26 Ağustos 2016 Cuma

Küçük Prens'in İzinden...

      Bir Cuma günü daha insanlar şirketten koşarak kaçarken; ben siniri, stresi, kariyeri, gelecek planlarını, yarım kalmış işleri masamın kenarına bırakıp ağır adımlarla çıkıyorum. İstanbul; akşama doğru yorgun, evine gitmenin derdinde, bir bar taburesinde sarhoş olmak niyetinde, hayatını yoluna koyma düşüncesinde...

      Düşünüyorum da hangi ara büyüdün be çocuk diye soruyorum kendime. Hani babam beni omzuna alıp ilk kez stada maç izlemeye götürdüğünde kalbim yerinden çıkacak gibi olmuştu. Keşke o gün omzuna aldığı gibi büyürken de zor zamanlarımda elini omzuma atsaydı. Annem beni okula ilk bıraktığı gün çok ağlamıştım. Çocukça oyunlarımızla mutluyduk halbuki. Bir çokoprens için kavga ettiğim çocuklarla,  bir kutu kolayı 5 kez çevirirdik aramızda. Borç vermek yoktu lügatımızda. Karşılıksız bölüşmek vardı. Benim param yoktu mesela bizim paramız vardı. Bir cep dolusu alınan sakızlar vardı. 3 korner bir penaltıydı ama 3 yanlış bir doğruyu götürmüyordu o zamanlar. Bugün kaldırımlarını eskittiğim sokaktan geçerken pencereden bana bağırıp hadi geç oldu evinize gidin diyen yaşlı amcalar yok. Hepsinin selasını duydu bu kulaklar. 

       Eskiden kışları kömür kokardı mahalle. Saftık ama aptal değildik. Bacası tüten evlerde insanların karnının doyduğunu ve ısındığını anlardık. Kutu tenekeden yaptığımız toplara vurmaktan parmağının ucu yırtılmış bez ayakkabılarımız vardı. Dizi yırtılan pantolonlarımızın yenisini alınmaz, birbirinden farklı çıkartmalardan yama yaparlardı. Babamızdan kopardığımız bolca harçlıklarla gösteriş yapardık. Ama bizim gösterişimiz bakkaldan herkese bir cip bir kola ısmarlamaktı. Okul önü salatalık kokardı. Kış günleri köşebaşına kestaneci gelirdi. Sobanın üstünde pişen kestane ile sobanın üzerine attığımız mandalina kabukları bizim mutluluk kaynağımızdı.  Annem cuma akşamları bir de pazar akşamları tırnaklarıyla kazıyarak yıkardı beni. Üzerimdeki kiri, pası, tüm yorgunluğunu çeker alırdı. 

        Pazarları şahaneydi anlayana. Sabahın altısında kalkar Tsubasa Ozara'yı izlerdik. Barış abisi vardı be çocukların. Elimize mikrofonu alıp şarkılar söyler, ebeveynlerimizi eleştirirdik. Sevdiğimiz kızlara ilanı aşk ederdik. Sonra yatmadan önce Adile teyzenin kuzucukları vardı. Biz doğduğumuzda belki ölmüştü ama banttan verirlerdi ölümünün üzerinden onca yıl geçmesine rağmen. Onsuz uyuyamazdı kuzucukları. 

            Adam olacak çocukların hayallerinin bir para karşılığı yoktu. Şimdi kurduğumuz hayalleri takside bölüyorlar. Bir ömür onun borcunu ödüyoruz. Dert ve kederlerimiz artmış bolca. Çalar saat sesiyle uyanıp işlerimizde strese boğuluyoruz. Değişmemek için direniyoruz, kocaman ayaklarımızla yere sağlam basıp, çocukça laflar etmeye devam ediyoruz. Arkadaşlarım bana bakıp sen normal değilsin dediklerinde gülüyorum. Haklılar. Bedenim büyüyor ama ruhum çocuk kalmaya devam ediyor. Dünyaya altı yaşındaki Murat'ın gözüyle bakıp mutlu olmaya çalışıyorum. Ama 26 yaşındaki Murat'ın karamsarlığı buna engel oluyor. İçimdeki çocuk sakat kalmadan mutluluğu yakalamak ümidiyle. Olur ya sizi göremem, şimdiden: iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler.

21 Ağustos 2016 Pazar

Kuş Ölür, Sen Uçuşu Hatırla...

      Aklımı kurcalayan şeyleri koydum önüme. Hayatın bir anlamı olmalı. Zaman akıp gidiyor; ne dur demek geliyor içimden ne de bir an önce yaşansın ve bitsin bu hayat. İki kere iki dört ediyordu hayatta, ben kağıda cevabı beş yazıp verdim hocaya. Gidiş yoluna puan vermiyorlardı. Hep bir başkasının şiirlerini okuyarak öğrettiler hayatı. Ben kendi şiirimle ayakta durmak istedim. Yanlış ekolu seçmişim tahtada tek ayak üstü cezaya kaldım hep. 

         Sen olmadan pastanın üzerine bir mum daha koyacağız İlker. Kendimle her baş başa kaldığımda seni koyuyorum karşıma. Bir sözüm vardı tutamadığım. Beraber çıkacağımız bir yolculuk vardı. Sen fotoğraflarını çekecektin, ben hikayesini yazacaktım. Yine üç günlük dünya derdine düştüm erteledim planlarımızı. Sen o yolculuğa tek başına çıktın. İnsan sevdiklerini kaybedince öğreniyormuş sözlerini tutmayı. Ben dersimi acı da olsa aldım İlker. Mesela kendime sözler verdim senin yokluğunda. Hani o dünya malına üç kuruş borçlandım ya. Yeni yıla Yaşar usta gibi gireceğim. Karnı tok,sırtı pek. Çok afilli bir istifa mektubu yazdım aylar öncesinden. Üzerinde vereceğim tarih bile yazıyor. Saçma geliyor bazen yaptıklarım ama insanın kendine verdiği sözleri tutması kadar güzel bir şey olabilir mi bilmiyorum. 

        Bu yaşıma kadar annem ne dediyse hep tam tersini yaptım. Yaramaz bir çocuk olduğumdan değil, sırf annem ben demiştim desin diye. Bir annenin haklı çıkması ve bir çocuğun kendi yanlışlarıyla doğruyu bulması kadar güzel bir şey var mı? Kendimi hiç bir zaman büyük beklentiler içine sokmadım. Babası kim ki oğlu ne olsun diyenler olmadı değil. Hayattaki tezatlıkları çok önceleri gördük maalesef İlker. Okumamış bir baba bize hep çok para kazanmayı öğütledi. Bir başkasının babası da aptal oğlunun eline parayı verip nasıl çarçur ettiğini izledi. Kimse bize iç huzuru, mutluluğu nasıl elde edeceğimizi öğütlemedi. Ahmet Nazif Zorlu olmak ile sıradan bir aile babası olmanın arasındaki fark neydi mesela. Hepimiz aynı gökyüzü altında bir günü daha görebilmenin mücadelesini vermiyor muyuz? 

        
     Yarın sabah ne getirecek bilmiyorum. Ama ben masaya yaşama sevincimi koydum İlker. Çocukluğumu, seninle beraber kurduğumuz hayalleri koydum. Ne yapmak istiyorum, kim olmak istiyorum içimdeki Murat'ı koydum. Kimi sevmediğimi biliyorum ama hala kimi sevdiğimi bilmiyorum; ben onları da koydum. Annemin hayır duasını, babamın beni okutup buraya kadar getirdiği alın terini koydum. Raflara sığmayan kitaplarımı koydum. İster istemez kalbini kırdığım insanlar olmuştur onların âhını koydum. Bilirsin çok çabuk isyan ederim, ben ne olur ne olmaz masaya haykırışlarımı da koydum. Bugüne kadar yazdığım yazıları, şiirleri koydum, daha da yazarım diye kağıdı kalemi koydum.  Masanın etrafına sandalyeler koydum. Biz geniş aileyiz olur ya bir gün yine ma aile aynı masanın etrafında otururuz. Ben o yüzden en güzel temennilerimi koydum. Bir eksik var biliyorsun değil mi? Ah be İlker yoksun işte ne yaparsın.  Yokluğunu hissetmeyelim diye ben o masanın baş köşesine senin resmini koydum.  İyi ki doğdun, iyi ki ailemizin bir üyesi oldun. Sen özgür bir adamdın. Dayanamadın güvercin oldun uçtun.... Ne diyordu şair: " Kuş ölür, sen uçuşu hatırla." İşte ölen bir kuş, uçuşu unutmamayı öğütledi bana. 
             

17 Ağustos 2016 Çarşamba

Herkes köşesini kapmış; iyi ama ben nasıl büyük adam olucam...

       26 yaşında yalnızlık üzerine master yapan, bankaya ve kredi yurtlar kurumuna borcunu ödemekle mükellef, futbolculuk hayalleri suya düştükten sonra Alice Harikalar diyarında bir yer edinmenin derdine düşmüş, ipiyle kuşağı sikiyle taşağı geçinip giden bir insan evladıyım.  Evet eğer Türk Dil Kurumu sözlüğünde karşılığım olsaydı muhtemelen böyle olurdu. 

      Bugün kendimi eleştirmek istiyorum. Mesela yaptığım işten bu kadar nefret ederken nasıl oluyor da elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. İnsanlara kendimi sevdirmeyi başarabiliyorum. Babamın miras olarak bırakacağı bir şeyi olmadığı için anca; ele muhtaç olma, çok çalış gerisini düşünme nasihatını verebildi. O gün bugün mal gibi çalışıyorum. 

    Bugüne kadar çalıştığım yerlerde ücret konusunda hiç pazarlık yapamadım. Terfi dönemlerinde insanlar yöneticileri ile olan ilişkilerini düzeltirken ben Yaşar Usta gibi gittim posta koydum. Kariyer 20. yüzyıl hastalığı dedim kendi kendime. Hayatın kalitesini kazandığım parayla değil, kurduğum hayallerle ölçtüm. Ergenken köpek gibi ders çalışıp iyi bir üniversiteyi kazanmak yerine, okuldan kaçıp futbol oynadım mesela. Sonuç ; şansım yaver gitmedi futbolcu olamadım. Ders çalışmadığım için de iyi bir üniversiteyi kazanamadım. Bugün sırf iyi bir üniversiteden mezun olup, ingilizceyi akıcı konuşabildiği için idiot gibi yaşayan adamlar bana yöneticilik yapıyor. Hayatın gerçekleri bu. Onlar şirketin altlarına verdiği araba ile işine gidip gelirken; ben yüksek lisans öğrencisi olduğum için 1 lira 15 kuruşa akbil basarak işime gidip geliyorum. Ama olsun ben boş vakitlerimde İstanbul'u gezip esnaf lokantalarında yemek yiyorum, deniz kenarında bir bank köşesine oturup kitap okuyorum, arada şiir falan yazıyorum. Evet evet kariyerin ne önemi var ki dediğinizi duyuyor gibiyim. 

      Mesela bu yaşıma geldim. Kenara üç beş kuruş para koymalıyım. Ne bileyim bir araba alabilirim, mortgage kredisi ile ev alabilirim. Ev çok önemli tabi. E yaşımızda geliyor evlilik mevlilik durumları olacak. Peki ben ne yapıyorum. Her ay 15 kitap alıp annemle kitaba fuzuli yere ödediğim paralar için kavga ediyorum. İleride arkadaşlarım altlarına evlerini arabalarını aldıklarında ben ne yapacakmışım. Ulan millet işten eve gelince  "bugün çok yoruldum odama çıkıp biraz dinleneceğim" derken, ben gelen kredi kartı ekstresinde neye ne kadar harcadım onu açıklamak zorunda kalıyorum. 

    İlkokul mezunu adam kendine iş kurmuş benden çok para kazanıyormuş. Olur da evlenirsem çocuğumu okutursam şerefsizim :) 7 yaşında Sezercik gibi tamirci çırağı yapacağım. 10 yaşında usta olur, 15 yaşında kendi atölyesini açar. 20 yaşında araba galerisi falan olur. Hassiktirin gidin oradan diyeceğim ayıp olacak. 

     Son olarak kız mevzusuna gelelim. Geçen gün yine konusu açıldı ne zaman seni bir kızla göreceğiz diye. Homoseksüelim ondan göremiyorsunuz diyecektim ama burası Zeytinburnu. Şakayı ciddiye alırlar diye korkmadım değil :) Yok abi beceremiyorum ya. Birincisi zamanında çok açık sözlü oldum. Halbuki versene nabza göre şerbet. İşin ilginç tarafı da var. Kiminle beraber olsam, benden sonra çok mutlu olup evlendi, çoluğa çocuğa karıştı. Başarıya gidilen yolda çekilen çile miyim neyim anlamadım ki? 

       Ben ne zaman paraya önem vermiyorum desem paraya önem veren kızla tanışıyorum. Ben ne zaman muhabbete, anlayışa önem versem dış görünüşe önem veren bir kızla tanışıyorum. Anlayacağınız alıştım bu şekilde yaşamaya. Sinemaya, tiyatroya gideceğim zaman bir kız buluyorum. Arada böyle deniz kenarına inip dertleşeceğim kızlarda var. Ben kendimi mutlu edemedim daha, başkasının vebalini boynuma hiç alamam gari...

          

14 Ağustos 2016 Pazar

Mutlu Kentler, Yoksul Hayaller...

         Evet benim hayal kurarken yorulduğum bir gerçek. İşte o vakit önüme gelen ilk bank köşesine kurulur manzarayı seyre dalarım. Italo Calvino " Görünmez Kentler" kitabında hayalindeki yeri görünmeyen kentler olarak anlattı. Belki de özünde Venedik'i anlatmak istedi ama biz anlamadık. Sonra kitabı bitirip kafamı kaldırdığımda gördüğüm manzara beni farklı dünyaları götürdü. 

           Ne hayaller kurup da gelenler var öyle değil mi? Dile kolay yaklaşık 15 milyon insan yaşıyor. Deniz kenarında huzur bulanı da var, Kuzguncuğun dik yokuşlarını inip çıkarken kan ter içinde kalanlar da. Taksim'in dar sokaklarında insan seline kapılan da var, o insan selinin arasında mendil satan küçük kızı fark eden de. Bir ağacın gölgesinde huzur bulanı da var, bir ağacın gölgesine sığınıp kalacak bir yeri olmayan da. Beyaz gömleği , caf caflı takım elbisesi ile işine gidenler de var; atanamadığı için öğretmenlik yerine part time olarak tezgahtarlık yapanda. Çocuğuna her gördüğünü alarak yokluk nedir öğretmeyen aileler de var; çocuğunun canı çekmesin, varlık nedir anlar diye büyük caddelerden uzak tutan aileler de var.  

          Siyah ile beyaz gibi, tüm tezatlıkları gözümüze çarpan bir kentte mutlu olabilmenin hayallerini kuruyoruz. Hayali şarkıcı, futbolcu, zengin olmak olan çocukların kentinde, yarına dair tek ümidi bugün de karnını doyurmak olan çocuklar var. Güzellikten yana ne varsa bölüşüp büyümek varken; yüzümüzü kendimize, sırtımızı muhtaçlara döndük. Elimde kitabım ağır adımlarla evime giderken önümü kesti bir kız çocuğu. Abi çorap satıyorum alır mısın dedi gözlerimin içine bakarak. Genelde birisi önümü kesip bir şeyler anlatmaya başladığında hayır diyemem. Sonuna kadar dinledim. Cebimdeki son 10 lirayı verdim karşılığında bana 5 çift çorap verdi. Bende kendimce iyilik yapacağım ya iki çift versen yeter diyerek diğerlerini geri uzattım. Beklemediğim bir tepki verdi çok şaşırdım. " Ben dilenmiyorum abi, çorap satıp okul harçlığımı kazanıyorum. Hepsini almayacaksan hiçbirini alma" dedi. Bunca zaman okuduğum binlerce kitabı at bir kenara. Elaleme yaptığım felsefeyi, daha güzel bir dünya olsun diye kestiğim ahkamları, çok bilmiş konuşmalarımı unutun. Dünya dönüyorsa bu gönlü temiz, vicdanı hür çocuklar için dönüyormuş. Ben dersimi aldım. 

          Koskoca plazalar diktiler kentin kalbine, daha şeffaf olsun diye camdan yaptılar üstelik. Dört duvar arasına hapsettik benliğimizi. Özgürlüğü kariyerde, huzuru parada aradık. Öğle molalarında küçük bir evin, mutlu bir ailenin hayalini kurduk. Yamalı sevdalarımız oldu çokça. Kim bilir kimlerin ellerinden, kimlerin gözlerinden geçtik gerçek aşkı bulana dek. Ne zaman şikayetçi olsak hayattan, halimize şükretmemiz için bir sebep çıkardı karşımıza. Şimdi bunca düşüncelerin ortasında bir günü daha geride bırakırken gözlerimi yumuyorum. Yarın daha güzel bir güne uyanır mıyım? Yoksa hayat kendiliğinden güzelleşmiyor mu? Ya elimi taşın altına koyup üzerime düşeni yapmalıyım ya da payıma düşen neyse hayattan razı olmalıyım. Siz ne dersiniz?

7 Ağustos 2016 Pazar

Sol Ayağım...

       Başlığa aldanıp acıklı bir başarı hikayesi anlatacağımı zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Christy Brown gibi sol ayağım ile dünyayı değiştirmedim. Alt tarafı önüme gelen toplara gelişine güzelce yapıştırdım. Bir zamanlar beraber aynı formayı terlettiğim arkadaşlarım geldi aklıma. Bugün onlar için yazayım dedim. Ekonomide Nassim Taleb'in ortaya attığı bir terim vardır Siyah Kuğu diye. Öngürülemeyen ve birden meydana gelen olaylar için kullanılır. İşte bizim hikayemiz Siyah Kuğu olamayışımızdır. Semtin dört bir yanında futbolcu olma hayallerini sahanın kenarına bırakmış dostlarımı görüyorum. Çocukken olduğu gibi çakmak çakmak bakmıyor gözlerimiz. Her bir araya gelişimizde kör talihimize küfredip, şansın neden bizim yüzümüze gülmediğinden dert yanıyoruz. Ama en sonunda arkamızda bıraktığımız onca güzel anıyı yad edip, kahkahalara boğuluyoruz. 

       Kime sorsanız gençliğinde çok iyi bir futbolcu olduğunu söyler ki; bana da sorarsanız öyle derim. Yani aslında mütevazı davranırım. Arkadaşlar benim için öyle der geçerim. Elimizden tutan olmadı ki, hocalarımız gereken ilgiyi göstermedi, babamız küçümsedi gibi cümleler kurup başarısızlığımızı dış etkenlere yükleriz. Hiç düşünmezdim kurumsal bir şirkette çalışıp, her gün koyu renk takım elbise giyeceğimi. Lisede çıkardığım üniformayı üniversiteden mezun olunca  ömür boyu giyeceğimi nerden bilebilirdim ki... 

      Bu yazıyı ancak beraber aynı odayı paylaştığım, aynı formayı terlettiğim, aynı hayalleri kurduğum, aynı adamdan dayak yediğim, aynı topun peşinden koştuğum arkadaşlarım anlayacaktır. Toprak zemine tahta çubuk ile çizilen dizilişi, yağmurlu havalarda çamura düşmemek için parmak ucunda koşuşumuzu, çamurlu kıyafetlerimizi annelerimiz her yıkadığında yediğimiz azarları, küçücük dünyamızda kıçı kırık bir şampiyonluk için verdiğimiz mücadeleyi kim unutabilir. 

             Ferhat'ın imkansızları çıkartıp, akla ziyan yediği goller. Samet'in çizgiden çıkarttığı toptan sonra attığı deparla yaptığı asist. Hamza'nın kendisi bile inanmasa da bir gün ilk 11'in vazgeçilmezi olacağına dair inancı. Halil'in liberoda geçen yıllarından sonra sağ kanatta acısını çıkartırcasına attığı çalımlar. Koray'ın taca açtığı ortaları. Deli Hasan'ın attığı her golü üçlük sayıp Saki'den daha çok gol attığını iddia etmesi. Servet'in Samet'in önlenemeyen çıkışıyla alay etmesi. Mahmut'un şampiyonluğu getiren golü atmasıyla yaşadığımız şaşkınlık. Nurullah'ın içinden çıkan zenci stoper. Ümit'in gümüş kolyesi ve sakızıyla futbolun kaşarı olması ömrüm boyunca unutmayacağım anılarım....

           Ayrı parantez açağım üç kişi var. Hüseyin hocayı yıllarca bizim yeteneğimizi küçümsediği için eleştirdik. Ama babamızdan çok bize vakit ayıran, maç öncesi anlattığı unutulmaz hikayeleri, şampiyonluğa giderken yaşadığı aşırı duygusallık, saha kenarındaki ilginç hareketleriyle gönlümüzde ayrı bir yer edindi. Hani yağmurlu bir kış gününde onlarca kişi bize küfrettiğinde soyunma odasında yanımıza gelip: "Bende yıllarca top oynadım, benimde anama onlarca kişi küfür etti. Ama her eve döndüğümde anama sordum. Gelen giden oldu mu diye? Kimse gelmemiş. O yüzden çıkın topunuzu oynayın." öğüdü Türk futbolunun vizyonunu gözler önüne sermişti. 

            Saki ve Limon ise her takıma lazım olmazsa olmaz adamlardı. Yeteneksiz demelerine rağmen istisnasız her mevkide oynayan ve hocanın yüzünü kara çıkaran Limon, benim futbola olan tutkumu ateşleyen adamdı. Saki'yi ise kelimeler yetmez anlatmaya. Türk futbolu böylesine kurnaz bir Arnavut golcüyü kaybetmenin yokluğunu yaşıyor. Bir Alex değildi ama; toprak zemin koşuşuna, defans oyuncuları çalımına hastaydı... Bu hayatta keşke dediğim tek dönemdir Yenidoğan mahallesinin çocuklarıyla beraber geçirdiğim dönem. Hocanın efsane sözleriyle bitiriyorum tabi anlayana; " İlk 5 dakika son beş dakika çok önemli aman dikkat..."
           

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...