16 Aralık 2017 Cumartesi

Kendimden Uzaklara...

Hayatımızda virajları aldığımız dönemler vardır. Sanırım bugün kendi adıma bir virajı daha aldım. Babamın istediği gibi bir evlat olamayacağımın farkındayım. Elalemin oğulları büyük adam olurken, ben hâlâ küçük ideallerimi eşeleyerek yaşamaya devam ediyorum. Nasıl bir hayat yaşamak istiyorsam onu seçebileceğimi sanıyordum. Tabi bu seçimi yaparken çalışıp çabalamalıydım da. Fakat 27 yaşımda geldiğim nokta şu ki; her geçen gün yalnızlaşıyorum, insanlara tahammülüm kalmadı.Şüpheci, sinirli, dik başlı, hayatın anlamına takılıp kalmış, inatçı, tükürdüğünü yalamayan bir adama dönmüşüm. Hayallerim kurulmuş bir saat gibi; hep 5 dakika sonrasına erteleniyor. Daha önce 2 kez istifa edip kendi adıma daha iyi bir seçim yaptığıma karar vermiştim. İnsanlar her defasında hadi ordan canım, biz bu lafları çok duyduk, o yollardan biz de geçtik bak burada 10. yılını kutlayacağız demişlerdi. 

Evet bugün üçüncü kez istifa etmeye kesinlikle karar verdim. Mülakata girdiğim gün bana gelecekte kendini nerede görüyorsun dediklerinde açık sözlülükle yüksek lisansım bitene kadar çalışmak istiyorum; sonrasında kendi yoluma gideceğim demiştim. Evet yüksek lisansa başlama ve bitirme sürecim biraz uzadı. Ben 3 yıl demiştim fakat 2018 Ağustos ayında 4 yıl olmuş olacak. O yüzden hedefimden bir yıl sapmış bulundum. 

Şapkayı önüme koyduğumda neden istifa etmemeliyim diye sordum kendime. Ekonomik şartlar kötü, aileme bir ev almalıyım, ya istediğim işi ve şartları bulamazsam kaygısı, ailem ne der, verecekleri terfinin maaşımı 3 kuruş arttırması ve terfini aldın şimdi daha çok çalışmalı ve birkaç sene daha çile çekmelisin anlayışı. Kısacası bugün çalıştığım yerin bana bir gelecek vaat etmediği açık ve net. 

Sabahları işe gitmek için kendimi motive edeceğim hiçbir sebep yok. İşinizden nefret edebilirsiniz, kazandığınız paradan memnun olmayabilirsiniz, yöneticileriniz sizi anlamıyor olabilir. Ama iş arkadaşlarınızla olan bağınız koptu ise. Sanırım daha fazla zorlamanın alemi yok. Benim için Zorlu Holding kariyerim manen bugün bitmiştir. Bir aksilik olmazsa en geç 4. yılımı tamamlayacağım 20 Ağustos 2018 tarihine kadar madden de bitmiş olacak. Daha önce 2 kez istifa ederken de kendime kesin bir tarih ve amaç vermiştim. Daha önce 2 kez başardım. Sıra üçüncüsünde. 

El Camino de Santiago türkçesi ile St. James Yolu macerası ile kendimi arayışa çıkacağım. Amacım seyyah olmak değil tabi ki. 21. yüzyıl da bunu genç yaşta başarmak her yiğidin harcı değil. Hele de benim gibi kazandığı para ile ailesinin geçimine katkı yapmak zorunda olan, her fikre açık olmayan bir ailesi olan, kısacası yaşamak için para kazanmak zorunda olan insanların bunu yapması zor. 

Daha önce belirlediğim kaba taslak rotamı artık her gün kendime yarım saat ayırarak genişleteceğim. Tamamen kültür turu olacak. Kütüphaneler, dini mabedler, kır yaşamının keşfi ve edebiyat. Binlerce kitap okumuş az çok belli bir birikime sahip olmuş birisi olarak dünyayı sadece kitap yapraklarından değil doğasından, kokusundan ve insanlarından da öğrenmem gerekiyor. 

Belki bir süre buradan uzaklaşırsam aileme, akrabalarıma, kuzenlerime ve arkadaş dediğim insanlara karşı olan inancımı da yeniden kazanabilirim. Tek yapmam gereken 8 ay içerisinde uzaklara gitme hedefim için gerekli adımları atmak. Gitmeliyim uzaklara, en çok da kendimden uzaklara...

25 Kasım 2017 Cumartesi

Balkanların Gorki'si: Panait Istrati

   Gün henüz aydınlamadan yollara düşüp, güneş battıktan sonra eve döndüğümüz şu günlerde zamanın acımasız davrandığı bizler için tutunacak dallar arıyoruz. Benim tutunacak dalım edebiyata olan tutkum, doymak bilmeyen okuma ve yazma arzum sanırsam. İşte bu yazımda geç keşfedilmiş, hayatın çemberinden defalarca geçmiş, ölümün kıyısında dolaşmış, sefaletin dibini defalarca görmesine rağmen her defasında çıkmasını bilmiş ve kendi deyişiyle büyük arzularla fakat küçük imkanlarla doğmuş Panait Istraiti'yi anlatacağım. 

     Kimilerine sorduğunuzda hiç bir çağrışım yapmaz, kimileri hatırlar gibidir. Çoğumuzun aklında "Arkadaş" kitabı ile yer edinmiştir. Rum bir kaçakçı ile geçimini çamaşırcılıkla sağlayan Rumen köylüsü bir annenin evladıdır. Kitaplarında hep annesine olan sevgisine ve vefa borcuna değinmiştir. Ama gün geldiğinde içindeki o dayanılmaz arzuları daha fazla dizginleyemeyerek anasını bir başına bırakıp 12 yaşında hayatının serüvenine çıkmıştır. Dünyayı ve insanları tanıma arzusu ile yanıp tutuşmaktadır. Fakat şu da bir gerçek ki; bir hayal uğruna çıkılan yol da çokça acılar çekecektir. Bugün ben de içimde ondaki gibi bir tutkuyla yanıp tutuşuyorum. Fakat onun 12 yaşındaki cesaretine 27 yaşımda birisi olarak henüz sahip değilim.

   25 yıl süren avarelik döneminde meyhanelerde ayakçılık, çilingirlik, inşaat işçiliği, hamallık, boyacılık, gazetecilik, uşaklık gibi birbirinden farklı ve çile dolu işlerde çalışmıştır. İstanbul, Mısır, İskenderiye, Beyrut, Yafa, İbrail, Bükreş, Köstence, Atina, Fransa gibi pek çok yerleri beş parasız gezmiştir. 25 yıllık serüvenin sonunda en yakın arkadaşı Mihail'in kaybının acısı, düş kırıklıkları, buruk sevdaları ve büyük bir ümitsizlikle boğazını keserek yaşamına son vermeye çalışmıştır. Fakat 1921 yılında ünlü Fransız yazar Romain Rolland'a yazdığı mektup hayatının seyrini değiştirmiştir. Ve talih bu müthiş öykülerin yazarını edebiyat dünyasına kazandırmıştır. 12 yaşında çulsuz olarak ayrıldığı ülkesine yıllar sonra büyük bir yazar olarak dönmüştür. 

    Hayat Yollarında kitabında 12 yaşındaki bir çocuğun meyhaneye çırak olarak girip yetişkin bir adam olarak çıkışını okuduk. Sokak Kızı kitabında iki çocuğun aynı kıza aşık olup bir gün onları terk etmesinden sonra yaptıkları kader arkadaşlığını okuduk. Yıllar sonra sevdikleri o kızı bir Orospu olarak bulduklarında kaderlerinin tepetaklak oluşunu, aşırı sevginin insanlara nasıl zarar verdiğini okuduk. 

     Onun eserlerinde korkusuz bir çocuğun geçim derdini, anne sevgisini, yaramazlıklarını, şairliğini, koşulsuz sevgisini, dürüst ve namuslu kalma çabalarını, varını yoğunu paylaşmasını, açlığı, yoksulluğu, çaresizliği fakat tüm olanlara rağmen hayattan zevk alma kabiliyetini, her gün yeniden yeşeren ümidini, güzel günlerin geleceğine dair beklentilerini bulabilirsiniz. 

     Ben de herkes gibi Arkadaş kitabı ile Istrati'yi tanıdım. Bitirdiğimde rüyadan uyanmak istemedim. Çünkü okurken kendimden geçmiştim. Yazarlar hakkında eleştirel veya kitaplarını yorumlayan yazıları sevmem. Herkesin yaşam derdi, hayal gücü, idealleri ve hayat felsefesi birbirinden farklı olduğu için her yazarın kendi özgü güzelliği vardır. O yüzden benim amacım Panait Istrati diye bir büyük yetenek var demek. Ve hâlâ okumayanlar varsa bir kez daha düşünmeye sevk etmektir. Yazımı bitirirken Arkadaş kitabından altını çizdiğim ve ne kadar aynı düşünce dünyasına sahip olduğumuzu gördüğüm cümlelerini paylaşacağım.  Ruhun şad olsun Balkanların Gorkisi...

 "Hayatın büyüklüğü dediğin de neymiş? Bizim gibi yoksul insanlara mı kalmış öyle şeylerle uğraşmak? Benim iki frankla boğaz tokluğuna günde on beş saat didinmemin neresinde büyüklük? Papazlar gibi başını kitaptan kaldırmıyorsun da ne geçiyor eline bu okumalardan? Bakkal Elia'nın imzasını atmaktan başka bir şey bildiği yok ama, milyoner olmuş." (Arkadaş, syf. 11)

"Adrian , hayatı nasıl anladığını annesine açıklamaya bir hayli çalışmıştı ama boşuna: Edebiyatı ve güzel sanatları sevmek; yeryüzünün güzelliklerini tatmak; insanları ezenlerin saflarında yer almamak; onun için de maddi bakımdan azla yetinmek; doğruluktan ayrılmamak; insanlarla kardeşçe geçinmek; iyi bir arkadaşa bağlanmak; çevresine elinden geldiğince iyilik yapmak..." (Arkadaş, syf. 12)

"Bir insanı tanıyabilmek için ilkin onu sevmek gerek. İlgilendiğimiz insanlar bize kendilerini sevdirirler, böylece onları tanımamıza olanak verirler. Bütün kalpleri açan ancak sevgidir bence" ( Arkadaş, syf. 31)

"Sefalet; şu içinde yüzdüğüm dipsiz yoksulluk ve pislik değildir. Sevdiği hayatı sürdürmek için bütün olanaklara sahip olduğu halde, bunu yapamayan insanın durumudur." ( Arkadaş, syf.65)

        

22 Kasım 2017 Çarşamba

Kendime Mektup...

İnsanın kendisi ile dertleşmesi kadar güzel bir şey yok diye düşünüyorum bilmem katılır mısınız? O yüzden kendime mektup yazmaya karar verdim. Lanetli yaş olan 27'nin bitmesine 4 ay kala Ahmet Erhan'ın meşhur şiirinde dediği gibi "Bugün de ölmedim Anne" diyebilirim. Zaman nasıl da çabucak geçiyor anlamış değilim. Geçmişe dönüp yazdığım yazılara bakıyorum. Üniversiteye yeni başladığım ilk günlerde geleceğe dair umutlarımı, çelişkilerimi yazıyormuşum. Çektiğimiz maddi sıkıntılar, ekonomik krizin tarumar ettiği babam, geleceğe dair şüpheci ve karamsar düşüncelerim. Tüm sıkıntılar bir şekilde atlatılıyormuş. Ve her geçen gün karşımıza yenileri çıkıyormuş. 

6 yaşımda babamın hayalini gerçekleştirmem için üzerime kırmızı beyaz, bana iki üç beden büyük gelen formayı giydirdiler. 14 yıl aralıksız topun peşinden koştum. Yine 6 yaşıma yeni girmişken annem bana okuma yazmayı öğretti. Kendisini okutmamıştı babası; ama o oğlunu okutacaktı. Bugün 27 yaşımda ne hayalimdeki gibi bir futbolcu olabildim ne de üstün derecelerle okullarımı bitirdim. Aynı anda iki şeyde başarılı olmak isterken ikisi de yarım kaldı. Benden hep yetenekli ama şanssız bir adam olarak bahsettiler. Hayatın farklı dönemlerinde iyi bir futbolcu olmak istedim, iyi bir avukat olmak istedim, sonra üniversitede iktisat eğitimi aldım. Ekonomiden iyi anlamak istedim. Yazmak bir tutku oldu bende, bugün iyi bir yazar olmak istiyorum. Okumayı seviyorum iyi bir akademisyen olmak istiyorum. Ben hep istedim ve isteklerimin de peşinden sonuna kadar koştum. Başarısız oldum kabul ediyorum ama çıktığım her yolculuk ardımda güzel hikayeler bıraktı. 

Çocukluğum kalabalık bir ailede geçti. İzmit'teki dede evimiz bugün bile aklımdan çıkmıyor. Anneannemin rengarenk çiçekleri vardı evin önünde. Bahar ile beraber renk cümbüşü olurdu bahçede. Sömestr ve yaz tatillerinde oraya gitmek için can atardım. Bayramlarda bir sofra kurulurdu ki sormayın gitsin. 7 kardeş düzinelerce torun masada yaklaşık 40 kişi. Turgut Uyar'ın da dediği gibi "Sanırım büyümekle çocukluk etmişiz."  Bugün artık herkes bayramlarda kendi evlerinde küçük sofralar kuruyor. 40 tane kuzenim vardır diye düşünüyorum. İçlerinden en sevdiğimi kendi ellerimle toprağa gömdüm, diğerine Allah uzun ömür versin. 

Zeytinburnu gibi bir yerde yetişkinliğe eriştim, İzmit'in taşralarında masmavi gökyüzüne bakıp yemyeşil çayırlarda koşarak büyüdüm. Ekonomik krizden alınacak dersi çok erken yaşta öğrendim. Bireysel olarak özgür olabilmek için ekonomik olarak özgür olmanın kıymetini de çok geçmeden anladım. Bir ömür boyu yanımdan ayrılmasın istediğim arkadaşlarım vardı oysa şimdi yolda görünce yolumu değiştirir oldum. Kalabalık ailemde, kalabalık arkadaş ortamında yalnızlığı yaşıyorum. 

Bugün hâlâ işime şikayet ederek gidiyorum. Olmak istediğim adam olmak isterken, kendim olmayı unutmuşum. İş hayatının stresi, geçim derdi, omuzlarımdaki vefa borçları günden güne beni eritmiş. Bir zamanlar sessiz sakin bir çocuk iken, bugün iş yerinde asabi, sinirli, tahammülsüz olmuşum. İnsanların iki yüzlülüğünden, adil olmayan rekabet koşullarından, fırsat eşitsizliğinden bunalmışım. Oysa türkü tadında yaşamak varken hayatı, her gün monoton bir müziğin melodisinde hayatı nakarata sarmışım. 

22 yaşımda evlenebileceğim bir kızla tanışmıştım. Geleceğimin belirsizliği, benim korkaklığım, kendimi bile mutlu edemezken bir başkasını nasıl mutlu edebilirim gibi saçma bir görüşe tutulup kalmam yüzünden ellerimin arasında kayıp gitti. Aradan 5 yıl geçtikten sonra hayaller kurarken karşıma kucağında çocuğu ile çıkana kadar kendime gelemedim. Hayat çok tuhaf değil mi? Benim payıma düşen mutluluğu bir başkası almış. Fakat hayat her zaman ikinci bir şansı veriyor. İşte geçen sene yine bu zamanlarda evlenilecek bir kız tanımıştım ki ; hayatımı zindana çeviren iş ortamı yüzünden o kıza da bir gelecek vaat edemediğim için elimden kayıp gidişini seyrettim.  Üçüncü bir şansı ne zaman elde ederim bilmiyorum ama özgüven denen kavram bende büyük yaralar aldı. 

Hayattan dersler almaya devam ediyorum. Fakat teori de öğrendiklerimi henüz pratiğe dökme fırsatım olmadı. Annemin dediği gibi " O kadar kitap okuyorsun, yazıyorsun, felsefe yapıyorsun. Ne değişti sende. Neyi daha iyi yapıyorsun." Evet annem sonuna kadar haklı. Mum dibine ışık vermez misali. Ne kardeşime sahip olduğum bilgileri aktarabildim şu ana kadar, ne farklı görüşlerimi heyecanımı, hayallerimi anlatabildim arkadaşlarıma. İçimdeki iflah olmaz romantik olmayan kadınlara şiirler yazmaya devam ediyor. Kendimle alay edip, başkalarına verebileceğim sevgiyi koparıp koparıp martılara atıyorum. Bu kafayla devam edersem daha çok bank köşelerinde oturur, martıların uçuşunu izlerim... 

16 Kasım 2017 Perşembe

Entelektüel Mastürbasyon...

    Yatağa uzanmış internette zapping yaparken Kardeş Payı'nın duygusal sahnelerine ve sistemi inceden inceden eleştirip hatta kalın kalın içinden geçtiği bölümlere rast geldim. Kalktım yerimden taa amına koyim böyle düzenin dedim. Birazcık geçtiğimiz günlerin muhasebesini çıkartayım, birazcık da kendimle taşak geçeyim dedim.

      Geçtiğimiz günlerde radikal bir karar alıp zayıflamak için ilk adımları attım. Akşamları işten çıktından sonra hızlı tempo ile eve yürüyorum. Eve gelince hemen eşofmanlarımı giyip 1 saat koşu yapıyorum. Bir haftadır pırasa, ıspanak ve karnabahar yiyorum. Abur cubur yerine meyve yiyorum. Bok boğazım boş durmuyor ama kendimce daha sağlıklı besinler tüketiyorum. Rocky'i izleyip Edriyınnn diye bağırıyorum. Eye of the tiger dinleyip gaza geliyorum, ama şınav mekik çekmiyorum. Hayal kurarak kalori yakıyorum. Zayıfladıktan sonra eğer kas yaparsam yazın mahallede üstüm çıplak dolaşmayı düşünüyorum. 

           Malum instagramda sürekli okuduğum kitapların paylaşımlarını yapıyorum. Kitaplara kısaca tanıtım yazıları yazıyorum. Yetmiyor bir de Leyla gibi kendi yazdığım şiirleri paylaşıyorum. Bundan yıllar önce liseli bir ergenken tek hayalim futbolcu olmaktı. 18 yaşımda evimden 750 km ötede göt gibi kalınca vücudumu geliştirmek yerine beynimi geliştirmek zorunda kaldım. Kimilerine göre entelektüel mastürbasyon yapıyorum. Sanki çok okuyunca bir bok oluyor. Söylesene lan hangi okuldan mezunsun, nerede çalışıyorsun, kaç para maaş alıyorsun ? Tabi bunlar önemli yoksa okuduğun kitabın... Bir de nasıl bir yokluk çektiğimle ilgili alay edenler var. Kimilerine göre imkansızı istiyormuşum, kız beğenmiyormuşum,  kendimi hor görüyormuşum, kitap okumaktan beynim sulanmış, bir arkadaşım açık açık sordu Murat sen Gay misin diye? Tabi onlarda haklı bu gidişle aklımızı kaybedip birbirimizi sikmezsek iyidir...


    Bir de iş hayatı var tabi. Şunu anlıyorum ki; insan 3 yılda bir iş değiştirmeli. Gereksiz yere yıpranıyorsunuz. O güzelim arkadaşlarınızı bıçaklama isteği uyanıyor içinizde. Durum kişisel değil, tamamen organizasyon şemasının bozukluğundan. İstifa edeceğim benim hayallerim var diyen binlerce mal değneği var etrafta. Tıpkı benim gibi. Herkes bir fark yaratmanın peşinde. Kilolu olanlar spora gidip zayıflayınca şirketteki bekar kızları tavlayacağını düşünür, kilolu kızlar zayıflayınca şirketteki kariyer sahibi bekar erkekleri baştan çıkartacağını düşünür. Emin olun sizin hep hakkınız yeniyordur, bir başkaları eli cebinde başarı merdivenlerini çıkıyordur. Yüzüne güldüğünüz insanların arkasından cibiliyetini siktiğim mutlaka diyorsunuzdur. Mesela siz aldığınız maaşla evin kirasını, faturaları öderken bir de bu yetmezmiş gibi kredi kartı borçlarınızın asgari ücretini bile ucu ucuna öderken. Birileri haftasonları iki günlüğüne Budapeşte'ye, Prag'a, Barcelona'ya, Roma'ya kaçamak yapar. Kusura bakmayın hayat mı lan bu demeyeceğim. Adaletini sikeyim dünya daha uygun kaçıyor. Çocukluğumuzdaki reklamlar aklınıza gelsin. Nazar etme n'olur çalış senin de olur. 


       Tüm bu olanlara gülüp geçmeyi, üzerinden kara mizah yapmayı, kendinizle alay etmeyi öğreniyorsunuz. Çünkü değiştiremeyeceğiniz bazı gerçekler var. Yıllar önceki ekonomik kriz belinizi bükmüş, yıllar yılı bitmeyen borçları ancak siz okulu bitirip para kazanınca ödeyebilmişsinizdir. Daha evlenip kendi yuvanızı kurmadan kira ve fatura ödemekten, annenizin dünkü boksunuz muamelesine katlanmaktan, babanızın;  hele bizim oğlan da tam sikilecek kıvama gelmiş çalışsın da görsün ebesininkini diyerek hayatı öğrendiğiniz zamanlardan bıkmışsınızdır. Şimdi buradan Neyzen Tevfik'i rahmetle anıyorum. Ve onun meşhur Mecnun şiirini kendime uyarlayarak yazımı noktalıyorum:

Yürü be ehli deve endamını göreyim...
İsyan ederek geçen günlerin ecdadını sikeyim
Mecnun gibi top muyum bir am için öleyim
Leyla'yı da sikeyim Mecnun'u da sikeyim

Yansın çalışanların alayı, su veren itfaiyenin hortumunu sikeyim
Düşmüşüz bir kariyer belasına
Yalamadık diye birilerinin götünü, terfi kalmış yarınlara
Ben böyle yarınların gelmişini geçmişini sikeyim...


12 Kasım 2017 Pazar

Edebiyat Serüvenim...

     Sanırım on yıldır blog yazıyorum. İlk başladığım günlerde içimde ayrı bir heyecan vardı. Bir şeyleri değiştirebileceğimi düşünüyordum. Okuduğum kitapların eleştirilerini veya bilgi bültenini yazıyordum. Yeni yeni iktisat öğrenen bir öğrenci olarak ekonomik iştahımı gideren yazılar yazıyordum. Siyasi yönüm hep sola dönüktü ama yetiştiğim çevre ağırlıklı olarak sağa bakıyordu. O yüzden keskin sirke küpüne zarar diyerek hep realist, aklı selim bir siyasi alt yapıya sahip olmaya çalıştım. Nitekim geldiğim noktada doğru adımlar attığımı gördüm. Zamanla şiir yazmaya başladım, edebi olarak kısa hikayeler yazmaya çalıştım. Arada soran arkadaşlarım oluyor, bu kadar iyi yazıyorsun neden edebiyat dergilerine göndermiyorsun, neden daha profesyonel bir site yapmıyorsun. O kadar insanın kitabı çıkıyor senin neyin eksik. Popüler olmak, insanların dikkatini ve ilgisini çekmek güzel bir şey sanırım. Ama ben hep kalabalıklar korktum ve utandım. Yaptığın iyi işlerden övünemeyecek kadar otoriter bir babanın gölgesi altında büyüdüm. En büyük övünç kaynağımız fakirliğimiz ve mütevazi kalabilme çabamızdı. 

29 Ekim 2017 Pazar

Pazar Günü Düşünceleri...

    29 Ekim Cumhuriyet bayramı ile ilgili haberleri, programları izliyorum. Sokaklara asılan bayraklara, yapılan etkinliklere bakıyorum. Aşikar olan bir şey var. Zoraki yapıldığı ortada. Örneğin Kuzguncuk'ta sokakları süsleyen Kuzguncuklular Derneği'ydi. Belediye'den olandan bitenden haberi. Eskiden okullarda tatlı bir telaş olurdu. Okulların bando takımları sokaklarda yürür, halk onları bayraklar sallayarak selamlardı. 

       Bugün iktidar FETÖ hüsranı ve açılım süreci fiyaskosundan sonra sığınılabilecek en güvenli liman olan Atatürk'e sığınmak zorunda kaldı. Birlik mesajı, güçlüyüz mesajı, dış mihraklar, milli egemenlik falan filan. Gazeteler ve haberler 29 Ekim coşku ile kutlanıyor manşetleri ile süslü. Hayat ne tuhaf öyle değil mi? Şu an elimde Yılmaz Özdil'in son çıkan kitabı "Sen Kimsin" var. Yılmaz Özdil'in köşe yazılarını üniversitede iken satırı satırına okurdum. Son 3 yıldır nadiren ayda yılda bir okurum. Çıkan her kitabı kitaplığımda yerini de almıştır. Beğeniriz beğenmeyiz. Eleştiririz eleştirmeyiz. Ama şu bir gerçek yazdığı kitaplara gazeteciliğin tarih kitabı gibi. Her liderin, her siyasi aktörün televizyonlarda, gazetelerde, dijital basında ve canlı yayında söylediklerini satır satır önümüze koyuyor. İnkar edilemez. Ve tarih bize Mustafa Kemal'in 100 öncesinden bile söylediklerinin tek tek çıktığını gösteriyor. 

        Gelelim diğer konulara. Bu yazıyı sadece 29 Ekim'e ayırmayı düşünmüyorum. Çünkü o kadar çok anlattık, konuştuk ama günün sonunda söylediklerimizi aleyhimize kullandılar. Yunus Günçe şiir kitabı çıkarmış. Hali hazırda bende 18 yaşımdan beri düzenli olarak yazan birisiyim. Hâlâ daha yazdıklarımı yayınlamaya çekinirken ve her geçen gün kendimi geliştirirken böyle sapsız adamların saçma sapan kitaplarına maruz kalmak çok canımı sıkıyor. Sosyal medyada takipçi satın alıp, kendisini şişirenlerin kitap bastığı, sosyal bir mesajı olmayan, kültürel ve entelektüel birikimi olmayanların roman yazıp bir de üstüne bunların filminin çekildiği bir ortamda sahi ne yapmalı bilmiyorum? 

         İki şiir kitabını bitirdim bir de roman çalışmam var.  Dergilere göndermeye üşeniyorum, yayın evlerine gitmeye de şüphe ediyorum. Ben kimim ki? İş hayatına girerken de, sporculuk yaparken de hiç kimseden yardım isteyemedim. Birileriyle yavşaklık derecesinde ilişki kuramadım. Bugün bir edebiyat dergisine binlerce öykü ve şiir gönderilirken içinden tanıdıkların eserleri seçilirken ne yapmalı onu da bilmiyorum. En iyisi kendi arkadaş çevrem ile yetinmek. Beni anlayan insanlarla okuyup, sohbet eder. Küçük dünyamızla tatmin oluruz. Egoya ve kibire bulaşmadan güzel sohbetler ederiz. Zaten 30 yaşından önce eser yayınlamanın bu devirde sakıncaları var. Biraz daha pişmemiz lazım. İnsanlar yazdıklarımızı okuduklarında pişmemiş, ham fikirlere maruz kalmasın. Ne dersiniz bir gün bizim de yazdıklarımız okunmaya değer olur mu? 
            

19 Ekim 2017 Perşembe

Mahsur Kalmış Hayat...

    Bir Perşembe akşamı haftasonu tatiline 24 saat kala sevdiğim şairlerin resimlerine bakarak bu satırları yazıyorum. Düzenli aralıklarla yaşadığım bunalım sürecinin içerisindeyim. Yolda yürürken kaldırım taşlarına üçer üçer basıyor, metroda bilerek tam ortaya oturup insanların beni sıkıştırmasına müsaade ediyor, ders çalışmadan önce ikilem yaşayıp; önce ders mi çalışsam yoksa mastürbasyon mu yapsam diye düşünüp nefsime mağlup oluyorum. 

    Hayatı ıskaladığımın maalesef farkındayım. Tıpkı bir beyzbol oyuncusu gibi hayatı ıskaladığım her gün için küfür ediyorum. Çevremdeki insanların benim hakkımdaki düşüncelerinin de farkındayım. Kimileri bu aralar benim için eminim küfürbaz diyordur, kimileri umutsuz bir romantik olduğumu düşünüyordur, iş arkadaşlarım çalışırken agresif ve karamsar olduğumdan emindirler. Çünkü "Hayat mı lan bu" repliği ile güne başlayıp günü bitiriyorum. 

   Babam sanırsam artık akışına bıraktı. Hâlâ bir araya gelip geleceğim hakkında konuşamadık. Sanırım konuyu benim açmamı bekliyor. Bir gün yanına gidip eee Fiko zamanı gelmedi mi sence? Sahi baba olmak nasıl bir duygu düşüncelerini öğrenmek isterim. Mesela 27 yaşında bir oğlun var. Çok fazla kitap okumaktan balataları yaktığını düşünüyorsundur. Ne bileyim kahveye gittiğinde yaşıtların dede olmuş, çocuklarını evlendiriyor. Bekar olanları dünyayı geziyor, dünyayı gezemeyenler eminim pompadan pompaya koşuyordur. E bazı akşamlarda eve sarhoş geliyorlardır. Peki senin oğlun ne yapıyor. Annesinin yaptığı enfes kurabiyeleri çay ile mideye indiriyor. Daha evlenmeden göbek sahibi oldu. Bu işin sonu nereye gidiyor. Çekip kenara konuşmayacak mısın artık? 

    Haa  annemi de unutmadım. Öğrencilik hayatım bitmedi, dersler nasıl gidiyor diye sormaya devam ediyor. İş çıkışı eve vaktinde geldiğimde hayırdır bu akşam mesaiye kalmamışsın diyor. Kariyerim ile ilgili yol haritası çiziyor. Bu kadar işinden şikayet etme, iyi bir kariyerin olacak falan diyor. Doktora yaptıktan sonra akademisyen olabiliyorsan ol diyor. Bir de artık kendine bir çeki düzen ver. Gencecik yaşında yakışıyor mu şu göbek. Bak eşşoğluna eve gelirken de çitozunu patozunu da almış gelmiş. Ne diyeyim ben...

      Kendimi 25 yıllık evliliğini bitirdikten sonra eski karısını unutamayan erkekler gibi hissediyorum. Hiçbir şeyden zevk almıyorum. Bu duruma nasıl geldim inanın bilmiyorum. Birileri beni incitir diye lise birinci sınıftan beri kimseye aşık olmuyorum. Fakat Bob Marley demiyor muydu: "Hayatta herkes seni incitecek, önemli olan acı çekmeye değer birini bulmak." Evet umutsuz bir romantik mi oldum yoksa. Kilo versem, eskisi gibi aynanın karşısına geçip karın kaslarımı izlesem mutlu olur muyum? Hoşlandığım kızlar fit bir vücut görünümüne tav olurlar mı? Hadi canım sizde? Okuduğum binlerce kitap, entelektüel birikim, mizah anlayışım, müzik ve film kültürüm, gelecek hayallerim, kendim olma çabalarım bunların hiç mi önemi yok ? 

        Kaç yıl oldu yazmaya başlayalı bilmiyorum ama; bu blogda yazdıklarım neredeyse 200.000 kez okunmuş. Diğer yazdıklarımla beraber yarım milyon kez okunmuşum. Ne için? Popüler olmak için mi, en kısa zamanda piyasaya bir kitap sürüp çok satanlar listesine girerek kısa yoldan parayı bulmak için mi? Lanet olası şu küçücük dünyada benimle aynı fikirleri paylaşan insanları bulmak için tüm bu yazdıklarım. Ve yolculuk devam ediyor. Henüz içimi dökebileceğim bir kadınla karşılaşamadım. Çünkü biliyorum Cemal Süreya'nın da dediği gibi: Dökmeye niyetim yok içimi, zor sığdırdım zaten." 

1 Ekim 2017 Pazar

TO DO LIST...

Eminim ki hepimizin 30 yaşına gelmeden önce  bir to do list'i ( yapılacaklar listesi) vardır. Hayatı akışına bırakamayacak kadar berrak bir hayatımız olmadığına göre, yeni doğan her gün serengeti ormanlarındaki aç aslan sürüsü gibi bir hedefin peşinden koşmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Daha az ile yetinip, sade bir yaşantıya elbette sahip olabiliriz. 

Çevremden farklı tepkiler almaya başladım. Hiçbir zaman popüler, karizmatik, sözüne itibar edilen birisi olmaya çalışmadım. Zaten istesem de öyle olabilecek donanıma da sahip değilim. Hem dış görünüş olarak, hem de düşünce dünyası olarak. Misal kimileri neden bu kadar karamsar cümleler kuruyorsun diyorlar. Bunu diyenler ununu eleyip eleğini asmış ev hanımları ve şirkette benim yöneticim olan maddi açıdan rahatlamış insanlar. Neden argo ve küfür kullandığımı soranlar da oluyor. Can Yücel'e sığınıyorum. "Bu kadar orospu çocuğunu küfürsüz nasıl anlatayım" ya da "Çok küfür ediyormuşum ne yapayım hayatımı sikenlere şiir mi yazayım?"

Yazıya yine birazcık derdimi anlatarak başladım. Fakat şimdi asıl meseleye giriyor ve yapılacak listemin satır başlarını okumaya değer bulanlarla paylaşıyorum. Belki imkanı olanlar da bir şevkle ufak tefek değişiklikler yapma kararı alır hayatında.

  • Kütüphanemi zenginleştirmek adına yaklaşık 150 tane yazar belirledim. Bu yazarların okumadığım ve dikkate değer kitaplarından yine yaklaşık 750 adet kitabı bir excel dosyasına not almaya başladım. 27 yaşındayım ve 30 yaşıma da kadar tüm bu kitapları kütüphaneme dahil etmek için elimden gelen tüm çabayı sarf edeceğim. 
  • 16 yaşımdan beri  okumakla yetinmeyip aynı zamanda yazıyorum. Okunmaya değer midir bilemem? Ama piyasada sosyal medya fenomeni olmuş, tanıdıklarının vasıtasıyla bir köşe sahibi olmuş yüzlerce insan var. Ölmeden önce arkamda kalıcı bir eser bırakma hayalim var. Galiba iki şiir kitabını dolduracak kadar şiir yazdım. Bu üç yıl içerisinde dergilere değil de yarışmalara gönderip şansımı deneyeceğim. Yarım kalan bir roman denemem vardı onu da tamamlarsam fena olmaz. 
  • Nasip olursa bu sene yüksek lisansı bitiriyorum. Önümüzdeki sene iktisat teorisi alanında doktoraya başlamak için ufaktan da olsa hazırlıkla başlıyorum.
  • Yaklaşık 2000 kitaplık  bir kütüphane ve film kültürü oluşturabildim. Bunun yanında seyahat ettiğim yerlerden oraların simgesi olan karpostal ve minyatür oyuncak koleksiyonu yapmak gibi bir hayalim var. İleride olur da evlenirsem çalışma odamı kitaplar, plaklar ve gezdiğim yerlerden getirdiklerimle dolduracağım. 
  • Maalesef yurt dışına çıkıp gezmek için biraz geç kaldım. Yoksa götüm götüm gezip, Pisa kulesine parmak ucumla dokunur, Mostar köprüsünden atlar, Prag'daki mimarlık harikasına uçan tekme atardım. Benim de kendimce bir rotam var. Okumaktan haz duyduğum yazarların anlattığı veya onlarda iz bırakan yerleri gezeceğim. Misal Kafka'nın Prag'ı , Hayao Miyazaki'nin çizdiği eşsiz Japon kırsalları ve adaları, Pablo Neruda'nın Santiago'su, Gabriel Marguez'in Kolombiya'sı, Murakami'nin Kobe'si ve Tokyo'su, Aytmatov'un Kırgızistan'ı vs. vs.

  • Bunca şeyden sonra sanırım sürekli alay ettiğim, şiirler yazdığım yalnızlığımla ilgili de planlarım yok mu diye düşünebilirsiniz. Aslında yalnızlığı o kadar çok seviyorum ki; şikayet etmemin sebebi insanlar homoseksüel olduğumu düşünebilir ya da asosyal mi lan bu diyebilir fikri. Sürekli bir elmanın yarısını tamamlama düşüncesi, boş vakitleri bir kadınla baş başa geçirmek, tabi ki erkek milleti olarak cinsel hazları gidermek, ya da idealist çiftler gibi sosyal medyadan mutlu çift pozları vermek... 
  • Hiç aşık olamadım, nasıl bir duygu olduğunu da maalesef bilemiyorum. Uzun süre bağlanamadığım için bir süre sonra ilişki de tıkanıp, kız arkadaşımla buluşmak yerine tek başıma takılmak için bahaneler uydurmaya başlıyorum. Daha doğrusu şikayet ediyorum ama tamamen egoistlik benimkisi. Ruh ikizi olayına inanıyor gibiyim. Kendi özel hayatı ile beraber olduğu insana ayırdığı zaman arasında denge kurabilen bir kızla henüz tanışmadım. Tabakhaneye bok yetiştirmediğime göre henüz zamanım var. Belki kitapları en az benim kadar seven. Kendi kelimeleri olan, kara mizahı, karamsarlığı seven, kendine vakit ayırmaktan hoşnut olan, her türlü konuyu dilimin kemiği olmadan rahatlıkla konuşacağım birisi ile tanışırım. Hee hayal kurma, çok idealist olma böylesini bulamazsın diyenlerinizi duyuyorum. Sıkıntı değil 35'ime gelmeden mantık evliliği yapar, peşi ardına çocukları koyarım. Kocalık dediğin de en nihayetinde bir kamu hizmeti değil mi? Askerlik yapmış insanlarız, kocalık mı yapamayacağız. Peki karıcım der mutlu mesut yaşamayı deneriz elbette...

6 Ağustos 2017 Pazar

Diz Boyu Yalnızlık...

     Bundan yaklaşık beş ay önce 27 yaşıma bastığım gün bir yazı yazmıştım. Zor bir yıl beni bekliyor diye. Yol ayrımındayım. Bir yanda başkalarının bana biçtiği kariyer, title, para ama bir o kadar da stres, ikiyüzlülük, uykusuz geceler... Diğer yanda ise bunca yıl binbir emek ile oluşturduğum karakterim, hayallerim, kendime verdiğim sözler. 

      Her geçen gün nefret ettiğim işimde çalışmaya devam ettiğim için daha vurdumduymaz bir insan oluyorum. Sanırım biraz kabalaşıyorum. İnsanların kalbini de kırmaya başladım gibi. Oysa herkese karşılıksız yardım eden, beklentisi olmayan bir adamdım. Demek ki babam gibi 40 yıldır çalışıyor olsam şimdiye seri katil olmuştum. Yazdığım şiirleri, yazdığım düz yazıları edebiyat dergilerine gönderemeyecek kadar korkak ve umursamazım. Vasat insanların, kopya yapıştır hayatların gölgesi altında yaşamaya devam ediyoruz. 

    Babam gibi üzerime vazife olmayan sorumluluklar alıyorum. Şimdi onu daha iyi anlıyorum. Kendin için yaşamayı bırak, sorumluluğunu aldığın insanlara bakmanın ne demek olduğunu. Tatile çıkamayacak kadar iş kolik, hayallerini yarınlara erteleyecek kadar idealist olmuşum. Her geçen gün başkalarının hayatını beğenmezken, kendime layık bir hayat bulamamanın psikolojik ağırlığı altında ezilmişim. Ama kendimle alay ederek günü kurtarmayı da öğrenmişim. 

     Başkaları nasıl bunca yıl iş hayatına sabredebiliyor diye düşünüyordum. Önce borca giriyorsunuz, sonra aşık oluyorsunuz, yine borca giriyorsunuz, evleniyorsunuz, derken çocuk oluyor, yine borca giriyorsunuz, çocuklar büyüyor, hayat devam ediyor, hayaller yarınlara erteleniyor.   

     Televizyonda izlediğiniz futbolcuların yaşça sizden küçük olduğunu farkettiğiniz gün ve kendi yaşıtlarınızın çoluk çocuğa karıştığı gün bir şeylere geç mi kalıyorum ulan demeye başlıyorsunuz. Misal bu aralar evde kalmış kız triblerine girmiş olabilirim. Çok matah bir şey olmadığının farkındayım. Nasıl ben sosyal medya hesabımdan okuduğum kitapları paylaşıp entelektüel mastürbasyon yapıyorsam. Evlenip çocuk yapan çiftlerde mutluluk demogojisi yapıyor. 

       Bakmayın şikayet ediyoruz, elimizden bir şey gelmediği için hepsi. Her ne kadar evlenecek yaşa gelsek de ekonomik özgürlüğümüzü elde edemeyen bir jenerasyonuz. Haa aramızdan evlenen şanslı çiftlerin analizini yapıyorum. İşi gücü olmadığı halde evlenen çiftler var. Onların babaları sağolsun. Nişan, düğün, balayı, hatta evini bile babalar yapıyor. Bir tek gelini soyup yatağa koymadıkları kalıyor. Valla biz babamızdan harçlık isterken bile yüzümüz kızarırken milletin gerdeğe girmesi büyük bir başarı. 

        İdealist çiftlerimiz de var. Cemal Süreya'nın meşhur sözü gibi: "Kim istemez mutlu olmayı ama mutsuzluğu da var mısın? deyip önce kötü günde birbirlerine destek olup iyi günlerini inşa eden çiftler. Her şeyi sıfırdan kendi elleri ile kuran çiftler. Onlara helal olsun. Ee şimdi biz neden bunu yapamıyoruz diyen olursa. Bahtsız bedeviyi çölde kutup ayıları siker diyeceğim. 

        Hep evlenebileceğim kızlar karşıma çıktı ama ben hep yedek kulübesinde ısınmayı bekleyen futbolcu gibiydim. Daha yeni mezun oldum, iyi bir işim yok dedim. Daha askerliğimi yapmadım biraz bekle dedim. Askerden geldim, işe gireyim yeni bir düzen kurayım borcumu ödeyeyim dedim. Sonra karamsarlık çukuruna battım her gencin hayatının bir döneminde yaşadığı gibi. O dönemde de bir kızı mutlu etmek varken onu da karamsarlığa gömdüm dibine kadar. Bir de yetmezmiş gibi edebiyat yaptım. Lan bu devirde insanları karın tokluğu ile, bir tas çorba bir lokma ekmekle mi sınayacaksın. Amma da yeşilçam filmi izlemişim. Her şey iş mi, her şey para mı, benim hayallerim var diyerek kendimi salak yerine koydum. Geldiğim nokta şu ki; iyisin hoşsun, ideallerin var ama hayalden öteye geçmez. Seninle yola çıkan yolda kalır. En iyisi sen tek başına devam et... 

           Bu yalnızlığın sebebi tamamen bana aittir. Cezam neyse razıyım. Şu an bana iyi gelebilecek tek şey bir süre herkesten ve her şeyden uzaklaşıp; beklentileri, geçim derdini bir kenara bırakıp sıfırdan başlamaktır. Yoksa sonumuz 28 yaşından sonrasını göremeyen altın jenerasyon gibi olacak söylemedi demeyin...

        

30 Temmuz 2017 Pazar

Kim İstemez Mutlu Olmayı...

Profesyonel destek almaktansa kendi kendime teşhis koyup, cebimde kalan parayı kitaba gömmenin mutluluğu ile yazıyorum bu satırları. Zaman zaman hepimize gelen buhran dönemlerinden birini yaşamaktayım sanırım. Allahını seven defansa gelsin. 

İşte böyle dönemlerde "Ölücez lan, yarın yaşayacağımızın garantisi yok" diyerekten kendimi avutuyorum. Yani mükemmel bir kariyer yapsak da, 10 bin net maaş alsak da, dünyayı gezsek de, ev-araba alsak da o pamuğu götümüze tıkayacaklar. Başka yolu yok. Fakat insan oğlu doğası gereği hayvanların aksine düşünebilen değil de kıskanabilen bir varlık olduğu için illa bir şeylerde birilerinden iyi olmak zorundayız. 

Çocukken benim babam seni babanı döverdi. Bizim arabamız en son model. Bizim yazlığımız var. Biz aslında çok zengindik ama battık. Bunlar klişe söylemlerdi. Hele bir de ergenlik dönemleri yok mu? Benim çüküm seninkinden daha büyük kompleksleri? Gün gün cetvelle, karış hesabı ile süreci takip ettik. Bir nesil ders çalışması gerekirken mastürbasyon yaparak  heba etti gençliğini. Yoksa biz de İstanbul'da üniversiteyi kazanmasını bilirdik. 

Yaş oldu 27. Bazı şeyler değişir diye düşünürdük hep. Ama iş hayatına girince anladık ki; benim çüküm seninkinden hala büyük diyenler insanlar varmış. Diplomanda yazan üniversiteden, doğduğun şehire, aldığın maaşa, oturduğun semte, kullandığın arabaya, harcadığın paraya, tatile gittiğin yerlere, yurt dışında gezdiğin ülkelere, beraber olduğun kadınlara kadar bir rekabet içindesin. Çocukluğunu özler duruma geliyor insan. Çünkü çocukken birisi benim çüküm seninkinden büyük dediğinde sen de karşılık olarak "önemli olan büyüklüğü değil işlevi" deyip savuşturabiliyordun. Peki ya şimdi öyle mi? 

Yok efendim benim ideallerim var. Martin Luther King'e selam olsun "Benim bir hayalim var".  Aza kanaat ediyorum efendim ben. Küçük şeyler beni mutlu ediyor falan. Bak görüyor musun hala küçük şeylerden bahsediyoruz. Amına koyim kedi gibi dokuz canımız yok ya da Süper Mario gibi tuğlaya kafa attığımızda gökten düşen mantarı yiyerek büyüyemiyoruz. Bir kere geliyoruz lan bu hayata. 

İşten ne kadar çok vakit ayırabilirsin kendine onu düşün. Bedenin dünyayı gezemeyebilir. Vaktin yoktur, paran yoktur. Ama düşünce dünyan özgür. Okuduğun kitaplar, tanıdığın insanlar kadar zenginsin. İsminin önünde yazan "title" ölünce mezarına yazılmıyor. Genel Müdür Murat Koçhan diye yazmayacaklar mezar taşına. Hüvelbaki yazıp kürekle ağzına verecekler toprağı. İşyerine yakın yerde oturmayı siktir et. Sana huzur veren, komşuluk bağları kurabileceğin semtte, apartmanda otur. Misal Kuzguncuk'ta ev bulursan orada yaşa. Kedilerle, köpeklerle aynı sokağı paylaş. Ahşap taburede oturup ince belli bardaktan çayını iç. 

Pahalı restoranda size beyefendi diyen garsonlardan değil de; yüzüne gülen halini hatrını soran, abi diyen, evladım diyen esnafın elinden ye yemeğini. Takım elbise giymekten bunalıyorsun zaten. İşten çıkınca giy şortunu, giy eşofmanını rahat rahat gez. Seni olduğun gibi kabul eden insanlarla arkadaş olmaya çalış. Küfür etmek en büyük özgürlüklerden biri. Şiddetin en masumu. Can Yücel gibi her zaman dürüst ol. Göte göt demesini bil. 

Şimdi benimle mandıra filozofu diye taşak geçenlere de aldırmıyorum. Ben benim en nihayetinde. Kaç para kazanırsam kazanayım yine birileri benden daha fazla para kazanacak. Ev sahibi olsam da bir başkası daha güzel bir eve sahip olacak, arabam olsa bir başkası daha pahalı bir arabaya binecek. Evlensem bir başkası mutlaka benden daha mutlu olacak. O yüzden Bukowski'nin de dediği üzere: "Beni, sizi anlamak zorunda bırakmayın daha önemli işlerim var..."


24 Haziran 2017 Cumartesi

Şimdi Bana Kaybolan Yıllarımı Verseler...

      Bayramlar çocuk iken güzeldi. Şimdi ise kimsenin olmadığı İstanbul'un keyfini çıkartıyoruz. Sahi bayram mı geldi diye düşünüyorum? Eskiden iple çekerdik o güzelim günleri. Çocuktuk çünkü, yorgun değildik. Para kazanmak zorunda hiç değildik. Yaşadığımız tek stres yaramazlık sonrası yiyeceğimiz azar, belki de birkaç tokattı. 

       Kuzenlerimizi görebildiğimiz toplaşmalardı bizim için bayramlar. Bak her bayramda olduğu gibi İzmit anılarımı yad edeceğim ama ne yaparsın insan özlüyor işte. An itibari ile İnstagram'da tatil fotoğrafları dört bir yanımızı sarmış. Güney ve Ege sahilleri tıklım tıklım, otellerde aylar öncesi rezervasyonlar yerini bir sonraki bayrama bırakıyor. İstanbul'dan kaçış serbest, çileli yolculuklar yerini deniz, kum ve güneş'e bırakıyor. Yani bayramlar artık sadece bir tatil fırsatı biz yetişkinler için. Dedemin dizinin dibinde toplanan torunları yok artık. Gerçi biz torunlar da az hayırsız değiliz ya... Anneannem öldükten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Şu hayatta iki insanı geri getirebilme hakkım olsa anneannemi  ve İlker'i getirmek isterdim. Onlar yaşasa belki çocukluğumu bu kadar özlemezdim. 

       Bugün kimsenin olmadığı parkımızda arkama yaslanmış kitap okurken arada başımı kitaptan kaldırdığımda gökyüzüne, çimenlere baktım. Derken o sırada iki tane küçük kız kardeş el ele koşuşuyordu. Küçük olan paytak paytak yürürken, büyüğü peltek peltek konuşuyordu. "Duy duy ayaba geliyooo..." Bayram onların bayramı. Sonra karşıma üstü yırtık pırtık kir pas içinde küçük bir çocuk oturdu. Türkçe konuşmuyordu sanırım Suriyeli. Parkta dolaşan sahipsiz bir sokak köpeğinin peşinden koşmaya başladı. Islık çalıp, onu çağırıyordu. Birbirleri ile kaderleri aynı mıydı yoksa? Bugün bir sokak köpeğine sarılıp, onu doyasıya seven kaç çocuk var Allah aşkına... 

           Eve doğru yürürken açlıktan olsa burnum keskin kokular almaya başladı. Balkondan bir çocuk rüzgar gülüne üflüyor. Annesi arkada mutfakta harıl harıl iftar hazırlıkları yapıyor. Sanırım aldığım koku köfte kokusuydu. Önden oğluna pişiriyor, kendileri iftarda yiyecek. Evinde patates köfte pişenler çocuklar mutlu çocuklardı bana göre. Yani bizim çocukluğumuzda öyleydi. Mükafattı, karne hediyesiydi, misafirlerin gelmesiydi. Sonra eve geldim benzer kokular bizim evde de var. Annem bayram için çikolatalar, şekerler almış. Oysa ben almayı bile düşünmedim. Kim gelecek ki bize bayramda? Bu da yetmezmiş gibi mutfakta hummalı bir çalışma. Tatlılar, börekler... Evet ben vazgeçsem de annem vazgeçmiyor. İyi ki vazgeçmiyor...

            Şimdi odamda arkama yaslanmış bu satırları yazarken an itibari ile ara verdim. Duvardaki şairlerin posterlerine bakıyorum. Özenle biriktirdiğim bin küsür kitabıma bakarak geçen zamanı aklımdan hesaplıyorum. Keşkelerim var belki, daha çok özlem niteliğinde. Evet özlüyorum. Ama iyi ki diyorum, bana hatırlayacağım, geçmişi yad edebileceğim anılar veren bir ailem var. Güzel ve mutlu bir çocukluğum, artık görüşmesek de bir zamanlar oyunlar oynamaktan zevk aldığım kuzenlerim var. Aramıza her manada mesafeler giren dedem var. Bayramda aramaya üşendiğim aslında hiç de alışkın olmadığım için arayamadığım teyzelerim, dayılarım, amcalarım var. Şimdi nerede o eski bayramlar demek geliyor içimden ama neyse neyse... Hadi hepinize iyi bayramlar. Geçmişe özlem duyarken, bugünden şikayetçi olmaya devam !  

18 Haziran 2017 Pazar

Bir Baba, Bir Oğul...

     Anneler günü, babalar günü bunlar hikaye. Bendeki tek anlamı ise her yıl aynı gün geçmişin muhasebesini yapmak oluyor. Herkesin babası ile çok özel anıları vardır eminim, çok büyük kavgaları da... Benim hiç olmadı. Nasıl da geçti 27 yıl. Şair Şükrü Erbaş'ın dediği gibi öfkenin sularından anlamanın sularına yaza yaza gelebildim. Benim gözümden babamın hikayesini anlatmak isterim:

       Genç yaşta babanı kaybedip, eğitimini yarım bırakarak İstanbul'a geliyorsun. Okusan belki bugün çektiğin sıkıntıların hiçbirini çekmeyeceksin. Baban yaşasa belki sevgisini göremeyeceksin; ama arkanda bir güvence olmasının rahatlığıyla büyüyeceksin. Annen cahil bir kadındı misal. Bir yol gösterenin de olmadı. İdeallerin, hayallerin bunlar sadece romanlarda oluyordu ve sen hiç roman okumuyordun. Dile kolay 40 yıldır dişinden tırnağından arttırıp çalışıyorsun. Kazanıyorsun ama birikmiyor be arkadaş. Senin çabaladığın yerlere bazıları bakkala ekmek almaya gider gibi geliyor. Anne sevgisi, baba şefkati nedir bilmeden evleniyorsun. Tek başınasın, hep tek başınaydın. 

        Sevgi, gülümseme, hoş bir laf, anlayış bunların hiçbiri karın doyurmuyor. Evde ekmek bekleyen bir aile var. Ve senin şikayet etme lüksün yok. Madem elini taşın altına koyup bir yuva kurdun, babalık ve kocalık görevi çalışacaksın arkadaş. Ne eksik ne fazla... Kendi oğluna babandan ne gördüysen onu vereceksin. Miras dediğin öyle parayla, pulla değil. Alın teriyle... 

        Babam belki zengin bir adam olamadı, ama kimsenin de adamı olmadı. Çocukken kızıp topumu duvara karşı vururdum. Keşke babamın açtığı ortalara kafa vursaydım. Veli toplantılarında hep annem vardı. Keşke babam orda olsaydı da oğlunun ne kadar çalışkan bir çocuk olduğunu duysaydı. Yüzlerce maça çıktım, top sol ayağıma geldiğinde farklı dünyalara gider mutlu olurdum. Babam keşke o mutluluğa ortak olsaydı. Haspel kader okudum üniversiteye girdim. Çalıştığım onca gece aklımda hep nerden geldiğimi unutmadım. Borç para ile kıt kanaat cep harçlığı ile çarçur etmemeyi öğrendim zamanımı. Mezun olduğum gün kepimi attığımda tek başınaydım. Babam keşke o anıma tanık olsaydı. 

      Mezun oldum, eve döndüm. Hayallerimi bir kenara koydum işe başladım. Tıpkı babam gibi. Borca girdim, borç ödedim. Bir kızı sevdim, sonunu getiremedim. Ben hiç isyan edemedim. Hep kendimle baş başa kaldığımda duvarları yumruklarken buldum kendimi. Annemin beni "oğlum baban seni seviyor ama belli etmiyor" demesiyle avuttum kendimi. Zaten dedim ya insan yaza yaza alışıyor bazı şeylere. Ben genç yaşımda empati kurup kendimi babamın yerine koydum. Onun gibi çoğu hayalimden vazgeçtim. Çünkü hayaller karın doyurmuyordu. Başkalarının oğullarının başarıları benim iyi niyetimi hep gölgede bıraktı. Ben para kazanmaktan çok, kendim olmak istedikçe kaybetmeyi de göze aldım. Babamın gözünde çok okuyan bir aptaldım. Bir kızı mutlu edemeyecek kadar da saftım. Çok isterdim bu çocuğun hali ne olacak diye sorsun. Gerçi sorsa da döker miydim içimi orası da meçhul. Sonra nasıl toplardım bilmiyorum. 

          Dostoyevski ne diyor: "Her şeyi fazlasıyla anlamak hastalıktır baylar!" Ben babamı fazlasıyla anlıyorum. Onun çıkmazlarını, pişmanlıklarını, yapamadıklarını, maruz kaldığı haksızlıkları, yalnızlığını... Anlıyorum anlamasına da elimden bir şey gelmiyor ki! Armut dibine düşer işte. Babasının oğlu... İnsan zamanla babasını sessizce sevmeyi öğreniyor; ama yine de aklında hep o omzuna konmamış el kalıyor. Keşke babalar oğullarını uzaktan sevip, dertlerine sessizce ortak olmasalar. Ve oğullar baba sevgisini duvarları yumruklayıp, yemek sofrasında sessizce yemek yiyerek tatmasalar. Belki o zaman çektiğimiz çileleri omuzlamak daha kolay olabilirdi...

11 Haziran 2017 Pazar

Yeraltı Edebiyatına Giriş: Dövüş Kulübü

    Yeraltı Edebiyatına giriş mahiyetinde bir yazı yazmak istedim bugün. Tabi ben gireli yaklaşık 10 yıl oldu ama geç kalanlar için hatırlatma ve tanıtım yazısı olsun. Bir kitap,bir film bolca alıntı olacak...

  Chuck Palahniuk'un kült romanı Dövüş Kulübü'nü çoğumuz okumuşuzdur. Okumadıysak filmini izlemişizdir, hadi onu da yapmadıysak kulak aşinalığımız vardır. İşte benim yer altı edebiyatı ile tanışmam tabi ki Chuck Palahniuk'un Dövüş Kulünü kitabı ile oldu. Bu eşsiz kitapları bu kadar popüler kılan sadece yazım dili, kapitalizmi eleştirisi, sınırsız cinsellik ve alkolizm değil... Bunca tezatlığın içinde verdiği sosyal mesaj, bağıra çağıra dile getirdiği özgürlük, insanın farklı olma çabaları sonucu herkes gibi olması, yitip gitmesi, kaybolması bunları çarpıcı bir şekilde anlatmasıdır.

      Tabi Dövüş Kulübü filmindeki efsane kadro; Brad Pitt, Edward Norton ve Helena Bonham Carter kitabı ölümsüzleştiren bir başka unsur. Bu oyuncuların yeteneklerini anlatmaya kelimeler yetmez belki ama Edward Norton demişken parantez açıp "American History X" filmini de bir kez daha izlemekte fayda var. Yazar Chuck Palahniuk'a bakarsak kitapta tasvir ettiği o ezik tiptir kendisi ama içinde isyankar bir Tyler Durden barındırır. 

       7 yaşında toplum sizi yarı özgür bir birey olarak kabul ediyor. Yarı özgürden kastım; artık ödev yapmak, sınavlara girmek, sınavlarda başarılı olmak, itaat etmek, kimi zaman sorgulamak kimi zaman olduğu gibi kabullenmek gibi sorumluluklarınızın olması demek. Çalışkan bir öğrenci olmanız isteniyor, derslerinden başarılı olursan iyi bir okula girersin, iyi bir okuldan mezun olursan iyi bir işe girersin, iyi bir işe girersen bol kazancın olur, şansın yaver giderse aşık olur güzel bir kadınla evlenirsin. Masallar gibi bir düğün, yurt dışında herkesin gittiği yerlerden bir yerde balayı yaparsın. Bugün arzulanan denklem bu şekilde. Küçük yaşta ne olmak istediğinizi seçmenizi isterler. Halbuki benim gibi ne olmak istemediğini seçmek isteyen milyonlarca insan vardır eminim. 
    
      Bukowski ne diyor: "Bu dünyaya mutlu olmak için gelmediğinizi anladığınızda mutlu olmaya başlıyorsunuz." Evet başarı budalası insanlar; bu hayatta işine küfrederek gidip mesai çıkışı yes amına koyim diyerek çıkan milyonlarca insandan birisisiniz. Hakkınızın yendiğini mi düşünüyorsunuz, birileri kariyer basamaklarını eli cebinde çıkarken sizin onca emeğiniz çöpe mi gidiyor? Tüketim toplumunda reklam önemlidir yoksa kendinizi yöneticilerinize yeteri kadar iyi pazarlayamadınız mı? Belki de şu gerçeği kabullenmelisiniz :"Sizin kumaşınız kaliteli ama etiket fiyatınız ucuz. Bu yüzden hep şüphe ile yaklaşılacaksınız ve ikinci tercih olacaksınız. 

         Alıntılarla bitirelim yazıyı, işte o eşsiz kitaptan altı çizilen kelimeler ve filmden hafızamızda yer edinen replikler:
  • Eğer ne istediğini bilmezsen, bir bakmışsın istemediğin bir sürü şeyin olmuş.
  • Aceleye gerek yok, bir şeyin olacağı varsa olur. Hem de doğru zamanda, doğru sebeple, doğru kişiyle.
  • Bu senin yaşamın ve her geçen dakika sona eriyor.
  • Bizler özel değiliz.
  • Yaşamı sevmemize ramak kalmıştı.
  • Burada yaşayan en güçlü ve en zeki erkekleri görüyorum. Bu potansiyeli görüyorum ve hepsi heba oluyor. Lanet olsun, bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor, ya da beyaz yakalı köle olmuş. Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşinde. Nefret ettiğimiz işlerde çalışıp gereksiz şeyler alıyoruz.
  • Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir amacımız ya da yerimiz yok, ne büyük savaşı yaşadık ne de büyük buhranı. Bizim savaşımız ruhani bir savaş, en büyük buhranımız hayatlarımız.
  • Televizyonla büyürken, milyoner film yıldızı ya da rock yıldızı olacağımıza inandık, ama olmayacağız. Bunu yavaş yavaş öğreniyoruz ve o yüzden çok çok kızgınız.
  • Sadece her şeyi kaybettikten sonra özgür kalabiliriz
  • Sizler işiniz değilsiniz... Sizler paranız kadar değilsiniz... Bindiğiniz araba değilsiniz... Kredi kartlarınızın limiti değilsiniz... Sizler iç çamaşırı değilsiniz.. Sizler dünyanın şarkı söyleyip dans eden pisliklerisiniz..Hepimiz aynı pisliğin lacivertleriyiz..
  • İnsanlar bunu her gün yapıyor. Kendileriyle konuşuyor, hayallerindeki gibi olmak istiyorlar. Ama cesaretleri olmadığı için eyleme geçmiyorlar

7 Haziran 2017 Çarşamba

Nerede O Eski Ramazanlar...

     Klişe lafı duyar gibiyim. Nerede o eski Ramazanlar değil mi? Geçmişe karşı hatta çocukluğumuza bir özlem içerisindeyiz. Eski heyecanım yok artık. Maneviyatımı kaybettim sanırım. Oysa gerçekten nerede o eski Ramazanlar ! 

    Çocukken kış aylarına denk geliyordu Ramazan ayı. Hava erkenden kararıyordu ve biz öğlenciydik. Hoca ezanı okurken sırtımızda çantalar ile koşarak eve gidiyorduk. Sofra hazır ve biz kurt gibi acıkmıştık. Sofrada asitli içeceklerden çok komposto olurdu. Tabi o zaman Coca-Cola imana gelmediği için Ramazan konulu reklamlar pek de yoktu. Nihat Hatipoğlu ile henüz tanışmamıştık. İki buçuk saatlik Çağrı filmini 10 dakikalık bölümler halinde tüm Ramazan ayı boyunca verirlerdi. Teravih namazına tüm aile, tüm mahalle giderdik. Hala o yumuşacık halıya alnımı koyduğum günleri gülümseyerek hatırlıyorum. Camiye bir saatten erkenden gidip, en üst katı çocuk bahçesine çevirirdik. Çocuklar her akşam camiye gelsin diye her akşam çikolata ve şeker dağıtırdı mahallemizin muhtarı Celal Amca... 

      Namaz esnasında kıkır kıkır gülmek ayıptı belki ama, cemaat kaş göz çatsa da hoşlarına giderdi. Alevi, Sünni, Kürt, Tatar, Çerkes hepimiz aynı saftaydık. Lafın gelişi olsun diye demiyorum gerçekten öyleydi. Zeytinburnu bugün nasılsa eskiden de Birleşmiş Milletler kampı gibiydi. Ama aradaki tek fark şuydu. Biz hepimiz aynı sofraya oturup iftarımızı açabiliyorduk. Namaz sonrası mahallede saklambaç oynadığımız günleri nasıl unutabiliriz. Soğuk kış günü bozacı geçerdi. Babalarımız balkonda sepetle para salar, bozanın yarısı biz içerdik, yarısını sepete koyardık. Sahurdan önce sahlep keyfi de yapılırdı. 

     Pide kuyruklarına değinmeden edemeyeceğim. Soğuk kış günü tüm sokağa yayılırdı kokusu. İçimizi ısıtırdı. Aynı okuldan, aynı mahalleden hoşlandığımız kızlarla uzun kuyrukta sohbetler ederdik. Hiç bitmesini istemediğim pide kuyrukları vardı. Eve gidene kadar mutluluktan ellerimiz yanardı. Eve pide götürmek bir çocuk için övünç kaynağıydı. Sanki evdekilerin aç karnını biz doyuruyorduk. 

     Saçma sapan programlarda orucu neyin bozacağını tartışmıyorlardı. Belki de biz farkında değildik. Niyetimiz önemliydi. Kimin oruç tutup tutmadığından çok, kimin karnı aç kimin karnı yok önemliydi. Anneannelerin dedelerin evinde uzun uzun masalar kurulurdu. Biz çocuklar yer sofrasında iki büklüm yemek yerdik. Ama lezzetine doyum olmazdı. Küçücük bir salona 30 kişi nasıl sığardı hala akıl sır erdiremiyorum. Herkes Güllaç tatlısı der ama, ben Kemalpaşa, Muhallebi ve Sütlaç'ın yerini ayrı tutarım. Küslerin barıştığı, dargınlıkların unutulduğu sofralar kurulurdu. Her akşam bir başka akrabanın olduğu sofralar kurulurdu. Oysa şimdi herkes daha büyük bir ev sahibi olmak için müteahhite evini satıp, daha küçük bir aileye sahip oldu. Yani anlayacağınız "Nerede O Eski Ramazanlar" diyorsak boşuna demiyoruz. Geçmişi yad etmek güzel, darısı kendi yuvamızı kurduğumuzda çocuklarımıza da böyle anılar bırakacak Ramazanları yaşatmaya...

2 Haziran 2017 Cuma

Doğarken Güneş Ardından Tepelerin...

      Doğarken güneş ardından tepelerin, amına koyim teletabilerin diyerek aklıma çocukluğum geliyor. Hani şu saf ve katıksız mutluluğun ucundan ısırıp ısırıp yediğimiz günler. Aç martılar gibi nereye konacağımızı bilmeden rüzgar nereye götürürse gittiğimiz günler. Yoğurdu, makarnayı şekerleyip yediğimiz, pötibörün arasında çikolata sürdüğümüz, ekmeğin arasına salça sürüp tost yaptığımız, bir kutu kola ile bir paket biskrem'i 4 kişi döndüğümüz günlerden bahsediyorum. 

     Bir pazar günü öğleden sonra dilimizde şarkılar, omuzlarında babalarımızın hep bir ağızdan bağırıyoruz. Bu sevda bitmez, babadan oğula geçer diye inletiyoruz stada giden yolu. O daracık tribün girişinin kapısı ekmek arası sucuk kokuyor, kağıt helva, pamuk şeker, taze simit buyrun... 

      Annemiz elimize ilk kitabı tutuşturmadan önce biz duvar yazılarından öğrendik sokak edebiyatını. Her geçen gün ettiğimiz küfürler değişti, kafiye değişmedi. Cemal Süreya kim bilmeden "Ömür kısa, kuşlar uçuyor" dedik. Kelimeler Albayım, hiç bir anlama gelmiyor yazmışlardı bir duvara. Biz o duvara karşı yıllarca çift kale maç yaptık. Komşuların kızları daha henüz büyüyüp serpilmemişti. Evlerden duvakla çıkmadan, zillerine basıp kaçtığımız günleri özledik. Hani utanabildiğimiz günlerden söz ediyorum, heyecandan kulakların patlar, kalp atışlarını öteki mahalleden duyarlardı. Biz ilk aşkımızın bizden başkası ile ebediyete yürüyüşünü izledik.

        Bakınız hayat ne tuhaf değil mi? Küçücük dünyaları ev ile kahvehane olan adamların haspel kader okuyup adam olmuş çocuklarıyız. Nazım'ın da dediği gibi  babamızdan ileri, doğacak çocuğumuzdan geriyiz. Edebiyat yapmayın diyorlar bize. Ekmek aslanın ağzında. Kaç yaşımızda borca girdik hatırlamıyoruz. Ama bitmeyen borcun altında ezilmeye devam ediyoruz. Hangi para ile evleniriz derken, Ana verir, baba verir, amca verir derken düğün dernek bakmışsın gelin güvey olmuşsun. Çok geçmeden çocuğu koymuşsun. 

         Günümüz insanın çıkmazları bir başka. Annelerimiz gibi kadınların yokluğundan şikayetçiyiz. Bir lokma, bir hırka devri kapandı. Kepçeyi kazan yapan, damlayı göl yapan, sevgiyi çiçek yapan kadınlar yerini  çocuk da yaparım kariyerdecilere bıraktı. Babaanne deyimi ile sorsan on elinde on marifet olan kadına; dikiş yok, nakış yok, yemek yapmasını bilmez, ev ekonomisi hak getire, çamaşır bulaşık makinede, ütüyü kim icat etmiş? Kaynanalar çocuk baksın, başka işe karışmasın...Erkekler ikinci meslek olarak müteaahitliğe başladı. Kız istemeye giderken tapuyu noterde kızın üstüne yapıyorlar. Düğün dediğin havuz başı yemekli, balayına Roma bilemedin Barcelona. 

          Kim istemez mutlu olmayı, ama mutsuzluğa da var mısın? diyebileceğimiz kızlar daha çıkmadı karşımıza. Edebiyat akımı gibi, romantizm dönemi bitti. Realizm dönemini yaşıyoruz. Aza kanaat etmek karın doyurmuyor. Kendi ana babasını seçemeyen kadınlar evleneceği adamın anasını babasını seçmek istiyor. Para kazanmak tabi ki önemli, ama ayakları üzerinde durana kadar tökezleyen adamların da şans bulacağı, mutlu olacağı bir dünya olmalı. Ne diyor Sait Faik:"Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey..."  

18 Mayıs 2017 Perşembe

Kendimize Uygun İşi Nasıl Buluruz*

Roman Krznaric'in "Kendimize Uygun İşi Nasıl Buluruz" kitabını okuduktan sonra hazır tatile de girmişken yapıştır ulan Murat dedim. Kişisel gelişim kitaplarını okumayı bırakalı birkaç yıl olmuştu ama bu kitap daha çok iş etiği, iş felsefesi ve birey olarak iş ve özel yaşantının ayrımını mükemmel özetlemiş. Zaten okurken aklınızda soru işareti olan ve sizin de düşündüğünüz, yaşadığınız şeylere o kadar güzel değinmiş ki...

Kariyerinizden nefret ediyorsanız ne yaparsanız? Hemen hemen her sabah yataktan zorla kalktığımız bir gerçek. Üniversitede öğrenci iken sabahları koşarak gideceğim işin hayalini kurardım. Mezuniyet sonrası 6 ay iş aradım. Onlarca mülakata girdim. İş beğenmediğimden değil kesinlikle. Zaten iş arama sürecinde tezgahtarlık, konserlerde yer göstericisi, statlarda ise otopark görevlisi olarak çalıştım. O zamanlar az kazanıyordum ama heyecanlıydım, içimde kendimi ispatlama ve mutlu olma arzusu vardı. 

Yoğun ve tempolu çalışmak günümüzün gerçeği. Hayalini kurduğum kariyer olanağı elimde, iyi bir şirketteyim. Fakat stres, mobbing, düzensiz iş organizasyonu bu heyecanı öldürdü. Çalıştığınız ekip içerisinde az çalışan ama kendini iyi pazarlayan insanlar var. Bir de çok çalışıp, herhangi bir etkiye neden olmayan etkisiz elemanlar var. Fırsat eşitliği eğitim hayatında olduğu gibi, iş hayatında da maalesef yok. Profesyonel deyimle referans deyin, argo tabirle torpil deyin. Birileri basamakları ikişer ikişer çıkarken siz hala yerinizde sayıyorsunuz. İşte böyle bir çıkmaz içinde gelecek hayalleri kurmak zorundasınız.

Kariyer olanaklarınızı seçerken sizi motive eden şey nedir? Para, statü, saygı, tutku, yetenek, bir fark yaratmak? Beni motive eden şey saygı, huzur, kendini gerçekleştirmekti mesela. Bazen daha eğitimli bir anne babanın çocuğu olsaydım diye düşünüyorum. Daha iyi bir okulda eğitim alır, özgüveni yüksek bir insan olurdum. Bazı konularda burnumdan kıl aldırmazdım. Uzlaşmacı değil benim dediğim olacak tipinde biri olurdum. Tuttuğumu koparırdım. Fakat aza kanaat eden, parasızlıktan şikayet eden ama huzura ve mutluluğa önem veren bir aile de yetiştim. Bu yüzden bugün kariyer denen illet bana saçma geliyor. 

İyi bir eğitim alırsan, iyi bir işin olur. İyi bir işin olursa bol kazançlı bir kariyerin olur. İstediğin kadınla tanışıp, aşk evliliği yaparsın. Evin, araban, lüks tatillerin, statün, saygınlığın olur. Kurumsal şirketlere giren insanların algoritması bu şekilde çalışıyor. Kadınlar geleceğini garantiye alacak erkeğin peşinde iken erkekler kariyerinde sıçrama yaratacak bağlantıların.

Azıcık güven hissi için özgürlüğümüzden, karakterimizden, hayallerimizden vazgeçiyoruz. İyi bir insan olmaktansa, iyi bir çalışan olmanın getirisi dünyada daha fazla. Ahireti bilemem ama! İşlerimizden dolayı ailemize ayıracak vakit bulmakta zorlanıyoruz. Hobilerimizden vazgeçiyoruz. Birilerinden sürekli emir almaktan, her geçen gün gerçekleştirilen hedeflerin yerine yenilerinin konmasından sıkılmadık mı? Gözü bağlı eşek gibi havucun peşinden gidiyoruz. Kendimizi "yarış atı" veya "ücretli köle" gibi hissediyoruz. Kariyer ile ilgili hedeflerimizi özel yaşantımızla nasıl uyumlu hale getireceğimizi bilmiyoruz.

Pek çoğumuz mutsuzluk içinde yaşadığımızdan şikayet ediyoruz. Ama iş değiştirmeyi düşünmüyoruz; çünkü güvenliğe, rahatlığa ve tutucu olmaya alışmışız. Bunlar bize huzur veriyor olabilir ama içimizdeki maceracı ve özgür ruhu öldürmekten başka bir şey değil. Japonya'da iş hayatı yüzünden ölenleri nitelendiren bir kelime bile var. "Karoshi" diyorlar.  Bertrand Russell'ın Aylaklığa Övgü kitabını okuyanlar şu sözlere aşinadır. "En büyük zarar insanın çalışmanın erdemine inanmasından gelir." Yaşam kalitemizi arttırmak için daha çok çalışıp, ihtiyacımız olmayan tüketim ürünlerini satın alıyoruz. Kaç kişi sabahleyin gergin sinirler, bitkinlik, hazımsız mideler yerine yaşama coşkusu ve mutluluk ile işine başlıyor. Acaba çocuklarımız bizimle her akşam bir saat oynamak mı ister yoksa onlara bahçeli bir ev alabilmemiz için her akşam mesaiye kalıp para biriktirmemizi mi? Peki ya çalışan kadın olmak? İyi bir anne, muhteşem bir iş kadını ve harika bir eş olmak demek değil midir günümüzde. Biz erkeklerden beklenen ise çalışsın ve biraz anlayışlı olsun. 

Uzun bir yazı oldu ama anlayın bizi biraz. Kendimizi köşeye sıkışmış gibi hissediyoruz. Çalışma koşullarından, insanlarından tavırlarından, fırsat eşitliğinin olmayışından, hakkımızın yenildiğini düşünmekten, yaratıcılığımızın yok edilmesinden, sürekli gerçekleştirmek zorunda olduğumuz hedeflerden, borç ödemekten, para biriktirmekten, plan yapmaktan, hayallerimizin küçük görülmesinden sıkıldık. Babalarımızın işiyle ve  bizden daha kötü koşullarda daha az paraya çalışanlarla kıyaslanmaktan sıkıldık. Bir şeyler düzelsin istiyoruz. Kötü örnekleri burnumuza sokup halimize şükretmek değil amacımız. Para ve statü bir yere kadar. Parayı ikinci plana atan insanlar da var. Tıpkı bizim gibi. Evine gidip kitap okumak isteyen, şiir yazmak isteyen, çocuğuna vakit ayırmak isteyen, önemli anları kaçırmak istemeyen, arkadaşları ile rekabet edip kıskançlık krizlerine girmek istemeyen, mütevazı yaşayıp kendi yağında kavrulup gitmek isteyen insanlar da var. Bunu bilin isteriz.

14 Mayıs 2017 Pazar

NANA...

       Anneler Günü sayesinde herkesin üzerinde emeği olan güzel anneleri tanımış olduk. Kimileri boynuna sarılmış, kocaman gülümsemiş fotoğraf karesinde, kimisi yıllar öncesine gönderme yapmış. Kahvaltı sofralarını yılın bir günlüğüne mahsus babalar hazırlamış, şiirler yazılmış, şarkılar söylenmiş... İyi ki doğurmuşum, iyi ki büyütmüşüm. Bir de anne acısı çekenler var. Soğuk mezar taşına yüz sürenler, eski fotoğraflara bakıp göz yaşı dökenler...

        Genç yaşta anne olan kadınların çocukları olarak şanslı mıyız bilmiyorum? Deneme yanılma yoluyla, çocukla çocuk olarak büyüttüler bizi. Beraber yaptık ödevlerimizi, bizim aldığımız notlar onların notlarıydı aslında. Her diploma alışımızda onların gururu, onların başarısıydı. Beraber büyüdük, beraber üzüldük, biz onların hatalarından ders çıkardıkları evlatları olduk. Çok duygusal yazmak değil amacım. Geçmişten bugüne geldiğimiz o meşakkatli yolu anlatmak derdim. 

          11 yaşımda Şeker Portakalını elime tutuşturup, kafama vura vura kitap okumayı aşılayan kadın. Bugün az oku eşek sıpası, kenara üç beş kuruş para koy, her ay bir çeyrek altın al diyerek kafama vurmaya devam ediyor.  Babamı eleştirdiğimde toz kondurmuyor 30 yıllık kocasına. Anca ben eleştiririm diyor. Benim yerime hayaller kuruyor. Benim başarım, benim mutluluğum, benim ideallerim günün sonunda bizim oluyor. 

         Anneannem öldüğünde hıçkıra hıçkıra ilk o arıyor. İlker'den iyi haberler beklerken benim için zor olacağını bile bile "Gitti oğlum" diyebilecek kadar metanetli oluyor. Babam gibi çalışmak istiyordum ama onun gibi yok olmak istemiyordum. Aynı yerde yaşayıp ölmek istemiyordum. Kaçma hayalleri kurduğum her günün sabahında öperek uyandırıp en güzel kahvaltıları hazırlıyordu. 

"İnsan çıtır ekmeği ısırdığında 
Kırıklar dolar kucağına 
İşte orası umudun tarlasıdır." diyordu ya Didem Madak. İşte çocukluğumuz böylesine güzel anılarla doluydu. 

         Anneannem gelir bir de aklıma. Ardında kendi gibi 4 kız evlat bırakmış. Hepsi birbirinden farklı. Neriman ailenin koruyucu meleği, herkes onun kanatları altında. Keziban aza kanaat etmenin, mücadelenin timsali. Mihriban en güzel sohbetlerin, gülümsemelerin, mutluluğun simgesi. Zeynep şefkatin, sevginin, huzurun sığınağı... Didem Madak bu dizeleri ile hep Anneannemi hatırlatır bize:

"Annem çok sevinmelerin kadınıydı
Bazen sevince annem gibi,
Rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı,
Sıcak yemeklerin.
Başına diktikleri o taş,
Ne zaman gitsem soğuktur oysa
Ben okşadığımda ama, ısınır sanki biraz..."


         Evet biz evlatlar olarak yine kendi bildiğimiz yoldan gideceğiz. Cebimizde nasihatler, arkamızda edilen dualar. Duygularımızı sözle değil yazarak dile getireceğiz bazen, tıpkı benim yaptığım gibi. Beraber olduğumuz her kadında annelerimizden bir parça arayacağız. O beğenmediğimiz yuvalara hasret kalacağız. Babamızı eleştirip, babamız kadar olamayacağız.  Kim istemez iyi bir evlat olmayı, o yüzden evlatlar en iyi bildiği şekilde yapsın bunu. Ben biraz karamsar, biraz muzip olacağım. Sürekli hayaller kurup, kırıklarını toplayacağım. Paraya önem vermiyorum demeye devam edeceğim. Bolca okuyup kitaplardan bir sığınak inşa edeceğim. Çocukluğumun İzmit'ini çocuklarıma da yaşatacağım. Mutlu olmayacağım ama o yolda ilerlemeye çabalayacağım. Ve tüm bunları Annem'le yapacağım...

7 Mayıs 2017 Pazar

Drama Yolları...

   Bu dünyaya beklentilere karşılık vermeye, başkasının izinden gitmeye, ezberlere uymaya, aynı şarkının nakaratı olmaya gelmedim. Ben, benim Ey Romalılar... İşte meydan; toprağa hayallerim karışmış, ezilmiş onlarca düşlerim, yarım kalmış benliğim. Herkesin derdi varlıklı olabilmek, benimkisi ise var olabilmek. 

      Mutluluk tacirleri dört yanımızı sarmış. Çeyrek altın lobisi ensemizde. Anneler kafamıza vuruyor, her ay kenara bir çeyrek altın koy diye. Bu kadar okuyup ne olacaksın ki! Bak falanca teyzenin oğlu okudu adam oldu. İşi gücü yerinde, çok para kazanıyor. Hayal kurmuyormuş benim gibi. Hayallerini satın alıyormuş. Sahi nereye gidiyoruz böyle kuzum. Biz birilerinin yerinde olmak istiyoruz. Birileri de bizim yerimizde. Kendi olmak isteyen kaç kişi kaldık ki bu dünyada. 

       Babalar uzaktan severmiş, belli etmezmiş hiç. Anneler çok korumacı. Yüzünüze karşı iken yeterli görmez ama siz yok iken yere göğe sığdıramaz. Bundan olsa gerek kendimizi ciddiye almayışımız. Hala söylenen nasihatler aynı. "Siz daha ne gördünüz ki, hele bir askere gidin. Gittik. Hele bir kendi paranızı kazanın. Kazandık. Dost kazığı yiyin. Yedik. Çok sevin ayaklarınız titresin, sürüne sürüne yaşadık aylarca. Başkaları mutlu olurken uzaktan izleyip hasetinizden çatlayın. Çatladık, parçaları birleştirmekle uğraşıyoruz. Evlenin bizi daha iyi anlayacaksınız... Evlenmiyorum. Kenara para koymuyorum, taşı sıksam suyunu çıkartırım. Ama kendimin turşusunu kurdurmam. Yarın bana isyan edip, yapamadığı şeyler, sahip olamadığı imkanlar için anasına babasına küfür edemeyip kendine küfür eden evlatlarım olsun istemiyorum. Kimsenin omuzunda yük olmadan yaşamak nasip olsun herkese, pişmanlıklar, alınamayan kararlar, yarım kalan hayaller sırtımıza yapışmasın. 

       İşinizden bunalıp intihar edecek seviyeye geldiğiniz de siktir olup gitme özgürlüğünüz olsun. Bir başkası ne der acaba? Kariyerim ne olur, ya işsiz kalırsam, para kazanmam gerekiyor? Bu sorular aklınıza geliyor ve olduğunuz yerde sefil hayatınıza devam ediyorsanız. Tebrikler, hayırlı bir evlat, sadık bir çalışan, mutsuz bir insan olmuşsunuz demektir. 

    Ama karamsarlığa kapılmayın. Sığınacak limanlar vardır illa ki. Bir kadın tarafından sevilemeyecek kadar çekilmez ve zor bir insan olabilirsiniz! Ama bu sizin küçük şeylerden mutlu olamayacağınız anlamına gelmiyor. Misal şiirler var.. Ne diyor Haydar Ergülen:
"Herkesin kaybettiği aşkı,
  Ben de bulamadım küçük bir oğlan gibi
  Sanki acının mutluluk olduğuna inandırmışlar da
  Çocukluğumda inanacak başka bir şey kalmamış bana..."

      Burnumun dikine gitmeyi seviyorum. Karamsarlığım için beni terk edenlere, uzaktan da olsa arkadaş kalalım diyenlere kızmıyorum. Farklı jenerasyonlar olduğumuz için beni anlamayan anneme babama da kızmıyorum. Benden çok para kazanıp, doğuştan sahip olduğu zenginliklerin nimetini yiyen akrabalarımı, dostlarımı kıskanmıyorum. Üç kuruş para için menfaat ilişkisi kurup, kazık atan can dostuma da kızmıyorum. Ben en çok kendime kızıyorum. Bunca saçmalığa nasıl katlanıyorum. Sahi sabah kalkıp işe gidecek kuvveti nereden buluyorum. Maneviyat olmayan masaya oturup nasıl çalışıyorum saatlerce. Beni anlamayan insanlarla nasıl aynı ortamda yaşıyorum yıllardır. Ama halimize şükretmeliyiz değil mi? Altın kafese konan bir kuş misali... 
   
         O zaman Can Baba ile bitireyim kendime karşı olan isyanımı;
Biliyorum suçluyum, razıyım cezama
Çalmadım, öldürmedim ama
Daha kötüsünü yaptım.
Na'aptım biliyor musunuz Reis Bey?
Tuttum insanları sevdim...
        

3 Mayıs 2017 Çarşamba

Karanlığa Bir Mum'da Sen Yak !

       Bugün apayrı şeyler yazmak istiyorum. İş çıkışı ekipçe Gayrettepe Metrosundaki Karanlıkta Diyalog etkinliğine katıldık. 1 saat boyunca zifiri karanlıkta elimizde görme engellilerin kullandığı sopalar ile duvara ve birbirimize tutunarak farklı bir deneyim yaşadık. Ki bunları zar zor yaparken bir de rehberimiz vardı. 

     Güya okumuş, çok bilmiş, duyarlı insanlarız ya. Hani her şeyi gözlemleyip kendi değer yargılarımızı şekillendiriyoruz. Empati kurmak veya görme engellilerin yaşadığı zorlukları anlamaktan ziyade ben daha çok yaşamın güzelliğini anladım bir kez daha. Dikkat edersek çevremizdeki engelli insanlar genelde çok naif, nazik, güler yüzlü, anlayışlı insanlardır. Yani ben böyle olduklarını düşünüyorum. Bir insanı görünüşüyle yargılayamıyorsunuz. Kalp gözü denen şey var ya. Bir insanı sesinden tanıyorsunuz. Samimiyetini, sevgisini, sevecenliğini kelimelerden ve seslerden anlıyorsunuz. Birbirinize dokunmak o kadar özel bir şey ki. 

       Bir yere yetişmek için acele etmek zorunda değilsiniz. Hayatı sindire sindire yaşıyorsunuz. Görmeden hayata pozitif bakabiliyorsunuz. Kendi iç dünyanızda düşüncelerinizle, hayallerinizle karanlığa bir mum yakıyorsunuz. Bizler gören gözlerimizle konuşurken birbirimizin yüzüne bakmazken, onlar siz konuştuğunuzda gülen gözleri ile sizi dinliyor ya. Nasıl bir güzelliktir anlatamam. Egoyu tamamen kaldırıp çöpe atıyorsunuz. Dış görünüşün bir önemi yok hayatta. En fazla sesinizin güzelliği ile bir adım öndesiniz. Tutunacak dalınız; yolunuzu bulmak için girdiğiniz bir kol veya beyaz bir çubuk değil. İyi niyetiniz, dürüstlüğünüz, sevecenliğiniz size her daim yol gösteriyor, önünüzü aydınlatıyor. 

     Türkiye'de sıradan bir vatandaş olarak yolda yürümek zor iken, bir de onları düşünün. Kaldırımlarda yürümek her geçen zorlaşırken, dükkanlar tarafından işgal edilirken kaldırımlar, insanlar birbirini ezercesine yürürken, onların iyiliği için yapılan sarı çizgileri biz işgal ederken, onların bize gösterdiği hoşgörüye ne demeli. Engeli olanlar onlar değil bizleriz. 

         Bugün görme engelli bir insanı kıskandım; hayata benden daha pozitif bakabildiği için. Mantığı ile duygularını aynı terazide adilce tartabildiği için kıskandım. Güzellikleri görmek için bir çift gözden fazlasına sahip olmamız gerektiğini hatırlattığı için kıskandım. Her şey daha güzel olacak onlar hayatımızda daha fazla yer aldığında. O yüzden bizle ayrı yolda yürümesinler, bizden uzağa oturmasınlar, sessiz gülmesinler, yere bakmasınlar... Karanlığa gömüldüğümüz şu hayatta yolumuzu o güzel kalpleri ile aydınlatsınlar.  

27 Nisan 2017 Perşembe

Plaza tipi Mandıra Filozofu

   Sabah sekiz... Telefon çalmaya başlıyor ve nedense telefonu Devekuşu Kabare'deki repliği söyleyerek açasım geliyor. "Alo Galaksi Taksi, taksi yokkk". Üzerimde çok büyük emekleri olup, küçük yaşta hayallerimi siken hocam, bugün beni görse kendi ile gurur duyardı diye düşünüyorum. Tam para kazanmaya başlıyorum, kariyer fırsatı çıkıyor karşıma işten güçten soğuyorum. Para kazanmak bana göre değil diyorum. Bir kız ile tanışıyorum ya da ne hikmetse bir kız benden hoşlanıyor. Ulan diyorum acaba doğru zaman mı diyorum? Bir bakmışım ya ben kızdan soğuyorum ya da kızı kendimden uzaklaştırıyorum. Oy verdiğim parti iktidara gelsin! Kahrolsun faşizm, yaşasın ezilen hakların kardeşliği diye bağırasım geliyor. Ki henüz oy verdiğim parti bırakın iktidar olmayı belediye seçimlerini bile kazanamadı. Muhalefet kalmayı seviyoruz napalım :)

       Komşulara göre arkadaşlığı ilişkiye çevirip evlenmeliymişim? Ulan finansçı adamın da seçeneği kısıtlı. Ya bankacı, ya denetimci ya da meslektaş... Plaza kızlarının profil belli; stiletto ayakkabı, hafif bronz ten, Louis Vuitton ya da Chanel çanta, dikkat çekici ruj rengi. Hee idealist kızlar yok mu? Var tabi canım, pantolon altına babet veya rugan giyip stres altında çalışıp etrafa östrojen saçanları unutmayalım. İşte seçenekler böyle olunca benim bekarlığın müzminleşmesi de haliyle normal oluyor. Ben kuzguncuğu anlatıp, çikolata - kitap hayalleri kurarken; hatunlar Küçükçekmece'den Bahçeşehir'e taşınıp müdür olduklarında altlarına verilecek arabayı hayal ediyorlar. Bayram tatillerinde Budapeşte, Prag, Barcelona, Roma ya da Floransa neden olmasın ? 

        Bir de erkek profili var. Saçlar yandan iki numara, tepeler uzun ve soldan sağa atılmış. Spor salonuna yıllık üyelik yapılmış, dükkanını sel basmış Alibeyköy esnafı gibi dar paça kısa pantolon giyilmiş, ince kravat, ceketin altına kombin yelek, rugan veya mevsime göre süet ayakkabı... İlgimi çeken bir şey daha var. Yönetici iken işe servisle veya metro ile gidip gelirken, birden müdür olup altına beyaz Fluence ya da gri Jetta çekiyorlar ya. Böyle slow müzikten oyun havasına geçen yurdum insanı gibi oluyorsun. 

          Velhasıl kelam bir de benim gibi ipimle kuşağım sikimle taşağım yaşayan tayfa var. İşini sevmese de; arkamdan küfür etmesinler diye köpek gibi çalışanlar. Ulan bir de işin yoğunluğundan şikayet edip, sistem eleştirisi yapıyoruz gün boyu. Boş vakitlerimizde bir araya gelip birbirimize başkan, yoldaş diyerek samimiyeti pekiştiriyoruz. Ne de olsa ezildikten sonra hepimiz aynı şarabız değil mi? Şiirden sinemaya sonrasında futbola ve en sonunda olay seks muhabbetine gelir. Hayat bu arkadaş. Hafifte göbeği salıyorsun böyle. Alın size plaza tipi mandıra filozofu... 30'dan sonra evlenip son düzlükte bir tane de çocuk yapıyorsun. Ohh yeme de yanında yat. Yaşıtların patronun sol taşşağını sıvazlarken, sen ve senin gibiler oturduğu yerden anca götünü kaşır. Onun verdiği haz ise anlatılmaz yaşanır. Az kazanıyorum, çok çalışıyorum , herkesten mutsuzum ama kafam bir o kadar güzel...


            

19 Nisan 2017 Çarşamba

Hit Em Up...

    Bu aralar iş hayatını eleştiren bir yazı yazmadığımın farkına vardım. Terfimi aldın lan yoksa, maaşa zam mı geldi gibi sorular gelmesin aklınıza? Öyle üç kuruşa sistem eleştirisini bırakacak yavşaklığa erişmedim daha :) 

     Geriye dönüp muhasebesini yaptım geçen yılların. Üniversiteden mezun olduktan sonra kendimce kalifiyeli bir mezundum. Akıcı olmasa da bir yabancı dilim, iyi bir lisans ortalamam, referanslarım, stajlarım ve her şeyden önemlisi kendimi iyi yetiştirdiğime dair inancım vardı. Fakat girdiğim onca iş görüşmesinde değiştiremeyeceğim şeyler yüzünden elenmek zorunda kalmıştım. Misal 22 yaşında yeni bir mezun kişinin hem aranılan iş tecrübesine sahip olması hem de askerliğini yapmış olması gibi. Ya da Türkiye'nin sayılı üniversitelerinden mezun olamadığı için ikinci veya üçüncü tercih olması gibi. Hayatın gerçeklerini ne kadar erken kabullenirsen yarışın başında kaybettiğin mesafeyi o kadar çabuk eritirsin. 

        Bazı işleri ben beğenmedim gerek kariyer imkanlarını gerekse ücretini. Ki üniversite mezunu adama da 1.500 TL ile başlıyorsunuz ama sonrasında hızlı yükseliyorsunuz gibi telkinler pek de inandırıcı gelmemişti. Bazı işler de beni beğenmedi... Derken bir gün konser alanlarında yer gösterirken, bir gün alışveriş merkezinde tezgahtarlık yaparken buldum kendimi. Sırf evden para almamak için. Düşünceler karamsarlığa kaymıştı iyiden iyiye. Ya üzerime yapışırsa bu işler diye düşünüyordum. Küçük mü görüyordum, beğenmiyor muydum yoksa bu işleri. Halbuki ülkede bugün her 4 üniversite mezunundan biri işsiz. Her iş bulan 4 üniversite öğrencisinden 3'ü eğitim aldığı alanın dışında çalışıyor. 

         Baktım hayalini kurduğum ortam bana gelmiyor. Ben ona gitmeye çalışayım dedim. Yapmam dediğim bankacılık ile işe başladım. Az maaşa bol stresli iyi mi? Aynı zamanda dışarıdan çeşitli kurslara giderek eğitim aldım. Kütüphanemi her geçen gün genişlettim. Zengin bir film arşivi yapmayı da unutmadım. Askerliği de aradan çıkarırsam hızlı yol kat ederim dedim. Ve nihayetinde ülkenin büyük holdinglerinden birinde işe girdim erken yaşımda. Peki yıllarca aldığım eğitim, verdiğim mücadele, yaz tatillerinde çıraklık, tezgahtarlık yaptığım günlerden masa başına oturmak bana mutluluk getirdi mi? Evettt artık yeni bir sınavım vardı önümde. 

           Benim gibi hayallerine sıkı sıkıya sarılmış, vahşi hayvanlar gibi işine saldıran binlerce insanın arasında kendin kalabilmeyi becerip, aynı zamanda kariyer basamaklarını da emin adımlarla çıkabilmeyi başarabilmek. Hımmm hassiktir oradan dediğinizi duyar gibiyim. Öğrenci iken; size sadece kalifiyeli bir çalışan olmanız için yapmanız gerekenler öğütlenir ve öğretilir. Fakat iş hayatına girince bu öğrendikleriniz sizin geriye kalan iş hayatınızda sadece ufak bir öneme sahip olacaktır. Bunu anlarsınız. 

         İş arkadaşlarınızla iyi geçinebilmek ve onların gönüllerini hoş tutabilmek ilk edinmeniz gereken yetkinliğinizdir. Çabuk kaynaşır, kolay güvenir, bulduğunuz her fırsatta gıybetlerini yaparsınız. Öyle iş çıkışı kurulan içki masalarına, yapılan selfie'lere aldanmayın. Her çalışana nasip olmaz öyle içi dışı bir dünyalar tatlısı insanlara. Ama ne yalan söyleyeyim ben o konuda şanslıyım. Biri sağımda biri solumda oturuyor ama pek de sevdiğimi belli etmiyorum. Şımarırlar sonra :) 

         Mobbing denen kavramla çok geçmeden tanışıyorsunuz. Bu yüzden iş hayatınızda mobbing ile mücadele edebilmek ve bunun panzehirini bulabilmek edinmeniz gereken ikinci yetkinliktir. Başardığınız her iş beklentileri arttıracaktır. Bu da demek oluyor ki hiçbir zaman istenilen seviyeye gelemeyeceksiniz. Hep bir eksiğinizi bulacaklardır. Sakın şikayet etmeyin hee... Biz o yollardan geçtik diyenler hemen başınıza dikilecektir. Çevrenizdeki insanların ruh hallerini çalıştıkları yıl sayısına göre kategorize edebilirsiniz. 1-3 yıl arası handjob,  3-6 yıl arası blowjob, 6-10 yıl arası hardcore ve 10 yıl sonrasına party hard diyebiliriz. 

         Yöneticilerinizle iyi geçinmek istiyorsanız, sakın onlardan daha iyi olmaya çalışmayın. Bu edinmeniz gereken üçüncü ve en önemli yetkinliktir. Onlara ne kadar yetenekli olduklarını, tecrübeli olduklarını hissettirin. Öyle sürekli eğitimler, sertifikalar alıp gözüne gözüne sokmayın. Alıp o diplomaları rulo yapıp tersten saplamasın sonra bir yerlerinize. Terfi dönemlerini stressiz atlatmak için blowjob öneriyor uzmanlar. Hani şu 3-6 yıl arasındaki tecrübeye sahip insanlar. Çünkü o dönemler yükselip kariyerinizde yeni sayfalar açacağınız dönemler. O yüzden akademik olarak blowjob, argo tabirle taşşaklarını yiyim abi moduna girerek  siz de tuttuğunu koparan bir çalışan olabilirsiniz. Yeter ki neyi tuttuğunuz farkında olun. 

       Ulan işin orospusu olmuş gibi yazı yazdım. Halbuki bir bok olmuş değilim. Ama deneyim olarak 3-6 yıl arası deneyime sahip olan birisine göre, ben blowjob kısmını atlayıp direkt party hard durumuna geçtim. Ohh şampanya patlatıp, buzlu badem kıvamına geldik. Az beklenti, çok iş, hep stres, tam enerji... Bu yazıyı da her sabah işe girerken aklımdan hiç çıkmayan Tupac Shakur'un efsane diss'i ile bitiriyorum.

I ain't got no motherfucking friends
That's why I fucked your bitch, you fat motherfucker
Take Money
West Side, Bad Boy killers
Take Money
You know who the realest is
We bring it too
Take money, take money

           

15 Nisan 2017 Cumartesi

17 NİSAN SABAHI...

   17 Nisan sabahını bekliyoruz aylardır. Yine bir siyasi süreç sonucunda insanlarımızı kutuplaştırmayı başardık. Akrabalar, arkadaşlar, aileler birbirlerine düştüler. Birbirimizin gerçek yüzlerini mi gördük? Ne dersiniz? Şu kısacık ömrümde en büyük gayem mantıklı ve makul birisi olmaktı. Her fikri dinlemek, her ideolojiyi okumak, aşırıya kaçmadan kibire bulaşmadan yaşamak. Fakirin halinden, zenginin vizyonundan anlamak.  İktidarı eleştirmek, muhalefeti geliştirmek. Tüm bunları alınmadan, gücenmeden, kırmadan, gülerek, kimi zaman sinirlenerek ama her şeyin sonunda kaldığım yerden devam ederek yapmak istedim. Gelinen noktada anlıyorum ki Mevlana haklıymış. "Sen ne kadar bilirsen bil, senin bildiğin karşındakinin anladığı kadardır." 

        Politikacılar konuşuyor bizlere, bizler her seçim günü oy kullanıyoruz ama seçemiyoruz. Medya doğru ya da yanlışı değil, anlaşılmayanı bildiriyor. Okullarda verilen eğitim insanlığı değil, modern köleliği öğretiyor. Savaşlar kazanılmak için değil, yapılmış olmak için yapılıyor. Hakimler adaleti değil, güçlünün hakkını tasdik ediyor. Polisler suçu değil, adaleti engelliyor. Kârlar özelleştiriliyor, zararlar kamulaştırılıyor. Ve insan insanın kurdu iken, kuzular sessizce uyumaya devam ediyor...

       Hayır ya da Evet bir şeyi değiştirmeyecek diye düşünüyorum. Ama neden sandığa gidip bir tarafı seçmek zorundayım. Aksayan demokrasimizi düzeltmek için mi? Daha iyi bir Türkiye için mi? Hayır sadece safımızı belli etmek için. Darbe olmayacağının garantisini kim verebilir? Osmanlı Devleti'nde kardeşin kardeşi katletmesi devletin bekası içindi. Bugün de kardeş kardeşi katletmiyor mu? II.Osman'ı tahttan indirip Yedikule Zindanları'nda öldüren Fransız Lejyonları mıydı? 31 Mart Vakası, Bab-ı Ali'de asılanlar, Kuyucu Murat Paşa'nın diri diri kuyuya attığı vatandaşlar bu toprakların evlatları değil miydi? 

     Edebiyat, matematik, sanat, bilim tüm bu gelişmelerle ilgili konuşan kaç tane politikacı var. Öldürmekten değil, yaşatmaktan konuşan kaç tane politikacı var. Bugün hala meydanlarda köprü yaptık, gemi yaptık, yol yaptık, hastahanelerde beklemiyorsunuz, enflasyon yok, her şeyi tüketebiliyorsunuz, kişi başına milli gelir arttı, ekonomi büyüdü, binlerce konut yapıldı argümanlarını duyuyoruz. 

   Bugün Cumhuriyeti beğenmeyip, Osmanlı'ya özlem duyanlar bilmiyorlar mı ki? Bugün Cumhuriyet sayesinde bizi yönetiyorlar, o koltuklarda oturuyorlar. Cumhuriyet kurulduğunda 3-5 fabrika varken, tarlayı sürecek öküz, vergi verebilecek kadar kazancı olmayan bir toplum vardı. İş bankası hangi para ile kuruldu diyen cahiller, Bank Asya ve Arap sermayesi ile kurulan bankaları neden konuşmaz.  Bir Türk vatandaşının maaşından vergisi peşin tahsil ediliyor, tüketiminden vergisi peşin tahsil ediliyor. Ödediği faturalarda kaç tür vergi alınıyor haberi yok. Hastanelerde sıra beklemiyor çünkü hastaneye gitmeden size 6 ay sonrasına randevu veriyorlar.  Enflasyon yok diyorlar. Enflasyon olması için tüketimin arzdan fazla olması lazım. Bugün her sokakta AVM, süpermarket var. Alışveriş yapabilmek için kredi kartı ve ihtiyaç kredileri var. Bu paraları bankalar nasıl veriyor derseniz? Türkiye'de Türklere ait kaç banka kalmış bir araştırın. Devlet bankalarından Hazine garantisi ile kredi alan özel teşebbüsler köprü yapıyor. Vatandaşın vergisi ile köprü yapıyor. Yetmiyor 30 yıl köprünün gelirine el koyuyor. O da yetmiyor  zarar ederse, zararı hazineden karşılanıyor. Ve biz buna ekonomik büyüme diyoruz...  

    Türkiye 1980 yılından sonra hızla büyüdü? Neden mi? İki kutuplu dünyadan ABD hakimiyetindeki finansal kapitalist dünyaya geçtik. İnsan emeği, toprağın altı, toprağın üstü metalaştı. Rant iktidarların en büyük gelir kaynağı oldu. Para bulmak kolaylaştı. Türkiye'de diğer ülkeler gibi ekonomik olarak büyüdü,  fiziksel olarak modernleşti. Ama ekonomisi kalkınmadı, zihinsel olarak geri kaldı. Ne bekliyordunuz? Tüm dünya çok katlı kuleler, köprüler yaparken, uzaya mekik gönderirken Türklerin hala tarla sürüp, gecekondularda oturacağını mı sanıyordunuz? Yeni dünya sisteminde her nimetten faydalanırsınız, yeter ki bedelini ödeyebilecek durumunuz olsun? Türkiye'nin gencecik bir nüfusu, verimli toprakları, ılıman iklimi ve sömürülecek halkı var. 

      Velhasıl kelam yarın yönetim şeklini oylamayacağız. Tarafımızı seçeceğiz. Sonuç ne olursa olsun bundan sonra üzerimize ne düşüyorsa eksiksiz yapmak için gayret edeceğiz. Bilimle, akılla, mantıkla, sevgiyle ve saygıyla...

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...