26 Mart 2017 Pazar

#Evet mi? #Hayır mı?

 Sokaklarda, meydanlarda, işyerinde, kahvehanede,televizyonlarda, sosyal medyada maruz kaldığımız bilgi kirliliğinden sıkılanlarınız vardır diye düşünüyorum.  Referandum sürecini analiz etmeye çalışıyorum. İnsanların  fikirleri ve ideolojileri değişse de hala haklı olduklarını ve kendilerinin doğruyu bildiklerini iddia etmeye devam ediyorlar. 

     İyiyi ve kötüyü ayıramayacak bir duruma geldik. İstikrarlı olarak düşman sayımız artıyor. Buna rağmen demokrasimiz sarsılmaz bir şekilde ayakta. 17 Nisan sabahı #hayır çıkarsa ülke olarak ne bir şey kazanacağız ne de bir şey kaybedeceğiz. Durum stabil. Eğer #evet çıkarsa kimilerine göre ülkenin kalkınmasının önündeki engeller kalkacak. Ekonomi şahlanacak, terör bitecek. Dünyada sözü geçen bir ülke olacağız. Kimilerine göre ise 1933'de Adolf Hitler'in Almanya'daki zaferi sonrasındaki ortam yaşanacak. Veya Arap baharını yaşayan ülkelerin kaderini yaşayacağız. Geçmişte Kaddafi ve Mübarek örneği var. 

       Özel olarak videolar hazırlanıyor. Cumhurbaşkanı Kur'an okuyor, yapılan yollar, köprüler, stadlar anlatılıyor. Artan kişi başına milli gelirden bahsediliyor. İhracat, ithalat, yerli savunma sanayi, küresel markalarımız vs. Tüm bunlar kolay olmadı tabi ki. Tüm bu gelişmelere engel olan askeri vesayet, terör örgütleri, cemaatler ve eski Türkiye sevdalılarına karşı mücadele de edildi. Dış mihrakları da eklemeden edemeyeceğim. Bu argümanları sıralayan iktidar partisine gönül vermiş insanları anlıyorum. Ve onlara hak veriyorum. 

   Diğer yanda muhalefet var. Dinin siyasete alet edildiğini söylüyorlar. Fakat iktidar partisi ideolojisini hiçbir zaman saklamadı. Muhafazakar bir iktidar tabi ki dini hassasiyetlere önem verecekti. Fakat muhalafetin haklı olduğu nokta şudur ki: Önümüzde Gülen Cemaati örneği var. Yaklaşık otuz yıl boyunca idari, askeri, akademik, spor ve kültür alanlarında geniş bir alana yayıldılar. Farklı ülkelerde hizmet verdiler. Milletvekili, müsteşar, bakanlar, generaller çıkardılar. Kanunların hazırlanmasında etkili oldular. Kamu arazilerinde, kamu ihalelerinde imtiyaz sahibi oldular. Ve tüm bunlara otuz yıl boyunca ülkedeki iktidarlar göz yumdu. Ama en çok Ak Parti iktidarı ile içli dışlı oldular. En çok bakan, milletvekili, general onların döneminde çıktı. Ergenekon ve şike davaları, sınavlarda usulsüzlükler ve askeri darbe girişimi Ak Parti iktidarı döneminde oldu. Bu yüzden muhalefetin endişeleri de sonuna kadar haklı. 2010 referandumunu hatırlayın. Evet oyu çıktı ve Yargı'daki değişiklikler sonucu atanan hakim ve savcılar FETÖ'cülerden seçildi. Bugünkü referandumda da aynı korkuyu yaşıyorlar. Çünkü bu ülkenin güvencesi sistem değil, bireylerdir. 

     Terörü bitirememek parlamenter sistemin kusuru değil. Ekonomik olarak kalkınamamak da. İşsizlik %12,7 olarak açıklandı. Orduda, kamuda, üniversitelerde binlerce insan ihraç edildi. Yerlerine apar topar atamalar yapılıyor. Eğitim sistemi 15 yılda kaç kez değişti belli değil. Dünya standartlarının altında eğitiyoruz çocuklarımızı. Terörü bir kenara bıraktık; toplum içi şiddet artmaya devam ediyor. Kadınlar ve kızlar tecavüze uğruyor, öldürülüyor. Devlet koruma talep eden bu insanları korumaktan aciz. Türkiye'nin en büyük futbol kulüpleri, en büyük holdingleri vergi affına başvuruyor. Bırakın vergiyi , SGK primi ödememek için Suriyeli işçi çalıştıran binlerce işletme var. Asgari ücreti arttırırsak devlet hazinesi bunu karşılayamaz diyorken, mültecilere yapılan yardımlar gözler önünde. Bu durum ülke insanları ile mültecileri karşı karşıya getiriyor. Yaptığımız iyiliklerden maraz doğuyor. 

         Avrupa'yı itham ederek oy devşirirken; onlara hammadde, tarım ürünleri satan ihracatçıyı hiç düşünmüyoruz. Ülkeye en çok turist gönderen ülkelerin hepsi ile siyasi sorunlarımız var. ( Rusya ile yeni iyileşmeye başladı. Almanya, Hollanda, Fransa) Doğruyu tabi ki söyleyeceğiz. Haktan yana tabi ki olacağız. Ama sokakta eğitimsiz bir insanın konuştuğu dil ile devlet yönetilecekse eğer, biz neden siyasetçileri seçiyoruz. Gider kendi derdimizi kendimiz çözeriz. 

        Tek dil, tek din, tek bayrak... Demokrasi, büyüme, kalkınma... Bunlar sadece siyasi slogan. Bir laf var ya hani: "Ben demokrasiye inanırım, benim partim kazandığı sürece." İnsanlar konuşacağı dili, yaşayacağı dini seçmekte özgürlerdir. Osmanlı'yı örnek alan iktidar tarihe bir baksın. Sinagog, Kilise ve Cami yüzyıllardır yan yana. Kürtçe açılımı zaten bu iktidar yaptı. Meydanlardan slogan atarak, hakaret ederek bu işler yürümeye devam ediyorsa benim bu ülkeden geleceğe dair beklentim yok. 

        Ben vergisini peşin ödeyen, çalmayan çırpmayan, askerliğini yapmış, toplumsal kurallara riayet eden, hukuk sistemine inanan, üretmeye çalışan, sorgulayan bir birey olarak her zaman iktidarı ve muhalefeti eleştirme özgürlüğüne sahibim. Evet demeden önce de hayır demeden önce de iyi okuyup, iyi araştırmaktan yanayım. Birilerine inat, birileri karşı olmak için oy vermeye gerek yok. Farklı görüşlerden olduğumuz için kutuplaşmaya da gerek yok. Ülke kalkınacaksa %50 sayesinde değil, herkesin kolektif çabası sayesinde kalkınacak. O yüzden aklı selim düşünelim, cehalete boyun eğmeyelim, fevri davranmayalım. Vereceğimiz oy bize, toplumsal huzur hepimize kalsın. 

25 Mart 2017 Cumartesi

Yaratıcı Yıkım...

     Gün doğarken evinden çıkıp işine giden milyonlarca insandan bir tanesiyiz. Evine aş, eşine aşk, arkadaşlarına mutluluk, ailesine sevgi götüren emekçileriz belki de. İnsan yaşlandıkça, deneyim kazandıkça, okudukça, yaşadıkça hatta hatalar yaptıkça öğreniyor hayatı. Eksiklerini görüyor, sahip olduklarını. Sabahın köründe işe gitmek için bir sebep buluyor kendine. Soğuk bir kış günü montuna sıkı sıkı sarınıp metroya yetişmeye çalışırken, ayakları çıplak bir şekilde, bir tas çorba için dilenen çocukları görünce sorguluyorsun kendini.

       Bir yanda gerçekten ihtiyacı olduğu için sizin gözlerinizin içine bakan çocuklar, diğer yanda sizin iyi niyetinizi suistimal etmeye hazır insanlar. Bunca yıl ne için okudum, neye hizmet ediyorum. Yıllar önce neden ekonomi okumaya karar verdim diye düşünüyorum. Evet bu kararı ben verdim. Ailem değil. Çünkü 18 yaşımda edebiyat veya sosyoloji okuyarak para kazanabileceğimi anlatacak özgüveni bulamadım kendimde. O yüzden hayatımızın odak noktası olan parayı tanımalıydım. Ailem ekonomi okuyarak kolay iş bulabileceğimi düşünüyordu.Ben ise her geçen gün farklı şeyleri görüp, yazabileceğim konulara odaklanıyordum. 

        Gelinen son noktada Bukowski'nin dediği üzere; " Yaşama sevincimi sigortalı bir iş karşılığında sattım." Kurumsal bir şirkette sistemi düzeltmek yerine işleyen düzeni bozmamak adına çaba sarf ediyorum. Eğer borçlarımı bitirebilirsem arzu ettiğim hayata yelken açacağım. Bu süreçte varlığımla mutsuz ettiğim çok insan oldu diye düşünüyorum. Örneğin; 20 yıldır dost bildiğim insanlarla aslında çıkara dayalı bir ilişkim olduğunu anladım. Oysa ki bir avuç insan olarak hayatı diğer insanlardan farklı kavradığımızı düşünüyordum. Çocukken paylaştığımız bir kutu meyve suyu ve bir paket bisküvi ile yaşadığımız mutluluktan eser kalmamış. Çünkü ortada paylaşılacak bir şey kalmamış. Her şey büyüyüp para kazandığımız günden itibaren boka sardı. 

         Hiçbir zaman mutsuz bir insan olmadım. Mutlu olduğumun farkında da olmadım. Biraz kafası karışık, hafiften dumanlı belki de. Karamsarlık ile depresiflik arasında gidip gelen, mizaha yatkın bir mizaç ile kendim olmaya devam ediyorum. Mutluluğu değil de mutsuzluğu paylaşacak bir kız bulduğum gün, tozlu raflarda biriken kitapları bir kenara bırakıp hayatın tam ortasına atılacağım. Bu hayata bir kere geliyoruz, onu da bağıra bağıra yaşamak lazım öyle değil mi? 

         Fikirlerimiz, geleceğe dair düşüncelerimiz, kurduğumuz hayaller bizi biz yapan şeyler ise eğer; paylaşın arkadaşım herkesle. Okuduğunuz okul, sahip olduğunuz diploma, kazandığınız para sizi toplum içerisinde basamakları daha hızlı çıkmanıza sebep olabilir. Ama çıktığınız yerde tek başınıza olacaksanız ne anlamı var ki? Schumpeter'ın devletler için ortaya attığı fikir olan "yaratıcı yıkım" teorisini bir birey olarak yaşıyorum. Arkadaşlıklar yok oluyor. Beklentiler artık aynı oyunları oynayıp, birbirlerimizin evlerine misafirliğe gitmekten daha fazlası. Gazozuna maç oynadığımız günler de anılarda kaldı. Farklı fikirleri hoşgörüyle tartışabileceğimiz, yeni şeyler öğrenebileceğimiz, edebiyat, sanat, ekonomi konuşabileceğimiz, ne olursa olsun kendimiz gibi davranabileceğimiz bir arkadaş ortamına ihtiyacımız var. En azından ben öyle düşünüyorum. O yüzden eskimiş duygusal bağları bir kenara atıp, yenilerini inşa etmenin vakti gelmiştir.  Özgürlüğe giden yol LOADING... 

        

18 Mart 2017 Cumartesi

HENÜZ 27...

  Bu satırları yazarken  27. yaşıma girmeme yaklaşık 24 saat vardı. Her zaman ki gibi bir Cuma gecesi sistemi eleştiren film izledikten sonra biraz Bukowski'ye biraz Edip Cansever'e dadanıp kendimi bilgisayarın başında buldum. Merak edenlere söyleyeyim annem bu akşam kurabiye yapmamış. O yüzden çayımı ağır ağır içmenin keyfini yaşıyorum.  

  Sanırım yaklaşık 9 yıldır blog yazıyorum. 18 yaşımda üniversiteyi kazanıp bilmediğim bir şehre geldiğimde yapayalnız kalmıştım. Futbolcu olma hayallerim suya düşmüş, ortada dımdızlak kalmıştım. Hayatım boyunca hedefim ve hayallerim olmuştu. Kendime yeni hayaller yeni hedefler bulmalıydım. Ezelden beridir bir yalnızlık takıntım da yok değildi. O yüzden yazarak içimdeki buhranları atlatmayı başardım sanırım. 

 Yazmaya başladığım ilk günden bugüne nasıl da büyümüşüm, neler saçmalamışım, neler öğrenmişim, kendime verdiğim sözlerin ne kadarını tutabilmişim, koyduğum hedefleri gerçekleştirebilmiş miyim? Ve sonunda ne kadar mutlu olmuşum. Hepsini yaşayarak gördüm. John Lennon'ın dediği gibi belki de "Hayat, siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir." Her geçen gün yeni şairler keşfediyorum, farklı dinden, farklı inançlardan insanları okumaya gayret ediyorum. Japon, Alman, İtalyan, Amerikan, Türk edebiyatı fark etmez. Tabi sinema ve tiyatro da önemli. Binlerce film ve yüzlerce tiyatro oyunu izledikten sonra hayata farklı bir gözle bakıyorsunuz. Etrafımda örnek alabileceğim böyle bir insan yok iken nasıl bu hale geldim inanın bilmiyorum. Sabahlara kadar oturup sistem eleştirisi yapabilirim, Türk şairlerden, Japon edebiyatı ve sinemasından konuşabilirim. Eskiden sıkıcı ve akademik yazılar yazardım. Artık sistemi eleştirip, şiir yazabiliyorum. Endüstriyel futbol ile amatör mücadeleyi kıyaslayabilirim. Amerikan porno endüstrisi üzerine tez yazabilecek durumdayım. Hiç cinsel tecrübesi olmamış birisi olarak. Anlayacağınız oynatmama az kaldı doktorum nerde!

   Geçen bunca yıl bana kendim olabilmeyi öğretti. Dilinin kemiği olmadan, açık sözlü olarak toplum içinde kabul görebilmeyi, ben çabalamasam da insanların beni ben olduğum için sevebildiği bir ortam yaratmayı öğrendim. Burada Bukowski ile araya girmek istiyorum: "Hep kalıplara uymayı reddettim. Geldiğim nokta şu: Diğerlerinden daha mutsuz, bir o kadar umutsuz ama kafam hepsinden güzel."

   İşe başladığım günden beri 3 kez meslek değiştirdim. Farklı insanlar tanıdım. Ben hep aynıydım, değişen mesleğimdi. Hiçbirinde aradığım mutluluğu bulamadım. Hee mutlu olamayacağımı bilmiyor muydum? Tabi ki biliyordum. Kazandığım para kadar hayatımı yaşıyorum. Ne zaman borçlandım ve bu borçlar ne zaman bitecek hiçbir fikrim yok. Çok çalışırsanız çalışma arkadaşlarınız tarafından dedikodunuz yapılır. Çünkü sürüden ayrılan koyunsunuzdur. Yalaka olabilirsiniz, hızlı yükselmek isteyen kariyer manyağı da. Bunun yanında yöneticileriniz bunca çabanıza rağmen sizi hala yeterli görmeyip, biraz daha çaba sarf etmenizi telkin eder. İşte o gün kariyer dediğimiz şeyin kocaman bir saçmalık olduğunu öğreniriz. Gözleri kapalı havucu ısırmaya çalışan bir eşeğiz hepsi bu. Kendinizi, hayallerinizi anlatmanız en büyük zaafınızdır. Anlam veremediğiniz ego savaşları arasında kalıp, bolca strese maruz kalırsınız. Birileri sizin o küçük ve sade yaşantınıza mutlaka burnunu sokar. Lanet olasıca şeylerin hepsi olmasa da bir çoğunu erken yaşta öğrenmek zorunda kalırsınız.

   Çok okuduğunuz, hayata farklı bir gözle bakıp, geniş bir perspektiften anlamaya çalıştığınız için insanlar sizi çok bilmiş olarak yaftalar. Artık farkında olmadan diğerlerinin hayatını beğenmiyorsunuzdur. Onlar cahil siz aklı başında bir insansınızdır. Ve kaçınılmaz son karamsarlık. Her şeyi mutlaka ince eleyip sık dokursunuz. Kendinizi beğenmezsiniz, insanlardan her geçen gün uzaklaşırsınız. Size değer veren insanları görmezden gelip, 20 yıllık arkadaşlıklarınızı tek kalemde silebilirsiniz. Bu yolların hepsinden teker teker geçmek öylesine sinir bozucu ki. Aşık olamamak, birine vakit ayıramamak, sizi seven kişiyi sizin karşılık verememeniz, arkadaşlıklarınıza son vermeniz, yeni insanlar tanıyıp onlara güvenememeniz... 

  Sonuç olarak bir yaşıma daha girdim a dostlar 19 Mart itibari ile. Her geçen gün daha da yalnızlaşan fakat bunu da fazla dert etmeyen birisiyim maalesef. Gamsız, bencil, çok bilmiş, çok gülen, hayaller kurup kırılmalarını izleyen, aşık olamayıp beni sevenleri de hayattan küstüren, karamsar, kitap kurdu, anarşist ruhlu ama kapitalizmin sadık bir çalışanı, hayırsız evlat, vurdumduymaz abi, lafa gelince mangalda köz bırakmayan ama icraata gelince yerinde yeller esen adamın biri oldum çıktım. Gördünüz mü bakın  27 oldum. 

    O meşhur yaş olan 27'ye geldiğime göre bu yıl zor bir süreç beni bekliyor sanırım. Muhtemelen 27 yaş krizine gireceğim. Yol ayrımları beni bekliyor. Sürekli bir yerlere yetişmek zorunda olacağım. Türlü türlü sınavlara girip yeni meslek hedefleri koyabilirim. Çevremdeki herkes bir bir evlenip çoluk çocuğa karıştığı için muhtemel bir kıskançlık krizi beni bekliyor olabilir. Tabakhaneye bok yetiştiriyoruz ya geç kaldık ulan evlenip baba olmak için. İnsanlara tahammül sınırım gittikçe azalır. 30'uma üç basamak kaldı oh shit. Gelecek kaygım tavan yaparken, yalnız kaldığım her an geçmişe özlem duyarım. Tüm bu olanlardan sonra eğer ölmez de hayatta kalırsam. Ne zamandır dilim de tüy bitiyordu söylene söylene bu yıl içerisinde borcum biterse çekerim manifesti sikerim kapitalisti der basarım istifayı.  Bekle beni 27 ben geliyorum...

   

12 Mart 2017 Pazar

Kelebeğin Rüyası...

  Çalar saat sesi olmadan kendiliğinden uyandığın bir sabah. Yorganı ayaklarınla itiyorsun üzerinden, birkaç dakika tavana bakıp bugün ne yapsam diye düşüncelere dalıyorsun. Hayalin tam ortasında annen sesleniyor "Kahvaltı hazır".  Yaş 27; hala bir baltaya sap olamamanın verdiği başıboşlukla çayını hüpürdeterek içiyorsun tıpkı deden gibi. Sanki siz yatağınızda mışıl mışıl uyurken, bir avuç gerizekalı ülkede darbe gerçekleştirmiş. Liyakat sistemini ortadan kaldırıp, Aleyna Tilki'yi eğitimden sorumlu bakan, Acun'u propaganda bakanı, Nihat Doğan'ı içişleri, Fatih Terim'i Spor Bakanı yapmışlar. Ruhsuz ibneler, milyonluk eşekler sarmış ülkeyi. Televizyonu kapatmak çare değil, kaldırıp atacaksın gavurun icadını...

   Sokağa çıkıyorsun, güneşli bir bahar günü. Beşerlikten mahalle maçı yapılacak, bir kişi eksik. Hemen montu çıkartıp kolları sıvıyorsun. 3 korner bir penaltı. İki gol yiyen kaleyi değişiyor. Kıran kırana mücadele. Bizim mahallede kurallar adildir, kardeşlik kazanıyor. Hemen bakkaldan en soğuğundan gazozu terli terli dikiyorsunuz kafaya. Kocaman adam hasta olacak değil ya. 

    Halk otobüsünde sıra beklerken, önünüzde sizin 35 yıllık emeğinize bedel bir araba duruyor. İçinde 20 yaşında delikanlı, apartmandan sanki portakal bahçesinde yetişmiş bir kız çıkıyor. O güzelim koku egzoz kokusuna karışıp kayboluyor birkaç saniye içinde. Cam kenarında hayallere dalıyorsunuz. Onca sene okuduğun okul, aldığın diploma, girdiğin sınavlar... Bir kararname ile işine son veriyorlar. Devletten hakkını nasıl alacaksın. Aman siktir et deyip şirin, ufak bir kafe açan gerizekalılar kervanına katılıyorsun. Mavi önlük belinde, güler yüzle karşılıyorsun dostlarını. Müşteri değil, her gelen senin dostun. Baban haline acıyor belki ama; sen sıkı sıkı tutunuyorsun hayata. Çünkü var bir sevdiğin sana yılları veren. 

     Acaba diyorsun yaşanan bunca şeyden sonra kızı istemeye hangi yüzle gideriz diye düşünüyorsun. Babasının kızına sunduğu imkanlardan daha iyisini sunabilecek misin? Sen ki haksızlıklara dayanamayan biri. Ya sesini çıkartırsın ya da görmezden gelip yüz çevirirsin. Kızın babası ne iş yaparsın oğlum diye sorduğunda ne cevap vereceksin? Davullarla zurnalarla alabilecek misin gelini baba evinden? Baban 40 yıl çalışmış, elde avuçta bir şey yok. Ev kira, kazandığın üç kuruşun ikisi eve gidiyor. Geriye kalanla nasıl kendi yuvanı kurarsın. Memleketteki her 3 erkekten birisinin kaderini paylaşıyorsun işte. 

    Sen beklerken hayatın rayına oturmasını. Birileri demir yolları inşa edip, trenleri yürütüyor sevdiğin kızın kalbine. Allah'ın emri Peygamberin kavliyle uçuyor yuvadan görücü usulü. Lan ne oluyor demeye kalmadan rakı sofrasında buluyorsun kendini. Dua ile giderilecek bir acı değil. Sisli bir İstanbul akşamı gibi, rakıya su katıyorlar. Başlarda tutuk kalıyorsun, üçüncü dubleden sonra tutabilene aşk olsun. 27 yıllık hayatın film şeridi gibi geçiyor gözlerinin önünden. Defter yaprağı değil ki yırtıp yeniden başlayasın hayata. Bir türkü ile hüzne bağlıyorsun olayı. Oğuz Atay'ın dediği gibi: "Ben iç dünyama dönüyorum. Orada hayal kırıklıklarına yer yok diyorsun." 

      Sen eve nasıl geldiğini hatırlamıyorsundur büyük ihtimal arkadaşlarının omzunda giriyorsun evin kapısından. Çalar saat sesi olmadan kendiliğinden bir baş ağrısı ile uyanıyorsun sabaha. Yorganı ayaklarınla iticek gücün yok. Tavana boş gözlerle bakarken dalıveriyorsun tekrardan uykuya. Annen kahvaltıyı çoktan etmiş. Uyandırmaya bile gerek duymuyor seni. Bu hikaye nasıl buraya geldi bileniniz var mı dostlar. Her neyse mutlu olacağımızın günün sabahına kadar uyandırmayın en iyisi...

10 Mart 2017 Cuma

Lekesiz Aklın Sonsuz Işığı

    Bu yazıyı yazmak için Cuma'yı bekledim. Bilmiyorum kaçıncı kez izliyorum ama Eternal Sunshine of Spotless Mind benim hayat hikayem diye düşünüyorum. Filmin adı İngiliz Şair Alexander Pope'un bir dizesinden gelmektedir. İzleyenler bilir. Film o meşhur sahne ile başlar. Hani hepimizin sabahları yorganı fırlatıp atarak yataktan çıktığı ve sevmediği işinden kaçmak için bir bahane aradığı günün sabahıdır. İşe gitmek için tren beklerken ansızın şartel atar ve herhangi bir trene atlayarak kafa nereye siz oraya gidersiniz. 

      İçinden çıkamadığınız bir yalnızlık vardır tıpkı benim kendi dört duvarıma hapsolduğum gibi. Göz kontağı kurmaktan kaçınıyorsunuz. Çünkü bir gülümseme ile başlıyor her şey ve kalbinize söz geçiremiyorsunuz. Size ilgi gösteren kadınlara aşık alıyorsunuz. İlişkiler başladığı anda bitmeye başlıyor. İşte o zaman omuzlarınızda taşıyamayacağınız bir yük varmış gibi hissediyorsunuz. Onu sevmek, onu gülümsetmek, onu mutlu etmek, ona eşlik etmek, ona zaman ayırmak, ona katlanmak kimi zaman. Ve tüm bunları yaparken kendin gibi davranmak... Konuşacak bir şey yoksa susabilmek onun yanında ne kadar değerlidir değil mi? 

     Clementine (Kate Winslet) ne diyordu bir sahnede: "Birçok erkek onları bütünlediğimi ya da onlara yaşadıklarını hissettirdiğimi düşünürler. Ama ben huzur arayan, kafası karışık bir kızım. Kendi dertlerini bana yükleme."

       Kim istemez mutlu olmayı, ama mutsuzluğa da var mısın? Çok demode oldu sanırım. Tek başına mutsuzken neden bir başkası ile de mutsuz olur ki insan. Ben bunu geç fark ettim. Düşüncelerimi anlatan kelimeler her geçen gün anlamını yitirmeye başlamış. Altını çizdiğim kelimelerin gerçek olmasını bekliyorum. Kitaplardaki sadakati, açık sözlülüğü, hayalperestliği, cesareti, mutluluğu arıyorum her yerde. Yolunda gitmeyen bir şeyler var hayatta, buna rağmen umudu sol cebimizden de eksik etmiyoruz. Şairlere sığınıyoruz gecenin karanlığında. Bir dize bir mum oluyor yüreğimize. Bilmem anlatabiliyor muyum kendimi? 

        İnsanlarla içimden geldiği gibi konuşuyorum, karşılık beklemeden. Mevki makamı değil, kendimi yüceltmeye çalışıyorum. İyi bir dost, iyi bir evlat, iyi bir eş nasıl olunur bilmiyorum. Hamurum da ne varsa yoğuruyorum, biraz mantık, biraz sevgi, kahkaha olmaz ise olmaz mutlaka. Gerisi bu adamı pişirecek hamarat ellere kalmış. Cahit Sıtkı Tarancı'dan yola çıkarak bir Memleket İstiyorum sokaklarında yalnız adamları tutup kollarından, sevdiklerine kavuştursunlar. 

      Filmden yola çıktık şairlere bağladık hikayeyi. Varsa vaktiniz koyun sıcacık çayınızı, arkanıza yaslanıp izleyin bu güzelim filmi. O da kesmezse Cemal Süreya'nın Sevda Sözleri'nden birkaç şiir de iyi gider. Biraz karamsarlık iyidir. İnsanın dimağında acı bir tat kalmalı ki, ansızın gelen güzelliklerin zevkini tadalım...



7 Mart 2017 Salı

Emekçi Kadınlar

2016 yılında haberlere yansıyan 397 kadın cinayeti işlenmiş. Bu cinayetlerin %85'i kadınların eşi,eski eşi,sevgilisi,eski sevgilisi,abisi,kardeşi,babası ve akrabaları tarafından gerçekleştirilmiş. Bir kadını koruması,sevmesi,sahiplenmesi gereken insanlar tarafından yani. Bu cinayetlerin hangi suç aletleri ile işlendiği de belirtilmiş. Balta, tüfek,testere gibi aletler var. Kadınlarımızı sokak ortasında avlıyoruz. Türkiye'de erkeklerin namus kavramını ifade ettiği cümle nedir peki? Senin anana bacını yapılsa ne yaparsın? Evet artık bu cümlenin bir etkisi kalmamış olsa gerek ki anamızı bacımızı öldürmekten çekinmiyoruz. Bunlar istatistiğe alınan vakalar. Kadınların şiddete maruz kaldığı gösteren çarpıcı örnekler. Peki ya işyerinde, sokakta, evde maruz kaldıkları sözlü taciz, sözlü şiddet hatta bakışlarımızla verdiğimiz rahatsızlık. Kadın olmak zor. Bu ülkede kadın olmak ise iki kat daha zor. Söylenecek güzel sözlere karnınız tok biliyoruz. Acaba siz mi sevmeyi öğretemediniz bize. Yoksa bizim mi işimize gelmedi bilmiyorum. Hak ettiğiniz değeri bu dünyada bulmanız dileğiyle emekçi kadınlar.


Ziya Gökalp ne diyor kadınlar için:

Kadın çalışmazsa fikri yükselmez
Tabii, o zaman size denk gelmez
Diyorsunuz onun eksiktir aklı,
Arttırmak istiyor, değil mi hakkı?
Kadın yükselmezse alçalır vatan
Samimi olmaz onsuz bir irfan...

Bir de Mevlana Celaleddin Rumi efendi'ye kulak verelim:

Sizler kadının kapanmasını istedikçe, herkeste onu görme isteğini kamçılamış olursunuz. Bir erkek gibi, bir kadının da yüreği iyiyse, sen hangi yasağı uygulasan da o iyilik yoluna gidecektir. Yüreği kötüyse, ne yaparsan yap, onu hiçbir şekilde etkileyemezsin. Kıskançlık denen şeyi bilme. Cahillerdir kadından üstün olduklarını sananlar. Cahiller kabadır. Sevgi ve güleryüz nedir bilmezler. Bunlar hayvanî niteliklerdir. Seven erkek ise, kadınla eşittir.

Şiirlerin gücü inanırım her zaman. Edip Cansever'in kadınlara yazdığı şiir ne güzel de anlatımış onları öyle değil mi? 

biz kadınız, bilmeden seviyoruz bu kedileri
seviyoruz, bir sevilme içgüdüsüyle
bu bizim yüzümüzde ufacık çizgiler oluyor - acaba?
evet, çok değil konuşurken düzeltiyoruz
orayı burayı topluyoruz, yeriyse çocuklarımızı öpüyoruz
ama biliyorsunuz ki gene de
hepimiz, işte hepimiz
bitmenin, tükenmenin yorgunluğu içinde.
Gözler mi? tavana dikili, hayır, pencereye
yağmalar, sürgünler, yangınlar içinde
çünkü bu boşluk; tüneller, çukurlar, kapkacak ağızları
mağaralar, denizler, gökyüzleri değil de
bu boşluk, o bir türlü dolduramadığımız, o
orman, dağ, kısacası evrenle.
biz bu lavanta kokularını bilmeden taşıyoruz
biz bu tavana bilmeden eski rengine boyuyoruz
bu bizim terliklerimizde ufacık güller oluyor - acaba?
evet, çok değil, onları bilmeden hoşa gideriyoruz
sormayın, ama sormayın, bilmeden aralık tutuyoruz kapılarımızı
bilmeden bekliyoruz, bilmeden uyuyoruz sabahlara değin
kim bilir, belki de biz
tanrısıyız en olunmaz şeylerin.
bu bizim en düzenli hareketimiz: olmak
asılıp kalmışız sokak fenerlerine
asılıp kalmışız öyle, görenler bizi görüyor
görenler bizi görüyor ve gidip geliyoruz dikkatle
doğrusu, niye saklayalım, hepimiz bunu yapıyoruz
ama biz yaşıyorken de bunu yapıyoruz sadece
cansız
ve gidip geliyoruz dikkatle.
biz bu kendimizi boşuna soruyoruz kendimize
boşuna asıyoruz onları, boşuna öldürüyoruz
bu bizim gözlerimizden ufacık şeyler geçiyor - acaba?
evet, çok değil, bakışırken düzeltiyoruz
biz ne garip şeyleriz ki; doluyuz, bazıyız, avuntuluyuz
ve bizim en güzel öldüğümüzdür bu: yaşamak
ben biliyorum, yalan mı, siz de biliyorsunuz.


5 Mart 2017 Pazar

Hayat Bir Bisküvi Kutusu

Mükemmel bir pazar günü size bu satırları Kuzguncuk'tan yazmak isterdim fakat hava değişimi bana yaramamış olsa gerek salya sümük, elimde ada çayı yarın ki mesaime hazırlanabilmek adına evimde istirahata çekildim. 

Yazmak istediğim o kadar çok şey var ki; fakat bir yandan da o kadar cahilim ki. Okuyup yeni şeyler öğrenmek istiyorum. Yeni yerler keşfetmek istiyorum. İnanın gezeceğim şehirlerin listesi bile hazır. Kültür turizmi gibi bir şey olacak. Beni etkisi altına alan yazarların yaşadıkları yerler veya onlarda iz bırakan yerleri gezmek. Fakat bunları isterken hayatın bir de gerçekleri var tabi ki. Çalışıp para kazanmamız gerekiyor. Kazandığımız parayı sadece kendimiz için harcayabilen şanslı çocuklardan olamadık. O yüzden evin geçimini de yardımcı olmalıyız. Hayat müşterek en nihayetinde. Her ne kadar arada strese, insanların geçimsizliğine maruz kalarak karamsar düşüncelere dalsak da. Nazım'ın dediği gibi yitirmiyoruz sol mememizin altındaki cevheri. Hiçbir şey için geç değil. 

26 yaşımda hatrı sayılır bir kütüphane yapabildik kendimize. Farklı görüşleri tanıma fırsatı yakaladık. Her türlü konuda üç beş kelime edebilecek kadar lisanımız da var çok şükür. Yeterli mi tabi ki değil. Eğitim cehaletimizi alsa da eşeklik baki ya. İşte o eşekliği atmanın çabası içerisindeyiz. Babadan miras ne yaparsın. Bazı şeylerin üstesinden de geldik diye düşünüyorum. 

Misal fırsat eşitliği sadece ülkenin evlatları arasında değil, aynı aile içindeki çocuklar arasında bile yok. Birbiri ile iki kelime etmemiş kuzenler, yol yordam bilmeyen, açın halinden anlamayan, kendisine en iyisini layık görüp kanından canından insanı hor gören insanları da tanıdık vesselam. Hiç birimiz sütten çıkmış ak kaşık değiliz. O zaman en iyisi inzivaya çekilip herkesi uzaktan izlemek. Düğünler, cenazeler ne için var zaten. İnsan evladı birbirini kıskanmak için yaratılmıştır. Habil ile Kabil'den bugüne kadar bu böyle. 

Peki amacımız nedir? Kimiz biz, ne iş yaparız, iyilikten yana aldık mı nasibimizi? Hayırlı bir dost olabildik mi? Peki ya ailelerimizin görmek istediği bir evlat mıyız? Lafta anlatmak kolay peki hayalini kurduğumuz düzeni kurabildik mi? Sorular sorular...

Çok çalışmazsan başarısız olursun dediler. Elimizden geldiğince çalıştık. Okumaz isen baban gibi olursun dediler. Okuduk babamızdan bir farkımız yok. İş sahibi olmazsan para kazanamazsın dediler. Daha kazandığımız paranın hayrını göremedik. Aza kanaat etmezsen çoğu bulamazsın dediler. Sanki bolluk içinde yüzdük de sahip olduklarımıza yüz çevirdik. Fakat kimse mutlu olamazsak ne olacağını söylemedi. Benim amacım mutlu olmak. Hepimizin amacı aynı. Tabi ki hayal kırıklığı yaşayacağız, başarısız olacağız, seveceğiz karşılığını bulamadan. Fakat mutsuzluğumuz da bile ne kadar kendimiz olabiliyoruz. İşte benim tek derdim kendim olabilmek. Ben bunu yapmak istiyorum dediğimde, babamın bana neden olmasın oğlum demesini istemem yanlış bir şey mi? Dene oğlum, benim izimden gitme, kendi izlerini bırak arkanda dese çok mu? 

Telefon çalıyor. Ooo neden aramıyorsun hayırsız? Evet o hayırsız ben oluyorum sevgili arkadaşlarım. Arandığımda telefonu genellikle açmayan. Açmadığım gibi bir de üstüne geri dönüş yapmayan. Ama yolda karşılaşırsak şayet; sıcak gülümsememi, kahkahamı, muhabbetimi eksik etmem. Uzun zamandır görmediğim biri ile yıllar önce kaldığımız yerden devam edebilirim. Benden çok şey beklemeyin o yüzden. Fazla muhabbet tez ayrılık getirir. Birbirimizin hayat şartlarını, gelirini, mutluluğunu kıyaslamaktan başka bir şey yapmıyoruz. O yüzden çemberi dar tutalım. Ama birbirimizden de Allah'ın selamını eksik etmeyelim. 

Ailemizin istediği evlat olabildik mi diye sorarsak kendimize? Bence olamadık. 27 yaşıma girmeme birkaç gün kalmışken bu satırları yazacak kadar derinlere daldıysam eğer. Dibine kadar yalnızlığa batmış, evden işe işten eve giden. Hayal dünyası gerçek dünyasının önüne geçmiş birisi olup çıkmışımdır a dostlar. Babama göre elimden hiçbir iş gelmez. Anca kafamı kitaplara gömerim, sahil kenarında gezerim. Anneme göre ne olacak benim bu halim. Ama sağ olsun hala küçük bir çocuk gibi sever. Yoksa her akşam mutlu olalım diye çayın yanında neden kurabiye yapsın...

Hayalini kurduğumuz düzeni henüz kuramadık. Sanırım aşık olmayı bekliyoruz. Ne diyor Sait Faik; "Yalnızlık dünyayı doldurmuş, Sevmek bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor."

 Ve bunca lakırdıdan sonra son sözleri Haruki Murakami'ye bıraksak sanırım en iyisi olacak. 

"Yürekten sevdiğin bir insan varsa, bir kişi olsun yeter, hayatın kurtulmuş demektir."  

Yaşamın bir bisküvi kutusuna benzediğini düşün. Kutunun içinde, her tür bisküvi vardır, sevdiklerin de sevmediklerin de, öyle değil mi? Ve insan sevdiğini önce yerse geriye pek sevmedikleri kalır sadece. Ben kötü günler geçirdiğimde hep böyle düşünürüm işte. Şimdi bunu yaparsam, sonrası daha kolay olur, derim kendi kendime. İnan bana yaşam bir bisküvi kutusu gibidir.


4 Mart 2017 Cumartesi

Karate Kid ve Emanuelle Kuşağı

    İlk özel televizyonun kurulduğu yılda doğmuş birisi olarak, rekabetin başladığı dönemde çocukluğumu yaşıyordum. Henüz paralı yayınlara geçilmemiş. Şifreli yayın bir tek Cine5'te var. Efsane reklam müziğini hatırlıyorsunuz değil mi? Hani şu külçe altın dönüyor ve tüyleri diken diken eden melodi. Gece 12'den sonra kırmızı noktalı filmlerin ilk beş dakikası şifresizdi. Tabi mevzuya gelene kadar lanet olası muhabbeti uzatıyor da uzatıyorlardı. Çocuğuz lan zaten girin direkt ekşına kralı gelse 45 saniye sürecek vereceği haz... Şifre çözücü gözlükler vardı mahallede elden ele dolaşırdı. Fakat bizim elimize geçmediği için kerametini göremedik. Daha Amerikan porno endüstrisinin tekelleşmediği dönemlerde Emmanuelle serisi vardı. Show tv sağolsun bir dönem kamu hizmeti yaparak 80'li ve 90'lı kuşakların cinsel eğitimine katkıda bulundu. Neyse muhabbet farklı yerlere gidiyor. Yoksa meraklıları Zerrin Egeliler kuşağına kadar da inebilir. Yardımcı rolde Aydemir Akbaş ve Kazım Kartal... 

       Bir dönem Karate-Kid dönemi vardı. 1.60 boyunda, kafası kabak gibi kel, esrarkeş gibi bakışları olan Miyagi Usta vardı. Böyle bizim gibi tıfıl beyaz çocukları himayesine alıp, duvar boyatıp su taşıtarak karate öğretiyordu. Ulan bence ayakta sikiyordu milleti ama hadi bozuntuya vermeyelim. Bu çocuk bile yapıyorsa bizde yaparız. Sadece çok çalışma ve konsantrasyon diyerek olayın özünü kavramıştık. Evlerin bodrum katlarına atılmış boya tenekelerini çıkarıp mahallenin duvarlarını tek ayak üstünde boyayan kaç tane enayi tanıyorsunuz. Ulan sağ elim bir duvarları boyarken iki joy stick'i kavrarken kas yaptı. Tahta sopayı sağ elden sol ele almalar, mahallede Burak abi vardı. Gitmiş bulmuş bir yerden mınçıka. Adam bizim üzerimizde master yaptı namussuzum. 

     Televizyonda aldığımız eğitimi, mahallede yaptığımız pratikle geliştirdikten sonra aşağı mahalleye baskına gittik. Ne dayak yemiştik be. Ama güzel dayak yemiştik. Şerefsizler çalışmadığımız yerden dövdüler. Meğer Miyagi usta ilerleyen bölümlerde bizim öğrendiğimiz tekniklerin zayıf yönlerini öğretmiş. Çocuklar ağzımıza ağzımıza vurdu. Belliydi zaten böyle olacağı ne o öyle tek ayak üzerinde derin nefes aldıktan sonra zıplayıp adamın çenesine vuracakmışsın. Sonra tekrardan tek ayak üstünde duracakmışsın. Allah'tan Yeşilçam imdadımıza yetişti. Evvelsi gün taş ve sopalarla intikamımızı aldık. 

       Gece gece nereden aklıma geldi bilmiyorum ama şu bir gerçek bizim jenerasyon aşırı dozda kültürel şoka maruz kaldı. Piyasaya yeni yeni çıkan televizyonlar günün her saati yeşilçam ve dünya sinemasının klasiklerini yayınlardı. Çok kaliteli filmleri bedavaya izlerdiniz. Dizilerin konusu aile saadeti, huzur, mutluluk, aza kanaat etmek falandı. Erotizmin içine duygusallık katıp arada yedirirlerdi bize. Kadınlar kolay lokma değildi. Ve bugün geldiğimiz noktada anlaşılıyor ki para ile saadet olmuyormuş. Milyonlarca site, film yapsan da o hazzı alamıyorsunuz. Şöyle borcum harcım bitse de 90'larla ilgili koleksiyonerliğe mi başlasam. Arada açıp açıp geçmişi yad ederiz. Öyle değil mi? 

1 Mart 2017 Çarşamba

Acaba Büyümekle Çocukluk mu Ettik!

Her akşam eve yorgun bir şekilde gelip, kendinizi yatağa bırakıyorsunuz. Çok mu çalışıyorsunuz! Sanırım hayır. Üşengeç de değilsiniz, sadece mutsuzsunuz. Bukowski'nin dediği gibi mutsuz insanlar yorgun olur. Asla olmayacağımızı söylediğimiz insanlara dönüşüyoruz farkında olmadan. 

Misal ben babama benziyorum her geçen gün. Sessizleşiyorum, sinirleniyorum, gözüm kapalı çalışıyorum. Aynı hayalleri tekrar tekrar kuruyorum. Koskoca kalabalıkların içinde yalnızlaşıyorum. Bir ömür beraber yaşlanırım dediğim dostlarımı bir bir siliyorum defterden. Ne aramak geliyor içimden, ne de açmak telefonlarını. Sanırım umursadıkça kaybediyoruz insanları. Bizi üzenler mutlaka bir başkasını mutlu ediyor. 

Doğup büyüdüğünüz sokaktan geçiyorsunuz. Elinizde babanızın aldığı çikolatalar, çocukluğunuz ip atlıyor kaldırımda, komşu teyze yorgun çamaşırlar asmış balkona paçalarından geçim derdi akıyor. Çocuklar aynı şeyin peşinden koşturuyor hızla geçen hayallerin arasında. Kimisi altında kalıyor hayallerinin, kimisi başkasının sipariş ettiklerini koyuyor sarkıtılan sepete. Günün sonunda başkalarının hayallerinden üste kalanlarla mutlu oluyorsunuz. Tıpkı yedisinde neyseniz yirmi yedisinde de O'sunuz. İş çıkışları Behçet Necatigil'in şiirleri gibi. Çok küfür ediyorsanız bu aralar dert etmeyin kendinize. Bukowski'nin dediği gibi; "Ne yapacaktınız ya hayatınızı sikenlere şiir mi yazacaktınız." 

Tam mutlu oldum derken anneniz çıkacak cama mutlaka. Hadi ama geç oldu diyecek. Siz ısrar edeceksiniz biraz daha mutlu olmak için. Fakat çok görecekler onu size. Bak şimdi babanı çağırıyorum diye tehdit edeceklerdir sizi. Ne olur biraz daha diyerek pazarlık etmeyin. Nafile... Kıçınıza yediğiniz terlikle kalırsınız anca. 

Bu aralar sizde 27 değil de tekrardan 7 yaşına dönmek istiyorsanız yalnız değilsiniz. Tebeşirle aşkınızı tahtaya  yazmak istiyorsunuz eminim. Nasıl olsa sabah geldiğinizde tahtayı tertemiz bulacaksınız. Yırtık pantolonunuza anneniz Micky fareli yama yapacak, fakirliğinizden utanmak bir yana ondan zevk duyacaksınız. Her zaman sıraya gireceksiniz. Birileri sizi hizaya sokmak için mutlaka başınızda olacak. Otoriteye tepki! Sikerim böyle adaleti demeyin. Küçükken avucunuzun içine yediğiniz cetvel az geldiyse dert etmeyin. Büyüdükçe cetvel kalınlaşır, avuç içi nasır tutar cetveli başka yerlerinize....

Çocuk iken hayat kolay değildi. Ama her gece uyuyup yeni bir güne uyanıyordunuz. Barışmak için küsüyordunuz. Gülmek için ağlıyordunuz. Kalkmak için düşüyordunuz. Konuşmak için dinliyordunuz. Yaş 27. Her gece uyuyup aynı sabaha uyanıyorsunuz. Kalp kırmak için barışıyorsunuz. Ağlatmak için güldürüyorsunuz. Düşürmek için kaldırıyorsunuz. Dinlememek için konuşuyorsunuz. Bir yerlerde yanlış giden bir şey var. Şairin dediği gibi: "Acaba büyümekle çocukluk mu ettik..."


Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...