30 Mayıs 2013 Perşembe

BEN DEMOKRASİ'YE İNANIRIM BENİM PARTİM KAZANDIĞI SÜRECE...

           Adını tarihe kazımış ünlü anarşistlerin hayatını okuyunca ve muhalefet ettikleri adamlara bakınca ne kadar haklı olduklarını çok iyi anlıyorum. Hayatım boyunca hiçbir siyasi partiye veya hiçbir ideolojiye kendimi yakın hissetmedim. Maalesef ailemde böyle uç noktadaki düşüncelere sahip insanlar yoktu. Çevremdeki insanlar geçim derdi ile uğraşmaktan bırakın siyaseti, hakkı hukuku kendine bile vakit ayıramıyordu. Toplumun geneline baktığımızda da bunun böyle olduğunu görüyoruz.

           Maalesef bizi idare edenler hedefi saptırıp bakıç açımızı farklı yerlere yönlendirebiliyor. En basitinden örneklendirmeye başlıyorum. Futbolun dünyanın her yerinde bir afyon olarak kullanıldığını çok iyi biliyoruz. Milyonlarca taraftarın içinden acaba kaç tanesi şu soruyu kendisine sormuştur. Abicim kulüplerin başına neden işadamları geçer. Milyonluk camiayı yöneten bu adamlar bu kadar para harcarken hem kulüpler hem de şirket başkanlarının şirketleri devlete vergi öderken cimri davranır. Taraftar olarak bizim gözümüzde başkanımız kahramandır. Hele de o flaş transferleri yaparsa. Kimse başkanların kara para akladığını düşünmez, transfer ücretini yüksek gösterip vergi kaçırdığını da...

             Peki ülkeyi yönetenlere ne demeli. Ülkede 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırının 3.500 tl civarında olduğu , bir kişinin açlık sınırının 1.050 tl civarında olduğu açıklanırken koskoca ülkenin bakanının 800 lira asgari ücretle bal gibi geçinilir demesi sizce bir ironi değil midir? Siyaset hayatları boyunca nasıl zenginleştiklerini, lüks villalar, sayısız yurtdışı seyahatleri, paravan şirketler kurduklarını kimsecikler merak etmez mi?

            Gerçekten anlayamıyorum. Dini değerleri siyasete katan insanlardan haz etmememin sebebi laikliği savunmamdan değil. Riyakarlığa göz yummadığımdandır. Düşünün ki; Alkol'ün haram olduğunu söyleyip, sağlıklı bir toplum için alkolu yasaklayanların, yasayla zinayı meşru hale getirdiği bir ülkede yaşadığınızı. Bankacılık sektörünün dünyadaki diğer ülkelerden 22 kat daha kazançlı olduğunu. Suriyeli kardeşlerimize kucak açarken, Irak'lı kardeşlerimize atılan bombaları taşıyan uçaklara üs açmaya ne demeli. Ya suçu hala kesinleşmemiş insanların yıllardır hapislerde çürütülmesi. Kurunun yanında yaşların yakılması.

            Aslında daha söyleyecek çok şey var ;ama öyle bir dönemdeyiz ki cahil kalmak bilmekten daha hayırlı...

            

29 Mayıs 2013 Çarşamba

YALAN DÜNYA

          İçim daralmış yine buhranlardayım. Yani birşeyler canımı sıksa da, aklımda bir şeyler gereğinden fazla yer kaplasa da her zaman neşem ve keyfim yerinde. Bu hayatta ailem ve dostlarımdan başka varlığımın olmadığı, kaybedecek bir tek canımın olduğunu anladığım günden bu yana yüzüm hep güleç. Ama ben ve benim gibiler bu hayata karşı ne zaman gülümsesek, bir şeylere göz yumsak mutluluk tacirleri tepemize biniyor.

           Hayatımın dönüm noktaları aklıma geliyor da... Lisede yeşil sahalarda top koştururken bir gün hayalini kurduğum takımın formasını giyeceğim günü hayal ederdim. Kazandığım ilk büyük para ile bir ev alıp annemlere sürpriz yapmayı düşünürdüm. Taa o günlerde birileri bana hayal sattı, kimileri önüme taş koydu. Sonra aldım dersimi, hevesim ve hayallerim kursağımda kalmış bir şekilde tutunacak bir dal aradım ve üniversiteye Trabzon'a gittim. Hayatımda ilk defa öğrenilmiş çaresizlikle başbaşa kaldım. Güvendiğim insanlar düşüncelerimden dolayı bana sırt çevirdi. Beni yaftaladılar, biraz da hor gördüler. Maddiyat denen sıkıntı ;yani görünmeyen prangaları 4 yıl bileklerimde hissettim. Kendimce çok çalıştım, çalışmak zorundaydım. Bir şeyleri bileyim ki bir kez daha çaresizlik ile karşı karşıya kaldığım da mücadelem kolay olsun.

            Ne güzel de planlar yapmıştım. Merkez Bankası'na girebilirdim, Gelir uzmanlığı veya maliye müfettişi de olabilirdim. Hatta okulda kalıp akademisyen olma ihtimalim bile vardı. Ama öyle bir hal almış ki sistem, herkes köşesini kapmış. Bende aldım bavulumu 4 yılın sonunda evime geldim. İnanın bana gittiğim hiçbir iş görüşmesinde para konuşmadım, bedenimi ve hayallerimi kaç kuruşa satacağımın pazarlığına girişmedim. Ne okuduğunuzun, nasıl okuduğunuzun hiçbir önemi yoktu. Piyasa kendisine beyaz yakalı köle arıyordu. Üniversiteden diplomasını rulo yapıp almış milyonlarca arkadaşım sinek kaydı traşlı bir şekilde işverenlerin kapısında dolanıyordu. 5 ay sabrettim. Cebimde bırakın kitap almayı, arkadaşlarımla oturup karşılıklı bir bardak çay içecek para kalmadığı gün beyaz gömleği sırtıma geçirdim ve köle oldum. Ama güzel giyimli bir köle. Beyaz gömleğin üstüne takım elbise giyip, kravatını bağlayan, altına da rugan ayakkabılar giyen cinsten...

             Diyorlar ya hani başarılı olmak için; ya yaptığınız işi sevin ya da sevdiğiniz işi yapın. Valla külliyen yalan. Bu lafı diyenler de sözde kişisel gelişim kitabı yazıp zengin olan, ne olduğu belirsiz kişiler. Açık açık şunu deseler ya; tecavüz kaçınılmazsa sevişmekten zevk alın.

             Eskiden bir maaşla ev geçindiren nesil nerede, şimdi 2 maaşla ay sonunu getiremeyenler nerede...İnsanlar asgari ücret ile yaşam savaşı veriyor, gençler cehaletle kör dövüş yapıyor, yaşlılar azrailin kapıyı çalacağı günü bekliyor...Anlatamıyorum kendimi ya. Kara para aklayan kulüp başkanları, asgari ücretle geçinin deyip milletvekili maaşı yetmiyor diyenler, binlerce insanın ölümüne göz yumanlar, işçilerine yılda 15 gün izni bile çok görenler,işçisini haftada altı gün çalıştırıp bir de sigorta primini en düşükten yatıran patronlar nasıl oluyor da her gece başını yastığa rahat koyuyor. Ve hayatın bütün nimetlerinden faydalanıyor. Üstüne üstlük toplum tarafından saygınlık görüp, kitleler tarafından seviliyorlar.

              Kendi kabuğuma çekilip, olanları görmemeye çalışıyorum. Kaderime razı olup, basit ve sıradan bir insan gibi yaşlanmayı düşünüyorum. Olmuyor ama o gerizekalı kan emici insanların mutlu hayatlarını, aşklarını, sefalarını, paralarını, dertlerini gözümüze sokuyorlar. İşte bu yüzdendir bu sisteme isyanım. Ben isyanımı sadece klavyenin tuşlarına basarak bastırıyorum. Peki diğerleri...

18 Mayıs 2013 Cumartesi

KADINLARI ANLAMA KILAVUZU OLSA!

         Arkama yaslanmışım kitabımı okuyorum. Öyle bir satır geldi ki önüme durdum düşündüm; "Aşk (bir başkasının mutluluğunu istemek olarak anlaşılan tanımını kastederek) aslında hiç doğal olmayan bir olgudur ki kendini nadiren tekrar eder; ruh yeniden bakire kalamayacak hale gelir ve bir başkasının ruhundaki okyanusa dalacak gücü kendinde yeniden bulamaz."

          Şimdi James Joyce abimiz bu lafı dedikten sonra bize halt etmek düşer. Haftanın üç günü çalıştığımdan dolayı hafta içi sabahları televizyona bakma fırsatım oluyor. Sabah izdivaç programı, öğle izdivaç programı, akşam izdivaç programı...Türk insanı olarak ne kadar romantik, sevgiye muhtaç, aşka hasret bir toplum olmuşuz. Paravanın arkasında bir ömür aradığı mutluluğu bulmanın hayali ile yanıp tutuşan binlerce hilkat garibesi. Adam kadına soruyor neyimi beğendiniz diye? Kadın da diyor ki; ailenize çok düşkünsünüz, gerçek aşkı arıyorsunuz, namuslusunuz, çalışkansınız falan filan. 50 yıl aynı yastığa baş koymuş insanlar bu özelliklerini yıllarca keşdemezken bu izdivaç programındakiler bunu nasıl beceriyor anlamış değilim. 

            Gelelim kendime. Bu hayatta her konuda kendime güvenirim, inanırım. Sonuna kadar da kovalarım; ama gel gör ki mevzu bahis karşı cins olunca orada bir dur derim kendime. Bilmiyorum nedendir ama kendimi hep eksik görürüm. Ne kadar mükemmel olmaya çalışırsam o kadar iyi bir kısmet çıkar karşıma diye saçma bir düşünceye kapılmışım. Bundan dolayıdır ki; sürekli bir bekleyiş içerisindeyim. Ben böyle beklerken onlarca güzel ve hamarat kız ya nikah memurunun karşısına oturdu ya da nikah dairesinden gün almasına az kaldı. 

             Biz erkeklerin bir savunma mekanizması vardır. Eğer dış görünüşüne güvenmiyorsa o erkek her zaman sempatiktir. Ona göre kızlar neden hiç iç güzelliğe önem vermiyordur. Evet bende bu görüşe katılıyorum. Sempatik,anlayışlı,güleryüzlü ve sevecen bir insan olarak :) Bir yanda yalnızlığin verdiği doyumsuz haz, diğer yanda sevginin tavan yaptığı anlarda paylaşamayacağın birinin olmaması. Aslında sorun bende. Gel dediğim de gelip, git dediğimde gidecek insan arıyorum. Yalnız kalmak istediğimde ki bu çokça olur bana. Beni yalnız bırakacak, tutunacak bir dal aradığımda da yanı başımda olacak bir insan evladı. Evet çok şey istediğimin farkındayım. İşte daha da yüzsüzleşmemek için yalnız kalmayı devam ettiriyorum. Rahatımı bozabileceğim bir insan evladı ile tanışana dek...

             

16 Mayıs 2013 Perşembe

SALAZARIN 3F'Sİ İŞ BAŞINDA

          Aradan 4 gün geçmesine rağmen derbi tartışmaları hızını kesmemiş durumda...İşin ilginç tarafı da şu hiç kimse maçın skorunu, oynanan oyunu, milyonlarca lira para alan futbolcuların sahadaki verimsizliklerini konuşmuyor. Galatasaray'lı futbolcular ezeli rakiplerine kaybetmelerine rağmen şampiyonluğun keyfini yaşıyor, Fenerbahçeli'ler iki büyük hedefte hüsrana uğramasına rağmen kendini Galatasaray galibiyeti ve 64 maç yaptık teranesi ile avutuyor.

            Bu ülkede milyonlarca insan haftanın 6 günü günde 14 saat çalışarak ayda 800 lira ile geçinmeye çalışırken siz futbolcuların milyonlar kazanıp, böyle bir bahane üretmesi bence yüzsüzlük ve nankörlükten başka bir şey değildir. Çocuk iken babam futbol maçının yayınlandığı kanalı değiştirmesine uyuz olurdum. Bir baba nasıl futbolu sevmez ya. Olabilir miydi böyle bir şey? Ayaklarımı yere sağlam bastığım ilk günden itibaren yıllarca topun peşinden koştum. Üniversiteyi kazanana dek dünyam o futbol topunun etrafında döndü.  Maalesef şunu anladım ki; çocukluğumun en güzel günlerinde aptal yerine konmuşuz. Önümüze bir havuç attılar ve yıllarca o havucu elde etmek için koşturmuşuz. İçimize ufaktan ufağa nefret tohumları ekmişler. Emeğe saygı duymamayı, karşındaki rakip değil insan olsa dahi hoşgörülü davranmamayı içten içe aşılamışlar bize.

             Bugün üzerinde sadece gönül vermiş olduğu renklerin formasını giyen bir çocuk bir hiç uğruna ölüyorsa biz neden hala  sorgusuzca o takımı destekliyoruz. Böyle bir ortamda futbolcular, yöneticiler bizi aptal yerine koyacaksa almayalım o formayı, gitmeyelim o maçlara, dişimizden tırnağımızdan arttırdığımız parayı vermeyelim onlara. Bırakalım biz olmayınca kimin için ve ne için  o topun peşinden koşacaklar.

             Bir adam sahada muz sallamış biz hala yok efendim sahada zenciler yoktu, camiamız üzerindeki komplolar devam ediyor, yıllar önce bizi pet şişe yağmuruna tuttular, maç sonu bizi tahrik etmek için sevindiler. Hayatında topa ayağı ile dokunmamış, heyecanını bile yaşamamış insanların insafsızca, holiganca yaklaşımları yüzünden futboldan zevk alamıyoruz. Eskiden eğlenmek, hayatın stresini unutmak, arkadaşlarla bir araya gelmenin güzel bir yoluydu futbol.

             İnsanlara geçim sıkıntısını, geleceğe dair beklentilerini, demokratik haklarını, gelecek nesillerin durumunu bir günlüğüne değil de her gün unutturmak için futbol bir araç olmuş...

             

             

11 Mayıs 2013 Cumartesi

KRİZ HABERCİLERİ

          Krizler üzerine bir yazı yazmak aslında aklımda yoktu. Ama üniversitede bitirme tezimin ekonomik krizler olması ve son birkaç gündür Güngör Uras ve J.K.Galbraith'ın etkisi ile bu konu hakkında bir yazı yazma gereği duydum.

           Bir ülke neden krize girer, habercileri nelerdir, erken teşhis ve doğru tedaviler ne kadar faydalı olur? Çok ilginçtir ki dünyada bu konuya kafa yoran binlerce bilim adamı ve politikacı olmasına rağmen önceden geleceği tahmin edilen krizler ya tahmin edilemiyor ya da önlemler gerektiği gibi alınmıyor. Krizler iktidarları değiştirip, bazı insanlara büyük fırsatlar sunarken olan yine sabit gelirlilere, emeklilere, emekçilere ve öğrencilere oluyor.

            Türkiye 2002 yılından beri politikada istikrarı yakaladı. Sağlanan bu istikrar beraberinde stabil bir yapı oluşturdu ve ekonomideki dalgalanmaları da azalttı. Ve haliyle rekorlar ve yükselişler gerçekleşti. Eski adıyla İMKB yeni adıyla Borsa İstanbul bugün rekor üstüne rekor kırıyor. Faizler Türkiye tarihinin belki de en düşük seviyelerinde, enflasyon ile başa çıkmak artık Merkez Banka'mız için bir çocuk oyuncağı, döviz sıkıntısı çekme gibi bir durum yaşamıyoruz, her geçen yıl milyonerlerimize yenileri ekleniyor. Türkiye dışarı açılıyor, büyük hayaller kuruluyor

              Ben bunların hepsi için kağıttan kaplan benzetmesi yapmak istiyorum. Boom noktasına az kaldı. Balon hava kaçırmaya başladığı anda her şey tepetaklak olacak. Şimdi bana sağlanan başarıyı küçümsemek için kehanet teorileri ürettiğimi söylemeyin. O yüzden elinizi vicdanınıza koymadan önce isterseniz görmek istemediğiniz rakamlardan bahsedelim.

               Ülke son 10 yılda bu kadar büyürken, milli gelir artarken niçin işsizlik oranlarında herhangi bir düşüş veya iyileşme gerçekleştiremedik. Kişi başına düşen mili geliri 11.000 dolar olarak hesaplayanlar acaba bunun sadece basit bir aritmetik ortalama olduğunu düşünmezler mi hiç. Tüketimi artan halkı refah bir halkmış gibi göstermenin mantığı nedir acaba? Bugün ay sonunu, zaruri ihtiyaçlarını kredi kartları ile getirebilen milyonlarca aile var. Bugün yüksek döviz girişi, yüksek talep oranları, düşük faiz oranları sayesinde çarkı döndürebilen bir ekonomi var. Olası bir krizde ülkeyi terk eden döviz, azalan tüketim, artan işsizliğe dur diyebilecek bir B planımız var mı ? Sanırım yok. Faiz oranlarının düşüklüğü ile övünenler Avrupa,Japonya ve ABD'deki sıfır olan faizleri hiç hesaba katmıyor. Hala en yüksek faizi veren ülkelerdeniz. Her şey bir kenara reel faiz oranını hesaba katan bir vatandaş kitlemiz yok.

                Çok basit bir örnekle bir yabancı açısından ne kadar kazançlı bir ülke olduğumuzu açıklayayım: Bir yabancı faiz oranları %6 olan bir değerli kağıt aldığını düşünelim. Parasını yabancı kurdan değerleyeceği için ülkemizdeki enflasyondan etkilenmeyecek. Çünkü kendi ülkesindeki enflasyon bizimkisinden daha az. Her geçen gün ülkemize giren yatırımcı sayısı arttığından Türk parası değer kazanacak ve yabancı yatırımcı faiz geliri yanında ek bir gelir daha  elde edecek. Devletin yabancı yatırımcılardan vergi almadığını da düşünürsek; galiba bir yerlerde bir yanlış yapıyoruz ama değirmenin suyunu döndürmek için ses etmiyoruz.

                  Hızlı yükselen bir endeks, kendi bölgesinin en yüksek faizini veren ülke, istihdam yaratmayan bir büyüme, karlılığı artan bankacılık sektörü, reel sektördeki durgunluk, spekülatif kazançlar, adil olmayan gelir dağılımı, karışık bir siyasi ortam ve daha fazlası ile Türkiye'yi ilerleyen yıllarda bir krizin beklediğini düşünenlerdenim. Maalesef rahata erdiğimizi düşündüğümüz anda yine kemerleri sıkmak zorunda kalabiliriz. Sadece işimizden olursak iyi, ya daha fazlasını kaybetmek zorunda kalırsak? 

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...