29 Ağustos 2015 Cumartesi

Bir Yaz Yağmuru Altında...

         Sıcak bir günde iş çıkışı yakalanıyorum yaz yağmuruna. Metroya koşarak mı gitsem yoksa yağmur altında ıslanmanın keyfine mi varsam diye düşünürken zaten sırılsıklam olmuşum. Keyfim yerine geldi. Taze toprak kokusu geldi birden burnuma. Levent'in göbeğinde hayra alamet değil bu. Bir baktım sağıma şehrin göbeğine yeni bir mezar taşı dikiyorlar , onun temelinde geliyor. Güldüm kendi kendime.

           Metro tenhaydı. Kıvrıldım bir köşeye , elimdeki dergiyi karıştırmaya başladım. Birkaç durak dikkatimi çekti yanımdaki amcanın dik bakışları. En sonunda dayanamadı sordu.  Sen komünist misin evlat? Yok amca dedim , ben ekonomistim. Bir süre yan yan baktık birbirimize. Sonra ne olur bu memleketin hali diye sordu. Boşversene amca  sen emekliliğin keyfini çıkar , şemsiye bize girdi deyince yüzü gülüverdi. Belki de uzun zaman sonra kendinden daha düşünceli birisine rast gelmişti.

             Sahi ben komünist miydim sorusu takıldı kafama. Sene 1960'lar olsa heralde öyleydim. Ama bugün olsa olsa liberal solcu olurum. Siktir et dedim kendi kendime. Ne geliyorsa başımıza bu anlamsız muhabbetlerden geliyordu. Öz dayısına bile siyasi görüşü uğruna selamı kesen , babası ile ayrı dünyaların adamı olan bana, bundan sonrası fazla gelirdi zaten.  En iyisi akademisyen olmak üstadım. Nasılsa cebimde kalan her kuruşu kitaba yatırıyorum, hiç olmazsa bundan sonra işim gereği yatırım yapıyorum derim.

              Belki yıllar sonra bu memleketin hali ne olacak diye sorduklarında , kurabiyemi çayıma batırıp; boş ver üstadım bu memleketin evlatları işini bilir diyebilirim. İşte o nesili yetiştirecek bir nefer olmak belki bu hayatta aradığım anlamdır. Hani ayakkabılarını çıkartıp çimenlere özgürce basan , bir ağacın gölgesinde dinlenip kitabın sayfalarını karıştıran. Kılığa kıyafete değil , kağıda kaleme para harcayan bir gençlik...

         
       Semte geldiğimde yağmur dinmişti. Nasılsa cuma günü. Eve gitmek için bir acelem yok. Şurada parka otursam biraz , aptal aptal etrafı seyretsem. Belki film şeridi gibi geçer gözümün önünden dünüm , bugünüm , yarınım... Nasıl da geçmiş o güzelim , o zorlu yıllar. Babamın saçları yine beyaz yine eskisi gibi aksi adamın teki. Annem daha bir düşünceli , daha bir bilgili. Ne de olsa oğluyla beraber öğrendi çoğu şeyi.  Bense artık daha az hayal kuruyorum , daha çok yiyorum , eskiden işe okula koşarak giden ben. Şimdi kaplumbağa misali ayaklarımı sürüyerek ilerliyorum.

        Ve bir günü daha geride bırakıyorum. Ceketim askıda , kitabım baş ucumda, başım yastıkta , düşüncelerim... Düşüncelerim bana kalsın en iyisi. Bu kadar acıya ucuza katlanılmaz ne de olsa. 

21 Ağustos 2015 Cuma

VATAN SAĞOLSUN...

      Bir sabah kapı çaldı , sofrada kimsenin gıkı çıkmıyordu. Kısa bir bakışmadan sonra annem kalktı. Kapıda 3 üniformalı asker , başları öne eğilmiş. Belki de bugüne kadar ki en zor görevleriydi. Birkaç dakika birbirlerine baktılar. Annemin sağ gözünden bir damla gözyaşı usulca süzülüverdi. Sonra babam beliriverdi ardında. Sanki o anı bekliyormuşcasına iki kelime çıkıverdi ağzından VATAN SAĞOLSUN...

       Küçük bir çocuk iken , akşam olduğunda babamın eve girmesi ile kucağına atlayıp doya doya sarılmanın hayalini kurardım. Fakat bir gün olsun yapamadım. Babam belediyede temizlik işçisiydi. O yüzden üzerinde ağır bir koku ile girerdi eve. Ömrüm boyunca burnumun önünden gitmedi o koku. İşte o adam çöplükten çıkarıp adam etti beni.

        İkindi vakti caminin önünü tıklım tıklımdı.  Bir zamanlar incir ağacına beraber çıktığım çocuklar babamın hemen arkasındaydı. Buruk bir gülümseme vardı hepsinin yüzünde. Belki nasıl olduğuna anlam veremiyorlardı daha. İnsan hayatının kıymetini musalla taşının önünde anlıyormuş. Ne yazık ki bu ülkede ayağın toprağa basarken değil , yüzün toprağa bakarken kıymetin biliniyor. Babam zar zor duruyordu ayakta. Üzerinden hiç çıkarmadığı ince beyaz gömleği ve diz kısmından yamalı pantolunu ile iki gözü yaşlı  taziyeleri kabul ediyordu. Devlet büyükleri en ön safta. Sakın başını öne eğme baba. Yapış yakalarına hesap sor. Sokaklara , okul tabelalarına isimleri verilsin diye evlatlarımızı kurban etmiyoruz bu vatana de...Diyemezsin biliyorum baba , sen değil misin zalimin tokadına yanak çeviren, tüm acılardan bir ders çıkartan.

          Oğul tadında bir mektup yazamadım diye de darılma bana. Ne elin değsin ne de gözün değsin istedim. Ağlayacaktın , belki belki bir ömür boyu saklayacaktın.  Hani son konuştuğumuzda bahçeyi ben gelince yeniden yaparız diyordun ya. Sakın vazgeçme bensiz de yap o güzelim bahçeyi.  Hani hatırlıyor musun , bir pazar günü eski bir kitapçının önünden geçerken . elime ilk kez tutuşturduğun kitabı ? Şeker portakalıydı.  Bahçeye bir tane portakal ağacı dik baba. Ona can ver , su ver, biraz sevginden ver. Bu vatan uğruna kurban olan binlercesine inat , sen sakın o fidanı kurban verme.  Gövdesine yaslanıp , gölgesinde kitap okuyan nesiller yetiştir. Çok severim bilirsin , uçurtmaları salı verin göklere. Umudunuzu kaybetmeyin , sevginizi , metanetinizi...  Beni de merak etmeyin emi. Ben yine gölgelik bir ağaç altı bulur , kitaplarıma dalarım. Ta ki sizin geleceğiniz güne kadar. 

20 Ağustos 2015 Perşembe

Yalnız Figüran...

Siyah beyaz hayallerin sessiz figüranlarıydık,
Perde indi ve sahne kapandı,
Mutluluklar yarınlara kaldı,
Kalbimin odaları bomboş şimdi,
Alkış yok, ses yok,sen yoksun.
Zaten hiç olmadın ki...

Bir umutla bugüne kadar geldim
25 adım dile kolay
Düşe kalka , soluk soluğa
Tırnaklarımla kazıdım hikayemi
Bembeyaz sayfalara karaladım adını

Bir kahve molasında tanıdım aşkı
Tadı damağımda buruk bir his bıraktı
Biraz sen kattım , biraz ben
Öylesine güzel , ölesiye tatlıydı...

Murat Koçhan

15 Ağustos 2015 Cumartesi

Mahalle Kokusu...

         Buram buram kokuyor mahalle. Mahalle nasıl kokar demeyin.  Emek kokar, biraz alın teri. Sabahları sıcak poğaça kokar, askere giderken ise hasret. Kışları kömür sobası kokar, ana kucağı kokar yorgan altında. Bir de huzur kokar kahvehane önü.

          Sonra gün gelir kokular birbirine karışır. Eski tadı kalmaz mahallenin. Uzaklara özlem duyarsın. Yeni bir başlangıca belki de. Geri döndüğünde ardında bıraktıklarına sıkı sıkı sarılabilmek için.  Denedim aslında kendi hayal dünyamda çok uzaklara gittim. Yalnızlığın tadına varmak için Pembe mutluluklardan ,  haksız kazançlardan ve de yalan sevişlerden çok uzaklara. Belki bir sahil kasabasına. Yeniden inanmak , yeniden güvenmek , yeniden sevebilmek için..

       

9 Ağustos 2015 Pazar

Kıyak Kafa...

               İlişkim biteli çok olmamıştı. Tipik Türk erkeği gibi soluğu teselli için rakı sofrasında aradık. Kadehler ardı ardına kalkıyor , boşaldıkça kederleniyordum. Zaten buraya kederimizden gelmemiş miydik? Kafam güzelleştikçe güzel düşünmeye başladım. Aldık ceketleri kendimizi Beyoğlu'nda dar bir sokakta birkaç orospunun kapısının önünde bulduk. Meğersem bizimkilerin amacı beni biraz sarhoş edip , ilk açılışımı yapmam için ortamı müsait hale getirmekmiş. Bir kadının acısını en iyi bir başka kadın unutturur...


                 Heyecanlandım , kıpkırmızı kesildim. Dişi aslan pençeleri ile yapıştı yakama geri çektim kendimi. " Ağzı süt kokuyor, bu anca çavuşu tokatlar." dedi. Herkes gülüyordu. Israr da etmediler. Ben kanepeye çöktüm , onlar da odalarına çekildiler. Tene batan tırnaklar , şehvetli çığlıklar derken ben gece bültenlerine dalmışım. Kendimi milli takım kampına davet edilip antremanda sakatlanan futbolcu, tek şiirlik şair , atanamayan öğretmen gibi hissediyordum. İşte o zaman gerçekten efkarlandım. Çektim kapıyı çıktım. Bir kutu ekstra aldım cila niyetine. Gazete kağıdına sarıp verdi tekelci. Kendimi tam bir ayyaş gibi hissettim. Sefil, yalnız ve derbeder.

           
                Telefon rehberini açtım. Bir tane eski dost yok ulan. Gecenin bir yarısı kimi arasam, hüngür hüngür ağlasam. Başımı omzuna yaslasam. Dayanamadım eski kız arkadaşımı aradım. Bana olan öfkesi dinmemiş olacak ki, bela okuyup yüzüme kapattı. Halbuki tertemiz iyi bir aile çocuğuyum. Alt tarafı erkek erkeğe gittiğimiz bir tatilde tek gecelik bir rus macerası. Ondan başka arayacağım tek kadın annemdi. Dert ortağım. Beceremedim anne, bir kadının porselen gibi kalbini pamuklara sarmalayıp taşımayı beceremedim. Gözlerinin içine bakıp seni seviyorum diyemedim. Diyemedim ulan telefon açıp bunları.

                 Bir köşeye sızmış kendi kendime söylenirken şarapçı amca dayanamadı. Evlat çok kafa sikiyorsun, ne diyeceksen de siktir ol git, dedi Sana dert anlatanda kabahat. Nasıl şarapçısın lan sen dedim zar zor kalktım ayağa. Bir cigara yaktı , yüzüme doğru üfledi. Daha zamanın var evlat buralara düşmen için. Hayatın sillesini biraz ye öyle. Daha çok gençsin.  Birkaç sokak ötede bizimkileri gördüm. Telaşlıydılar. "Nerdesin oğlum sen kızları sıcacık yatakta bırakıp sokağa attık kendimizi. Ağız tadıyla şeyyyy yaptırmadın."

                  Lan ibneler biz bu akşam kafa dağıtmaya çıkmadık mı? Kafamı bıraktınız lan bende. Sizde teselli arayan aklıma... Ben gidiyorum. Kafamı kitaplara gömerim , usulca ağlarım birkaç gün , belki balığa giderim. Biraz şiir karalarım beyaz kağıtlara. Ama sikerim böyle yapacağınız işi. Cenabet cenabet dolaşmayın yanımda uğursuz herifler. Hadi kaybolun. Yalnız bırakın beni , eskisi gibi.

                  Rahatlamıştım. Hem bu kadar efkarlanacak ne vardı ki. İlk defa mı kıçıma tekme yiyordum. Bu kafayla daha çok yerim zaten. Teselliyi 70'likte ararsın ama unutmak , unutmak kolay olmuyor işte. En iyisi yalnız kalmak. Arkana yaslanıp , geçmiş günleri hatırlamak...

5 Ağustos 2015 Çarşamba

Kaybolan İnsanlığın Portresi...

         Ahşap masaya dirseklerimi yaslamış yalnızlığımla dertleşiyordum. 2 bardak demli çay söyledim, önümde edebiyat mecmuası. Keşfedilmeyi bekleyen yeteneklerinin hünerli ellerinden çıkmış satırları okuyorum. Sonra bir bağırış , İstiklal'e doğru artan kalabalığın peşinden gittim. Olay mahalli, şeritlerle çevrilmiş. Üzeri gazetelerle örtülmüş genç bir kadın, kocası tarafından sokak ortiasında hunharca katledilmiş. Benim gözüm ise kadının üzerine gelişi güzel atılmış gazetelerde. Sanki ölümü unutturmak istercesine , sosyetenin vur patlasın çal oynasın eğlenceleri , Fenerbahçe'nin bomba transferleri , kapak güzelleri...

           Canım sıkıldı , ne yolunda gidiyordu ki zaten. Ufak ufak ilerleyim derken Taksim metrosunda buldum kendimi. Altını çizdiğim kelimelerin eski anlamı kalmadı sanki. Gün geçtikçe uzaklaşıyorum insanlardan. Sokakta sevilen kadınlar katledilirken , nöbette askerler kör kurşuna kurban giderken , anaların gözü yaşlı , eşlerin sol yanı boş kalmışken  bu ülkenin neresini seveyim. İnsanız affet diyordu ya üstad. Affedilecek bir şey bırakmadık arkamızda. Oysa hepimiz aynı dala tutunan yapraklar değil miydik? Kimimiz güneşe bakarken , kimimiz gölge de kaldık. Kimileri ise esen deli rüzgarda savrulup gitti uzaklara.

            Kitapçı da aldım soluğu unuturum belki yalnızlığımı , yarınlara ertelediğim hayallerimi... Hani düz bir masa , düzinelerce boş kağıt karalanmak için beklerken beni. Raflar dolusu kitaplarımı seyrediyorum arkama yaslanıp. Metroda bile birbirinin önüne geçmeye çalışan insanların anlamsız acelesinden , rekabetinden uzak.

           Anahtarı usulcana çevirip sessizce süzülmek isterken eve. Kız kardeşim çığlık atarak atlıyor üzerime. Masmavi gözleri gülümsüyor , kahkahaları ile çınlatıyor kulaklarımı. Unutuveriyor insan hayal kırıklıklarını , gelecek kaygısını hatta arada sırada aklına gelen ölüm düşüncesini...




1 Ağustos 2015 Cumartesi

Jöle Reklamı

Duştan sonra elime bir tutam jöle alıp dağılmış saçlarıma şekil vereyim derken aklıma çocuk iken yaşadığım komik bir anım geldi.
“Ya altı ya da yedi yaşlarındaydım. O günlerde televizyonlarda yakışıklı erkeklerin oynadığı jöle reklamları vardı. Filinta gibi bir adam elinde bir kutu jöle ile çıkıyordu ortaya. Bir avuç jöleyi saçlarına yedirdikten sonra üzerine atlayan kızlar mı dersin, araba ile kaçıran kızlar mı. O yaşlardaki bir çocuğun kızlarla ne işi olur demeyin. 90 doğumlu jenerasyon bu güzelim ülkede çocukluğunu doya doya yaşayan son jenerasyondur. Ülkede bir sürü yenilik oluyordu ve bunları ilk yaşayan görenler bizlerdik. Kocaman cep telefonları, teflon tavalar, jöleler, tetrisler vs.
Her neyse o akşama geri dönersek annem beni her Cuma günü yıkardı. Sanırım koskoca bir haftanın yorgunluğunu üzerimden atmam için yapıyordu bunu. Ya da aşırı titiz olduğundan olsa gerek. Çünkü ilerleyen yıllarda annemin bu aşırı titizliğinden çok çekecektim.
Annem beni yıkayıp pakladıktan sonra bir güzel kuruladı, saçlarımı taradı ve paketleyip televizyonun karşısına oturttu. Kendisi de bir an önce banyoya dönüp temizliğe girişti. Tesadüf bu ya televizyon da birden jöle reklamı beliriverdi. Adam yemyeşil gözleri ile ekrana yaklaşıp jöleli elini saçlarının arasında kaydırıyor o da yetmezmiş gibi bir de öpücük yolluyordu. Sen misin bunu yapan. Hemen ayağa fırladım, başladım evde aranmaya ama nafile. Bizim evde jöle ne gezer. Eee peki bu saçlar nasıl taş gibi olacak diye düşünüyordum ki. Portmanto’da parlayan bir şey gördüm. Uzun tüp şeklinde üstünde “bali” yazıyordu. Sıktım elime bir avuç saçlarımı diktim havaya. Woww amma da yakışıklı olmuştum hee. Bunu annemde görmeliydi. Merak ediyordum onun tepkisi nasıl olacaktı.
“Anne bak nasıl yakışıklı olmuş muyum?” derken aynı zamanda reklamdaki yakışıklı adamın hareketlerini de yapıyordum. Annem anında tepkisini göstermişti tabi.

“Allah seni kahretmesin, eşek oğlu eşek. Ne yaptın lan kafana, ben seni daha yeni yıkamadım mı ? Gel buraya geberteyim mi seni ben şimdi söyle bana.” Evet şunu anlamıştım ki kadınlar jöleye karşı tepki veriyordu. Hatta reklamdaki gibi üstünüze atlıyorlardı. Ama benim annem ayarı biraz kaçırmıştı. O geceye dair hatırladığım son şeyler; Annemin benim saçlarımı yolarak yıkaması ve kafamdan aşağıya döktüğü her sudan sonra yanaklarımda şaplak sesi çıkarmasıydı. Kırmızı yanaklar, ağlamaktan şişen gözler ve g.t korkusu ile girdiğim yatakta kesintisiz bir uyku beni bekliyordu...

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...