27 Nisan 2017 Perşembe

Plaza tipi Mandıra Filozofu

   Sabah sekiz... Telefon çalmaya başlıyor ve nedense telefonu Devekuşu Kabare'deki repliği söyleyerek açasım geliyor. "Alo Galaksi Taksi, taksi yokkk". Üzerimde çok büyük emekleri olup, küçük yaşta hayallerimi siken hocam, bugün beni görse kendi ile gurur duyardı diye düşünüyorum. Tam para kazanmaya başlıyorum, kariyer fırsatı çıkıyor karşıma işten güçten soğuyorum. Para kazanmak bana göre değil diyorum. Bir kız ile tanışıyorum ya da ne hikmetse bir kız benden hoşlanıyor. Ulan diyorum acaba doğru zaman mı diyorum? Bir bakmışım ya ben kızdan soğuyorum ya da kızı kendimden uzaklaştırıyorum. Oy verdiğim parti iktidara gelsin! Kahrolsun faşizm, yaşasın ezilen hakların kardeşliği diye bağırasım geliyor. Ki henüz oy verdiğim parti bırakın iktidar olmayı belediye seçimlerini bile kazanamadı. Muhalefet kalmayı seviyoruz napalım :)

       Komşulara göre arkadaşlığı ilişkiye çevirip evlenmeliymişim? Ulan finansçı adamın da seçeneği kısıtlı. Ya bankacı, ya denetimci ya da meslektaş... Plaza kızlarının profil belli; stiletto ayakkabı, hafif bronz ten, Louis Vuitton ya da Chanel çanta, dikkat çekici ruj rengi. Hee idealist kızlar yok mu? Var tabi canım, pantolon altına babet veya rugan giyip stres altında çalışıp etrafa östrojen saçanları unutmayalım. İşte seçenekler böyle olunca benim bekarlığın müzminleşmesi de haliyle normal oluyor. Ben kuzguncuğu anlatıp, çikolata - kitap hayalleri kurarken; hatunlar Küçükçekmece'den Bahçeşehir'e taşınıp müdür olduklarında altlarına verilecek arabayı hayal ediyorlar. Bayram tatillerinde Budapeşte, Prag, Barcelona, Roma ya da Floransa neden olmasın ? 

        Bir de erkek profili var. Saçlar yandan iki numara, tepeler uzun ve soldan sağa atılmış. Spor salonuna yıllık üyelik yapılmış, dükkanını sel basmış Alibeyköy esnafı gibi dar paça kısa pantolon giyilmiş, ince kravat, ceketin altına kombin yelek, rugan veya mevsime göre süet ayakkabı... İlgimi çeken bir şey daha var. Yönetici iken işe servisle veya metro ile gidip gelirken, birden müdür olup altına beyaz Fluence ya da gri Jetta çekiyorlar ya. Böyle slow müzikten oyun havasına geçen yurdum insanı gibi oluyorsun. 

          Velhasıl kelam bir de benim gibi ipimle kuşağım sikimle taşağım yaşayan tayfa var. İşini sevmese de; arkamdan küfür etmesinler diye köpek gibi çalışanlar. Ulan bir de işin yoğunluğundan şikayet edip, sistem eleştirisi yapıyoruz gün boyu. Boş vakitlerimizde bir araya gelip birbirimize başkan, yoldaş diyerek samimiyeti pekiştiriyoruz. Ne de olsa ezildikten sonra hepimiz aynı şarabız değil mi? Şiirden sinemaya sonrasında futbola ve en sonunda olay seks muhabbetine gelir. Hayat bu arkadaş. Hafifte göbeği salıyorsun böyle. Alın size plaza tipi mandıra filozofu... 30'dan sonra evlenip son düzlükte bir tane de çocuk yapıyorsun. Ohh yeme de yanında yat. Yaşıtların patronun sol taşşağını sıvazlarken, sen ve senin gibiler oturduğu yerden anca götünü kaşır. Onun verdiği haz ise anlatılmaz yaşanır. Az kazanıyorum, çok çalışıyorum , herkesten mutsuzum ama kafam bir o kadar güzel...


            

19 Nisan 2017 Çarşamba

Hit Em Up...

    Bu aralar iş hayatını eleştiren bir yazı yazmadığımın farkına vardım. Terfimi aldın lan yoksa, maaşa zam mı geldi gibi sorular gelmesin aklınıza? Öyle üç kuruşa sistem eleştirisini bırakacak yavşaklığa erişmedim daha :) 

     Geriye dönüp muhasebesini yaptım geçen yılların. Üniversiteden mezun olduktan sonra kendimce kalifiyeli bir mezundum. Akıcı olmasa da bir yabancı dilim, iyi bir lisans ortalamam, referanslarım, stajlarım ve her şeyden önemlisi kendimi iyi yetiştirdiğime dair inancım vardı. Fakat girdiğim onca iş görüşmesinde değiştiremeyeceğim şeyler yüzünden elenmek zorunda kalmıştım. Misal 22 yaşında yeni bir mezun kişinin hem aranılan iş tecrübesine sahip olması hem de askerliğini yapmış olması gibi. Ya da Türkiye'nin sayılı üniversitelerinden mezun olamadığı için ikinci veya üçüncü tercih olması gibi. Hayatın gerçeklerini ne kadar erken kabullenirsen yarışın başında kaybettiğin mesafeyi o kadar çabuk eritirsin. 

        Bazı işleri ben beğenmedim gerek kariyer imkanlarını gerekse ücretini. Ki üniversite mezunu adama da 1.500 TL ile başlıyorsunuz ama sonrasında hızlı yükseliyorsunuz gibi telkinler pek de inandırıcı gelmemişti. Bazı işler de beni beğenmedi... Derken bir gün konser alanlarında yer gösterirken, bir gün alışveriş merkezinde tezgahtarlık yaparken buldum kendimi. Sırf evden para almamak için. Düşünceler karamsarlığa kaymıştı iyiden iyiye. Ya üzerime yapışırsa bu işler diye düşünüyordum. Küçük mü görüyordum, beğenmiyor muydum yoksa bu işleri. Halbuki ülkede bugün her 4 üniversite mezunundan biri işsiz. Her iş bulan 4 üniversite öğrencisinden 3'ü eğitim aldığı alanın dışında çalışıyor. 

         Baktım hayalini kurduğum ortam bana gelmiyor. Ben ona gitmeye çalışayım dedim. Yapmam dediğim bankacılık ile işe başladım. Az maaşa bol stresli iyi mi? Aynı zamanda dışarıdan çeşitli kurslara giderek eğitim aldım. Kütüphanemi her geçen gün genişlettim. Zengin bir film arşivi yapmayı da unutmadım. Askerliği de aradan çıkarırsam hızlı yol kat ederim dedim. Ve nihayetinde ülkenin büyük holdinglerinden birinde işe girdim erken yaşımda. Peki yıllarca aldığım eğitim, verdiğim mücadele, yaz tatillerinde çıraklık, tezgahtarlık yaptığım günlerden masa başına oturmak bana mutluluk getirdi mi? Evettt artık yeni bir sınavım vardı önümde. 

           Benim gibi hayallerine sıkı sıkıya sarılmış, vahşi hayvanlar gibi işine saldıran binlerce insanın arasında kendin kalabilmeyi becerip, aynı zamanda kariyer basamaklarını da emin adımlarla çıkabilmeyi başarabilmek. Hımmm hassiktir oradan dediğinizi duyar gibiyim. Öğrenci iken; size sadece kalifiyeli bir çalışan olmanız için yapmanız gerekenler öğütlenir ve öğretilir. Fakat iş hayatına girince bu öğrendikleriniz sizin geriye kalan iş hayatınızda sadece ufak bir öneme sahip olacaktır. Bunu anlarsınız. 

         İş arkadaşlarınızla iyi geçinebilmek ve onların gönüllerini hoş tutabilmek ilk edinmeniz gereken yetkinliğinizdir. Çabuk kaynaşır, kolay güvenir, bulduğunuz her fırsatta gıybetlerini yaparsınız. Öyle iş çıkışı kurulan içki masalarına, yapılan selfie'lere aldanmayın. Her çalışana nasip olmaz öyle içi dışı bir dünyalar tatlısı insanlara. Ama ne yalan söyleyeyim ben o konuda şanslıyım. Biri sağımda biri solumda oturuyor ama pek de sevdiğimi belli etmiyorum. Şımarırlar sonra :) 

         Mobbing denen kavramla çok geçmeden tanışıyorsunuz. Bu yüzden iş hayatınızda mobbing ile mücadele edebilmek ve bunun panzehirini bulabilmek edinmeniz gereken ikinci yetkinliktir. Başardığınız her iş beklentileri arttıracaktır. Bu da demek oluyor ki hiçbir zaman istenilen seviyeye gelemeyeceksiniz. Hep bir eksiğinizi bulacaklardır. Sakın şikayet etmeyin hee... Biz o yollardan geçtik diyenler hemen başınıza dikilecektir. Çevrenizdeki insanların ruh hallerini çalıştıkları yıl sayısına göre kategorize edebilirsiniz. 1-3 yıl arası handjob,  3-6 yıl arası blowjob, 6-10 yıl arası hardcore ve 10 yıl sonrasına party hard diyebiliriz. 

         Yöneticilerinizle iyi geçinmek istiyorsanız, sakın onlardan daha iyi olmaya çalışmayın. Bu edinmeniz gereken üçüncü ve en önemli yetkinliktir. Onlara ne kadar yetenekli olduklarını, tecrübeli olduklarını hissettirin. Öyle sürekli eğitimler, sertifikalar alıp gözüne gözüne sokmayın. Alıp o diplomaları rulo yapıp tersten saplamasın sonra bir yerlerinize. Terfi dönemlerini stressiz atlatmak için blowjob öneriyor uzmanlar. Hani şu 3-6 yıl arasındaki tecrübeye sahip insanlar. Çünkü o dönemler yükselip kariyerinizde yeni sayfalar açacağınız dönemler. O yüzden akademik olarak blowjob, argo tabirle taşşaklarını yiyim abi moduna girerek  siz de tuttuğunu koparan bir çalışan olabilirsiniz. Yeter ki neyi tuttuğunuz farkında olun. 

       Ulan işin orospusu olmuş gibi yazı yazdım. Halbuki bir bok olmuş değilim. Ama deneyim olarak 3-6 yıl arası deneyime sahip olan birisine göre, ben blowjob kısmını atlayıp direkt party hard durumuna geçtim. Ohh şampanya patlatıp, buzlu badem kıvamına geldik. Az beklenti, çok iş, hep stres, tam enerji... Bu yazıyı da her sabah işe girerken aklımdan hiç çıkmayan Tupac Shakur'un efsane diss'i ile bitiriyorum.

I ain't got no motherfucking friends
That's why I fucked your bitch, you fat motherfucker
Take Money
West Side, Bad Boy killers
Take Money
You know who the realest is
We bring it too
Take money, take money

           

15 Nisan 2017 Cumartesi

17 NİSAN SABAHI...

   17 Nisan sabahını bekliyoruz aylardır. Yine bir siyasi süreç sonucunda insanlarımızı kutuplaştırmayı başardık. Akrabalar, arkadaşlar, aileler birbirlerine düştüler. Birbirimizin gerçek yüzlerini mi gördük? Ne dersiniz? Şu kısacık ömrümde en büyük gayem mantıklı ve makul birisi olmaktı. Her fikri dinlemek, her ideolojiyi okumak, aşırıya kaçmadan kibire bulaşmadan yaşamak. Fakirin halinden, zenginin vizyonundan anlamak.  İktidarı eleştirmek, muhalefeti geliştirmek. Tüm bunları alınmadan, gücenmeden, kırmadan, gülerek, kimi zaman sinirlenerek ama her şeyin sonunda kaldığım yerden devam ederek yapmak istedim. Gelinen noktada anlıyorum ki Mevlana haklıymış. "Sen ne kadar bilirsen bil, senin bildiğin karşındakinin anladığı kadardır." 

        Politikacılar konuşuyor bizlere, bizler her seçim günü oy kullanıyoruz ama seçemiyoruz. Medya doğru ya da yanlışı değil, anlaşılmayanı bildiriyor. Okullarda verilen eğitim insanlığı değil, modern köleliği öğretiyor. Savaşlar kazanılmak için değil, yapılmış olmak için yapılıyor. Hakimler adaleti değil, güçlünün hakkını tasdik ediyor. Polisler suçu değil, adaleti engelliyor. Kârlar özelleştiriliyor, zararlar kamulaştırılıyor. Ve insan insanın kurdu iken, kuzular sessizce uyumaya devam ediyor...

       Hayır ya da Evet bir şeyi değiştirmeyecek diye düşünüyorum. Ama neden sandığa gidip bir tarafı seçmek zorundayım. Aksayan demokrasimizi düzeltmek için mi? Daha iyi bir Türkiye için mi? Hayır sadece safımızı belli etmek için. Darbe olmayacağının garantisini kim verebilir? Osmanlı Devleti'nde kardeşin kardeşi katletmesi devletin bekası içindi. Bugün de kardeş kardeşi katletmiyor mu? II.Osman'ı tahttan indirip Yedikule Zindanları'nda öldüren Fransız Lejyonları mıydı? 31 Mart Vakası, Bab-ı Ali'de asılanlar, Kuyucu Murat Paşa'nın diri diri kuyuya attığı vatandaşlar bu toprakların evlatları değil miydi? 

     Edebiyat, matematik, sanat, bilim tüm bu gelişmelerle ilgili konuşan kaç tane politikacı var. Öldürmekten değil, yaşatmaktan konuşan kaç tane politikacı var. Bugün hala meydanlarda köprü yaptık, gemi yaptık, yol yaptık, hastahanelerde beklemiyorsunuz, enflasyon yok, her şeyi tüketebiliyorsunuz, kişi başına milli gelir arttı, ekonomi büyüdü, binlerce konut yapıldı argümanlarını duyuyoruz. 

   Bugün Cumhuriyeti beğenmeyip, Osmanlı'ya özlem duyanlar bilmiyorlar mı ki? Bugün Cumhuriyet sayesinde bizi yönetiyorlar, o koltuklarda oturuyorlar. Cumhuriyet kurulduğunda 3-5 fabrika varken, tarlayı sürecek öküz, vergi verebilecek kadar kazancı olmayan bir toplum vardı. İş bankası hangi para ile kuruldu diyen cahiller, Bank Asya ve Arap sermayesi ile kurulan bankaları neden konuşmaz.  Bir Türk vatandaşının maaşından vergisi peşin tahsil ediliyor, tüketiminden vergisi peşin tahsil ediliyor. Ödediği faturalarda kaç tür vergi alınıyor haberi yok. Hastanelerde sıra beklemiyor çünkü hastaneye gitmeden size 6 ay sonrasına randevu veriyorlar.  Enflasyon yok diyorlar. Enflasyon olması için tüketimin arzdan fazla olması lazım. Bugün her sokakta AVM, süpermarket var. Alışveriş yapabilmek için kredi kartı ve ihtiyaç kredileri var. Bu paraları bankalar nasıl veriyor derseniz? Türkiye'de Türklere ait kaç banka kalmış bir araştırın. Devlet bankalarından Hazine garantisi ile kredi alan özel teşebbüsler köprü yapıyor. Vatandaşın vergisi ile köprü yapıyor. Yetmiyor 30 yıl köprünün gelirine el koyuyor. O da yetmiyor  zarar ederse, zararı hazineden karşılanıyor. Ve biz buna ekonomik büyüme diyoruz...  

    Türkiye 1980 yılından sonra hızla büyüdü? Neden mi? İki kutuplu dünyadan ABD hakimiyetindeki finansal kapitalist dünyaya geçtik. İnsan emeği, toprağın altı, toprağın üstü metalaştı. Rant iktidarların en büyük gelir kaynağı oldu. Para bulmak kolaylaştı. Türkiye'de diğer ülkeler gibi ekonomik olarak büyüdü,  fiziksel olarak modernleşti. Ama ekonomisi kalkınmadı, zihinsel olarak geri kaldı. Ne bekliyordunuz? Tüm dünya çok katlı kuleler, köprüler yaparken, uzaya mekik gönderirken Türklerin hala tarla sürüp, gecekondularda oturacağını mı sanıyordunuz? Yeni dünya sisteminde her nimetten faydalanırsınız, yeter ki bedelini ödeyebilecek durumunuz olsun? Türkiye'nin gencecik bir nüfusu, verimli toprakları, ılıman iklimi ve sömürülecek halkı var. 

      Velhasıl kelam yarın yönetim şeklini oylamayacağız. Tarafımızı seçeceğiz. Sonuç ne olursa olsun bundan sonra üzerimize ne düşüyorsa eksiksiz yapmak için gayret edeceğiz. Bilimle, akılla, mantıkla, sevgiyle ve saygıyla...

9 Nisan 2017 Pazar

Kuzguncuk Müdavimleri

     Bu akşam karamsar yazmayacağım, üzerimde bir gevşeklik hissediyorum. Siyasi bir yazı yazsam mı diye düşündüm. Lakin arkadaş memleketi kurtaramayacağımı 23 yaşımda fişlenerek anlamıştım. Ailemin de dediği gibi her şeyin fazlası zarar. Çok okuduğum için kafam karışmış. Sıradan bir vatandaş olarak her siyasi görüşü yerdiğim için, genel de bu tür tartışmalarda kimse benden taraf olmuyor. Yani bertaraf olmaya mahkumuz. Ekonomi yazayım dedim ama ondan da elimi ayağımı çektim artık. Oturup da insanlara ekonomik büyüme ile kalkınma arasındaki farkı mı anlatayım. Döviz kuru politikası, cari açık, katma değer olmadan yapılan üretim, işsizlik vesaire.

      İşin ilginci cahil kalsak insanlar alay eder. Çok okuduk diye görgüsüz muamelesi görüyoruz. Ulan okuduk da ne oldu? SGK prim günlerimi sayıp emekli olacağım günü hesaplıyorum. Emekli ikramiyesi ile sahil kasabasındaki ev fiyatlarını takip ediyorum şimdiden. Önümüzdeki 30 yıl için forward yapıp alacağım köy evinin fiyatını mı sabitlesem. Bahçeye domates,biber ekerim göstermelik. Can Yücel'in Datça'sı, Bukowski'nin otel odaları, Nazım'ın zindanları varsa... Bizim de ne bileyim kayığımız olur, bahçemiz olur. Bir mekanımız olsun yani. 

      Neredeyse 10 yıl olacak Kuzguncuk müdavimlerinden olduk. Bak Can Yücel deyince aklıma geldi. Çocukluk hayalimiz olan kafeyi de açtı çocukluk arkadaşımız. Kitabımızı alıp gidiyoruz, gecelere kadar muhabbet sohbet. Ön yargı olmadan, akıl ve mantık çerçevesinde her fikre saygı duyarak tartışıyoruz, konuşuyoruz. Yeni şeyler öğreniyoruz. Şiirler okuyoruz. 

    Kariyer denen illeti çok şükür üzerimizden attık. Aramıza itü, odtü mezunlarını almıyoruz. O yüzden gelecekte CFO olacak potansiyel de adam yok. Dükkanını su basan Alibeyköy esnafından oluşuyor profil. Kahve önünde geçmişi yad eden kasketli amcalar gibiyiz. Evlenilecek kız profilini de kafamızda çizdik. Ilımlı, makul, eğitimli ama gözünü kariyer hırsı bürümemiş. Edebiyattan, hayattan, espriden anlayan. Yemek yemekten ve yemek yapmaktan zevk alan. Anlayışlı ve en az 2 çocuk yapacak bir zevce... Henüz böylelerini analar doğurmadığı için, doğanları da birileri kaptığı için hayalleriyle yetiniyoruz...

Donnie Darko gibi Hayatın Anlamını Ararken...

    Meydan ana-baba günü. Yürüyen merdivene binebilmek için 3 dakika bekliyorum. Bir elim cebimde, öbür elimde kitap. Kalabalığa bakıyorum. Bu kadar insanın içinde ruh öküzümü bulabilir miyim diye? Eskiden başım eğik yürür, hayal kurardım. Kendi kendime gülerdim, ki bazen kahkaha attığım olurdu. İnsanlar bu çocuk deli mi diye söylenir geçerdi yanımdan. 

      Artık her insanın yüzüne bakarak yürüyorum. Misal tahmini 25 yaşında genç bir anne önümde yürüyor. Bebek arabasını ittiriyor. Benim arkadaşlarımdan neyim eksik demiş evlenmiş. Yetmemiş bir de çocuk yapmış. Acele ediyor. Bir eli telefonda seri şekilde like'lıyor fotoları. Önceleri kına (henna night), gelinlik, düğün, balayı fotoğrafları paylaşılıyordu. Şimdi doğum, ilk diş, ilk yaş fotoğrafları. Hımm bakalım hangimiz daha mutluyuz. 

       Ritimli bir şekilde topuklu ayakkabıları ile yürüyen tipik bir bankacı radarıma giriyor şimdi. Aklıma birden Bahar Candan geliyor. "Yaz meyvesi tadında dondurma gibisin. Birazcık yesem çabuk erir misin?" Neyse oğlum kendine gel. Telefonda arkadaşına dert yanıyor. Hedefler tuttukça, yeni hedefler, kıskanç iş arkadaşları, yeni tanıştığı çocuğu da çekiştirmeden olmuyor. Çok evcimenmiş. Annesine düşkün, her akşam dışarı çıkmak istemiyormuş, yalnız kalmalıymış biraz. Kitap okuyup, edebiyat konuşarak çok sıkıyormuş. Bir ara lan dedim. Bu beni anlatıyor. Hassiktir dedim. Demek ki ilişkiler bundan yürümüyor :) Hemen koşarak uzaklaştım. 

        Metrodayım. Kapı kenarındaki koltukta idealist bir adam oturuyor. Takım elbiseli ama kirli sakal da var.  Arada kafasını kitaptan kaldırıp, boşluğa bakıyor. Belli ki okuduklarını kafasında tartıyor, düşünüyor. Önünden onca güzel kız geçiyor. Ama gözü görmüyor. Karamsar bu belli. Yalnızdır da kesin. Şimdi işe gidip, hayvan gibi çalışacak. Neden? Daha çok kitap alabilmek için mi? Kesin kızlar beni anlamıyor diye arkadaşlarına da sitem ediyordur. 

     Üsküdar sahilinde bir çay bahçesinde oturuyorum. Derin derin nefes alıyorum. Kız kulesine bakıyorum. İlker'i anıyorum. Yalın ayak çingene çocuklar geçiyor. Birkaç yüz metre ötede parkta çadırda yaşıyorlar. Her gün önlerinden milyonlarca liralık arabalar geçiyor. Hayat onları ıskalamış sanırım. Propaganda arabaları geçiyor bağıra bağıra. Memleket meselesi... İzmir Marşı Dombra'ya karışıyor. Derken bir çift el ele giriyor bahçeye. Erkeğin elinde kitap, kız çantasından defter-kalem çıkartıyor. Hararetli bir sohbet başlıyor. Erkek konuşurken, kız gözlerinin içine bakıyor. Eller, jest ve mimikler... Akşam güneşi yüzünü gösteriyor Kız kulesinin ardından. 

        Hesabı ödeyip ağır ağır Salacaktan Üsküdar meydana doğru yürüyorum. Çingenelerin önünden geçerken ne kadar şanslı olduğumu hissediyorum. Üstü açık spor araba son ses müzik ile karşıdan göründüğünde talihsiz olduğumu düşünüyorum. Başarılı bir adamın gülümseyerek geçip gittiğini gördüğümde treni kaçırdığımı biliyorum. Mutlu bir çift el ele sahilde yürürken yalnız olduğumu hatırlıyorum.

         Karmakarışık duygular içindeyim. Ne iş yapsam, nerede yapsam, para hayatımı kolaylaştırırken mutluluk getirir mi acaba? Ben de neden diğerleri gibi basit yaşayamıyorum. Bir kadını sevebilmek bu kadar mı zor? Ben mi tercih ediyorum yalnızlığı, yoksa beceremediğimden mi yalnızım. İlla birisi ile olmak için acele mi ediyoruz. Tren kaçıyor mu gene mi el sallayacağız ardından. Yoksa daha çok tren geçer , biz beklemeye devam mı edelim?  Nasihate değil birilerinin beni dinlemesine ihtiyacım var. Özgüven kaybı almış başını gitmiş. Hoşlandığım kızlara dostum diyorum, oturuyor derdimi anlatıyorum. Bir de yetmiyor felsefe yapıyorum. Prostat olmuş amcalar gibi kesik kesik kelimeler boşalıyor ağzımdan :) Bağıra bağıra yaşayacağım günler bir an önce gelsin. Yoksa portakal soyduğum meyve bıçağı ile tahammül edemediğim insanları bıçaklayacağım. Tabi önce kendimden başlamaz isem...

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...