29 Kasım 2016 Salı

Kariyer Dediğin Tek Dişi Kalmış Canavar...

   Bugün karamsar bir yazı yazmak yerine üniversiteyi bitirdiğim günden bu yana gelişen kariyerimin muhasebesini yapmaya karar verdim. 18 yaşıma kadar en büyük hayalim bir futbolcu olmaktı. Kendimle ilgili olumlu cümleler kurmayı sevmem ama izleyenler iyi bir sol ayağım olduğunu söylüyordu. Gel gör ki bizim takımın hocasında yetenek kavramı çok başkaydı. İyi yaptığımız bir şeye aferin demektense daha iyi olabilirdi diyerek; kendince bizim götümüzü kaldırmamayı yeğliyordu. Futbolcu olup ne yapacaksınız, zaten olamazsanız. O yüzden okuyun veya çalışın da bir baltaya sap olun diyebilecek kadar da açık sözlü bir insandı sağ olsun. Bugün sahip olduğum kariyerden dolayı her sabah kulaklarını çınlatırım. 

      Aynı şekilde şüpheci ve hayatın ona hiç adil davranmadığını düşünen babam. O adaleti kendi oğluna da çok görmüştür. 13 yaşında bir çocuğun "baba bugün nasıldım, iyi oynadım mı" sorusuna hassiktir oradan sen de buna futbol mu diyorsun. Biz sizin yaşınızda ohoooo... diyecek kadar realist bir adamdı. Bazen düşünmüyor değilim. Zafere gidilen yolda çekilen çile miyim diye? 

      Etiketi olmayan sıradan bir devlet üniversitesini, iyi sayılabilecek bir ortalamayla, derdimi anlatacak kadar bir ingilizceyle, birkaç staj deneyimi, çeşitli sosyal sorumluluk projeleri ve inşallah işsiz kalmam dilekleriyle bitirdim. Altı ay iş beğenemediğim için 50 mülakata girmek zorunda kaldım. İstanbul'da gezmedik semt, girmedik kapı bırakmadım. Mülakatların hepsi olumlu geçti yani derdimi çok güzel anlattım. Onlarda biz size dönüş yapacağız diyerek pışpışladı. Genelde asgari ücretten 250-300 lira fazlasını teklif ettiler. Mazaretleri ise yeni mezun olduğum için tecrübesiz mişim? Bir de yetmezmiş gibi askerliğimi de yapmamışım. Neyse ki konserlerde yer göstererek ayda 2.500 lira gibi güzel bir meblağ kazanabildim. LC Waikiki de tezgahtarlık yaptım. En sonunda da Garanti Bankası'nda yarı zamanlı olarak gişe asistanlığı işine girdim. Kariyerimde dönüm noktasıdır. Hayat ne ilginç yahu. Onca yıl kendini geliştir, sayısız kitap oku, ekonomiyi yala yut. Sonra bankada üç kuruşa "başka bir arzunuz var mı" diye müşterilere sor. Performansını da kakaladığın kredi kartı ve sigorta poliçesi ile ölçsünler. Bankacılık ile ilgili aklımda tek kalan şey çok sevdiğim insanlarla tanışma olanağıdır. Gerisi boş sepet. 

       Sonra bir yıl deneyim kasıp, askere de gittikten sonra şu an ki mutsuzluk kaynağım olan işime girdim. Babam öğütler veriyor. Klimalı ortam, bütün gün otur oh mis. Dışarıda çalışanlar ne yapsın. Kurumsal bir ortam, profesyonel insanlar, bol kazanç, yeni kapılar.... Şükürsüz insanlarız şükürsüz. Yoksa bizden mutlusu var mı? 

       Mobbing diye insanların performansını ikiye katlayan bir şey var. Her gün sabahları aç karnına, öğleden sonra tok karnına kulaktan alıyorsun. Sonra götüm götüm çalışmaya devam :) Sonracığıma empati diye bir şey var. Ben ne çektiysem siz de aynısı çekin de denebilir buna. Yüzünüze gülüp arkanızdan  "bu da ne yavşak, yalaka bir insan" diyebilirler. Ama siz sıkmayın canınızı bir kahve pişirir, iki dedikodu yapar olayı tatlıya bağlarsınız. Çocuklarınızı özel okullara gönderip, fırsat eşitliği mi kaldı memlekette diye de riyakarlık yapmadan da olmaz. Kime sorsanız köpekler gibi çalışıyor ama değerini bilen yok. Ama başkaları için bunlar da çalışıyor mu ancak el ense yapsınlar dersiniz. Herkesin içinde itin götüne sokup, tenhada senin gibi çalışan var mı be deyip insanı ilginç bir psikolojiye sokarsınız. 30'u geçtikten sonra anti depresan kullanımdan gözle görülür bir artış başlıyormuş. Büyüklerimiz öyle diyor. Erkekler uzun mesaiden dolayı seksten soğuyabilir veya tam tersi etkide yapabilir. Kadınlarda stresten kaynaklı çocuk doğuramama vakalarına sıkça rastlıyoruz vs. vs. 

         Peki adama sormazlar mı eh be ibnenin evladı? Bu kadar şikayet edip, isyan ediyorsun da ne bok yemeye hala çalışıyorsun diye? Haklısınız valla ibnelik bende... 

         

27 Kasım 2016 Pazar

Pazartesi Sendromundan Önce...

     Pazartesi sendromuna sayılı saatler kala bu gece yatmadan kendimi psikolojik olarak rahatlatmaya karar verdim. Bana son iki buçuk yılda eşsiz deneyimler katan;  arkasından konuştuklarımın yüzüne gülerek gerçekleri söylemeyi, hayallerimi korkmadan anlatmayı, her zaman önce kendimle alay etmeyi, sabretmeyi, değişmeyen dünyanın şerefine kadeh kaldırmayı öğreten insanlara teşekkürü bir borç biliyorum.

       Her pazar sabahı mutlu bir şekilde uyanıyorum. Fotoğraf albümüne bakıp geçmişi yad ediyorum. Hayırsız, gamsız, büyüklerimi arayıp sormayan birisi olarak onları gizliden gizliye sevip güzel günlere özlem duyuyorum. Sokaklara karışıp mutlu insanların saadet tablosunu izliyorum. Yeni yeni yürüyen çocukların tökezlemesi, peltek peltek konuşan bebeklerin çıkardığı ilginç sesler, bebek arabasını iten centilmen babalar, terleyen çocuğunun sırtına havlu sokan anneler... Hayata devam ediyoruz. Geçmişe özlem duyuyoruz, bugünü şikayet ediyoruz, gelecek ile ilgili kaygılarımız da yok değil.Ama yine de mutlu olmaya çalışıyoruz. 

     Geleceğe dair hayaller kurduğunuz insanı alıp Kuzguncuğa gidiyoruz belki. Ağır adımlarla yaprakları sararmış ağaçların gölgesinden yürüyoruz. Aklından neler geçiyor kim bilir? Bizi arkadaş olarak görebilir, belki de sığınılacak bir liman.  Beraber iken mutluysak ne önemi var ki? Aynı yollardan geçmişiz, yaşadığımız mutsuzluklar ve hayal kırıkları gelecekteki mutluluğumuzun harcı olmuş. Beraber bir  geleceğin temellerini atıyoruz kim bilir. Gözlerimizin içine bakıyoruz, söylenecek çok şey var belki de. Hepsini bir güne sığdıramıyoruz. Kimilerini başka günlere saklıyoruz, kimilerini kağıtlara döküyoruz.

       Gülmek için mutlu olmamıza gerek yok, belki mutluluk gülüşümüzde saklı. Ağlamak için çok erken. Belki bir yerlerde bir tek gülüşümüz için bekleyenler vardır.  Ne yaşıyorsak hepsi geçip gidiyor. Yürüyoruz, önümüzde uzun yollar var biliyoruz. Hayaller kuruyoruz, hayaller kurup gerçekleşmesini bekliyoruz, kimi zaman üzülüyoruz, kimi zaman seviniyoruz. Ama hayata hep kaldığı yerden devam ediyoruz. 

         Evet her gece bir şairi anarak yatıyorum. Bu geceyi Turgut Uyar gecesi ilan ettim kendime. Kapanışı bir söz bir şiir ile yapıyorum; bir insan birini yalnızken hatırlıyorsa sevmemiştir. Ansızın aklına gelip yalnızlaşıyorsa işte o zaman sevmiştir. 

              Evet önümüz bahardır biliyorum
              Leylaklar açacak biliyorum
              Kiraz da çıkacak yakında
              İyi şeyler söylemek de gerek biliyorum
              Sevgilim güzelim biliyorum da,
              Şimdilik bağışla...
              

26 Kasım 2016 Cumartesi

FİDEL...

    Ne ilginç değil mi? Büyük çınarların birer birer devrildiğini gören bir jenerasyonuz. Kahramanların, büyük şairlerin, usta tiyatrocuların, dürüst kalmaya çalışan insanların yani o güzelim insanların beyaz atlarına binip çekip gitmelerini izlemek zorundayız. 

     Sade ve sıradan insanların yaşantısı, erdemli bir yaşam mücadelesi, aza kanaat etmek, küçük şeylerden mutlu olabilmek, ümit etmek, hayal kurmak, düşüncelerini özgürce ifade edebilmek... 21. yüzyılda demokrasinin ileri olduğunun söylendiği bir dönemde bu saydıklarımın hepsi bedava ama bir o kadar da zor bulunuyor. Liseye yeni başladığımda Jack London'ın Demir Ökçe kitabı ile başladı içimdeki isyanın farkına varmam. Sessiz ve derinden. Okuyarak, düşünerek, dinleyerek, izleyerek gelişti. Bıyıklarımız çıkmaya başladığında bize fikrimizi sormaya başladılar. 

         Herkesin fikrine saygı duyuyorum. Farklı renklerin bir araya gelerek gök kuşağı oluşturduğu bir toplum inşa edilebilirdi. Ama bize hep tek bir rengi dayattılar. Bir işçinin çocuğu olarak hep yakın gördüm kendimi onlara. Biz çikolatalarla, cipslerle büyüdük. Sıcak evlerimizde onların hayat hikayelerini okuyarak kendi içimizdeki devrimi başlattık. Biz düşünce dünyasında kalıp, eyleme geçemeyen bir avuç insanız. Peki ya onlar?  Fidel Castro ölmüş. Söylenecek çok şey var. Doğru veya yanlış, yalan ya da gerçek... Ama bir insanın hayat hikayesinden çıkarılacak çok ders var. 

        Amerikan tekeli United Fruit Company'nin sömürdüğü fakir bir Küba kasabasında dünyaya gelen, diğer vatandaşlara göre iyi imkanlara ve iyi bir eğitime sahip olmasına rağmen verdiği mücadeleyi hep hayranlık duydum. "Bir çiftçinin çocuğu öldüğünde, sessizce gömülür. Ancak ölümün ardındaki sosyal nedenler araştırıldığında, o zaman insanların çaresizlik içinde olduğu fark edilir. Bizim isteğimiz; kimse yoksulluk içinde yaşamasın, herkes yiyecek bir şeyler bulsun, kimse çıplak ya da yalın ayak gezmesin, herkes okula gidebilsin, hiç kimse evinde ilaç almadan hasta yatmasın, herkesin kendine ait bir evi olsun". diyordu mücadelesine ilk başladığı günlerde. 


         Portekizli şair Fernando Pessoa'nın cümleleriyle devam edersek: "Anarşist kimdir? İnsanları, doğdukları anda toplumsal bakımdan eşitsiz kılan adaletsizliğe isyan eden biridir. Filanca kont ya da marki olarak doğar, dolayısıyla ne yaparsa yapsın, bu sıfatla herkesten saygı ve sevgi görür; bir diğeri bizim doğduğumuz yerlerde doğar ve en azından, insan gibi davranılmak hakkına sahip olmak için bile attığı her adıma dikkat etmek zorundadır". 

        Özgür bir gelecek için çalışmak isteyen insanların tek yarattığı sonuç belki de zorbalıktı. Ezilen insanların özgürlüklerini elde ettikten sonra birbirlerini ezmeye devam etmeleri bunun en açık örneği. Özgür bireye yaşam hakkı vermeyen Rus Komünizmi, ekonomik refahı sağlayamayan Küba devrimi... Eleştirilecek, eksik bulunulacak çok şey var belki de. 

         Fakat düşünün; her istediğini bulamayan, apple marka telefonu olmayan, gelecekte kazanacağı parayı bugünden harcamayan, lüks bir yaşantısı olmayan, israf etmeyen, eğitimi kara tahtada alan, yabancı dile maruz kalmayan Küba halkı özgür müdür yoksa tutsak mıdır? Ne kadar mutludur. Peki ya yoksulluktan anladıkları nedir? Politikacıları ne kadar dürüsttür? Özgürlükten anladıkları nedir? 

           Bir de kendi ülkemizi düşünelim. Her istediğini piyasa şartlarında bulan, asgari ücrete sahip bir insanın bile en pahalı telefonu cebinde taşıyabildiği bir ekonomik sistem var. Zamanını, kazanacağı parayı bugünden bankalara iskonto edip lüksten ve zenginlikten geri kalmayan, farklı düşünenlerin hapse atıldığı, ülkenin doğusu ile batısında gelir bakımından uçurumların olduğu, hoşgörünün kalmadığı, dışa bağımlı ekonomisi, dünya kadar borcu ve üretmeden tüketen insanları, fırsat eşitliğinin kalmadığı, parayı bastıranın daha iyi eğitim daha iyi sağlık hizmeti aldığı bir ülke. Burası Türkiye... Müslüman insanların ahlaksız çocuklarıyız. Adalet sistemine güvenilmeyen, politikacıları şaibeli bir rejim...

          Fransız devrimci Maximilian Robespierre ile kapanışı yapalım o zaman. Bugünün Türkiye'sini en güzel anlatan cümle bundan 200 yıl önce zaten söylenmişti. "Pohpohlanan ama hor görülen, egemen ilan edilen ama köle gibi davranılan halkım! Unutmayın, adaletin hüküm sürmediği her yerde hakim güçlerin hırsları hüküm sürer, insanlar sadece zincirlerini değiştirmiş olurlar, kaderini değil... Dürüst insanların ceza görmeden ülkelerine hizmet edebilecekleri zaman daha henüz gelmedi."

            Güle güle Fidel, yol arkadaşın ile gittiğin yerde mücadeleye kaldığın yerden devam...

24 Kasım 2016 Perşembe

Öğretmenim...

        Bazen düşünüyorum da özel günler da olmasa insanlar birbirinin kıymetini bilmeyecek. 24 Kasım öğretmenler günü misal. Hani hep karamsar yazıyorsun diyorlar ya. Bugün çocukluğumu anmak istedim. Belki yazarken tekrar tekrar yaşarım o güzel günleri. Okul hayatım çok küçükken başladı. Henüz 4 yaşımda kreşe gitmeye başlamıştım. Sonrasında ana sınıfı ve ilk okul macerası. 

      Yıllarca çocuk aklımızla üzerimize giydiğimiz mavi önlüğü eleştirdik. Özgürlüğümüze ket vuruyordu. Çocuk aklı işte, özgürlüğün kıyafette değil fikir de olduğunu birazcık daha büyüyünce anlayacaktık. Fakirliğin cips alamamak değil, soğuk kış gününde bez ayakkabı ile kilometrelerce yürünen okul yolunda olduğunu öğrenecektik. Kısacık teneffüs molalarında el ele tutuşarak mutlu olduğumuz, bir kavga ile başlayan dostlukların bir başka kavga ile sona erdiği dönemlerdi. En büyük cesaret sabahın köründe yüzlerce kişinin önüne çıkıp şaşırmadan andımızı okuyabilmekti. Söylediğimiz sözlerin pek bir anlamı yoktu bizim için. Türklük, doğruluk, çalışkanlık, küçüklerini sevmek, büyüklerini saymak... Ama birlikte hep bir ağızdan haykırmanın verdiği kuvvet yok mu? 


       Öğretmenlerim geliyor aklıma. 2. ve 3. sınıfta öğretmenim Özcan hocaydı. Bize çocuk muamalesi değil de küçük bir adam muamelesi yapardı. Hak, adalet, özgürlük, eşitlik kavramlarını ben ilk ondan duydum. Az çok matematik bilgim varsa hala ona borçluyumdur. 5. sınıfta İlknur hocam vardı. Bir çocuğa hem edebiyat, hem matematik hem de müzik eğitimi nasıl verilir ondan öğrendik. Yöresel türküleri söyledik derslerde. Türk Sanat Müziği'ni biz ondan öğrendik. Müzik öğretmenim Gökhan hoca yüzünden 5 yıl okul korusunda şarkılar söyledik. Blok flüt çalan çocuklara piyanosuyla eşlik etti. 

      Sonra liseye geldik. Öğretmenlerin geçim kaygısından, politik çevreden, çarpık eğitim sisteminden dolayı nasıl sindiğini vurdumduymaz olduğunu gördük. Türkçeyi zor konuşan, Nazım Hikmet'e komünist, dinsiz; Necip Fazıl'a faşist, yobaz diyebilecek kadar cahil adamların söylemlerine maruz kaldık. Bugünün şartlarına göre geçmişin tarihini yanlı anlatan, kendi siyasi ideolojisini bizlere empoze edenleri de gördük. Ama çok şükür çevremizde hep bir yol gösteren hocamız oldu. Tenefüslerde öğrencilerinin matematik sorularını çözen fizik hocası Selahattin hoca mesela. Satrancı tüm okula sevdiren. Koskoca 4 yıl çantamızda satranç takımı taşıttıran güzide insan. Bugün yazdığım yazılara, şiirlere not verilecek olsa Nuray hocam kesin 2 verirdi yine. Yüzüme gülümseyip sözlü notuma sıfır veren. Sen yontulmamış bir odunsun Murat, burnunun dikine gidip kendi bildiğini okuyarak istediğin yerlere gelemezsin diyecek kadar açık sözlü hocam. Sizlere de teşekkürler.


   Ve asıl teşekkür edilecek öğretmenlere geldi sanırım sıra. Daha okula gitmeden gazete küpürlerinden hece hece okumayı öğreten, bıkmadan usanmadan bağrışla çağrışla  20 yıl kahrımızı çeken asıl öğretmenler. Yani annelerimiz. İlkokul mezunu olmasına rağmen oğluyla beraber kendini eğiten. Aldığım diploma da benden fazla payı olan öğretmenim. Yıllar önce kafama vura vura kitap oku diyen kadın. Aradan yıllar geçtikten sonra bugün hala kafama vurup az oku biraz eşek sıpası demeye devam ediyor. Şeker Portakalı ile başlayan serüveni kendi kütüphanemi kuracak seviyeye getirmiş bulunmaktayım. Ve bu mirası kardeşime devrederek daha da büyüteceğimiz kesin....


22 Kasım 2016 Salı

Olmamasına razıyım. Oluyormuş gibi olmasın yeter...

        Şairlerin şiirler yazdığı, aşıkların yağmurlar altında ıslandığı, Beşiktaş iskelesinde sevgililerin beklendiği, güler yüzlü çocukların anne öpücüğüyle okula uğurlandığı bir günde her sabah aynı günün sabahına uyanmak kadar acı veren bir şey olmasa gerek. 

       Gayrettepe metrosunda her gün aynı kadın küçücük çocuğunu yorgan altında dilendiriyor. Kartına yazdığı AÇIZ yazısına bakarak geçiyoruz önünden. İnsanların yüzüne bakamayacak kadar ümidi kesmiş hayattan. Sadece önüne bakıp, ekmek parasını toplamanın derdinde. Hee bir de banka hesabında bizden çok para olan dilenci hikayeleri var. Eskiden Uğur Dündar'ın haber bültenlerinde çıkardı.  İstanbul Emniyeti ya köklerini kazıdı ya da Dilenciler TV'lerle anlaştı. Artık ekmeğini taştan çıkaranları ifşa etmiyorlar. 

          Sıradan ve vasat bir hayatın ötesine nasıl geçebiliriz diye düşünüyorum sürekli. Başımı yastığa nasıl daha rahat koyabilirim. Banka bakiyesine fazladan 3 sıfır daha atarsam mı? Hayalini kurdum da; ehliyet yok araba kullanamam. Karı-kız desen utangaç geldik utangaç gidiyoruz. İş desen kitap kafe açarım. Oraya eş dost gelir, hesabın yarısını alır çok geçmeden batarız. Peki nedir lan bu şikayetçi hali? Kafka geliyor aklıma sonra; "Dayanılmayacak gibi olan yaşam değilmiş, meğer insanlarmış".  

           Anlaşılamadığımı düşünüyorum bazen. Üslubumu değiştirerek anlatmayı deniyorum. Korkum anlaşılamamaktan değil, anlatmaktan vazgeçmek. Mesela doğduğumuz aileye ve arkadaş çevresine göre iyi bir eğitim aldık. İyi bir işimiz ve gelirimiz de var. Küçücük hayallerimiz, boyumuzdan büyük umutlarımız var. Gülmek o kadar yakışıyor ki; ah keşke dünya malı için kırmasak birbirimizi. Hepimize yetecek olan İstanbul'da hala birileri sokakta yatıyor, çöplerden artıklarla besleniyor. Adil gelir dağılımında bahseden ekonomistler bırakın lan laf salatası yapmayı. Aynı evde, aynı iş yerinde adaleti sağlayamazken memleketten bahsetmek size mi düştü? 

           Bu kadar evin yapıldığı İstanbul'da, ihtiyaç sahipleri hala kirada oturuyor. Gel gör ki o ihtiyaç sahipleri o evlerin yapımında çalışmasa para da kazanamayacak. Küçücük çocuğunu okutmak için özel okullara milyarlar dökenler, fırsat eşitliğinden dem vuruyorlar. Geleceğimizi emanet edeceğimiz çocuklar 6 yaşında ingilizce konuşup, yeni dünyaları keşfediyor da, ülkenin doğusundaki kardeşlerinden bir haber. Her zaman kötüler mi kazanır diye düşünüyorum. Çünkü iyilerin kazanmakla işi yok. İyi olmak için kazanma hırsını bir kenara bırakmışlar. Bırakın bir sezonu, üç bölüm sonrası göremeyen diziler yapılıyor her geçen gün. Kuzucuklarını yatağa gönderen Adile teyze yok. Güldürürken düşündüren Kabareciler de kalmadı. Anlayacağınız o güzel insanlar o güzel atlarına binip gitti. Demirin tuncuna insanın piçine kaldık. Çok canım sıkıldığında ,ne yapıyorum ben dediğimde Can Yücel ya da Bukowski okuyorum. Misal bugün Can baba su serpti yüreğime;
          Kendine bak kendine...
          Özüne, sözüne, benliğine
          İlgilenme kimseyle, kim ne yemiş, ne giymiş
          Bundan sana ne. Sen kendini besle
          Bilgiyle, sevgiyle, şefkatle. Ancak o zaman ulaşırsın;
          İnsan olmanın erdemine...

        Ve en çok da kafama takılan şey nedir biliyor musunuz? Bunca kalabalığın içinde kendimi yapayalnız hissetmek. Acaba çevremde benimle aynı hisleri yaşayan var mıdır? Bu kadar gülerken, bu kadar pozitif  yaşarken; karamsar düşünebilen. Her mutlu anını bir acaba sorusu ile bitiren var mıdır? Nasıl katlanıyorsunuz sizi sevmeyen, size değer vermeyen insanlara. Sizi inciten insanlara söyleyecek bir çift lafınız yok mu? Soğukta üşüyen çocuğun yüreğini ısıtacak kadar mı insanlıktan çıktık. Peki ya sevdiğimiz kadınlara ne demeli? Ne kadar mutlu etmeye çalıştıysak o kadar yalnız bıraktılar bizi.Müşfik Kenter ile bitirelim o zaman bu uzun yazıyı da; "Üşüdüğümüzde camı kapatmak kadar kolay olsaydı keşke, sevilmediğimizi anladığımızda o kişiye yüreğimizi kapatmak".

           

19 Kasım 2016 Cumartesi

Özgürlük Yolunda...

Yıllardır içimde hep uzaklara gitme isteği. Eşeğin aklına karpuz kabuğu düştü ya bir kere. Çıkmak bilmiyor işte. Evimden kilometrelerce uzakta okumak istedim. Tercihlerimin hiç biri İstanbul değildi. Acısıyla, tatlısıyla, parasızlığıyla, gelecek kaygısıyla dört yıl geride kaldı. Usulcana ayrıldığım evime aynı şekilde geri döndüm. Kafamda deli sorular. İzlediğim yüzlerce film, okuduğum bini aşkın kitap, altını çizdiğim sayısız cümleler, hayalini kurduğum onca an... Omuzlarımda taşıyamayacağım bir yükün altında her geçen gün eziliyorum. Diplomayı alıp, takım elbiseyi giydikten sonra hiç çıkamayacağım bir kafesin içine hapsoldum sanki. 

Arada heyheylenip yalnız kalmak istiyorum. İşe gitmesem ne olur mesela. Fakat gel gör ki; işe 5 dakika geç kalsan bunu gizli gizli aklına kazıyıp ilk fırsatta yüzüne çarpan insanlar var etrafında. Kafamı dağıtmak için alıp başımı gidemediğimden Into the Wild filmini bilmem kaçıncı kez izleyeyim dedim. Eğer perşembe günü izleseydim Cuma günü işe gitmezdim. O yüzden hafta sonunu bekledim. 

      
İnsan önce kendisini idare etmeyi öğreniyor. İşin en kolay kısmı bu. Sonrasında ise çevremizdeki insanları idare etmeyi öğreniyoruz. Örneğin 18 yaşınızda mutlu olabileceğiniz ve bundan para kazanabileceğiniz bir mesleği seçebileceğinizi anlatamadığınız için ailenizin isteği üzerine hayatınızı şekillendiriyorsunuz. Diplomayı aldığınızda ise kendi yoluna gidebilen insan sayısı bir elin parmağını geçmez. Çünkü start verilmiş ve koşu başlamıştır. Maaş, sosyal haklar bunları boşver iş bulabildiğine şükret diyenler olacak etrafınızda. Başkaları ile kıyaslanacaksınız. Sonra işe girdiğinizde sizin hayallerinizi küçümseyen çok bir bok bildiğini sanan insanlara hizmet edeceksiniz. Başarırsan tek başına, kaybedersen hep başkaları sorumlu olacaktır hayatında. Kazandığın para yetmeyecek, zamanı iyi yönetemeyeceksin, insanları memnun etmen ise imkansız. Bu yüzden günden güne eriyeceksin. Sanırım şu an geçtiğim yolları anlatıyorum kendime. Hangi köprüden geçmem gerektiğine, hangi köprüyü yıkmam gerektiğine karar veremiyorum. 

Christopher McCandless'a denildiği gibi: "Düşüncelerimi anlatan kelimelerin git gide anlamsızlaştığını farkediyorum."  Keşke okul bittiğinde aklımdan eseni yapabilecek cesaretim olsaydı. Belki de vardı fakat bunca yıl beni okutan insanlara karşı bir vefa borcum vardı. Para kazanıp bu borcu ödemeliydim. Aradan geçen 4 yılda anlıyorum ki, bu borç hiçbir zaman ödenemeyecekmiş. Ve aklımdan geçenleri kelimeye dökmekten başka bir haltta edemeyeceğim. Fotoğraf makinesi, kitaplar, kağıt ve kalemimi alıp yollara düşemeyeceğim. Gördüklerimin fotoğrafını çekip, aklımdan geçenleri yazamayacağım diye korkuyorum. Ev almazsam, evlenip çoluk çocuğa karışmazsam toplum beni kabullenir mi? Gerçekten mutlu olabilir miyim? Birileri mutluluklarını gözüme sokmasa mesela? Veya ciğeri beş para etmez insanların ağız kokusunu çekmesek artık ne güzel olur değil mi? 


Odamın duvarlarını süsleyen şairlere bakarak, kitaplığımdan bir kitap alsam. Sıcak demli çayımı içerken belki bir şiir yazarım. Memleketi ben kurtarmayacağım ama, haber bültenlerindeki saçmalıkları izledikten sonra halime şükretsem. Ünvan sahibi olmak için iş arkadaşlarıma hakaret edip onları ezmesem. Bunları yaptığım yetmiyormuş gibi ben aslında iyi bir insanım ama beni bu hale sizler getirdiniz de demesem. Hayat daha da çekilir bir hâl almaz mı? 

          Mutluluk uçsuz bucaksız ormanlardadır,
          Bomboş sahillerdeki coşkudadır.
          İnsan elinin değmediği bir yerdedir,
          Denizin diplerinde ve gürlemesindedir.
          İnsanları severim, ama doğayı daha çok severim…

Sanırım bir ailenin evladından isteyebileceği pek çok şeyi yaptım. Derecesi önemli değil, ne çok iyi yaptım ne de çok kötü. Okula gidip bir diploma aldım, iş güç sahibi olup para kazandım. Kötü alışkanlıklarım da olmadı diye düşünüyorum. Çok basit bir soru? Oğlum, dostum ne derseniz deyin. Sen ne olmak istiyorsun, ne yapmak istiyorsun diye soran bir insanla henüz karşılaşamadım. To do list yapmıştım yıllar önce kendime. Gerçekleştiremediğim birkaç şey kaldı. Hiç kimseye borcum kalmadığında alıp başımı kısa bir süreliğine ortadan kaybolacağım. Kendimle baş başa kalıp içimdeki çocuğa bir şans daha vermek niyetindeyim. Sonra ölmeden önce arkamda bir eser bırakmalıyım. O yüzden yazdıklarımı basacak bir yayınevini kafalarsam ne mutlu bana... Ve kendimi bile mutlu edememişken bugüne kadar. Bir kızı severken o da beni sevse veya bir kız beni severken ben de onu sevebilsem. Sanırım üç dilek hakkım kalmış. Bakalım Murat'ın lambasındaki cin bu dilekleri gerçekleştirebilecek mi? Yaşayıp göreceğiz...


          

16 Kasım 2016 Çarşamba

Bilgi Sahibi Olmadan Fikir Sahibi Olduk...

          Ne zamandır siyaset ve ekonomi ile ilgili yazmadığımı fark ettim. Ne yalan söyleyeyim hiç de içimden gelmiyordu. Üniversiteye başladığım yıllarda her gün köşe yazılarını, makaleleri okurdum. Beğendiğim yazılarI keser, bir kitabın arasında saklardım. Çeşitli bloglara makaleler gönderirdim. Sonra okul bitti. Adam Smith ile J.M.Keynes'i okul sıralarında bırakıp, dolar aşağı dolar yukarı moduna girdik. 

          Koca koca kariyerli adamların ekonominin temel bilgilerini bile bilmediğini görünce bunca yıl neden okudum, niçin okudum? Bunu izahata gerek yok. Oku dediler okudum... Ucuz parayı müşterilere satan bankacının paranın kaynağını sorgulamaması, o parayı talep eden tüketicinin ödemeyi nasıl yapacağını bilmemesi. Koskoca İstanbul'da 1 milyon konut fazlasına rağmen düşmeyen ev fiyatları, köklü holdinglerin bile boş buldukları arsalara lüks konutlar yapıp AVM'ler açtığı ülkemde politikacılar çıkıp vay efendim şöyle büyüdük. TL değerleniyor, en büyük 10 ekonomiden biri olacağız. Hasta adam ayağa kalktı. Faso fiso...

      Kendimi bildim bileli Gazi Mustafa Kemal'e minnet duydum. Herkesin onu sahiplendiği, kimilerinin tekeline aldığı siyasi ortamda. Ben usul usul onun fikirlerini okudum. 90 yıl önce söylediği her şeyin bir bir çıkmasını büyük bir heyecanla takip ettim. Reşit olduğum günden beri sektirmeden CHP'ye oyumu verdim. Takım tutar gibi tuttum partimi; ama fanatizm ve holiganizmden de uzak durdum. Parti kötü iken ibne hakem diye bağırmak yerine, yönetim istifa dedim. Yönetim uyuma seçmenine sahip çık diye bağırdım. Kahve ağzı ile konuşmamaya özen gösterdim. Ekonomi bilmeden ekonomi, tarihi bilmeden tarih konuşmadım. Cemaati eleştirdiğimizde bizimle alay edenler; şimdi ya hapiste, ya işsiz ya da padişahım çok yaşa deyip kalan ömrünü uzatma derdinde. 

             İstanbul trafiğinde bir yakadan ötekine saatlerce geçemeyen milleti Diriliş Ertuğrul dizisi ile at üstünde geçirdiler. Herkesten çok kendilerinin sahiplendiği Osmanlı tarihini İlber Ortaylı ile Halil İnalcık'tan öğrenmek yerine. Çay kurabiye eşliğinde dizilerden öğrendiler. Duble yolları, köprüleri özel şirketlere açtıkları ihaleler ile yaptırarak kamunun bütçe açığını indirdik diye bize yutturdular. Halbuki eskiden kamu yatırımlarını doğrudan devlet yaparken, bugün ihale bedelini kamu bankalarından borçlanıp üzerine bir de gerekli şartlar sağlanamazsa cezai hükümlerle kasasını dolduran sonradan görme zenginlere kapı açtılar. Merkez Bankası'nın kasasında 145 milyar dolar var diye övünenlere sesleniyorum. Açın da bilançoya bakın bir. Dolarların büyük bir kısmı sıcak para olarak yani yüksek faizden faydalanmak için gelen para. Bir kısmı da Türkiye'deki bankaların zorunlu karşılık olarak tuttuğu para. Peki bu bankalara bu parayı nereden buldu diye soracak olursanız. Yurt dışından düşük faiz oranlarından sendikasyon kredisi kullanıp ülke içinde bizlere kakaladığı paralar şu an Merkez Bankası'nda yatıyor. Birileri de çıkıp bununla övünüyor. 

          Bu arkadaşınız eğer bir gün zengin olursa; biliniz ki haram yemiştir. Ey faiz lobisi bu ülkeyi sana yedirmeyeceğiz. İsrail öldürmeyi bizden daha iyi bilir. Kahraman Amerikan askerlerinin en az zaiyatla ülkelerine dönmelerini temenni ederim. Büyük Ortadoğu Projesi'nin eş başkanıyız. Analar ağlamasın artık. Gezi'de eylem yapanlar yüzünden dolar kuru fırladı.  Manşetlere düşen bu şekilde yüzlerce söz var. 

         Komşularla sıfır sorun politikası, sıfır ilişki durumuna gelmiş. İcra- iflas davaları tavan yapmış, tüketiciler bankalara boğazına kadar borçlu, büyük holdingler desen borcu borçla kapatıyor, dış borç gayrisafi milli hasılanın yarısı kadar, hapishanelerde yer yok, yüz binlerce memur görevinden ihraç edilmiş, liyakat sistemi tamamen çökmüş. Yargıya güvenmiyoruz, sanki tüm bu yaşananlar parlamenter sistemden kaynaklanıyormuş gibi bir de başkanlık sistemini övüyoruz. Eleştirilmeyi haz edemeyen, mağdur edebiyatı yapanların daha fazla mağdurlar yarattığı bir ülkede Neo-Osmanlıcılık oynayarak kendimizi avutuyoruz.  

           Tabi ki eleştirirken kendimizi hor görmeyeceğiz. Bizden bir bok olmaz deyip, Türkler yapamaz diyenlere inat daha çok çalışacağız. Ama neyin ne olduğunu da bilelim. Birilerini birilerine yedirmeyelim derken kendi kuyumuzu kazıyoruz haberimiz yok. Rahmetli Uğur Mumcu'nun dediği gibi : "Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmuşuz."  Birazcık okuyalım, araştıralım, birbirimizi dinleyelim, farklı görüşlere açık olalım. Eleştiriden zarar gelmez, güzel önerileri dikkate alalım. Evet bu ülke tek bir sesle değil, bir koro halinde şarkı söylemeyi öğrendiği gün; işte o zaman mitinglerde öylesine söylenen sözler gerçek olacak...

15 Kasım 2016 Salı

Lelele Lölölö...

     Bugünkü yazıyı şair Şükrü Erbaş'a ve Levent metrosunda beni sınayan insanlara ithaf ediyorum. Sabah daha kimsenin afyonu patlamamışken ben elimde şiir kitabına gömülmüş hayal dünyasındayım. İçimden dua ediyorum Allah'ım bir şeyler olsa da işe birkaç dakika daha geç gitsem modundayım. Bir gün cesaretimi toplarsam eğer; metroda karşıma oturup eteğini sağa sola sallayan kadına senin derdin nedir dostum diye soracağım. Karşında kitap okumam zoruna mı gidiyor yoksa; bu çocuğun 26 yıldır kör olan gözlerini açayım da sevaba gireyim diye mi düşünüyorsun. 

        Biraz kendimi eleştirmek istiyorum. Neden karamsar yazılar yazıyorum? Ortaokulda çalışkan bir öğrenciyim. Bir gün kantinde sosisli yerken aşık oldum. Evet tam olarak öyle oldu. Kafam her türlü piçliğe çalışır ama mevzu bahis kızlar olunca yüzüm kızarıyor hepinizin bildiği gibi. Kızla ne güzel muhabbete başlıyorum tam sonunu getireceğim , kız bana iyi misin kızardın diyor? Neyse bir şekilde eveleye geveleye kıza ondan hoşlandığımı söyledim. Sonuç malum:

          100 kıza sordular: Hoşlanmadığınız bir erkek sizi sevdiğini söylerse ne cevap verirsiniz?
          Tek popüler cevap aldık: "Ama ben seni bir arkadaş gibi görüyorum."  

         Huyum kurusun hemen oturdum bir taşa empati kuruyorum. Kız haklı diyorum. Daha 12 yaşında ne aşkı. Hem bana gayet güzel derdini anlatmış. Ben sadece derslerime odaklanmak istiyorum. Böyle şeyler için daha çok gencim. Ama sen de iyi bir arkadaşımsın. Seni bir arkadaş olarak çok seviyorum falan. Gururumu okşadı, pış pışladı, eee eee dedi gönderdi :) Tabi reddedilmenin ezikliği ile kızı görünce ortadan kayboluyorum. Yüzüne bakamıyorum. Ulan Yeşilçam filmi olsa kesin o avanak hizmetçi ben olurdum.

     Birkaç gün sonra yine kantinde bir şeyler tıkınıyorum. Kızı okulun sote bir yerine giderken gördüm. Merak ettim bakayım ne yapacak diye. Bir de ne göreyim. O iyi aile kızı, derslerden başını kaldırmayan kız. Türkçeyi 10 yaşında öğrenmiş, nüfusa 6 yıl geç yazılmış bir çocuğun kucağında orasını burasını mıncıklatıyor. İbrahim Tatlıses gibi  kaç para ulan bir flüt diye bağırıp, adaletin sikeyim dünyaya bağladım. Neyse ki annem akşam patates köfte kızartmıştı da aşk acısının tesellisi kolay olmuştu.  

        Şimdi aradan yıllar geçmiş. Güya kafam her türlü kurnazlığa yatıyor ama hala hakkımı birilerine yediriyorum gibi hissediyorum. Çocukken yaramazlık yapmayayım diye televizyonun başına oturtup sabah akşam Yeşilçam'ın acı sonla biten filmlerini izlettiler heralde. Sen kendi bildiğin yolda ilerle, kendi doğrularından şaşma, ne yaşarsan yaşa gülüp geçmesini bil  vs. vs. 26 yaşımda geldiğim nokta şu ki; İt gibi çalışıp küçük hayallerin peşinden koşuyorum. Mutlu olacağım diye bir türkü tutturmuşum. Böyle ota, boka, kuşa, böceğe, hayalimdeki kızlara şiirler yazıyorum. Gömlek alırken verdiğim paraya acıyıp, hiç acımadan onlarca kitap alıyorum. Kariyer basamaklarını üçer beşer çıkmak için insanlar kendisini pazarlarken, ben Yaşar Usta gibi sen bilirsin beyim diyorum patronlara. İnsanlara hayallerimi anlatıyorum, kızlara dürüst davranmaya çalışıyorum. Evet evet bir yerlerde doğru yaptık. Üç yanlışın bir doğruyu götürdüğü ortamda. Benim doğrularım beni mutsuz ediyormuş onu anladım. 

       Yavşak olabilmeli insan iş hayatında adam olabilmesi için, ilişkilerde biraz yalancı olacaksın. Öyle dürüst olurum, idealist olurum, hobilerim olur, şiir yazarım falan bırakın bu işleri. Bu ülke kadınların şiddete en fazla maruz kaldığı ülke. Yanlış taktik Murat yanlış taktik :) Kız kardeşim  bile ödevlerinden çok bunaldığında lelele lölölö diye bağırıp kaçıyor. Sanırım bende insanların riyakarlığından, beni aptal yerine koymaya çalışmasından sıkıldım. Lelele lölölö diye bağırsam kaçıp uzaklaşabilir miyim ki acaba....
          

            

12 Kasım 2016 Cumartesi

Her şeye sahipken, hiç bir şeye sahip olamamak...

        Bundan birkaç yıl önce bir psikologun yanında asistanlık yapan arkadaşımla sohbet ediyorduk.  O aralar tükenmişlik sendromu furyası var. Gel seninle ufak bir test yapalım. Sende belirtileri var dedi. Yüzüne karşı bir şey diyemedim ama içimden bir siktir git demedim değil. Tuhaf bir adamım kabul ediyorum. Eğer içimden geliyorsa çok güzel muhabbet ederim. Çünkü pozitif bir enerjim var. Hayatıma anlam katmaya çalışıyorum. Gülüyorum, güldürüyorum. En çok kendimle alay ediyorum. O kadar çok arkadaşım var ki. Gardropta giymeye kıyamadığım kıyafetler gibiler. O yüzden kafam karışıyor hangisine ilgi göstereceğim konusunda. O yüzden önce bayram mesajlarına dönmemeye başladım, sonra kandiller, yolda gördüğümde yolumu değiştirmeye başladım. Yavaş yavaş eksildiler hayatımdan. 

       Büyümekle çocukluk ettik bir kere yapacak bir şey yok. Büyüdükçe aile denen kavramı da sorguladım. Küçük bir çocukken dedemin bahçesinde koşardık, salıncakta sallanır,  çimenlere uzanırdık. Biz farkında değildik ama aileler bizi kıyaslardı. Benim çocuğum daha zeki, benim çocuğum daha efendi, daha çalışkan... İnsanlar neden çocuk yapar? Misal baba açısından düşünelim. Belli bir yaştan sonra istese de kaldıramıyor. O yüzden kendi oğlunun ki ile gerdeğe giriyor. Anneler mi ah onlar kıyamazlar çocuklarına! 

         Küçücük bir çocuk iken babama bir gün büyük bir futbolcu olacağımı söylerdim. Ufak at da civcivler yesin derdi. Sonra lise de Jack London okumaya başladım. Artık bir kahramanım vardı. Baba dedim ben avukat olacağım. Babam ufak at da civcivler yesin demedi tabi. Büyüdüğüm için şöyle bir imalı baktı. Sonuç belli avukat olamadım. 18 yaşımda edebiyat veya sosyoloji okuyarak para kazanabileceğimi anlatamadığım için; evimden kilometrelerce uzağa gidip ekonomi eğitimi aldım. Evet bugün devletin vergileri bize nasıl geçirdiğini çok iyi biliyorum. Enflasyon, stagflasyon, resesyon, depresyon sorun sorun hiç çekinmeyin. 26 yaşımda kendimce şiirler, makaleler, romanlar yazmaya çalışıyorum. Belki bir gün yazar olabilirim diye. Sütten ağzım yandığı için yoğurdu üfleyerek yiyorum. Çünkü ben yazar olmak istiyorum dersem. Birileri yine ufak at da civcivler yesin diyecek. 

             İş çıkışı Levent'ten Zincirlikuyu'ya kadar yürüyorum. Niye mi? Yaptığım işten neden nefret ettiğimi anlatıp rahatlamak için. İhtiyacım olan tek şey sadece yaşadığımı hissetmek. Şiir okumak, şiir yazmak, sahafları gezmek, yeni kitaplar keşfetmek, küçük esnaf lokantalarına gitmek, Üsküdar'da bir bank köşesine oturup hayal kurmak. Mutlu olmak için her şeye sahip olduğumun farkındayım. Peki siz farkında mısınız? Şu an yaptığım işte zengin olamayacağım kesin. Zaten olmak isteyen kim. Fakat akıl sağlığı, mide ağrısı, sinir, stres... Ben işimi seviyorum. Çünkü her sabah kalkıp okuduğum alanla ilgili faydalı bir şeyler yapabiliyorum. Ekonomiye katma değer katıyorum. Zorlu Ailesi daha zengin olsun, daha fazla yatırım yapsın, daha çok insan istihdam edebilsin, insanlar evlerine ekmek götürebilsin diye çalışıyorum. Peki sevmediğim nedir? İnsanlar...

            Eve elinde kitaplarla girdiği için annesinden azar işiten bir adamım. İşinde çalışırken küçük hatalar yaptığı için sürekli azar işiten bir adamım. Beni ben olduğum için seven kızlara haksızlık edip, olmadığım adama ilgi duyan sonra da arkasına bakmadan çekip giden kızlara değer verdiğim için sürekli yalnız kalan bir adamım. Karamsar diyorlar. Desinler değişemem :) Siz çocukluk arkadaşınızı kendi ellerinizle mezara koydunuz mu? Peki ya beraber hayaller kurduğunuz dostunuzu, kardeşinizi, kuzeninizi... Üç kuruşluk kariyer için birbirinin sırtına basan insanları düşünüyorum her gün. Bir de delicesine yaşamak isteyip de toprağa verdiklerimizi. Sanırım hayattaki en zor şey; geçeceğimiz köprülerle yakacağımız köprüleri ayırt edemememiz...

              Hepimiz acıklı şarkıları seviyoruz. Karamsar hikayeler, kötü sonla biten filmler. Hayatımızın her anında yenilgiyi tadıyoruz. Sürekli şikayetçi olduğumuz bir hayatımız var. Şükürler olsun ki en azından şikayet edebileceğimiz bir hayatımız var. Hepimiz aynı anda iyi insanlar olalım demiyorum. Acı olmayınca tatlı da olmuyor biliyorum. Birileri kalbimizi kıracak ki, onu tamir edecek iyi insanlarla tanışma fırsatımız olsun. Kapı kapıyı açsın. Herkesin yenildiği bir dünya da, kendi yenilgilerimizden zaferler çıkarmayı öğrenelim. Ulan ne bileyim kafam çok karışık. İşimi sevemiyorum, bir kızı sevemiyorum. Halbuki işimi yaptım mı çok iyi yaparım. Sevdim mi de sanırım iyi bir insan olabiliyorum.  Sanırım yaşadığım duygu şu; her şeye sahipken hiçbir şeye sahip olamamak...

8 Kasım 2016 Salı

İş, Aş, Haydar Baş...

         Sabah güneşi görmeden çıktığımız evimize, gecenin karanlığında dönüyoruz. İşe doğru ağır adımlarla ilerlerken mahallenin kedisi Garfield'ı ya bir apartman köşesinde ya da bir arabanın tepesinde fosur fosur uyurken görüyorum. İnsan kediyi kıskanır mı demeyin. İş stresinden nasıl bunaldıysam artık yanına kıvrılıp yatasım geliyor kahpe kedinin... 

             26 yaşımızda daha okyanusu göremeden derede boğulduk iyi mi? Demolotion filmindeki gibi içimdeki nefreti kusmak için balyoz ile boş inşaatlara dalacağım. Hayat bu mu lan diye düşünüyorum be kaynatasızlar siz de öyle düşünmüyor musunuz? Başınıza dikilmiş topuklu ayakkabılarını tıkırdatan yöneticilerden gına gelmedi mi size de? Bütün gün oturarak çalışmaktan sandalyeye kıçını sığdıramayan insanlar görüyorum. Sabah kahvaltısı mı o da ne mesela! Kadınlar doğurganlığını kaybetmiş, erkekler desen takım taklavat baş aşağa gelmiş. Alaaddin'in sihirli lambası gibi ovala ovala belki içinden cin çıkar. 

             İş çıkışında Starbucks'ta konjonktür'ü tartışıyoruz. Arkadaşın biri bilmem kaç ülkeyi görmüş. Afrika'yı merak ediyor. Cape Town'dan girip, Ruanda'dan çıkarım diyor. Tek temennim sikmeseler bari... İtalyan'ların pizzası o kadar da aham şaham değil? Asya'da aç kalırsın ama, ördek ağzı ile kurbağa bacağını mutlaka dene. Keşişlere de sor bakalım kamasutra kan akışına iyi geliyor mu diye. Bu ara düğünlerden çok kına geceleri konuşuluyor. Pardon #HennaNight diyecektim ne kadar da geriden takip ediyorum trendi. Allah'ım inşallah bize de 12 katlı maket pasta kesmeyi nasip eder. 500 kişiye yemek vermezsem çüküm düşer diye düşünüyorum. Girişi kayıkla mı yapsam, beyaz atla mı yapsam hâlâ kararsızım. Mobilya mutlaka İsveç'ten, televizyon izleyerek değerli vaktimi harcamak istemiyorum. O kadar da banel insanlar değiliz. Salon boydan boya kitaplık, L şeklinde kanepe, saten çarşaf ile yatağa kayarak gireceğim. Abi genel kültür olsun diye sağolsunlar her şeyi anlatıyorlar. Cehaletimizi gideriyoruz. Ama insan içinden de vay amına koyim demeden edemiyor. 

         Lan hepiniz mi kazandığınız parayı cebinize indiriyorsunuz. Eve katkı yapan, alışveriş, faturalar ne bileyim kira falan ödemiyor musunuz? Üniversitede KYK kredisi alan da mı yok? Üç kuruş cebine para girince evdeki eşyaları yenileyip, babanızın  borcunu harcını da mı ödemediniz ?  Ulan bizim babalarımız hayata erken atılın derken bildiğin bizi ayakta sikmiş haberimiz yok? Argo kelimeleri bilerek kullanıyorum. Çünkü durumu Türk Dil Kurumu kurallarına göre anlatırsam sahiciliği kalkmıyor. Yeşilcam filmlerindeki kötü adamlar gibi. Fil hakika bu hayat bizi bir güzel icma ediyor da diyebilirdik oysa ki...

           Birkaç sene sonra yumurta götümüze dayanıp borçları kapatıp yeni borçların altına da gireriz biz. Misal evlenelim desek nasıl para biriktireceğiz. Ev döşemek 100 bin diyorlar, söz, nişan, kına gecesi , düğün, balayı... Babama güveneyim desem, adam bana davetiye gönderirsen sevinirim diyor :)  O derece yani. Hayatın en vahim durumu da şu ki; pozitif olup hayatımı dilediğimce yaşarım diyorsun. Kafana göre de bir hayat arkadaşı buluyorsun. Fakat çevremizdeki bok yiyenin evlatlarına biz düğün, balayı falan yapmayacağız diyemiyorsun. Başlık parası kalktı ama, kız dediğin de bedava gitmez kardeşim. Parası olanın bunları hiç düşünmesine gerek yok. Veriyorsun organizasyon şirketine cash parayı onlar senin adına her şeyi yapıyor. 

       Son iki yıldır yaşadığımız iş stresinden dolayı spermler de kalitesini kaybetmiştir diye düşünüyorum. Her sabah karın ağrısı ile işe gelip, kabız olmuş gibi kıvrana kıvrana çalışıyoruz. Hayatımızın en verimli zamanları İstanbul trafiğinde evden işe, işten eve giderken heba oluyor. Bir de patronların yalakası yöneticiler verimlilikten bahsetmiyor mu? Yok biz sizin zamanınızda şöyle yapıyorduk, sizin de yaptığınız iş mi? Bekliyorum bir gün birisi serviste cinnet geçirip vitesin topuzunu sokar ya. Nasip işte bakalım.  İbnelik değil mi bugün de karamsar yazdım. Ama ruh halim gayet rahat. Fren patladı bir kere , yokuş aşağı gidiyorum. Umarım altıma alırım birkaç kişiye de kim vurduya gider...

6 Kasım 2016 Pazar

Gelin olmuş gidiyorlar...

       Söze nasıl başlanır bilemiyorum. Bazen böyle oluyor, bir kelime yazsam arkası gelecek gibi. Yolunda gitmeyen bir şeyler var sanki hayatımda. Bir gün umut doluyor içim , bir gün karamsarım. Metropol hayatı işte ne beklersiniz. Zorluklar içerisinde, maddi sıkıntılar ile boğuşurken nasıl oldu da bugünlere geldik. Okuduk, adam olma yolunda ilerliyoruz. 

      Bugün yine can dostlar ile bir araya geldik. Doğduk, çocuk olduk, büyüdük...Ümit Besen'in deyimiyle gelin olmuş gidiyorsun çağındayız. Ne olacak bu memleket derken, hayallerimize geldi konu. Mahmut hep hayalini kurduğumuz butik kafeyi açtı. Yıllardır gidip geldiğimiz Kuzguncuk artık ikinci evimiz. Ne yalan söyleyelim emlak piyasasını takip ediyoruz. Birkaç seneye evlenip Kuzguncuklu olmanın derdindeyiz. Elimiz ekmek tutalı yıllar oldu. Sorsanız kenarda üç kuruş paramız yok. Hepimizin derdi kendimizden önce ailemizin ekmek derdi. Keşke demiyoruz yaşadığımız her sıkıntı bizi daha da kenetliyor hayata, hayallerimize. Arkamıza dönüp baktığımız da insanlık için küçük ama bizim için büyük adımlar atmışız onun farkına varıyoruz. 

       Hiç aşık olmayan adamlar olarak, kendi yuvamızı kurup başkalarını mutlu etmenin derdindeyiz. Çünkü başkalarını mutlu edebildiğinde mutlu olabileceğimiz gibi absürd bir fikir kazınmış aklımıza. Sadece acı çekmeye değer birini bulamadık doğru zamanı bekliyoruz. Açıkçası bir insana hayallerimizi, geçmişimizi, geleceğimizi ve yapabileceklerimizi anlatmaktan da sıkıldık. Herkes ilişki yaralısı. Ne oldum delisi. Odunların yaşadığı memlekette romantizm beklentileri hat safhada. Romantik yemekler, sürprizler, yurt dışı tatilleri, standart pozlar, orjinal evlenme teklifleri, tek taş yüzük vs.  Valla özümüzde serseri çocuklarız, makul adamlarız. Yapmacık olamıyoruz. Bakmayın edebiyat parçalıyoruz arada, şiirler falan, konuşurken cümlelerin sonu özlü sözlerle bitiyor. Hayal dünyasında yaşıyoruz. İçimizde hala Zeytinburnu stadına sloganlar eşliğinde giren maganda çocuklar var. Okuldan kaçıp mahalle arasında top oynuyoruz. Küfür desen ohooo edebiyatını yaptık. 

         Velhasıl kelam... Nefret ettiğimiz insanlarla iyi geçinmekten sıkıldık artık. Başkalarının mutlu portlerini görmekten de. Biz dişi kırık, usu kırık, mutsuzluğundan da mutluluk çıkarabilen adamların çocukları olarak böyle aşkın ızdırabını deyip yolumuza bakmak istiyoruz. Yaşam bize okuduğumuz bütün kitaplardan daha fazlasını öğretiyor. Çünkü yaşam bize karşı direniyor. Ve biz önümüze çıkan engelleri aştıkça kendimiz olup mutlu olabiliyoruz. O yüzden bizi sizi anlamak zorunda bırakmayın. Daha önemli işlerimiz var... 

4 Kasım 2016 Cuma

Oooo Algı Yönetimi Alırım Bir Dal...

     Bu hafta izin kullanayım dedim. Çocukluğumdan beri beni arada böyle afakanlar basar. İnsanlardan sıkılıp kendi kabuğuma çekilmek isterim. Ne yalan söyleyeyim iyi gelmedi değil. Bol bol okudum, yazdım, şiir karaladım. Temiz hava aldım. Böyle uzun uzun yürüme fırsatım oldu. Dünü, bugünü, yarını düşündüm. Doğduğum büyüdüğüm semti, gelecek hayallerimi, memleketi, insanları düşündüm. 

         Çocukluğumda kış günleri mahalle kömür sobası kokardı. Az çok bacası tüten evlerden kim ısınmış, kim aç kim tok anlardık. Misal öğretmenlerimiz vardı korkusuz, emekçi,sendikacı. Hem okuyup hem çalışan arkadaşlarımız vardı. Herkesin beslenme çantasında karınca kararınca bir şeyler vardı. Yamalı pantolonlar, bezden ayakkabılar vardı. Cumhuriyet bayramları vardı. Bando takımımız, davulumuz tokmağımız, trampetlerimiz vardı. Şarkı söyleyenler çocuklar vardı. Gazozuna ter döken çocuklar vardı. 
           
              Akşamları bir odaya tıkışan kalabalık aileler vardı. Televizyonda Kaygısızlar, Süper Baba, İkinci Bahar, Kemal Sunal filmleri vardı. Parliament sinema geceleri vardı hiç unutmam. Şehit haberleri televizyonda imtina ile verilirdi. Politikacılara saygı duyulurdu. Çünkü birbirlerini sevmeseler de aynı masada memleket meseleleri konuşulabilirdi. Anarşi hep vardı. Duvarlarda sloganlar, sokaklarda eylemler, binlerce faili meçhul cinayetler, ekonomik krizler, terör saldırıları, kimyasal bombalar.  Sene 2016 memleketin hali ortada. Darbe girişimi olmuş. Hem de iktidarın bok yemesi ile vatanın hayırlı evlatlarının giymesi gereken üniformayı sırtına geçiren badem bıyıklılar yüzünden. Devletin tüm kademesine yüz binlerce insan sokmuşlar. İhaleler, köprüler, davalar, ölümler, sınavlar... Amerika Irak'a girmiş. 1,5 milyon insan ölmüş, binlerce kadın tecavüze uğramış. Dönemin başbakanı Amerikan askerinin en az zaiyatla ülkesine dönmesini temenni ederim demiş. İşkenceler, parçalanan topraklar, yeniden çizilen sınırlar. Suriye, İran, Arap baharı tüm komşular tek tek süzgeçten geçmiş. Yolsuzluk davaları, İhanet davaları derken akademisyen, gazeteci, askerler, bilim adamları hapse girmiş. 

        15 yıl boyunca bir ülkenin tarihinde yaşanabilecek ne kadar olay varsa yaşanmış. Ölümler, ihanetler, darbeler, savaşlar, operasyonlar. Bu iktidar yaptığı her yanlışı başka bir yanlış ile düzeltmeye çalışmış. Terörist dediği adamları meclise sokan onlar, doğu anadolu'daki tüm illeri seçimde kaybeden onlar, teröristlere af çıkaran, davul ile zurna ile memlekete sokan, Barzani ile halay çeken, Oslo'da gizli gizli görüşen, doğuda hendekler kazılırken dünyadan bir haber olan, Ankara'da İstanbul'da bombalar patlarken istihbaratı sağlayamayan bu iktidar... Şimdi sıçtığı boku temizleyeyim derken sıvamaya çalışıyor. Yok ekonomimiz hala ayakta. İyiyiz iyiyiz nidaları. Yok Avrupa iki yüzlü. Ulan Papa heykeli önünde protokol imzalayan bendim sanki. Avrupa birliği kriterleri diye zinayı yasal hale getiren de CHP zaten. 

          Çarşamba günleri Diriliş'i , Perşembe günleri Cesur Yüreği, ne bileyim diğer günlerden birinde de Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz'ı izleyip memleket kurtarın lan çomarlar. Karılarınız kızlarınız da prime time kuşağında kısmetse olur izleyip evde kalmış kızlarına talip baksın. Haberleri izlemeyip kendimi kasten cahil bırakmaya çalışıyorum. Ama insanın gözüne sokuyorlar. Allah bizi bildiği gibi yapsın...

2 Kasım 2016 Çarşamba

İlker'siz Geçen Bir Yıl...

     Dile kolay tamı tamına bir yıl geçmiş. Dört mevsimi görmüş sensiz bu gözler. Bir hazan sabahı sararmış yaprakların eşliğinde verdik toprağa. Ölünün arkasından hüngür hüngür ağlayanlar her zaman bana itici gelmişti. Hayat devam ediyordu nasıl olsa diyordum. Yaşamadan bilemiyormuş insan. Ben bu dersi 25 yaşında aldım. Başımı musalla taşındaki naaşına yaslayıp hüngür hüngür ağladım ulan. Arada fenalaştığında hastaneye gitmene alışmıştım. Hiç aklıma gelmezdi bu kadar erken olacağı. Mezarına inip bedenini kucakladılar. Öylece bakakaldık arkandan. Bak aradan bir yıl geçti ben hala kabullenemiyor iken anneni babanı düşünemiyorum bile. 

       Sensiz geçen bir yılda çok şey öğrendim. Tek başıma hayal kurmanın yorgunluğu omuzlarımda. Zor zamanlar için sakladığım çocukluk anılarımı bozdurdum bir ciklet parasına. Her pazar günü eski fotoğraflara bakıp bakıp kendimi avutuyorum. Seninle beraber mahalle arasında oynadığımız topu, ergenliğimizde yaptığımız haytalıkları. Biz hep utangaçtık da, sen hep koca yürekli çocuktun. Sevdiğin kızın karşısına hep sağa sağlam çıktın ya hastalığını bile bile. Hiç ölmeyecekmiş gibi her istediğini yaptın, yarın ölecekmiş gibi de bugünün işini yarına bırakmadın. 

         Yalnızlık diyorlar ya; 
       Ben yalnızlığın Allah'ını bilirim İlker.. Yüzlerce karamsar yazı yazdım ardından, 20 yıllık dost bildiklerim avutamadı beni. En güvendiğim adam bana kimseye güvenmemeyi öğretti. Tek başına ne bok yiyorsun dediler. Ben bir bank köşesinde derdimi kendimi anlatmayı öğrendim. Hayallerimden balonlar yapıp saldım göklere. Bayrammış seyranmış koy götüne gitsin. Tüm arayanları cevapsız bıraktım. Bayramları es geçtim. Ne içimden geldi el öpmek, ne de hal hatır sormak. Kaç tane kuzenim var bilmiyorum saymayı bıraktım. Akrabalık falan da hikaye. Ben bir seni tanırım bir de Hakan'ı... Gönül bağı dediğin başka bir şey. Siyasi görüş, cemaat kavgalarından biz büyüklerimizin de ne mal olduğunu öğrendik. 
   
          Varsa eğer alacağımız dostlarımızdan da , akrabalarımızdan da üstü kalsın. Vereceğimiz varsa da borcumuz borç. Ben can dostumu toprağa vermişim. Hayat devam ediyor diyenin de taa amına koyim. Bak yakışmadı o kadar edebiyat parçaladığım satırlara. Ama inan yüzlerce satır şiir yazsam ardından şu küfür kadar rahatlamayacağım. Unutursun diyorlar, yaşınız genç diyorlar belki de haklılar. Ama gülüşünü anılarıma kazıdım be çocuk. Olur olmadık yerde aklıma geliyorsun gözlerim doluyor. Kimi zaman gecenin bir köründe yatarken, kimi zaman Beylerbeyi'nden geçerken. Çay içerken bile geliyorsun ulan aklıma. 

       Gülüyorum geçiyorum, işe gidiyorum geliyorum, kitap desen okumaya devam, karamsar yazılarım dur durak bilmiyor. Hayat senden sonra da kaldığı yerden devam ediyor. Ama inan kimse anlamıyor beni. Kimsenin yanında seninki kadar rahat değilim. Böyle elimi omzuna atsam, sen başlasan yine hayaller kurmaya. Gezeceğimiz yerleri, izleyeceğimiz filmleri heyecanla anlatsan. Ah ulan ah kelimeler kifayetsiz kalıyor. Bu aralar soruyorlar ne zaman evleneceksin diye. Ulan ben hala çocuğum farkında değiller. 7 yaşında seninle dedemin bahçesinde koşuyorum hala, salıncakta sallanmak için kavga ediyoruz. Sen yemek yememek için bin dereden su getiriyorsun. Yengem seni yedirmek için canla başla mücadele ediyor. İnsanın yazarken eli de titriyormuş İlker. Sayende onu da öğrenmiş oldum. Sahi fani dünya son bulduğunda tekrardan bir araya gelir miyiz? Eski günlerdeki gibi uzun bir sofra kurarız. Belki yine çocuk halimizle oluruz orada. Hiçbir şeyin farkında olmayız. Anneannem sofranın başında olur. Ertuğrul eniştem mangalı yakar. Biz hiç görmedik ama belki İlknur ablan da katılır bize. İnsan düşündükçe ölmeyi de özlüyormuş İlker sen bana onu da öğrettin. Nur içinde yat kardeşim, can dostum, kuzenim. Bir gün hepimiz birilerinin anılarında yaşayacağız...

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...