzulanan denklem bu şekilde. Küçük yaşta ne olmak istediğinizi seçmenizi isterler. Halbuki benim gibi ne olmak istemediğini seçmek isteyen milyonlarca insan vardır eminim. 
    
      Bukowski ne diyor: "Bu dünyaya mutlu olmak için gelmediğinizi anladığınızda mutlu olmaya başlıyorsunuz." Evet başarı budalası insanlar; bu hayatta işine küfrederek gidip mesai çıkışı yes amına koyim diyerek çıkan milyonlarca insandan birisisiniz. Hakkınızın yendiğini mi düşünüyorsunuz, birileri kariyer basamaklarını eli cebinde çıkarken sizin onca emeğiniz çöpe mi gidiyor? Tüketim toplumunda reklam önemlidir yoksa kendinizi yöneticilerinize yeteri kadar iyi pazarlayamadınız mı? Belki de şu gerçeği kabullenmelisiniz :"Sizin kumaşınız kaliteli ama etiket fiyatınız ucuz. Bu yüzden hep şüphe ile yaklaşılacaksınız ve ikinci tercih olacaksınız. 

         Alıntılarla bitirelim yazıyı, işte o eşsiz kitaptan altı çizilen kelimeler ve filmden hafızamızda yer edinen replikler:
  • Eğer ne istediğini bilmezsen, bir bakmışsın istemediğin bir sürü şeyin olmuş.
  • Aceleye gerek yok, bir şeyin olacağı varsa olur. Hem de doğru zamanda, doğru sebeple, doğru kişiyle.
  • Bu senin yaşamın ve her geçen dakika sona eriyor.
  • Bizler özel değiliz.
  • Yaşamı sevmemize ramak kalmıştı.
  • Burada yaşayan en güçlü ve en zeki erkekleri görüyorum. Bu potansiyeli görüyorum ve hepsi heba oluyor. Lanet olsun, bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor, ya da beyaz yakalı köle olmuş. Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşinde. Nefret ettiğimiz işlerde çalışıp gereksiz şeyler alıyoruz.
  • Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir amacımız ya da yerimiz yok, ne büyük savaşı yaşadık ne de büyük buhranı. Bizim savaşımız ruhani bir savaş, en büyük buhranımız hayatlarımız.
  • Televizyonla büyürken, milyoner film yıldızı ya da rock yıldızı olacağımıza inandık, ama olmayacağız. Bunu yavaş yavaş öğreniyoruz ve o yüzden çok çok kızgınız.
  • Sadece her şeyi kaybettikten sonra özgür kalabiliriz
  • Sizler işiniz değilsiniz... Sizler paranız kadar değilsiniz... Bindiğiniz araba değilsiniz... Kredi kartlarınızın limiti değilsiniz... Sizler iç çamaşırı değilsiniz.. Sizler dünyanın şarkı söyleyip dans eden pisliklerisiniz..Hepimiz aynı pisliğin lacivertleriyiz..
  • İnsanlar bunu her gün yapıyor. Kendileriyle konuşuyor, hayallerindeki gibi olmak istiyorlar. Ama cesaretleri olmadığı için eyleme geçmiyorlar

7 Haziran 2017 Çarşamba

Nerede O Eski Ramazanlar...

     Klişe lafı duyar gibiyim. Nerede o eski Ramazanlar değil mi? Geçmişe karşı hatta çocukluğumuza bir özlem içerisindeyiz. Eski heyecanım yok artık. Maneviyatımı kaybettim sanırım. Oysa gerçekten nerede o eski Ramazanlar ! 

    Çocukken kış aylarına denk geliyordu Ramazan ayı. Hava erkenden kararıyordu ve biz öğlenciydik. Hoca ezanı okurken sırtımızda çantalar ile koşarak eve gidiyorduk. Sofra hazır ve biz kurt gibi acıkmıştık. Sofrada asitli içeceklerden çok komposto olurdu. Tabi o zaman Coca-Cola imana gelmediği için Ramazan konulu reklamlar pek de yoktu. Nihat Hatipoğlu ile henüz tanışmamıştık. İki buçuk saatlik Çağrı filmini 10 dakikalık bölümler halinde tüm Ramazan ayı boyunca verirlerdi. Teravih namazına tüm aile, tüm mahalle giderdik. Hala o yumuşacık halıya alnımı koyduğum günleri gülümseyerek hatırlıyorum. Camiye bir saatten erkenden gidip, en üst katı çocuk bahçesine çevirirdik. Çocuklar her akşam camiye gelsin diye her akşam çikolata ve şeker dağıtırdı mahallemizin muhtarı Celal Amca... 

      Namaz esnasında kıkır kıkır gülmek ayıptı belki ama, cemaat kaş göz çatsa da hoşlarına giderdi. Alevi, Sünni, Kürt, Tatar, Çerkes hepimiz aynı saftaydık. Lafın gelişi olsun diye demiyorum gerçekten öyleydi. Zeytinburnu bugün nasılsa eskiden de Birleşmiş Milletler kampı gibiydi. Ama aradaki tek fark şuydu. Biz hepimiz aynı sofraya oturup iftarımızı açabiliyorduk. Namaz sonrası mahallede saklambaç oynadığımız günleri nasıl unutabiliriz. Soğuk kış günü bozacı geçerdi. Babalarımız balkonda sepetle para salar, bozanın yarısı biz içerdik, yarısını sepete koyardık. Sahurdan önce sahlep keyfi de yapılırdı. 

     Pide kuyruklarına değinmeden edemeyeceğim. Soğuk kış günü tüm sokağa yayılırdı kokusu. İçimizi ısıtırdı. Aynı okuldan, aynı mahalleden hoşlandığımız kızlarla uzun kuyrukta sohbetler ederdik. Hiç bitmesini istemediğim pide kuyrukları vardı. Eve gidene kadar mutluluktan ellerimiz yanardı. Eve pide götürmek bir çocuk için övünç kaynağıydı. Sanki evdekilerin aç karnını biz doyuruyorduk. 

     Saçma sapan programlarda orucu neyin bozacağını tartışmıyorlardı. Belki de biz farkında değildik. Niyetimiz önemliydi. Kimin oruç tutup tutmadığından çok, kimin karnı aç kimin karnı yok önemliydi. Anneannelerin dedelerin evinde uzun uzun masalar kurulurdu. Biz çocuklar yer sofrasında iki büklüm yemek yerdik. Ama lezzetine doyum olmazdı. Küçücük bir salona 30 kişi nasıl sığardı hala akıl sır erdiremiyorum. Herkes Güllaç tatlısı der ama, ben Kemalpaşa, Muhallebi ve Sütlaç'ın yerini ayrı tutarım. Küslerin barıştığı, dargınlıkların unutulduğu sofralar kurulurdu. Her akşam bir başka akrabanın olduğu sofralar kurulurdu. Oysa şimdi herkes daha büyük bir ev sahibi olmak için müteahhite evini satıp, daha küçük bir aileye sahip oldu. Yani anlayacağınız "Nerede O Eski Ramazanlar" diyorsak boşuna demiyoruz. Geçmişi yad etmek güzel, darısı kendi yuvamızı kurduğumuzda çocuklarımıza da böyle anılar bırakacak Ramazanları yaşatmaya...

2 Haziran 2017 Cuma

Doğarken Güneş Ardından Tepelerin...

      Doğarken güneş ardından tepelerin, amına koyim teletabilerin diyerek aklıma çocukluğum geliyor. Hani şu saf ve katıksız mutluluğun ucundan ısırıp ısırıp yediğimiz günler. Aç martılar gibi nereye konacağımızı bilmeden rüzgar nereye götürürse gittiğimiz günler. Yoğurdu, makarnayı şekerleyip yediğimiz, pötibörün arasında çikolata sürdüğümüz, ekmeğin arasına salça sürüp tost yaptığımız, bir kutu kola ile bir paket biskrem'i 4 kişi döndüğümüz günlerden bahsediyorum. 

     Bir pazar günü öğleden sonra dilimizde şarkılar, omuzlarında babalarımızın hep bir ağızdan bağırıyoruz. Bu sevda bitmez, babadan oğula geçer diye inletiyoruz stada giden yolu. O daracık tribün girişinin kapısı ekmek arası sucuk kokuyor, kağıt helva, pamuk şeker, taze simit buyrun... 

      Annemiz elimize ilk kitabı tutuşturmadan önce biz duvar yazılarından öğrendik sokak edebiyatını. Her geçen gün ettiğimiz küfürler değişti, kafiye değişmedi. Cemal Süreya kim bilmeden "Ömür kısa, kuşlar uçuyor" dedik. Kelimeler Albayım, hiç bir anlama gelmiyor yazmışlardı bir duvara. Biz o duvara karşı yıllarca çift kale maç yaptık. Komşuların kızları daha henüz büyüyüp serpilmemişti. Evlerden duvakla çıkmadan, zillerine basıp kaçtığımız günleri özledik. Hani utanabildiğimiz günlerden söz ediyorum, heyecandan kulakların patlar, kalp atışlarını öteki mahalleden duyarlardı. Biz ilk aşkımızın bizden başkası ile ebediyete yürüyüşünü izledik.

        Bakınız hayat ne tuhaf değil mi? Küçücük dünyaları ev ile kahvehane olan adamların haspel kader okuyup adam olmuş çocuklarıyız. Nazım'ın da dediği gibi  babamızdan ileri, doğacak çocuğumuzdan geriyiz. Edebiyat yapmayın diyorlar bize. Ekmek aslanın ağzında. Kaç yaşımızda borca girdik hatırlamıyoruz. Ama bitmeyen borcun altında ezilmeye devam ediyoruz. Hangi para ile evleniriz derken, Ana verir, baba verir, amca verir derken düğün dernek bakmışsın gelin güvey olmuşsun. Çok geçmeden çocuğu koymuşsun. 

         Günümüz insanın çıkmazları bir başka. Annelerimiz gibi kadınların yokluğundan şikayetçiyiz. Bir lokma, bir hırka devri kapandı. Kepçeyi kazan yapan, damlayı göl yapan, sevgiyi çiçek yapan kadınlar yerini  çocuk da yaparım kariyerdecilere bıraktı. Babaanne deyimi ile sorsan on elinde on marifet olan kadına; dikiş yok, nakış yok, yemek yapmasını bilmez, ev ekonomisi hak getire, çamaşır bulaşık makinede, ütüyü kim icat etmiş? Kaynanalar çocuk baksın, başka işe karışmasın...Erkekler ikinci meslek olarak müteaahitliğe başladı. Kız istemeye giderken tapuyu noterde kızın üstüne yapıyorlar. Düğün dediğin havuz başı yemekli, balayına Roma bilemedin Barcelona. 

          Kim istemez mutlu olmayı, ama mutsuzluğa da var mısın? diyebileceğimiz kızlar daha çıkmadı karşımıza. Edebiyat akımı gibi, romantizm dönemi bitti. Realizm dönemini yaşıyoruz. Aza kanaat etmek karın doyurmuyor. Kendi ana babasını seçemeyen kadınlar evleneceği adamın anasını babasını seçmek istiyor. Para kazanmak tabi ki önemli, ama ayakları üzerinde durana kadar tökezleyen adamların da şans bulacağı, mutlu olacağı bir dünya olmalı. Ne diyor Sait Faik:"Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey..."  

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...