Hayallerimizi ıskaladığımız, işimizden dert yandığımız, insanların egosundan bıktığımız bir haftayı daha geride bırakıyoruz. Üniversite yıllarımda her dersin sonunda bir gün daha bitti derdim , ilişkilerim esnasında acaba nereye kadar böyle gidecek derdim, her gün işimi küfrederek yapıyorum ve ne zaman kendimi özgür kılacağımı düşünüyorum. İşin ilginç tarafı çalışkan bir öğrenci, makul bir sevgili ve işkolik bir adamım. Peki ben nerede yanlış yapıyorum ?
Hak ettiğimizi sandığımız bir hayatı kabulleniyoruz galiba. Aldığımız diplomanın, yetiştiğimiz çevrenin, sevdiğimiz kadınların, yaptığımız işin gölgesine sığınıyoruz. Yarın güneşin doğuşunu göreceğimizin garantisi yok iken dünya derdiyle tüketiyoruz kendimizi. Özdemir Asaf'ın deyişiyle; "Yaşamak değil, beni bu telaş öldürecek."
Herkes de olduğu gibi cevabını bilmediğim sorularım var. Mesela iyiler neden kötülerle beraber olmayı tercih eder? Mutluluk bir tesadüf müdür? Her şeye sahip olmak isteyen elindekini de kaybeder mi? Bu kadar yalnız insan varken neden bu kadar insan yalnız mesela? Bizim sevdiğimiz bizi sevmez, bizi seveni biz sevemeyiz. Neden akıl ile gönül ortak bir noktada buluşmaz ve neden iki seven insan aynı yürekte kesişmez? Kimilerine göre aşk lazım, kimilerine göre sevgi. Aşk karın doyurmuyor diyenleri duyuyor gibiyim. Peki para mutlu eder mi her zaman? Geçmişteki kötü insanlarla, karşımıza çıkan iyi insanları yargılıyoruz. Sevmemiz gerekenleri üzüyoruz, hak etmeyenlere ederinden fazla değer biçiyoruz. Doğru bildiğimiz ne varsa yanlış. Yanlışlarımız da ise ısrar etmekteyiz. Sahi biz nereye gidiyoruz böyle...
Makul insanlar olduğumuzu söylüyoruz. Yağmuru sevdiğimizi söylüyoruz ama yağmur yağdığında şemsiyemizi açıyoruz. Güneşi sevdiğimizi söylüyoruz ama güneş çıktığında gölgeye kaçıyoruz. Rüzgarı sevdiğimizi söylüyoruz ama rüzgar estiğinde pencereyi kapatıyoruz. Biri bizi sevdiğini söylediğinde belki de bu çelişkiler geliyor aklımıza. Çünkü insan en çok sevdiğini yaralarmış ve kapanmayan yaralar hep sevdiklerinin açtıklarıymış.
İçimizde bir yerlerde kalan can kırıkları var. Aklımıza geldikçe batıyor, ruhumuzu kanatıyor belki de. Belki pazartesi sabahları işe gitmek yerine trenle şehirden uzaklaşmak istememiz bundandır. Kalbimizi kime açtıysak, giderken görmemiş piknikçiler gibi bıraktı çöplerini. Tertemiz hayallerimizi anlattıklarımız ilk fırsatta çamuru atıp kaçtılar. Ama yine de yağan yağmurda ıslanmaya, kanayan yaralarımızla yaşamaya ve insanlara inanmaya devam ediyoruz. Çünkü bir gün hepimiz birilerinin anılarında yerimizi alacağız...
Hak ettiğimizi sandığımız bir hayatı kabulleniyoruz galiba. Aldığımız diplomanın, yetiştiğimiz çevrenin, sevdiğimiz kadınların, yaptığımız işin gölgesine sığınıyoruz. Yarın güneşin doğuşunu göreceğimizin garantisi yok iken dünya derdiyle tüketiyoruz kendimizi. Özdemir Asaf'ın deyişiyle; "Yaşamak değil, beni bu telaş öldürecek."
Herkes de olduğu gibi cevabını bilmediğim sorularım var. Mesela iyiler neden kötülerle beraber olmayı tercih eder? Mutluluk bir tesadüf müdür? Her şeye sahip olmak isteyen elindekini de kaybeder mi? Bu kadar yalnız insan varken neden bu kadar insan yalnız mesela? Bizim sevdiğimiz bizi sevmez, bizi seveni biz sevemeyiz. Neden akıl ile gönül ortak bir noktada buluşmaz ve neden iki seven insan aynı yürekte kesişmez? Kimilerine göre aşk lazım, kimilerine göre sevgi. Aşk karın doyurmuyor diyenleri duyuyor gibiyim. Peki para mutlu eder mi her zaman? Geçmişteki kötü insanlarla, karşımıza çıkan iyi insanları yargılıyoruz. Sevmemiz gerekenleri üzüyoruz, hak etmeyenlere ederinden fazla değer biçiyoruz. Doğru bildiğimiz ne varsa yanlış. Yanlışlarımız da ise ısrar etmekteyiz. Sahi biz nereye gidiyoruz böyle...
Makul insanlar olduğumuzu söylüyoruz. Yağmuru sevdiğimizi söylüyoruz ama yağmur yağdığında şemsiyemizi açıyoruz. Güneşi sevdiğimizi söylüyoruz ama güneş çıktığında gölgeye kaçıyoruz. Rüzgarı sevdiğimizi söylüyoruz ama rüzgar estiğinde pencereyi kapatıyoruz. Biri bizi sevdiğini söylediğinde belki de bu çelişkiler geliyor aklımıza. Çünkü insan en çok sevdiğini yaralarmış ve kapanmayan yaralar hep sevdiklerinin açtıklarıymış.
İçimizde bir yerlerde kalan can kırıkları var. Aklımıza geldikçe batıyor, ruhumuzu kanatıyor belki de. Belki pazartesi sabahları işe gitmek yerine trenle şehirden uzaklaşmak istememiz bundandır. Kalbimizi kime açtıysak, giderken görmemiş piknikçiler gibi bıraktı çöplerini. Tertemiz hayallerimizi anlattıklarımız ilk fırsatta çamuru atıp kaçtılar. Ama yine de yağan yağmurda ıslanmaya, kanayan yaralarımızla yaşamaya ve insanlara inanmaya devam ediyoruz. Çünkü bir gün hepimiz birilerinin anılarında yerimizi alacağız...