27 Aralık 2015 Pazar

İyi Bir Çocuk Olursak Belki....

            Yarın yine sabah olacak , ben yine aynı hayalleri kuracağım. Tam 12 dakikada Marmaray'a gideceğim. Şanslıysam eğer 07:30 seferine yetişirim. İşe giderken metroda tam 17 dakika kitap okuyacağım. Metrodan işe yürüme mesafem yaklaşık 7 dakika...Ben o süre zarfında istifa edeceğim günü, hayalini kurduğum düzeni oturtacağım zamanı hayal edeceğim. Derken kendimi masa başında, stres dolu ortamda bulacağım. Bazen bütün koşullar uygun iken mutlu olamazsınız. Ben henüz o koşulları sağlayamadım. O yüzden bir nebze vicdanım rahat.

              Toplum bize hep olmamız gereken insanı empoze eder. İyi bir eğitim aldıktan sonra, güzel bir diploma ile iyi para kazanacağımız bir işin hayalini kurarız. Bugüne kadar eğitim aldığım hiçbir hoca bana nasıl mutlu olacağımı öğretmedi. Nasihat veren kaç tane aile büyüğünüz var. Size örnek gösterilen abi her zaman çok para kazanandır.

                Mahmut ile oturup ne olacağımızı tartıştık. 25 yaşında önümüzdeki birkaç yılı ev almak ve para biriktirmek için ipotek etmişiz. Babalarımızla büyük bir kuşak çatışması yaşıyoruz. Bugüne kadar bir gün ellerini omzumuza koyup evlat ne olmak istiyorsun. Var mı bir hayalin? Yok mu sevdiğin bir kız demediler. Bahaneleri hazır ama çünkü onlarda babalarından böyle bir şey görmedi ki? Hayal dediğin nedir , gerçek dünyaya dönün. Biz çok benciliz aslında. Yoksa bizim neyimiz eksik bir kıza ümit verip evlilik hayali kurmuyoruz. Borç ile mutluluk hayalleri kurmuyoruz. Evlenelim dedik de cebimize para mı koymadılar. Ama büyüklerimizin dediğine göre biz egoistiz. Bizden bir cacık olmaz.

               Yarın yaşayacağımızın garantisi yok iken, biz dünya derdini bir kenara bıraktık. Melankoli içimize işlemiş. Neden mutsuzsun dedim kendime. Aslında mutsuz değil beceriksizim. Sadece mutlu olduğumu sanmayı beceremiyorum. Bu yüzden komşunun bahçesi bize daha yeşil gelir ya. Kişisel gelişim kitaplarına, birkaç saatte ufkumuzu açan bizi mutlu eden filmlere ihtiyacımız yok artık. Hayat akışına bırakılacak kadar uzun değil. G.tümüze giren şemsiyeyi açacak kadar da aptal değiliz. Sadece huzur istiyoruz. Hayallerimizi bölüşerek büyütmek istiyoruz. Pudingi çay kaşığı ile yediğimiz, sabahın 7'sinde Şirinler köyünü izlediğimiz, gazozuna top oynadığımız günlerdeki mutluluğu istiyoruz. Çok şey mi istiyoruz ?


24 Aralık 2015 Perşembe

Ömür Dediğin; Umut etmektir...

Bir sabah uyanıp kafamı yorganın altından çıkardığımda olmak istediğim adam olacağım günü sabırsızlıkla bekliyorum. Bir çalar saat sesi ile değil de; belki ezan sesi belki de kuş cıvıltıları ile uyanırım. Aynada yüzüme uzun uzun bakar, çarpık dişlerimle kocaman gülümserim kendime. Balkona çıkar elimde bir fincan çayım ile annesinin elini sımsıkı tutarak okula giden çocukları izlerim. 

Dün geride kaldı , yarın henüz gelmedi. Ben bugünün telaşından akıp giden zamana direnemez oldum. Merak ediyorum ilk ne zaman hayaller kurmaya başladım. Ve bugüne geldiğimizde mutluluğu paylaşabileceğim, sıradan ve sade hayatıma renk katacağım günlerin hayalini kurmaya devam ediyorum. Ders çıkaracağım o kadar çok şey var ki: Mesela bir kız kardeş nasıl idare edilir. Tüm yaramazlıklarına rağmen gözlerinin içi ile size güldüğünde ne yapabilirsiniz? İşten yorgun argın geldiğinizde bırakın kendinize ayıracak vakti , o küçücük çocuğa nasıl vakit ayırırsınız. 

      Babamın bana yapamadıklarını yapmak istiyorum. Ellerim cebimde uzun uzun düşüneceğim yürüyüşlere çıkmak istiyorum. Bir bank köşesine yığılıp ağaçlarla dertleşmek istiyorum her zamanki gibi. Köşe başında soğuktan titrerken mendil satan adamın hayat hikayesini öğrenmek istiyorum. Suriyeli çocukla ülkesinde oynadığı oyunları oynamak istiyorum..Memleket meselelerini biraz ciddi biraz gülerek tartışmak istiyorum. Her şey bir kenara sevmek nasıl bir şey tatmak istiyorum. Hevesim kaçmadan , sonunu getirebileceğim , rahatımdan vazgeçebileceğim, hayatımı paylaşacağım, hayallerimi bölüşeceğim biriyle...

       Bir şirketin en tepesine çıkmayı hayal etmekten utanmıyoruz da; küçük de olsa bizim olan bahçeli bir evimizin olduğunu , salatalık domates ektiğimizi, bahçesindeki çimlere uzanıp hayaller kurduğumuzu, ailemiz ve dostlarımızla çilingir sofraları kurduğumuzu, evimizin dört duvarını kitaplar ile donattığımızı hayal edemiyoruz. Dünyayı değiştirebileceğimizi inanıyoruz ama kendi dünyamızdan bir haberiz. 

Yeni yıla hayallerde değil , kendi gerçeklerimle yaşayacağımı ümit ederek giriyorum. Milli piyango işin gırgırı belki ama 30 yaşıma kadar kademeli olarak hedeflerimi gerçekleştireceğimi ümit ediyorum. Master'dan sonra doktoraya başlarım. Karadeniz ve Ege turu yaparım. Kendi ülkemin güzellikleri bittikten sonra cruise gemisi ile açılırım yeni limanlara... Yarın ölecekmiş gibi, her gün yaşayacakmış gibi. Bir kelebek misali anın tadını çıkarmak için yaşarım. Belki bugün belki yarın...

19 Aralık 2015 Cumartesi

Kafam Hafif Dumanlı...

        Uzun zaman sonra dertleşme isteği uyandı bende. Kendi kendime konuşayım derken baktım deli muamelesi görüyorum. O zaman kendi iç sesime buradan sesleniyorum. Beni dinleyecek adam yok değil; fakat derdimi anlayacak var mı orası meçhul. 

       Neyin peşinden koştuğumu ve bu amansız mücadelenin nerede biteceğini soruyorum kendi kendime. Ne olduğunu anlamadan ömrümün üçte biri rüzgar gibi geçti. Çocukluk hayallerim gerçekleşmeyen bir macera olarak geride kaldı. Ne zamana kadar sürecek bu maddi tatminsizlik derken, elimizde kalan maneviyatı da kaybetmişiz haberimiz yok. Pirince giderken eldeki bulgurdan da olduk iyi mi!  

Bu yaşıma kadar hiç keşkelerim olmadı. Yaptığım her tercih , yapamadıklarımın ikamesiydi. Ve ben tercihlerime her zaman sahip çıktım. Futbolcu olamadım belki ama, yıllarca peşinden koştuğum futbol topu sayesinde aynı hayali kuracağım onlarca dost edindim. Çocuklarıma anlatacağım sayfalar dolusu zaferim var. Bir o kadar da mağlubiyet. Futbola ayırdığım vakti derslerime ayırsaydım belki çok daha iyi bir okuldan mezun olacaktım belki de kariyerimin seyri daha farklı olacaktı. Fakat kimin umurunda.  Evde kafamı kitaba gömmem gereken zamanlarda, ben sokakta top peşinde koşuyordum. Dedemin bahçesinde ağaca tırmanıyordum. Komşu kızların zillerine basıp kaçıyordum. 

     Ne istediğimi anlatmaktan hiç çekinmedim. Ama kimi sevdiğimi söylemeyi de bir türlü beceremedim. Bir büyüğümün dediği söz aklımdan hiç çıkmıyor. "Küçük işler kabiliyetle , büyük işler yürekle yapılır."  Ben her zaman yüreğimden bir şeyler kattım elimin değdiği yerlere. Neden kariyer denen saçmalığa inanmadığımı söyleyeyim.:

     Çünkü ben Temel Kamacı'nın torunuyum da ondan. Hani o mütevazıyım deyip de , söze başladığında siz de nereden biliyoruz diyen, ayaklarını çime basmaya korkup bastıktan sonra da üzerinde yatıp gelecek hayalleri kuran , dedesinin derme çatma yaptığı dükkanında poğaça pişerken kokusu ile mutlu olan,  fındık tarlasında çuval çuval fındık taşıyan , akşam rüzgarında içine huzur dolan , bir demlik çayla mutlu olan adamım. 

       16 yaşından beri küçük hedefler koyup , paranın satın alamayacağı şeylerin peşinde koşuyorum. Üniversite okumayı düşünmeyen bir adamken diplomayı derece ile alıyorsun . Ulan bu memleket koşullarında iş bulur muyum derken? Diplomayı alır almaz ekmeğinin peşinde koşmak zorunda kalıyorsun. Nefes almak için bir ara vereyim dediğinde koğuş kalk sesi ile uyanıyorsun. Allahım bu da mı gol değil dediğinde topun ağlara gidişini izliyorsun.

         Küçük hedefler koymaya devam ediyorum. Mesela şu master denen illet bittikten sonra doktora olayına gireyim diyorum. Acaba akademisyen olma hayalim bir gün gerçekleşir mi? Paranın canı cehenneme demiştim ya? Bu hayatta arkamda bir şeyler bırakmak istiyorum. O yüzden yazmaya başladığım roman çalışmamı bitirsem hiç fena olmaz. Ailemi değil de, kendimi düşüneceğim gün geldiğinde basarım istifayı. Dünya malına çok müsamaha gösterdim. Biraz da kendim için çalışayım dediğim de sırtımda çanta ile Anadolu turuna çıkarım. Meyveyi dalında yerim , dere tepe yürürüm. Kendi kendime konuşur, arada yalancıktan kendimle kavga ederim. Belki dinlenmek için gövdesine yaslandığım ağacın altında başıma elma düşer de nasıl mutlu olabileceğimi keşfederim. 

          Öyle işte... Hee arada bir gün benden baba olur mu diye de düşünmüyor değilim. Ama ha siktir oradan diyesim geliyor tutuyorum kendimi. Kendinden başkasını sevemedin be çocuk. Başkasının çocuğunu nasıl seveceksin :) Hala ilişkilerini yürütebilen çiftleri gıpta ile izliyorum. Ben kendimi bile idare edemezken, Allah aşkına siz başkasını idare etmeyi nasıl beceriyorsunuz. Varsa bir püf noktası bilen söylesin. Biz de sinemada patlamış mısırı , bankta otururken simidi , cebimizdeki evin anahtarını , kurduğumuz hayalleri  paylaşacağımız kadını bulalım. Söyleyeceklerim şimdilik bunlardan ibaret a dostlar. Yalnızlık canıma tak ettiği gün ararım sizi belki karşılıklı bir iki bardak çay içeriz. Ama fazlası değil. Huylu huyunda anca bu kadar vazgeçer...


16 Aralık 2015 Çarşamba

Özlemek...

Bir toprak kokusu doluyor ciğerlerime,
Sabahın ilk ışıkları gözlerime vuruyor,
Hasret duyuyorum geçmişe,
Dedemin fırınında pişen poğaçanın kokusuna,
Akşam üzeri esen rüzgarın esintisine,
Çimenlere uzanarak kurulan hayallere...

Bir gün sevdiğim insanlar taşıyamaz oldu emanet canlarını,
Kurulan eşsiz sofralar eniştem olmadan kuruluyor,
Anneannem kendisinden beklenildiği gibi sessiz sedasız gitti..
Sıra sıra giderken İlker'de giydi üzerine beyaz kefeni,
En çok da o koydu zaten.
Şimdi en zoru kaldığımız yerden devam etmek,
Verilmiş sözümüz, edilmiş yeminimiz yok belki
Bir gün tekrardan bir araya geleceğimiz günlerin özlemi var...

           
           

8 Aralık 2015 Salı

Talih Kuşu...

        Yine uzun uzun hayallere , bitmez tükenmez düşüncelere dalmışım. Eminönü iskelesinden anons yapılıyor. Koşar adımlarla yetişiyorum vapura. Şimdi denizin güvertesinden Boğaz manzarasına bakacağım ya, aldırma gönül aldırma. Sevda dediğin Yeşilcam filmlerinde kaldı.

        Bir bardak sıcak çayı sıkıca kavrıyor ellerim. Rüzgara sırtımı dönüyorum; ısınmak için birbirine sokulmuş çiftler ,  koyu sohbete dalmış ihtiyarlar. Hayat güzel arkadaş , bir de şu geçim derdi boynumuza asılmasa.  Düşünün ki günümüz iyi geçsin diye saçımızı tam tersine tarıyoruz. Simidi koparıp koparıp , pudingi çay kaşığı ile yiyoruz. Tabi küçük şeylerden mutlu olduğumuz kadar , ipe sapa gelmeyen şeylerde canımızı sıkmıyor değil. Olsun biz yine de gülmeye, umut etmeye devam ediyoruz.

          Bu yıl içimde farklı bir his var , o yüzden İstanbul'un dört köşesinden milli piyango bileti almaya başladım. Büyük ikramiyenin hayalini tabi ki kurmuyorum. Aza kanaat etmek içimize işlemiş. Kimileri belki yine küçük düşünüyorsun diyecek ama yok arkadaş Allah çok verip de azdırmasın.  Master yapmak için bankadan biraz borç almıştım , bir de üniversite yıllarımdan kalan kredi borcum var. 25 yaşındayım ve çalıştığım şu birkaç yıl borç ödeyerek geçti. Temiz bir sayfa açacağım , borcumun olmadığı günün hayalini kuruyorum. Çok değil be 20 bin liracık. 

         Ne mi değişir hayatımda. Belki sabahları mide kasılmaları olmadan işe giderim. Canım sıkıldığında istifa ediyorum sizin işinize ihtiyacım yok derim. Belki müsaade ederlerse alırım başımı yurt dışına giderim. Gömerim kafamı birkaç aylığına kitaplara. Belki bir hevesle yazmaya başladığım kitabımı bitiririm. Bu hayata bırakacak bir eseri olmalı insanın. Çocuk sahibi olacağım günler ufukta görünmediği için sanırım en kolayı sayfaları karalamak. 

         İnsan düşündüğü gibi yaşamalı yoksa yaşadığı gibi düşünmeye başlarmış. Hayal kurmaya devam ediyorum. İpin ucunu yakaladım gibi. Ya çekeceğim ve mutluluk bana doğru gelecek. Ya da ipin beni götürdüğü yere gideceğim. Nereye vardığımın bir önemi yok. Vardığım yerde olmak istediğim adam olayım. Ne bileyim belki uslu bir çocuk olursam Şirinler köyünü bile görebilirim. 

3 Aralık 2015 Perşembe

Atın Beni Denizlere...

Yolculuk buraya kadarmış ya,
Belki bu kalemi son tutuşum,
Hüzünle andığım dostlarımın arasına dönmeme az kaldı, 
Hani bir söz vermiştik ya birbirimize,
Beraber büyüdük , beraber yaşlanacağız diye, 
Beraber güldük , beraber ağlayacağız diye...

Şimdi beni sorarsan ben yine bildiğin o hayalci çocuk,
Ders almadım senden sonra ölmeyecekmişcesine çalışıyorum,
Kazık çakacağım ya bu dünyaya,
Oysa hep derdik ya şiir tadında yaşamak vardı hayatı,
Bir kafiye gibi uyumlu olan eşimizi bulacaktık,
Yarım kalan cümlelerimizin sonunu mutlulukla tamamlayacaktık,
Olmadı be çocuk senden sonra olmadı...

Turgut Uyar diyor ya; düşünüyorum da biz büyüyerek çocukluk etmişiz diye,
Hatırlıyor musun o erik ağacının altındaki salıncağımızı, 
Dedemin böreklerini , anneannemin bahçesini,
Senden sonra gitmek nasip olmadı ama ilk gidişimde sallanacağım. 
Gökyüzüne bakacağım gülümseyerek, 

Nasıl beyaz sayfaya ilk kelimeyi yazmak zor ise , bitirmek de bir o kadar zor,
Çocuklarımıza beraber anlatacaktık o güzelim günleri,
Bir dizine sen , bir dizime ben oturtacaktık yumurcakları oldu mu şimdi be çocuk,
İlker amcalarını sadece anılarda tanıyacaklar şimdi.
Bir ay oldu sen gideli, sorsan bana bir ömür. 
Resmin masanın köşesinde her baktığımda gülümsüyorsun, 
Bense hüzünleniyorum, kazık çakmadın bu dünyaya,
Çile dolu hayatı  kısa ama öz, her daim gülerek bizleri de güldürerek yaşadın...

 



25 Kasım 2015 Çarşamba

Belki Bir Gün Hayattan...

        Sanki bir film sahnesi gibi sararan yapraklar kaldırımlara serpilmiş. Ellerim cebimde, üşümemek için iyice paltoma gömülmüşüm.  Köşebaşında bir Suriyeli , avuçlarını açmış öğrendiği bir kaç kelime ; Allah rızası için çok açız.  Sabahın köründe ekmek parası kazanmak için insanlığımı hangi köşeye bıraktım hatırlamıyorum. Doğmuyor güneş istesemde herkesin üstüne , merhem olmuyor iyi niyetimiz herkesin yarasına...
         Zor kadere emanet ettim gençliğimi. Durmayan bir şekilde beyazlıyor saçlarım, gelecek kaygısı sırtıma yük olmuş ve ben güzel günlere hasret prangalar eskitiyorum. Ne zormuş arkadaş çocukluğumuzun masumiyetini bir kenara bırakmak , ciklet parasına mutlu olduğumuz günlerden ; hiç doymadığımız günlere gelmek. Büyüdükçe sadece para değil , insan da harcıyormuşsun onu anladım. İnsan kendisi ile , hayalleri ile ve başkalarının gerçekleri ile savaş halinde. Dayanmak zor olsa da bir ah çekiyorsun, yoluna giriyor sanki zamanla bir şeyler. 

          Bu aralar haftada bir kebapçıya gidiyorum dostlarımla, paylaşılan lokmanın , edilen sohbetin tadı bir başka oluyor. Üsküdar'da içilen sahlep de cabası. Denize karşı bir banka oturup tartıyoruz geçmişi. İlişki yaralıları, umut tacirleri , vurdumduymaz, kıymet bilmez de diyebiliriz kendimiz için. Gözlerimiz kapalı, yıldızların altında  martılar eşlik ediyor sessizliğimize yüksekten uçarken; sonra vapur geliyor karşıdan. Günün son seferi ; kalorifer kenarına ellerimizi ısıtmak için sıkışıyoruz. Aptal bir gülümseme ifadesi yüzümüzde. Saya saya bitirdiğimiz onca gün , onca yıl. Tüyü bitmemiş çocukları sabun paklamaz olmuş.


        Mahalleye dönerken bir gelini daha yolcu ediyor ailesi telli duvaklı. Düğün alayı peşi sıra, kornalar susmuyor. Damatın neşesine diyecek yok. Biz birbirimize bakıyoruz acaba aramızdan ayrılan ilk talihli kim olacak dercesine. Alkışlar, ıslıklar eşliğinde yarıyoruz kalabalığı. Mahalle sanki her geçen gün daha bir yabancılaşıyor. Eskiden kışın geldiğini tüten bacalardan , kömür sobası kokan mahalleden anlardık. Kimin bacası tütüyorsa, o evdekilerin karnı tok derdik. Şimdi öyle mi? 

           Artık kendimi ifade edebileceğim kelimeleri bulmakta zorlanıyorum. Raflar tozlu kitaplarla dolmuş. Yani yalnızlık kir tutmuş bedenimde çıkmak bilmiyor. Üç kuruş kenara koymaktansa , gençliğimi koyuyorum bir kenara. Akmasa da damlıyor huzur biraz biraz içime. Tabi ki yetmiyor anlayacağınız üzere. Büyük ikramiyeden vazgeçtim, amortiye de razı bu gönül. Teselli niyetine bulsak kaybettiğimiz sevgiyi , aşkı... Yeter gari kağıta kaleme yazılanlar çıksa karşımıza artık. Ve biz üzerine titresek yıllar sonra bulduğumuz saadetin. Kokusunu içimize çeksek, buğusunda geçmişi özlemle ansak. Hemen bitmesin diye yudum yudum tadını çıkarsak.

   
          

21 Kasım 2015 Cumartesi

Bir Hazan Sabahı; Ben , Hüznüm ve Geride bıraktıklarım...

Bembeyaz ekrana boş gözlerle bakıyorum. Ne yazsam , ne yapsam , ne olacağım , kimle olacağım, nerelere gitsem... Sorular her daim kafamı kurcalarken cevaplar hep bir adım uzağımda. Hayat akışına bırakılacak kadar kısa değil ve ben bunu her sabah aynanın karşısında kravatı boynuma düğümlerken kendime söyleyecek cesareti bile bulamıyorum.

İnsan olarak bencil kalabalıktan bir kaçış yolu arıyorum ama farkındayım ki; artık ben de bencilim. Kimseye güvenmek istemiyorum , sevemiyorum , hayallerimi paylaşamıyorum, sevincim kursağımda kalırken , üzüntümü yalnız yaşıyorum.  Hep bir saadetin peşinden koşuyoruz. Yepyeni bir kanepe alıyoruz , tam da bizim ihtiyacımız olan. Mutluluğu renkli desenlerin üzerinde parmağımızı gezdirerek arıyoruz. Bir fincan kahve yudumlarken , hele bir de elimizde o çok sevdiğimiz edebiyat dergisi varsa bu hayatta çok şey bekleme. O küçücük kanepede mutlu mesut otur aşağıya...



Popüler kültürden bir kaçış yolu arıyorum, ne kadar kaçmaya çalışsam da kapana sıkışıp kalıyorum. Sürekli bir eksikliği giderme ihtiyacı duyuyorum. Mutluluk ,sevgi , para... Hatta işin sonunda para olursa gerisi gelir bile diyebiliyorum. İşte o yüzden hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmaya devam ediyorum. Bazen Üsküdar'da onca caminin arasında bir sela takılıyor kulağıma. Acaba sıra kime geldi. Neyse diyorum ben bugün de sıramı savdım. 

 Palahniuk'un sözleri geliyor sonra aklıma ; Uğruna savaşacak bir şeyler bulana kadar , bir şeylere karşı savaşmayı seçersin. O kadar çok şeye savaş açtım ki , farkında değilim. İstila orduları beynimi kuşatmış. Her geçen gün heba olmaya devam ediyoruz. Kime sorsanız özünde hepimiz çok iyi insanlarız. Fakat kalp kırdıktan sonra iyi bir insan olmanın da pek bir önemi kalmıyor. Bizim olmayan hedeflerin peşinde yıllarımızı harcıyoruz. Gerçek şu ki dünya nüfusu arttıkça , insan sayısı azalıyor. 


Bazen intihar edenleri anlamaya çalışıyorum. İnsanın aldığı nefeslerin son nefesleri olduğunu bilmesi nasıl bir duygudur acaba. Köprüden atlarken bir kuş gibi, suya dalarken bir balık gibi özgür mü hissediyorsun. Belki bazı şeyleri başlamadan bitirmek en kolayıdır. Çünkü yetmiyor ihtiyaçlarımıza; ne kazandığımız para ne de sahip olduğumuz zaman. Bu yüzdendir ki bizim en büyük buhranlarımız kendi hayatlarımız.

Hayat bize ders verirken bunu genelde kıymetini bilmediklerimizi elimizden alarak yapıyor. Sen özgürce koşabilmenin  , ruhuna neşe katan müzikleri dinleyebilmenin , anne yemeklerini tadabilmenin ve boğazın manzarasını görebilmenin kıymetini bilmezken hayat sana bir tokat atıyor. Sanırım o tokat şimdilik beni sıyırdı. Ama bir daha ki sefere bu kadar şanslı olmayabilirim. 

7 Kasım 2015 Cumartesi

Üzeyir İlker'in Anısına...

        Seni anlatacağım kelimeleri özenle seçmeye çalışıyorum ama olmuyor. O yüzden taşkın seller gibi bırakıyorum cümleleri. Dikecek ağaçlarımız, peşinden koşacak hayallerimiz bir de kuracak yuvamız vardı. Bakma sen aradan birkaç gün geçti , gözyaşlarımı kendime saklayabiliyorum. Ama düşünmeden de edemiyorum be çocuk. 

          Her bayram bir araya gelen o koca aile artık eskisi gibi olur mu? Yoksa biz de diğer aileler gibi artık cenazeden cenazeye mi bir araya geleceğiz. Hani o bayram sofrasının etrafında bir araya geldiğimizde bizi kim güldürecek. Biz kime arada kendine dikkat et çocuk diyeceğiz. Belki sorgulamamam lazım ama büyüklerimiz diyor ya Allah onu bizden daha çok sevdi diye. Yapacak o kadar çok şey vardı ki? Ne acelesi vardı seni bu kadar erken yanına almak için. 

           Sonunda hepimiz birilerinin anılarında yaşayacağız diye yazmışsın. Gitmek mi daha zor, yoksa geride kalanların umutsuzca beklemesi mi? En zoru da neydi biliyor musun seni kendi ellerimizle o daracık mezara koymak. İlk gece çok zordu. Biz sıcacık yatağımızda yorganı kafamıza kadar çekerken sen ne yapıyordun toprağın altında. Birileri omzumuza dokundu, teselli edercesine. Her şey ne kadar da boşmuş. Biz dersimizi her zaman ki gibi almadık maalesef. Üç kuruş para için dünya derdine düştük daha seni toprağa koyar koymaz. Sanki insanlar adet yerini bulsun diye baş sağlığı diliyor. İnan en çok bugün kaçıp gitmek istiyorum buralardan. Çünkü her geçen gün kendime , senin samimiyetine ihanet ediyorum diye utanıyorum. 

            Yaşarken yüzüne söyleyemedim ama belki içimden geçenleri duya biliyorsundur. Senden çok şey öğrendik. Çektiğimiz tüm acılara rağmen sapasağlam yere basabilmeyi, gözlerimizin içi ile gülebilmeyi, umut etmeyi , ağzımızı şapırtadarak çay içmeyi. Bir neyi öğrenemedik biliyor musun? Senin gibi sevebilmeyi... Senden sonra ne değişir hayatta bilemiyorum. Sinemada bir bilet fazladan alırız. Renklerine aşık olduğumuz takımın gollerinde sevincimiz buruk olur. Sarı dediğimizde kırmızının boynu bükük, çayımızın şekeri, ailemizin neşesi eksik olur. Boğazın havası, martıların sesi, annelerimizin kurabiyesi, attığımız kahkahalar...Hepsinde bir parça sen vardın. 

             Katlanması zor olan bu hayatta, bizim bizden başka kimimiz vardı ki! Bu yolculuk bir kişi eksik nasıl çekilecek inan bilmiyorum. Mutluluğu yakalamak için hep koşmak zorundayız, helal lokma aslanın ağzında zaten. Anlaşılması zor insanlar olduğumuzdan bizi sevecek insanda bir elin parmağını geçmiyor. Ve sen bizi böylesine bir durumda senden mahrum bırakıyorsun ya. Aşk olsun be çocuk. Giderken tüm güzellikleri de alıp götürdün yanında. Biz ise demirin tuncuna insanın piçine kaldık.  Tek bir silahımız var zorluklara göğüs germek için. O da senden bize yadigar kalan anıların. Hoşçakal çocuk. Burada sözümüzü dinlemedin ama oralarda kendine iyi bak....
              


1 Kasım 2015 Pazar

Türkiye'nin Seçimi...

   Amin Maalouf der ki; İnsanlar bir dinleri oldukları için ahlaka ihtiyacı kalmamış gibi davranıyorlar. Türkiye bunu yaşıyor... Bir seçimi daha geride bırakırken gönül rahatlığı ile şunu söyleyebilirim. Ben önüme bakmaya devam ediyorum. Bu ülkenin çözmesi gereken sorun iktidar değil. Bizi yönetecek insanları seçme özgürlüğüne sahibiz ama muhalefet edecek insanları seçme özgürlüğümüz yok. Çünkü alternatif yok. 

   Ülke terör batağına batmışken , komşuları ile ilişkilerini sıfırlamışken, ekonomisi durgunlaşmışken, dinimizde zorlama yok iken birileri bir şeyleri zorluyorsa ve muhalefette buna rağmen ilerleme yok ise bu seçimi Ak Parti kazanmadı, Türkiye kaybetti arkadaş. Bir lokma bir hırka, komşusu aç iken yatan bizden değildir, işçinin emeğini teri kurumadan verin, işi ehline verin diyerek iktidara gelenler; şatafat içinde boğuluyorlar. Para toplayıp fakir fukaraya yapılan yardımlarla onların gönlünü kazanmayı büyük marifet sayanlar, İnsanların yoksulluğunu istismar ediyor.

   Hangi partiye oy verirsek verelim. Hesap sormalıyız bizi yönetenlerden. Ama şu sıkıntıyı yaşıyoruz. Mesela dürüstlük , özgürlük, iç barış , adil gelir dağılımı , eşitlik dediğimizde "ama onlar yol yaptı diyoruz" , savunduğunuz değerler yok oldu dediğimizde " ekonomi büyüdü , ortadoğu da lider ülke olduk" diyoruz. 

      Batıyı eleştiriyoruz ama onların ürettikleri tüm nimetleri kullanmaktan da vazgeçmiyoruz. 13 yıldır İslamcı bir iktidar tarafından yönetiliyoruz. Ama yolsuzluk , rüşvet ve terör azalmadı. Sakın şöyle bir savunmaya geçmeyin. Bundan önceki iktidarlar da yok muydu? Vardı ama bunları eleştirip iktidar olanlar bir de üzerine Müslümanız diyenlerin bunları devam ettirmesi sizi rahatsız etmiyor mu? 

   Birileri 50 yıl önce uzay çağına geçmişken biz hala duble yollara hasretiz. Söyleyin İslam coğrafyasında sayabileceğimiz kaç tane aydın insan var. Kaç tane sinemacı , edebiyatçı , ekonomist var? Hala binlerce yıllık Osmanlı ve Selçuklu mimarisi ile övünüyoruz. Taş üstüne taş koymuyoruz. İlk yerli uçak , ilk yerli tank , ilk yerli tüfek... Ama daha kendi içimizdeki savaşı kazanamadık. Birilerinin Türkiye'ye zarar vermek istediğini ve Tayyip Erdoğan'a düşmanlık ettiğini düşünüyoruz. Bu ülkede solcular iktidarken komünizm gelmedi, sağcılar iktidarken de Hitlerin Almanya'sı  olmadık. Bugün ise  İslamcılar iktidar ve ülkeye şeriat gelmedi. Ama bu ülkede muhalefet ediyorsan her zaman vatan hainisin , her zaman düşmansın.  

        Eskiden başörtüsü için sokağa çıkanlara medya şunu diyordu: " Türkiye'yi geriye götürmek istiyorlar." Bugün hakkını aramak için sokağa çıkan gençler için ne diyor yandaş medya: " Türkiye'yi geriye götürmek istiyorlar."  Kendimize sormamız gereken soru şu: Ak partinin İslamcılığı bu ülkeyi daha mı demokrat yaptı , daha mı iyi bir eğitim seviyemiz var , yoksulluk mu azaldı? Bir kesim Atatürk'ü yedirmeyiz dediğinde , onu putlaştırıyorsunuz diyenler. Bugün Cumhurbaşkanı'na toz kondurmuyorlar. 

       Almanya'da 700 Euro'luk masrafını devlete kitleyen cumhurbaşkanı istifa ediyor, Güney Kore'de feribot kazasından sonra istifa eden başbakan var, korumasız gezen bir Danimarka başbakanını da unutmamak lazım. Ve tabi ki eski Uruguay Cumhurbaşkanı Jose Mujica'yı anmadan geçemeyeceğim. Mujica'nın askerleriyiz. 

         Son olarak ben geleceğe ümit ile bakmak istiyorum artık. Benim kavgam ekmek kavgası. Aileme, kız kardeşime daha iyi bir gelecek sunmak istiyorum. Helal rızkımı gönül rahatlığıyla kazanmak istiyorum. Kendi fikirlerimi gönül rahatlığı ile söylemek istiyorum. Statlarda dolu tribünlerde maç izlemek istiyorum. İnsanlarımızın birbirine empati ile bakmasını istiyorum. Çok şey mi istiyorum...
      

29 Ekim 2015 Perşembe

Sev Kardeşim...

            Uykusuzluğa bedenin nasıl alıştığını test ediyorum şu günlerde. Sanırım daha çok uykusuz geceler de bekliyor bizi. Bir haftadır yazmıyorum, ne yazacak fırsatım ne de takatim vardı. O yüzden cebimde biriktirdim kelimeleri , gönül rahatlığıyla harcayabilirim.

              Ömrümüz istemek ile geçiyor sanırsam. Çocuk iken sevgi istersin , genç olunca iyi bir gelecek istersin, evlilik çağına gelince ebedi mutluluğu istersin, babalık mertebesinde eve götüreceğin ekmeği istersin. Hayatının her döneminde bir şeyler istersin de , bir kendin olmayı istemezsin. İşte bunun eksikliğini tarif edemem.

               Yoksulluk korkusuyla geçen çocukluktan , yıldız bir futbolcu olma hayalleriyle top koşturulan ergenliğe ve ben nasıl büyük adam olacağım dediğim üniversite günlerini de geride bırakırken yaş olmuş 25. Babadan kalan genetik miras kırlaşan saçlarla , kara kara düşünmeden geçmeyen günlerle , küçük şeylerden mutluluk duyarkene kocaman adam olmuşuz.

                Ben mi karamsarım yoksa siz mi çok iyimsersiniz bilmiyorum. Ama benim okuduğum hikayelerde mutlu sona ulaşana kadar türlü çileler çekiliyor. İnsan tatmadığı duygular üzerine yazınca etkisi de çabuk yitiyor. O yüzden soğuk bir kış günü insanlar üşümesin diye atkı ve eldiven satan amcanın üzerinde paltosunun olmadığı , sağanak yağmurun altında mendil satan küçük kızın mendillerine kıyamayıp evine sırılsıklam gittiği hikayeleri anlatın bana.

                  Hayat önce dişlerinizi sonra da inancınızı. Tüm bunlara rağmen kırık dişleri ile hayata gülümseyebilen, cebinde çocuğuna harçlık verecek parası olmayan ama gülümseyerek başını okşayan babalara selam olsun. Kuru ekmeğin arasına beyaz peynir yanına da  sevgisini koyan anneyi de unutmadık. Sabrın sonu selamet aa dostlar...

                   Kardeş kanının akmadığı günleri görür müyüz bilemem. Ama güneş bir gün gerçekten bizim üzerimize doğarsa ve biz keten sofra bezlerimizi aynı masada oturmak için serersek. Bırakın o gün her şey gönlümüzce olsun. Eski bir plaktan; hani bu günlerde duyamadığımız şu ezgiler yankılansaDünyaya geldik bir kere , kavgayı bırak her gün bu şarkımı söyle. Sevdikçe güler her çehre , mutluluklar bir olsun acı hep birlikte..."
.  "

19 Ekim 2015 Pazartesi

Gülümse Kaderine...

            Halayın başında mendili sallarken dünyanın ne kadar da hızlı döndüğünün farkına varıyorsun. Az önce elimi omzuna attığım adam yıllar yılı en iyi dostlarımdan biri oldu. Mahallede misket oynadığımız günler tek gayemiz en renkli misketlere sahip olmaktı. İlk okula giderken tenekeden yaptığımız topla rakip tanımazdık. Ergenlik sivilcelerimiz yüzümüzü istila ederken lise de uzaktan severdik hep kızları. Okuldan eve , evden okula giderken hayallerimizi anlatırdık birbirimize. Sonra kaderimizi değiştiren gün gelip çattığında memleketten kilometrelerce uzağa , farklı alemlere dağıldık. Çok sıkıldığımız anlarda telefon ahizesinden gelen kahkaha ile döndük hayata. İyi ki var dedik eski günler...

           Sonra diplomayı rulo yapıp elimize verdikleri gün; kim hayallerimizi satın alır ve kim bu adamlara inanır da kız verir diye kara kara düşündük. Belki de çok düşünmekten benim saçlarıma aklar düşerken , o tel tel kaybetti. Biz yola çıktıklarımızı , yolda bulduklarımıza tercih etmedik. O yüzden evlilik hep bir adım ötemizde kalmıştı. Sonra bir gün heyecanla geldi yanımıza. Bir başka bakıyordu , o gün gülümsemesindeki güzelliği fark ettik.

                Oturduk , konuştuk. Emin misin? Bu seferkinin farkı nedir?  Ve bir şeyin farkına vardık ki; mutluluğu bir yolculuk olarak gören bizler , elimizde biletlerimizle doğru zamanın gelmesini bekleyerek hata mı ettik diye şüpheye düştük. Bir gün bu dostluk sevdiğimiz kadınların gölgesinde kalırsa , iki kalbin arasına mesafe girer , eski resimler tozlu raflara kalkarsa diye kara kara düşünürken treni kaçırmanın manası olmadığını anladık. 

   
  Onların ilk aşkı olmayabiliriz belki son da olmayacağız. Ama bizi seviyorlarsa bundan ötesi var mıdır? Tıpkı bizim gibi onlarda mükemmel değil , olmak zorunda da değil. Onları güldürebiliyorsak , sahilde martılara simit atarken düşündürebiliyorsak , kabul et arkadaş ben neden mutlu değilim diye hayıflanma. Onu hatalarıyla da , günahlarıyla da sevmeye çalış , verebileceğin her şeyi ver. Bizi her an düşünmek zorunda değiller , ama kırılabilecek olan bir parçalarını vermediler mi bize. KALPLERİNİ...
          
O zaman incitme onu , sevdiğin insanı nasıl tanıdıysan öyle bırak, değiştirmeye çabalama , anlam arama her yaptığında , akışına bırak bazen , verebileceğinden fazlasını bekleme. Seni mutlu etse de etmese de gülümse... Rastalı adam ne diyordu: "Herkes seni incitecek , yapman gereken tek şey acı çekmeye değer birini bulmak." 

Gülümse kaderine işte ,
Nereye gider diye de düşünme,
Kimi zaman içten , kimi zaman istemeyerek,
Kimine sevgiyle, kimine nefretle,
Bazen ufak bir tebessümle , bazen ağzını iki yana açarak,
Kaybedecek neyim var diye de düşünme , kazanacak onca şey varken...
Gönül kapısına kimin uğrayacağın nereden bilebilirsin ki;
O zaman sabret , o gün geldiğinde sevgiye , mutluluğa hasret olan gözlere
gülümsemeyi çok görme...
                       

                      




18 Ekim 2015 Pazar

Yazamayan Yazar , Tek Şiirlik Şair...

           Şehrin doğusunda küçük bir ev , bilemedin belki de tek göz bir oda. Küçücük penceresinden koskocaman dünyaya bakabildiğin , en nihayetinde sana kimsenin karışamadığı bir yer, sıradan bir insanın hayallerinin ve umutlarının sığacağı kadar... Sabah uyandığımda trafik sesini duyuyorum. Stresli ve karın ağrısı ile işini giden yüzlerce kader mahkumu. Akşam dönerken ağır ağır ilerliyorum aynı sokakta. Mahalle kömür sobası kokuyor , işportacılar sesi yankılanıyor ve yaşadığımın farkına varıyorum. 

             Siz de bazen kapana kısıldığınızı hissediyor musunuz? Kurtuluşun ıssız bir otel odasında hayatınıza son vermek olduğunu düşünürsünüz. Ama acele etmeyin , siz sıradan birisi değil miydiniz? Ne zannediyorsunuz öldükten sonra size rock yıldızı muamelesi mi yapacaklar. O yüzden çabuk dağıtın bu fikirleri aklınızdan. Şu an imtihan halindesiniz. O yüzden aldığınız her kararda şıkları işaretlerken çizgi dışına taşırmamaya dikkat edin. 

              Elimde kalemim kendi hikayemin senaristiyim. Aslında değilim , bana sipariş edilen senaryoyu yazıyorum. O yüzdendir ki , bir türlü ilham gelmiyor yaşama dair. Kompoziyonlarımın karamsar olduğunun farkındayım. Fakat biz değil miyiz; ölümden ders çıkartan , entrikadan hoşlanan seyirciler. Komedi para etmiyor artık. Bakınız Hollywood'da saysanız bir elin parmağını geçmez artık. Biz de ise absürd komedi altın çağını yaşıyor. 

              Bir kulaç daha atsam karadayım belki. Hani derin derin nefes alacağım , kafamı yastığa rahatça koyacağım , tüm aksiliklere siktir çekeceğim, kesintisiz kahkaha atacağım günlere az mı kaldı ne! Belki de kendimi avutuyorum. Sahi ben geçen sabah istifa etmeyecek miydim? Ne oldu yahu! Babam geldi aklıma, hani 30 yıldır durmadan bizim için çalışan adam. Emekli olduğunun farkına varamayan, bir ev almanın hayallerini kuran ve sonrasında huzur için öleceği günü bekleyen adam. 

                Çok yanılmışım hayatı okuduğum kitaplardaki gibi sanarak. Bir yumrukla tüm saçmalıkları yere sereceğimi sanmışım. Oysa ki daha ilk round bitmeden beklenmeyen bir yumruk ile nakavt oldum.  "Gelecek Kaygısı". Hani şu beyaz gömleği giyip , iş çantasını eline aldıktan sonra dünyayı kurtaracağını sanan mahluklar var ya! Sonumuz belli arkadaş ;düğünden gelen takılarla mutlu bir yuva kurup, kredi kartına taksitle yurt dışında balayı yapacağız. Düğün arabasına teneke bağlamasak da günlüğü birkaç yüz liraya lüks bir araba kiralar bir günlüğüne peri masalını yaşarız. 

                 Her geçen gün biraz daha yalnızlaştığımı hissediyorum. Ama bir yandan da bu yalnızlık bana güç veriyor. Evet bir serap gördüğümü iddia edenler var, fakat çöldeki bahtsız bedevi ben değilim. O yüzden kutup ayısından korkacak bir şey yok.  Sadece biraz sabır , ben hikayemi çok satsın diye değil , birilerinin elinde gerçek değerini bulsun diye yazıyorum.

Bir kum tanesi olsan,
Aksan binlercesiyle beraber durdurak bilmeyen zamana,
Ters düz olsa da dünyan,
Elbet bir gün gelir doğru zaman...


                  

               

11 Ekim 2015 Pazar

Hayaller İstanbul, Hayatlar Kandahar...

            Dedem duvar örerdi,
            Babam duvar örerdi,
            Ben duvar örüyorum,
            Peki hala bir evimiz niçin yok ? 
Fellini'nin Amarcord'un filminden bir sahne... Sene 1976 aradan kırk sene geçmiş ve değişen hiçbir şey yok. O zaman neden hala sokaklara dökülüp demokrasiyi , barışı çağırıyoruz; haktan, adaletten , eşitlikten söz ediyoruz. Çağırınca geliyorlar mı? Güçlü her zaman haksızdır bu dünyada ! O zaman zalimin zulmü varsa ,sevenin Allah'ı var demek istiyorum. Fakat dilim varmıyor demeye , çünkü inandığımız ne varsa iyi niyete , aşırı sevgiye , birilerinin koyu inancına kurban gitti. 

Hep klişe bir laf vardır ya ülkenin %99 müslüman. Bugüne kadar bu sayısal üstünlük bize ne verdi. İslam kelimesinin köküne inersek s,l,m harfleri yani salim , selim , kimseye zararı olmayan anlamlarına ulaşıyoruz. Halimiz ortada , oluk oluk akan kan. Kanlı eller ile uçurulan barış güvercinleri , bıçak kemiğe dayandı , kimse sabrımızı test etmesin , bir ölürüz bin doğarız, acımız çok büyük...

Keşke dediğim  bir şey varsa, keşke dünyaya biraz erken gelebilseydim. Siyasi söylemler pek değişik olmazdı  , cehaletimizi kendi içimizde yaşardık kitlelere yayılmazdı belki de. Köylü toprağını eker , işçi alın teri döker , kadınlar analık yapar , erkekler ise adamlık... Şimdi yavaş yavaş toprağı ekecek köylüyü kaybediyoruz , işçi desen alnından akan ter kuramadan cebinde beş kuruş kalmıyor. Kadınlar hakkında söyleyecek bir şeyim yok ; ama klişe olmazsa annelerimiz gibilerini zor buluruz.  Erkeklere gelirsek burada sözü karşı cinse bırakmak daha iyi olur. 

25 yaşında her ne kadar çabalasan da, ne kadar çok okusanda , elinden geleni ardına koymasanda bir şeyleri değiştiremeyeceğinin farkına varmak kadar acı bir şey olmasa gerek.  Start verildi ve koşu başladı. At gözlüklerimizi takıp , finishi ilk görebilmek için dört nala koşuyoruz. Fakirliğine küfredip zenginliğin peşinden koşanı da görüyoruz. En akıllımızın bile işin sonunu paraya getiriyor. Belki yakında mutluluğu ambalajlayıp süpermarketlerin raflarına dizip kakalayacaklar da bize. Örneğin kim derdi bundan yıllar önce viagra ile erkeklerinin kaybolan libidosunun eczanelerde satılacağını. İşte mutluluğun yolculuğuda sanırım market raflarında bitecek. 

Kime oy verdiğim hiç önemli değil.  Kimin masum , kimin iyi olduğunu ; kimin zalim , kimin hain olduğunu ayırt etmekten sıkıldım artık. Seçim vaadlerine karnımız doymadı mı? 3 ay önce 300 lirayı bize fazla görenlere bugün ne değişti diye soramıyorsak neden sandığa gidiyoruz. Çünkü evde ekmek bekleyen çoluk çocuk var değil mi? İşte aç olanı toka , yetimi yezide , masumu zalime emanet ettik. 

Oturun ve gelecek hayalleri kurun. Bir kadına aşık olup , ilk doğacak çocuğunuza isim düşünün. Çok düşünmenize de gerek yok. Barış , Umut, Sevgi  neyinize yetmiyor. Hani çağırınca gelmiyorlardı ya , yapınca belki gelir...Sonra eğer yaşanacak bir yer bırakırlarsa çocuklarınızın elinden tutup güven içinde geleceğe yürüyün. Çalışmaktan takatiniz kalırsa emekli olmanın hayalini kurun. Şekeriniz yükselip , kan değerleriniz kötüleşmeye başlayınca fazla geç kalmayın. Ufaktan kefen parasını da kenara koymayı unutmayın.   Bunları bile düşünecek memleket bırakmadınız ya bize. Alın sandığınızı da başınıza çalın...


4 Ekim 2015 Pazar

İmtihan mı İntihar mı?

          Bu aralar hayatım, sonunu merak ettiğim ve bir an önce bitmesini istediğim bir film gibi. Sabahın 6'sında bir çalar saat sesi ile uyanıp , gecenin 11'inde eve bezmiş ve yorgun girerek geçiyor. Şikayet etme lüksümüz yok öyle değil mi? Çünkü bunu biz istedik. Kimse kafamıza silah dayamadı. Aslında hiç kimse sevmediği işi yapmak zorunda değil , çok beğendiği bir kıyafeti veya elektronik bir eşyayı zorda kalacağını bile bile kredi kartına borçlanıp almak zorunda da değil. Ama işte biz Y kuşağını deli s.kti. Her şeyin iyisini hemen istiyoruz.  

            Biz henüz bir ekonomik kriz ile karşılaşmadık , işten kovulmadık , boşanmak zorunda da kalmadık. Bizim en büyük buhranımız kendi iç dünyamız. Tüm gün sosyal medyada birilerinin hayallerine , mutlu mesut çekilmiş evlilik fotoğraflarına , dünyanın farklı noktalarında verilen absürd pozlarına maruz kalıyoruz. Hepsinde gülen insanlar. Halbuki göte kaçan borcu , şirkette maruz kaldığın mobbingi , anti depresan kullanan şirket çalışanlarından kimsenin haberi yok. 

           İşi genellemeye vuracak olursak bir kere yaşadığımız ülkeden dolayı hayata 1-0 yenik başlıyoruz. Yönetenlerin saraylarda yaşadığı , ama sarayları inşa edenlerin banka kuyruğunda beklediği. Dağdaki çobanla benim oyum bir mi abi diyenlerin, haksız rekabet koşullarında dağdaki çobanla aynı sınava girip memleketin entellektüeli olduğu ülkede , Ahmet Çakar'ın spor yorumcusu , Kemal Doğulu'nun moda ikonu , Acun'un medya patronu , Ajda Pekkan'ın akil kadın , Rasim Ozan Kütahyalı'nın siyasi eleştirmen olması gayet tabi normal. 

               İşin kötü tarafı da nedir biliyor musuz? Tüm bunlara yüz çevirip , kendi iç dünyanıza kapanamamanız. İşe gittiğinizde sizden güler yüz bekleyen insanların aslında sizin sinirinizi hoplatıp, motivasyonunuzu düşürdüğü , işinizi zevkle yapmanıza engel olduğu acı bir gerçek.  Hepimiz insanız; hayal kırıklıklarımız, yorgunluklarımız, ümitlerimiz , sevinçlerimiz yani dört mevsimi aynı anda yaşayan bir ruh halimiz var.  Derdinizi anlattığınızda; biz de o yollardan geçtik , başarı merdivenleri elleri cebinde çıkılmıyor , acı olmayınca tatlı olmuyor , sen buna da yorgunluk mu diyorsun , askerlik asıl şimdi başlıyor gibi insanın düşünürken değil sıçarken aklına geldiği cümlelere maruz kalıyorsunuz. Bunun daha ileri noktası evde benzeri cümlelere ebeveynleriniz tarafında da maruz kalmanızdır. 

                En çok acıyı ben çektim , hayır sen daha ne gördün ki! Hayatın sillesini yemek için daha çok gençsin. Ne demek psikolojik baskı altındayım. Hayallerinin bittiği yerde gerçekler başlar. Ve senin gerçeklerin kariyer yapıyorum safsatasında üç kuruşa 5 köfte satıp , geçim derdine düşmek. 

                 Aslında hepimiz o kadar normal insanlarız ki. Arkadaşlarımız ile bir araya geldiğimizde türlü türlü şakalar ile eğlenip , rakı sofrasında sevdalarımızı paylaşıp , klavye başında memleketi kurtarıyoruz. Ez kaza bacak arasını koruyan kızların namuslu olduğu ülkemde bir insan evladına güvenebilir de evleniriz diye hayal kuruyoruz. Ama gel gör ki bunca şeyin arasında intihar fikri aklımıza gelmiyor değil. Hani sabah metroyu beklerken kendi altına bırakmak veya metrobüs beklerken önüne atlamak. Gerçi ona da gerek kalmıyor artık metrobüs gelip sizi altına alıyor ya! 

                 Turgut Uyar ne de güzel söylemiş: " Bu hüznü siz de bilirsiniz. Anlat deseniz anlatamam. Enine boyuna yaşarım ancak."  
                

           

26 Eylül 2015 Cumartesi

Zamansız Bayramlar...

        Bir bayrama daha kavuşmanın sevincini.....Yok abi bu yazı yine karamsar ve bir o kadar da isyankar olacak. Hangi ara namazı kıldık , hangi ara kurban kesildi demeye kalmadan kavurmalar midemize oturmuş , keyif çayları içilmiş , hal hatırlar sorulmuş. O da yetmemiş hararetli tartışmalarla memleketi kurtarmışız. Murat'cım sende biraz kilomu aldın ne? Çok karamsar görüyoruz seni hep isyan hep isyan? Genç yaşında çalışacaksın ki yaşlılığında rahata eresin. Düşüncelerin sana kalsın , sen öyle ulu orta yerde fikirlerini beyan etme herkes nasıl yolunu buluyorsa sen de yoluna bak be oğlum...

          Evet çok şükür bir bayram daha yaşandı bitti saygısızca. Bayram dediğin çocuklara bayram arkadaş ; etin nereden geldiğini bilmeden  , aman şekerim çıkar demeden tatlılara gömülmeler , el öperek ganimete konmalar... O zaman biz ne s.kime büyüdük arkadaş. Elalem çocuklarını bir bir evlendiriyor , takıyor takıştırıyor, tatillere çıkıyorlar daha evlenmeden. Biz de fakiriz ya anasını satayım. Üsküdar'da denize karşı çay içip neyin kafasını yaşıyorsak. Olsun be hayallerimiz var bizim pilav üstü kavurma , çaya limon , tatlıya şerbet misali.

            Acun'un sosyal medyaya , Esra Erol'un evlilik olayına , farkına varmadan bizim yaşıtlarımızın da amca, dayı kontenjanından siyasete girmesinden sonra memleketin iyice boku çıktı. Çok şükür bir edebiyata el atamadılar. Onun da eli kulağındadır ya. Ama onu yedirmeyiz arkadaş. Mürekkepten molotof , kağıt kalemden sapan yapar çıkarız sokaklara.

             Maho ile böyle hasbi hallerdeyiz yine. Mevzu bahis olunca aklıma geldi. İşin gücün varsa erkeksin , evin araban varsa erkeksin , en güzelinden düğünü ,yetmedi yurtdışında balayını yaptın mı ooo hem de ne erkeksin. Bunun üstüne biraz halden , biraz edebiyattan , biraz hayallerden ee  biraz da kadın halinden anlıyorsan işte o zaman erkek değil adamsın usta.  Sorun şurdaki biz denklemi tersten kurduğumuz için adamlıktan erkekliğe geçmenin yolları arıyoruz. Sıkıntlı bir süreç.

               Daha bu durumu çözemezken bir de kız beğenemez miyiz? Hayde... Ee şimdi dedem pastacı annem de onun yamağı olunca ister istemez çıtayı yüksek tutuyoruz. Biz ki her akşam çayımızın yanında pasta börek yemiş bir nesiliz. Poğaçanın iyi kabarmışını , zeytinyağlının kalem gibi olanını , fırında sütlacın üstü iyi kızarmışını görmüş adamlarız. Her şeyden geçtik Allah analarımıza zeval vermesin.  Eee be kardeşim Nazım'a komünist diye burun kıvıran  , Necip Fazıl'a aşağı mahallenin yobazı diyen kızları napalım. Piyasa da bozuldu. Çin malı ev hanımı ;ama mübarekler el yakıyor. Her şeyin hayırlısı diyerek noktayı koyuyorum. Kavurma kokusu geliyor buram buram , ağırdan da bir çayımızı demledik mi tamam arkadaş bugün de bekarlığın verdiği hüznü unuturuz. Akşama belki bir Bebek sahili yaparız, çekirdek çaya talim...

20 Eylül 2015 Pazar

Murat Hayaller Ülkesinde...

         Güneşin bile sabah doğacak takati yok iken , bir çalar saat sesi ile uyanıyorsun. Yorgunluktan , bezginlikten , hayal kurmaktan şişmiş gözlerle aynada kendine bakarken , bir anlam arıyorsun yüzünde. Öğrenci olduğun günler geliyor aklına , annenin şefkatle titreyen sesiyle , kimi zaman öperek uyandırdığı sabahlara özlem duyuyorsun. 

          Her geçen gün sanki hayat daha bir çekilmez oluyor. Güzel günlerin bizi beklediğini hayal ederek avunuyoruz. Halbuki geçmişe özlem duymadan geçen tek bir günümüz de yok, kaybettiklerimizin yerini dolduracak insanlar da... Bazen çocuk kalsaydım hep diyorsun; kıskançlıkların , kavganın gürültünün , şıpsevdi aşkların , kanayan yaraların çabuk unutulduğu günlere dönmek istiyorsun. Hem de çok istiyorsun. Çünkü kocaman adam olduğunda kederinde ağlayan, sevincinde gülen insanların hangisinin samimi olduğunu bilemiyorsun. 

          Bir de günümüzün popüler hastalığı var. Herkes kendi buhranını yaşıyor kendi içinde. Bitmek bilmeyen bir mücadele. Sürekli melankoli hali. Siz güldüğümüze bakmayın , ağlamayı gücümüze yediremediğimizden gülüyoruz bazen. İşin açıkçası ağlanacak halimize gülüyoruz. 2015 yılında helal para ile nasıl ev alırızı düşünüyoruz. Kira vermekten kurtulduğumuz gün , huzur içinde öleceğimiz günleri bekliyoruz. Babamızın bizi anlamasını , annemizin bunaltıcı nasihatlerinden kurtulmayı istiyoruz. Başımızı yastığa koyduğumuzda huzur içinde uyumanın nasıl bir şey olduğunu tatmak istiyoruz. Artık eve fazla gelmeye başladık o yüzden kendi küçük yuvamızı kurup , kendi masal dünyamızda yaşamak istiyoruz. 

             Metrekaresi küçük ama sevdasına doyum olmayan , küçük de olsa balkonunda bir pazar sabahı huzur içinde kahvaltı yaptığın evin olsa. Salon boydan boya kitaplık , cam kenarında köyüne olan özlemini dindiren küçük bir divan , camların önünde menekşeler , kapının önünde aile arabası , arka koltukta çocuk puseti... Adım adım yaşlanırken , saçlarımıza aklar düşerken , dünya derdine bu kadar düşmüş iken. Bir çıkış yolu arıyor insan.  Hayaller gerçek olsa , sevdiğin kız elinden tutsa , bütün dünya buna inansa , hayat bayram olsa ve uzansak sonsuza...

13 Eylül 2015 Pazar

Hasret Kokan Kelimeler...

    Uzun uzadıya anlatmak ister ya hani insan kendisini. Annesinin sıcak bir poğaçayı sardığı mendil gibi muhafaza eder kelimelerini. Yolluk yapar kendisine düşüncelerini. Çünkü her an hazırdır geri dönülmez yolculuklara. Bir çekmecede saklıdır , boynu bükük sevdaları. Arada beyaz kağıtlara  karalarsın isimlerini. Mürekkebin bittiği yerde gözyaşın ile tamamlarsın. İşte böyle beter bir şeydir düşüncelerin kimsesizliği. Ne kimsenin yaşantısını beğenirsin  ne de kendine uygun bir yaşantı bulabilirsin.

     Zaten ne beklersin ki hayattan. Gelirken ne getirdin , giderken ne götürebilirsin. Baban bile seni anlamaktan aciz iken veya sen anlatacak kelimeler bulamazken , bekleme başkalarından seni anlamalarını.

      Bir gün gerçekten bir kızı sevmek zor gelmediğinde , sonunu getirebilecek cesareti kendinde bulabildiğinde durma... Yasemin kokulu kaleminden çıkan şiirleri karalara tertemiz sayfalara. Ocakta pişen çorbanın , balkonda asılı duran çamaşırların , beyaz keten sofra bezinin , çift kişilik kanepenin hakkını ver.

       Kimbilir o gün geldiğinde eser kalmaz bu melankoliden. Çayın demini, biraz olsun da şekeri azaltırsın. Yalnız dolaşmazsın kitapçıların dar ve uzun koridorlarını. Işıl ışıl parıldayan vitrinlerin önünden geçerken , ufak bebek eldivenlerine bakarsın. Tek kişilik hayallere yer vermezsin başını yastığa koyduğunda. Başkalarının mutluluğunu görmezden gelmek yerine , onların bir parçası olmayı denersin. Söz ver kendine her geçen gün daha iyi bir adam olmaktan vazgeçmeyeceğine. Tüm sıkıntılara rağmen. Ve umudunu kaybetme her gecenin bir sabahı , kurduğun hayallerinde gerçekleşeceği günler var...

10 Eylül 2015 Perşembe

Cehaletin Başladığı Yerde Umutlar Biter...

          İşe başladığım günden beri ne ekonomi üzerine ne de siyaset üzerine yazı yazar oldum. Biraz olsun haddimizi bilmek lazım diye düşünüyorum. Gerçi burası Türkiye ; Rasim Ozan Kütahyalı'nın spor eleştirmeni , karısı olacak döl israfının entellektüel , Acun'un medya patronu , börekten anlayan kadının bakan olduğu ülkede herkes herşeyi bilebilir.

           Sanırsam çok fazla okumaktan, düşünmekten ve empati kurmaktan dolayı  lanet , sevimsiz , çok bilmiş bir insan olmaya başladım. Çevremde o sevdiğim insanların sığ görüşlerini ve cehaletlerini gördükçe artık katlanamıyorum. Sosyal medyada asparagas haberlere itibar eden, kulaktan dolma bilgilerle bilgiçlik taslayan, öğrenci iken okumaktan nefret edip şimdilerde derviş gibi davrananları gördükçe ister istemez iki söz etmeden duramıyorsun. Güzelim memleketin cahil insanları ; bilgi sahibi olmadan fikir sahibi oldular ya.  Bilmediğini bilen bilgisizdir , bilmediğinin farkında olmayan cahildir demişler. Çok şükür ki bilgisiziz.

             Aldığı asgari ücret ,devlet tarafından hesaplanan yoksulluk sınırının bile altında kalan insanlar haklarını aramıyorsa, sokaktaki eylemciyle mücadele edildiği kadar terörle mücadele edilmiyorsa , ülke bu derece zenginleşmişken bizler hala yerimizde sayıyorsak  yaşarken ölmeye mahkumuz arkadaş. İktidarı eleştirenleri vatan haini gibi gören , milliyetçileri eleştirip faşistliğin babasını yapan , fakirin halinden anlayıp karun gibi olmanın hayalini kuranlara yuh olsun.  Atatürk'ü eleştirirken , Osmanlı'yı perişan eden saltanat ailesini pamuklara saranlarda aynı zihniyet.

              Hayatının bir döneminde rızkını rakı masasında , şehvetini kızların bacak arasında bırakanların iyi aile babası olup , ağızlarından namus kelimesini düşürmediği ülkede. Bırakın kız çocuklarını okutmayı , mazallah babalarının orospu belledikleri karılar gibi olabilirler.  O güzelim Türk insanını hangi ara öldürdük.Dünya gözü ile son bir kez görebilseydik keşke. Bugün insanın piçine , demirin tuncuna kaldık Yaşar Kemal'in dediği gibi.  Adaletlerinin terazisi şaşmış , hoşgörüden bir haber, empati kuramayan , sabırsız , merhametsiz , kolay zengin olan , üç kuruş paraya hayallerini ve fikirlerini satan omurgasızlar topluluğu...

              Karamsarım arkadaş , çünkü adaleti sağlayanların adaletsiz davrandığı , alnı secdeye değenlerin bizleri kandırdığı , aynı ekmeği bölüştüklerimizin aç gözlü davrandığı Türkiye'de geleceğe umutla bakamıyorum... 

6 Eylül 2015 Pazar

Güneşin Batışında , Denizin Kıyısında...

            Zar zor kurduğumuz hayatı kendimize yakıştıramıyorduk, diyordu bir şair. Emekleyemeden koşmaya başladığımız bu dünyada çok engele takılıp düştük , dizlerimiz parçalandı , gözümüzden yaşlar aktı , hayallerimiz suya düştü , sevdiğimiz kız terketti belki de hiç bize ait olmadı. Bunca kalabalığın içinde hep yalnız kalmayı yeğledik.  Çünkü nasihate değil , bir parça huzura ihtiyacımız vardı.

            Hayatta artık geri dönülemez bir noktaya geldiğimiz olur , bazen daha da ileriye gidemeyeceğimizi düşünürüz ve genelde öyle olur. İşte o noktaya geldiğimizde olanı biteni sessizce kabullenmekten başka çaremiz yoktur. Bu yüzden hayatta kalmayı başarırız öyle değil mi? Her hafta sonu mutlaka boğazın karşısında bir bankta oturup elimde kitabımla manzarayı seyrederim. Arada arkama dönüp o güzelim evlerde oturan şanslı insanları da hayal etmeyi unutmam tabi ki de. Keşke göründüğü kadar güzel olsa memleketim.


             Birileri balya balya dolar basarken, sahte zenginliği başarı sayıp delicesine borçlanan ülkemin güzel insanları. Dolar kuru inip çıkarken , şehitlerin kanıyla topraklar sulanırken  ve televizyonlarda birileri hala bizimle taşak geçerek para kazanırken  sen metaneti sakın kaybetme emi? Çocuğun öldüğünde vatan sağolsun , evin yandığında canın sağolsun , borca düştüğünde dostlar sağolsun...

              Kaybedecek bir şeyin olmadığını anladığında daha bir sağlam basarsın yer küreye. Misal hiç sahip olamayacağın hayatı kazanmanın hayalini kurmazsın ,  siyasetin kirli diline takılıp kalmazsın , bu değirmenin suyu nereden geliyor demiyorsa millet onlara inat kendi ekmeğini taştan çıkartırsın. Canına minnet yaşarsın , kariyer illetine takılmazsın. Belki yapamayacağın bir şey vardır , o da çalıştığın yerde ciğeri beş para etmez insanlara katlanmak zorunda kalırsın. Hani yüzüne gülüp , arkandan kuyunu kazanlar var ya ; gün geçtikçe hayatı zorlaştıranlar.  İşte bu da senin sabrının tuzu biberi olsun.

               Tolstoy kağıdı karalarken yazmış ya bir kenara :" Hayat bizi dört işlemle sınar; gerçeklerle çarpar , ayrılıklarla böler, insanlıktan çıkarır ve sonunda topla kendini der."  Ben olana bitene hep farklı bir pencereden baktım , sessizce izledim olanı biteni , yeri geldiğinde tutmadım kahkahamı, avazım çıktığı kadar bağırdım esen rüzgara doğru. Vakti gelmediği için sevemedim kimseyi , vakit zamansız olduğu için kimse de sevdirmedi kendini. Hep bir duruşum olsun istedim bu hayatta. Burnunun dikine ama körü körüne değil. Bir rengim olsun istedim ama diğer renkleri de sevmekten vazgeçmedim. Son zamanlarda bakmayın karamsarlığıma , bende bilirim aslında küçük şeylerle mutlu olmayı. Sadece bu kadar bokun içerisinde bulmaya üşeniyorum  hepsi bu...

29 Ağustos 2015 Cumartesi

Bir Yaz Yağmuru Altında...

         Sıcak bir günde iş çıkışı yakalanıyorum yaz yağmuruna. Metroya koşarak mı gitsem yoksa yağmur altında ıslanmanın keyfine mi varsam diye düşünürken zaten sırılsıklam olmuşum. Keyfim yerine geldi. Taze toprak kokusu geldi birden burnuma. Levent'in göbeğinde hayra alamet değil bu. Bir baktım sağıma şehrin göbeğine yeni bir mezar taşı dikiyorlar , onun temelinde geliyor. Güldüm kendi kendime.

           Metro tenhaydı. Kıvrıldım bir köşeye , elimdeki dergiyi karıştırmaya başladım. Birkaç durak dikkatimi çekti yanımdaki amcanın dik bakışları. En sonunda dayanamadı sordu.  Sen komünist misin evlat? Yok amca dedim , ben ekonomistim. Bir süre yan yan baktık birbirimize. Sonra ne olur bu memleketin hali diye sordu. Boşversene amca  sen emekliliğin keyfini çıkar , şemsiye bize girdi deyince yüzü gülüverdi. Belki de uzun zaman sonra kendinden daha düşünceli birisine rast gelmişti.

             Sahi ben komünist miydim sorusu takıldı kafama. Sene 1960'lar olsa heralde öyleydim. Ama bugün olsa olsa liberal solcu olurum. Siktir et dedim kendi kendime. Ne geliyorsa başımıza bu anlamsız muhabbetlerden geliyordu. Öz dayısına bile siyasi görüşü uğruna selamı kesen , babası ile ayrı dünyaların adamı olan bana, bundan sonrası fazla gelirdi zaten.  En iyisi akademisyen olmak üstadım. Nasılsa cebimde kalan her kuruşu kitaba yatırıyorum, hiç olmazsa bundan sonra işim gereği yatırım yapıyorum derim.

              Belki yıllar sonra bu memleketin hali ne olacak diye sorduklarında , kurabiyemi çayıma batırıp; boş ver üstadım bu memleketin evlatları işini bilir diyebilirim. İşte o nesili yetiştirecek bir nefer olmak belki bu hayatta aradığım anlamdır. Hani ayakkabılarını çıkartıp çimenlere özgürce basan , bir ağacın gölgesinde dinlenip kitabın sayfalarını karıştıran. Kılığa kıyafete değil , kağıda kaleme para harcayan bir gençlik...

         
       Semte geldiğimde yağmur dinmişti. Nasılsa cuma günü. Eve gitmek için bir acelem yok. Şurada parka otursam biraz , aptal aptal etrafı seyretsem. Belki film şeridi gibi geçer gözümün önünden dünüm , bugünüm , yarınım... Nasıl da geçmiş o güzelim , o zorlu yıllar. Babamın saçları yine beyaz yine eskisi gibi aksi adamın teki. Annem daha bir düşünceli , daha bir bilgili. Ne de olsa oğluyla beraber öğrendi çoğu şeyi.  Bense artık daha az hayal kuruyorum , daha çok yiyorum , eskiden işe okula koşarak giden ben. Şimdi kaplumbağa misali ayaklarımı sürüyerek ilerliyorum.

        Ve bir günü daha geride bırakıyorum. Ceketim askıda , kitabım baş ucumda, başım yastıkta , düşüncelerim... Düşüncelerim bana kalsın en iyisi. Bu kadar acıya ucuza katlanılmaz ne de olsa. 

21 Ağustos 2015 Cuma

VATAN SAĞOLSUN...

      Bir sabah kapı çaldı , sofrada kimsenin gıkı çıkmıyordu. Kısa bir bakışmadan sonra annem kalktı. Kapıda 3 üniformalı asker , başları öne eğilmiş. Belki de bugüne kadar ki en zor görevleriydi. Birkaç dakika birbirlerine baktılar. Annemin sağ gözünden bir damla gözyaşı usulca süzülüverdi. Sonra babam beliriverdi ardında. Sanki o anı bekliyormuşcasına iki kelime çıkıverdi ağzından VATAN SAĞOLSUN...

       Küçük bir çocuk iken , akşam olduğunda babamın eve girmesi ile kucağına atlayıp doya doya sarılmanın hayalini kurardım. Fakat bir gün olsun yapamadım. Babam belediyede temizlik işçisiydi. O yüzden üzerinde ağır bir koku ile girerdi eve. Ömrüm boyunca burnumun önünden gitmedi o koku. İşte o adam çöplükten çıkarıp adam etti beni.

        İkindi vakti caminin önünü tıklım tıklımdı.  Bir zamanlar incir ağacına beraber çıktığım çocuklar babamın hemen arkasındaydı. Buruk bir gülümseme vardı hepsinin yüzünde. Belki nasıl olduğuna anlam veremiyorlardı daha. İnsan hayatının kıymetini musalla taşının önünde anlıyormuş. Ne yazık ki bu ülkede ayağın toprağa basarken değil , yüzün toprağa bakarken kıymetin biliniyor. Babam zar zor duruyordu ayakta. Üzerinden hiç çıkarmadığı ince beyaz gömleği ve diz kısmından yamalı pantolunu ile iki gözü yaşlı  taziyeleri kabul ediyordu. Devlet büyükleri en ön safta. Sakın başını öne eğme baba. Yapış yakalarına hesap sor. Sokaklara , okul tabelalarına isimleri verilsin diye evlatlarımızı kurban etmiyoruz bu vatana de...Diyemezsin biliyorum baba , sen değil misin zalimin tokadına yanak çeviren, tüm acılardan bir ders çıkartan.

          Oğul tadında bir mektup yazamadım diye de darılma bana. Ne elin değsin ne de gözün değsin istedim. Ağlayacaktın , belki belki bir ömür boyu saklayacaktın.  Hani son konuştuğumuzda bahçeyi ben gelince yeniden yaparız diyordun ya. Sakın vazgeçme bensiz de yap o güzelim bahçeyi.  Hani hatırlıyor musun , bir pazar günü eski bir kitapçının önünden geçerken . elime ilk kez tutuşturduğun kitabı ? Şeker portakalıydı.  Bahçeye bir tane portakal ağacı dik baba. Ona can ver , su ver, biraz sevginden ver. Bu vatan uğruna kurban olan binlercesine inat , sen sakın o fidanı kurban verme.  Gövdesine yaslanıp , gölgesinde kitap okuyan nesiller yetiştir. Çok severim bilirsin , uçurtmaları salı verin göklere. Umudunuzu kaybetmeyin , sevginizi , metanetinizi...  Beni de merak etmeyin emi. Ben yine gölgelik bir ağaç altı bulur , kitaplarıma dalarım. Ta ki sizin geleceğiniz güne kadar. 

20 Ağustos 2015 Perşembe

Yalnız Figüran...

Siyah beyaz hayallerin sessiz figüranlarıydık,
Perde indi ve sahne kapandı,
Mutluluklar yarınlara kaldı,
Kalbimin odaları bomboş şimdi,
Alkış yok, ses yok,sen yoksun.
Zaten hiç olmadın ki...

Bir umutla bugüne kadar geldim
25 adım dile kolay
Düşe kalka , soluk soluğa
Tırnaklarımla kazıdım hikayemi
Bembeyaz sayfalara karaladım adını

Bir kahve molasında tanıdım aşkı
Tadı damağımda buruk bir his bıraktı
Biraz sen kattım , biraz ben
Öylesine güzel , ölesiye tatlıydı...

Murat Koçhan

15 Ağustos 2015 Cumartesi

Mahalle Kokusu...

         Buram buram kokuyor mahalle. Mahalle nasıl kokar demeyin.  Emek kokar, biraz alın teri. Sabahları sıcak poğaça kokar, askere giderken ise hasret. Kışları kömür sobası kokar, ana kucağı kokar yorgan altında. Bir de huzur kokar kahvehane önü.

          Sonra gün gelir kokular birbirine karışır. Eski tadı kalmaz mahallenin. Uzaklara özlem duyarsın. Yeni bir başlangıca belki de. Geri döndüğünde ardında bıraktıklarına sıkı sıkı sarılabilmek için.  Denedim aslında kendi hayal dünyamda çok uzaklara gittim. Yalnızlığın tadına varmak için Pembe mutluluklardan ,  haksız kazançlardan ve de yalan sevişlerden çok uzaklara. Belki bir sahil kasabasına. Yeniden inanmak , yeniden güvenmek , yeniden sevebilmek için..

       

9 Ağustos 2015 Pazar

Kıyak Kafa...

               İlişkim biteli çok olmamıştı. Tipik Türk erkeği gibi soluğu teselli için rakı sofrasında aradık. Kadehler ardı ardına kalkıyor , boşaldıkça kederleniyordum. Zaten buraya kederimizden gelmemiş miydik? Kafam güzelleştikçe güzel düşünmeye başladım. Aldık ceketleri kendimizi Beyoğlu'nda dar bir sokakta birkaç orospunun kapısının önünde bulduk. Meğersem bizimkilerin amacı beni biraz sarhoş edip , ilk açılışımı yapmam için ortamı müsait hale getirmekmiş. Bir kadının acısını en iyi bir başka kadın unutturur...


                 Heyecanlandım , kıpkırmızı kesildim. Dişi aslan pençeleri ile yapıştı yakama geri çektim kendimi. " Ağzı süt kokuyor, bu anca çavuşu tokatlar." dedi. Herkes gülüyordu. Israr da etmediler. Ben kanepeye çöktüm , onlar da odalarına çekildiler. Tene batan tırnaklar , şehvetli çığlıklar derken ben gece bültenlerine dalmışım. Kendimi milli takım kampına davet edilip antremanda sakatlanan futbolcu, tek şiirlik şair , atanamayan öğretmen gibi hissediyordum. İşte o zaman gerçekten efkarlandım. Çektim kapıyı çıktım. Bir kutu ekstra aldım cila niyetine. Gazete kağıdına sarıp verdi tekelci. Kendimi tam bir ayyaş gibi hissettim. Sefil, yalnız ve derbeder.

           
                Telefon rehberini açtım. Bir tane eski dost yok ulan. Gecenin bir yarısı kimi arasam, hüngür hüngür ağlasam. Başımı omzuna yaslasam. Dayanamadım eski kız arkadaşımı aradım. Bana olan öfkesi dinmemiş olacak ki, bela okuyup yüzüme kapattı. Halbuki tertemiz iyi bir aile çocuğuyum. Alt tarafı erkek erkeğe gittiğimiz bir tatilde tek gecelik bir rus macerası. Ondan başka arayacağım tek kadın annemdi. Dert ortağım. Beceremedim anne, bir kadının porselen gibi kalbini pamuklara sarmalayıp taşımayı beceremedim. Gözlerinin içine bakıp seni seviyorum diyemedim. Diyemedim ulan telefon açıp bunları.

                 Bir köşeye sızmış kendi kendime söylenirken şarapçı amca dayanamadı. Evlat çok kafa sikiyorsun, ne diyeceksen de siktir ol git, dedi Sana dert anlatanda kabahat. Nasıl şarapçısın lan sen dedim zar zor kalktım ayağa. Bir cigara yaktı , yüzüme doğru üfledi. Daha zamanın var evlat buralara düşmen için. Hayatın sillesini biraz ye öyle. Daha çok gençsin.  Birkaç sokak ötede bizimkileri gördüm. Telaşlıydılar. "Nerdesin oğlum sen kızları sıcacık yatakta bırakıp sokağa attık kendimizi. Ağız tadıyla şeyyyy yaptırmadın."

                  Lan ibneler biz bu akşam kafa dağıtmaya çıkmadık mı? Kafamı bıraktınız lan bende. Sizde teselli arayan aklıma... Ben gidiyorum. Kafamı kitaplara gömerim , usulca ağlarım birkaç gün , belki balığa giderim. Biraz şiir karalarım beyaz kağıtlara. Ama sikerim böyle yapacağınız işi. Cenabet cenabet dolaşmayın yanımda uğursuz herifler. Hadi kaybolun. Yalnız bırakın beni , eskisi gibi.

                  Rahatlamıştım. Hem bu kadar efkarlanacak ne vardı ki. İlk defa mı kıçıma tekme yiyordum. Bu kafayla daha çok yerim zaten. Teselliyi 70'likte ararsın ama unutmak , unutmak kolay olmuyor işte. En iyisi yalnız kalmak. Arkana yaslanıp , geçmiş günleri hatırlamak...

5 Ağustos 2015 Çarşamba

Kaybolan İnsanlığın Portresi...

         Ahşap masaya dirseklerimi yaslamış yalnızlığımla dertleşiyordum. 2 bardak demli çay söyledim, önümde edebiyat mecmuası. Keşfedilmeyi bekleyen yeteneklerinin hünerli ellerinden çıkmış satırları okuyorum. Sonra bir bağırış , İstiklal'e doğru artan kalabalığın peşinden gittim. Olay mahalli, şeritlerle çevrilmiş. Üzeri gazetelerle örtülmüş genç bir kadın, kocası tarafından sokak ortiasında hunharca katledilmiş. Benim gözüm ise kadının üzerine gelişi güzel atılmış gazetelerde. Sanki ölümü unutturmak istercesine , sosyetenin vur patlasın çal oynasın eğlenceleri , Fenerbahçe'nin bomba transferleri , kapak güzelleri...

           Canım sıkıldı , ne yolunda gidiyordu ki zaten. Ufak ufak ilerleyim derken Taksim metrosunda buldum kendimi. Altını çizdiğim kelimelerin eski anlamı kalmadı sanki. Gün geçtikçe uzaklaşıyorum insanlardan. Sokakta sevilen kadınlar katledilirken , nöbette askerler kör kurşuna kurban giderken , anaların gözü yaşlı , eşlerin sol yanı boş kalmışken  bu ülkenin neresini seveyim. İnsanız affet diyordu ya üstad. Affedilecek bir şey bırakmadık arkamızda. Oysa hepimiz aynı dala tutunan yapraklar değil miydik? Kimimiz güneşe bakarken , kimimiz gölge de kaldık. Kimileri ise esen deli rüzgarda savrulup gitti uzaklara.

            Kitapçı da aldım soluğu unuturum belki yalnızlığımı , yarınlara ertelediğim hayallerimi... Hani düz bir masa , düzinelerce boş kağıt karalanmak için beklerken beni. Raflar dolusu kitaplarımı seyrediyorum arkama yaslanıp. Metroda bile birbirinin önüne geçmeye çalışan insanların anlamsız acelesinden , rekabetinden uzak.

           Anahtarı usulcana çevirip sessizce süzülmek isterken eve. Kız kardeşim çığlık atarak atlıyor üzerime. Masmavi gözleri gülümsüyor , kahkahaları ile çınlatıyor kulaklarımı. Unutuveriyor insan hayal kırıklıklarını , gelecek kaygısını hatta arada sırada aklına gelen ölüm düşüncesini...




1 Ağustos 2015 Cumartesi

Jöle Reklamı

Duştan sonra elime bir tutam jöle alıp dağılmış saçlarıma şekil vereyim derken aklıma çocuk iken yaşadığım komik bir anım geldi.
“Ya altı ya da yedi yaşlarındaydım. O günlerde televizyonlarda yakışıklı erkeklerin oynadığı jöle reklamları vardı. Filinta gibi bir adam elinde bir kutu jöle ile çıkıyordu ortaya. Bir avuç jöleyi saçlarına yedirdikten sonra üzerine atlayan kızlar mı dersin, araba ile kaçıran kızlar mı. O yaşlardaki bir çocuğun kızlarla ne işi olur demeyin. 90 doğumlu jenerasyon bu güzelim ülkede çocukluğunu doya doya yaşayan son jenerasyondur. Ülkede bir sürü yenilik oluyordu ve bunları ilk yaşayan görenler bizlerdik. Kocaman cep telefonları, teflon tavalar, jöleler, tetrisler vs.
Her neyse o akşama geri dönersek annem beni her Cuma günü yıkardı. Sanırım koskoca bir haftanın yorgunluğunu üzerimden atmam için yapıyordu bunu. Ya da aşırı titiz olduğundan olsa gerek. Çünkü ilerleyen yıllarda annemin bu aşırı titizliğinden çok çekecektim.
Annem beni yıkayıp pakladıktan sonra bir güzel kuruladı, saçlarımı taradı ve paketleyip televizyonun karşısına oturttu. Kendisi de bir an önce banyoya dönüp temizliğe girişti. Tesadüf bu ya televizyon da birden jöle reklamı beliriverdi. Adam yemyeşil gözleri ile ekrana yaklaşıp jöleli elini saçlarının arasında kaydırıyor o da yetmezmiş gibi bir de öpücük yolluyordu. Sen misin bunu yapan. Hemen ayağa fırladım, başladım evde aranmaya ama nafile. Bizim evde jöle ne gezer. Eee peki bu saçlar nasıl taş gibi olacak diye düşünüyordum ki. Portmanto’da parlayan bir şey gördüm. Uzun tüp şeklinde üstünde “bali” yazıyordu. Sıktım elime bir avuç saçlarımı diktim havaya. Woww amma da yakışıklı olmuştum hee. Bunu annemde görmeliydi. Merak ediyordum onun tepkisi nasıl olacaktı.
“Anne bak nasıl yakışıklı olmuş muyum?” derken aynı zamanda reklamdaki yakışıklı adamın hareketlerini de yapıyordum. Annem anında tepkisini göstermişti tabi.

“Allah seni kahretmesin, eşek oğlu eşek. Ne yaptın lan kafana, ben seni daha yeni yıkamadım mı ? Gel buraya geberteyim mi seni ben şimdi söyle bana.” Evet şunu anlamıştım ki kadınlar jöleye karşı tepki veriyordu. Hatta reklamdaki gibi üstünüze atlıyorlardı. Ama benim annem ayarı biraz kaçırmıştı. O geceye dair hatırladığım son şeyler; Annemin benim saçlarımı yolarak yıkaması ve kafamdan aşağıya döktüğü her sudan sonra yanaklarımda şaplak sesi çıkarmasıydı. Kırmızı yanaklar, ağlamaktan şişen gözler ve g.t korkusu ile girdiğim yatakta kesintisiz bir uyku beni bekliyordu...

30 Temmuz 2015 Perşembe

Kayıp Bir Beden , Eksik Bir Adam...

       Zaman akarken durduraksızın, kendimi dinlemeye fırsat bulamaz oldum.  Bitmeyen mesailer arasında geleceğe dair hayaller kurmaktan vazgeçmiyorum. Esneyerek , gözlerimdeki mahmur ifade ile işten çıkıyorum. Ağır ağır adımlarla yürüyorum metroya saat 20:30'a geliyor. Her zaman ki köşede başını öne eğmiş, Allah rızası için avucunu açan görme engelli amca. Saat kaçta getiriyor onu dilendirmek için genç kız bilmiyorum. İlk zamanlar gerçekten kör müydü diye şüphem vardı. O yüzden bir akşam rast geldiğimde usulca takip ettim. Kızcağızın nasıl tüyolar verdiğini , adamcağızın elindeki üç kuruş parayı nasıl gaspettiğine şahit oldum. Dilimi yuttum sesim çıkmadı.  Adaletini sikeyim dünya diyebildim sadece gerisi laf-ı güzaf.

         Sonra elimde kitabımla arkama yaslanıyorum metroda. Yine güzel, alımlı kariyer sahibi bir ahu karşımda. Kim bilir bu güzelin sahibi kim. Kim ulan sahiden bu şanslı erkekler diye sormaktan sıkıldım artık. Hem güzelini hem akıllısını bulmak meziyet midir yoksa bu adamlar götlerine bal sürüp mü geziyorlar.

          Hala mezuniyet sonrası öğrencilikten , iş hayatına olan geçişi tamamlayamadım. Sabahları koşarak işe gitmek, iki lokmayı ite kaka boğazımdan aşağı ittikten sonra , ıkına ıkına tuvalette geri çıkarmak, tüm gün mobbinge maruz kalıp gün sonuna haline şükredebilmek. Mutlulukla ile şükretmeyi ayrı kefeye koymak lazım , ben hala şükretme aşamasındayım.

            Arada bir eskilerden birileri arar.  Maksat aslında hal hatır sormak değildir. Ben adam oldum dostum , sen ne bok yiyorsun demek için. Bir zamanlar aynı sırada dirsek çürüttüğün o masum kızları hayatın sillesini yediğini görünce  şaşırırsın. Kaç erkek kırıp atmıştır o kalbi , hunharca sevişmelerden kalbi yaralı , bedeni çürük çıkmıştır o güzelim kızlar.  Gülümseyin tanrının kaybeden çocukları belki bir gün hayat sizin bildiğiniz oyunu oynar. İşte o gün kazanmak için bir sebebiniz olur.

              

18 Temmuz 2015 Cumartesi

Mutluluk Neydi?

          Güneş tepeden vuruyor , insan seli akıyor üzerime üzerime. İçim içime sığmıyor atıyorum kendimi Üsküdar'ın kollarına. Bir tek o anlar beni. Denize karşı bir banka oturur ,  anlatırım derdimi usulca. Saatlerce çalışmak çok yoruyor artık beni , anlamını kaybetmeye başladıysa artık herşey , tehlike çanları çalıyor demektir. Gülmeye devam ediyorum , güçlü kalabilmek için. İnsanların dertlerini anlatması zaafı olarak algılandığından çekiyorum yorganı kafama kadar her gece.

           Susuyorsun umarsamaz diyorlar , konuşuyorsun asi diyorlar , karşılık veriyorsun utanmaz diyorlar. Hayal kuruyorsun olmaz diyorlar, kendin olmana izin yok. Maalesef her insan bu çıkmazı yaşıyor bu aralar. İstediğiniz tek şey birilerinin sizi dinlemesi , teselli etmesi. Ama yok. Hemen başlıyorlar nasihat vermeye. Senin acın , senin hayal kırıklıkların  küçük geliyor insanlara.

            Derken kendimi tekrardan kalabalığın içinde buluyorum. Soruyorum kendi kendime mutluluk nedir diye ? Sahi mutluluk neydi ; çıplak ayakla çimlere basabilmek , bir demlik çayı paylaşabilmek , aynı hayaller ile secdeye alnı koyabilmek , ağır ağır giden vapura el sallayabilmek , kitapların bilgeliğine sığınabilmek...Ve tüm bunların mutluluk olduğunu anlayabilmek içinse basit ve hırsı olmayan bir kalbe sahip olmak gerek.

            Aşık olmak mesela ; bir insana koşulsuz güvenebilmek , ne geçmişi ne de geleceği sadece anı yaşayabilmek. Beraber gülmek , biri üzülürken diğerinin teselli etmesi değil. Beraber göz yaşı akıtabilmek.  Tertemiz beyaz sayfalara en saf duygularımızı yazabilmek. Hayal kurabilmek , sahaflarda kitap kokusunu içine çekmek , aynı tavaya ekmeği banabilmek.

             Bazen kendimi yaramaz bir kedi gibi hissediyorum. Birileri iple  beni oynatıyor , uzanıyorum ama bir türlü yakalayamıyorum. Hoşuma gitse de sinirleniyorum, hayatın güzelliği burada diyorum. Ama bir yandan sabırsızlanıyorum. Çünkü ipi yakaladığımda neler olacağını merak ediyorum...

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Paylaşılamayan Yalnızlık...

          Biliyorum ki daha iyisini yapabilirim fakat bu beni daha mutlu birisi yapar mı emin değilim. Günler bir kum tanesi gibi avuçlarımın arasında akıp gidiyor , bir kenara not ettiğim hayallerim , bembeyaz kağıtlara karaladığım düşüncelerim; beni bekliyor. Bedenim çok yorgun , aklım karmakarışık. Deniz kenarında durgun denizi izleyerek, havasını içime çekerek , bir nebze de olsa rahatlamaya çalışıyorum. Kitaplar olmasa belki sabah metrosunda kendimi çoktan trenin altına bırakmıştım.


             Artık kimsenin içi boş nasihatlerini dinleyecek sabrım kalmadı. O yüzden gün geçtikçe daha da çok kabuğuma çekiliyorum. Sahil yolunda bebek arabası ile gezen genç annenin yüzündeki gülümsemeyi , parkta balonun peşinden koşan afacanın neşesini , kahve önünde tabureye oturup emekliliğin keyfini süren yaşlı amcaları , evladına nasihat değil kararlarına saygı duyup destek olanları seviyorum... Sıradan , sade , sakin , hayatın anlamını arayan , mutluluğun kıymetini biraz da olsa karamsarlığında bulan insanların varlığına duacıyım.

           
               Artık geceleri yatarken geleceğimi düşünmüyorum. Çünkü hayat beni ihtiyacım olmayan şeyleri arzulamaya itiyor. Niçin daha çok çalıştığımın farkına varmalıyım , daha çok kazanmak dürtüsü daha erken yaşlanmama , akıl sağlımı kaybetmeme neden olmamalı. Zenginlik peşinde koşarken , fakirliğin özünü gördüm, dayanamadım çevirdim yüzümü. Çok sevdiğim insanların gözümden düşmesi kadar acı bir şey olabilir mi? Peki akrabaları aramaktan vazgeçmenin , bayramlarda kurulan sofralara duyulan özlemin yitip gitmesine ne demeli.  Ne olurdu memleketin meselesini karşılıksız sevgimize karıştırmasaydık , para uğruna birbirimize iğneleyici laflar söylemeseydik. Başarının kime göre olduğunu bilmediğimiz bir dünyada günü birlik heveslerin uğruna kırdık attık kalpleri bir kenara.


                 Paylaşılamayan bir yalnızlığın ağlarına takıldım. Çırpınıp kurtulmaktan vazgeçeli birkaç yıl oldu. İstediğimin ne olduğuna karar verene kadar saçlarıma gereğinden fazla aklar düştü. Çok şükür tel tel dökülmeye başlamadan bulabildim kaybettiğim benliğimi.  Hayallerime önce ben saygı duyacağım ki başkaları saygı duysun. Para her şeyi yapar diyen insanlardan olabildiğince uzaklaşacağım. Önyargıya değil , empati kurmaya çalışacağım. Mutluluğumu başkalarının başarıları ile değil , kendi hedeflerim ile kıyaslayacağım. Cahile laf anlatmak yerine, bir kenara çekilip sessizliği dinleyeceğim. Evliliğe gelince ; bu hayatta şansa bırakabileceğim belki de tek şey. Çünkü kısmet dediğim şeyin yüzüme ne zaman güleceğini bir tek Allah biliyor....

27 Haziran 2015 Cumartesi

Huzura Giderken Kedere Uğradım...

            Yüzüme yüzüme esiyor rüzgar , inatla gidiyorum üstüne. Dudaklarımda ince bir gülümseme , sonraki hamleyi savuştururcasına. Trafik bugün akıyor , insanların yüzündeki telaş her zaman ki gibi aynı. Kimisi arka koltuğa kitaplarını , kimisi hayallerini atmış. Hee sıcak ekmeği de unutmamak lazım. Helal kokan , hayat kokan...

              Boş bir banka kuruldum, bacak bacak üstüne attım. Derin bir nefes aldım boğazın havasından. Önümdeki sayfalara üfledim. Arada daldı gözlerim; yakından görüp uzaktan sevdik. Söyleyecek sözümüz, yazacak kelimelerimiz, tek kişilik sevdamız bir de verecek canımız vardı. Gerisi laf-ı güzaf. Bırak dostum üzerindeki gömleğin eskisin , yamalı olsun. Hiç olmazsa incir ağacına çıktığını bilsinler. Kıyafet dediğin nedir ki çıplaklığını örtmek için değil mi? Utanmıyorum dostum sadece ; fikirlerimin para etmediği , hayallerimin bakiyeye yansımadığı bu dünyada kendime yetemiyorum.

                "Ne diyordu Gogol; Toplumdan uzak bir yaşam sürmekten, doğayı doya doya incelemekten , iyi bir kitap okumaktan daha güzel ne vardır şu yeryüzünde ?" Parkta bir ara gözüm yere çömelmiş kantarı ile insanları tartan çocuğa ilişiyor. Kardeşim geliyor o an aklıma. Aynı yaştalar. Adil miydi bu hayat. Halbuki ikisinin de gözlerinde hayat var, umut var , ama birinin fırsatı yok. Biri ekmeğin değerini biliyor , diğeri anca tadını. Daha fazla dayanamıyorum. Bakışlarım rahatsız etmiş olsa gerek. Gidiyor oracıktan. Kitabımla baş başa bırakıyor beni.


                  Yeter artık diyorum ağır ağır yürümeye başlıyorum sahil boyu Beylerbeyi'ne kadar. Allah beni sınıyor galiba. Yol boyu dilenciler , sakatlar , çimenlere uzanmış mülteciler , simit satan gençler. Bir cümle takılıyor dilime bir zamanlar okuduğum. Dünyaya hoş geldiniz orospu çocukları. İnsan ziyan olmak için yaratılmıştır.  Huzur bulmaya geldiğim yakada , dibine kadar kedere batıyorum. Çocuk iken sıkıldığım zamanlar şirinlerin köyü gelirdi aklıma. Şimdi ise evim geliyor. Sıcak yemek , eşsiz lezzet , muhabbet kokan çay , kitap kokan odam...

                   Her şeye sahip olmak isteyen elindekini de kaybediyormuş ya. O yüzden istemekten vazgeçtim , kanaat ediyorum. Arada hayıflanıyorum ama sonunda şükrediyorum.  

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...