26 Aralık 2013 Perşembe

YOL'SU'ZLUK

        Yazının başlığı bana yıllar önce Salih Memecan'ın o meşhur karikatürlerinden birini hatırlatıyor. Öğretmen öğrencilerine soruyor: "Ödediğimiz vergiler bize ne olarak geri döner?" 3 öğrenci teker teker "yol", "su", "sluk" cevabını veriyor. Bu başlıkla beraber bu yazıda bir iktidarı anlamaya çalışacağım.

         İktidara geldiği günden bugüne hep geçmiş ile hesaplaşma içinde olan başbakan, her zaman yaptığı icraatlar ile geçmişi kıyasladı. İddialarına cevap veremeyecek olanlara atıfta bulundu. Ama çok şükür tarih her şeyi bir kenara not ediyor. O yüzden soruya soru ile cevap vermeyi yeğlemek lazım. Keşke geçmişe gidebilme imkanımız olsa. İlk mecliste konuşulanları veya yaşananları görebilseydik.

           Okumuş eğitimli gençlerini kurtuluş savaşında toprağa gömen Türkiye'yi düşünün, Kurtuluş savaşında vatanın dört bir yanını savunan kahraman Türk askeri ve milletini hatırlayın, elinde avucunda olanı bitiren ona rağmen Osmanlı'nın borçlarının büyük bir kısmını alan Gazi Mustafa Kemal ve yol arkadaşlarını düşünün. O günün imkanları ile kalkınmaya çabalayan, ülkeyi demir ağlar ile örmek için çaba sarfeden, şeker, un gibi basit ihtiyaçlarını bile gideremeyen Türkiye'nin 15 yıldaki büyüme rakamlarına bir göz atın. Tüm zorluklara göğüs germek yetmezmiş gibi hem dış mihrakların hem de iç mihrakların oyunlarına maruz kalanları da bir düşünün.

             Şimdiki iktidarı düşünün bir de. Eski hükümetlerden aldığı 23 milyar dolarlık IMF borcunu bitirdi. Ülkenin dört bir yanına hızlı trenler, duble yollar yaptı. İçerde cemaati ile muhalefeti ile mücadele etti. Hatta yetmedi o dış mihraklar yok mu? Onlardan önce madalya aldı, işine gelince kardeşim, gelmeyince düşmanım oldu. O dış mihrakların parası ile merkez bankasını doldurup, ekonomik büyümesini gerçekleştiren iktidar IMF borcunu sıfırlarken acaba özel sektörün dış borcunu bakmaya tenezzül etmiş mi? Haa şunu diyenleriniz olabilir o borç devletin değil. Tabi canım zaten biz de o devletin vatandaşı değiliz....

              Dini yasaklayan, Kur'an'a düşman olan, camileri ahır yapıp yıkan tek parti zihniyetine her defasında atıfta bulunanlara basit bir soru. Adnan Menderes'in yol genişletmek için, Vatan Caddesi ile Millet Caddesini yapmak için talan ettiği tarihi eserler, mescidler ve camiler için neden sustunuz. Hadi eskiler dinsizdi. Şimdikiler Müslüman'da ne oldu. Ülkedeki hayat kadını sayısı son 11 yılda ne kadar arttı açın gazete küpürlerine bakın. Zina hala yasal, Avrupa'nın en yüksek faizini veren ülkeyiz, ülkenin en kârlı sektörü bankacılık sektörü yani kazancımız büyük bir kısmı haram para. Ama olsun beraber yürüdük biz bu yollarda.

               Dersim'i bombalayan soğuk kanlı caniler vardı ya bu ülkede hesap soruyoruz onlardan. Soruyorum Uludere'de kaza ile üzerine bomba yağdırılanların hesabını ne zaman soracağız? Ama onlar kaçakçıydı diyenleri duyuyorum. Peki Reyhan'lı da ölen 50 küsür insanımızın neden öldüğünü açıklayabilen var mı? Son 10 yılda övündüğümüz bir konu var ya hani. Ortadoğu'da ve bulunduğumuz bu coğrafyada güçlü ve sözü geçen bir ülke olduk. O zaman insan merak ediyor bunun bir bedeli var mıdır? 2003'de Irak'ta ölen milyona yakın insan, tecavüze uğrayan kadınlar, babasını hiç tanıyamayan çocuklar neyin bedeliydi? Demokrasinin mi...

                Emeklilere, işçilere, memurlara yapılan zamlar enflasyondaki artış hızına endekslenir de milletvekillerinin maaşındaki artış acaba neye göre belirlenir? Ülkeyi soyanın karısı ağlar, ölen teröristler için birilerinin karısı ağlar. Türkiye sizinle gurur duyuyor deriz de...40 günlük bebek ölür, polisler kafasına sıkar, askerler mapusta gün sayar da 2 dakikalık haber kesidinde görür su testisi su yolunda kırıldı deriz...

                 Bu millet hep bedel öderken, birileri sefasını sürdü. Belki güneşli günler çok yakında değil, belki umutlar bir başka bahara kaldı. Ama bu millete bunları yaşatanların yanına bunlar kalmamalı.

















19 Aralık 2013 Perşembe

Kapitalizmi Anlama(ma)k...

      Kapitalizmi anlama çabamıza devam ediyoruz. İktisadın babası olarak nitelendirilen Adam Smith'den bugüne doğru gelirsek dünya ekonomisi büyük bir kalkınma ve büyüme yaşadı. İşin ilginç tarafı son 20 yılda dünya genelinde Gayri Safi Milli Hasıla dört katlık rekor bir artış sağladı. Daha açık bir şekilde dile getirmek gerekirse Ronald Reagan ile Margaret Thatcher döneminin meşhur liberal politikaları; düşen vergi oranları, teşvikler, indirimler, büyüyen finans sektörü, artan rekabet ve küreselleşme kapitalizmin kasasını doldurdu.

        Stephanie Charbbonier'in güzel bir karikatürü vardır. "Hırsızlık dediğin kapitalizmden önce de vardı. Evet ama işletme fakültelerinde okutulmuyordu." Kapitalizmin diğer sistemlerden en büyük farkı kâr yaratma mucizesidir. Eskiden bir ülke ne kadar altın ve değerli maden biriktirebiliyorsa o ölçüde zengindi. Artık bu zenginlik bankacılık sektörü ile destekleniyor.

         Neden Sanayi Devrimi İngiltere'de başladı ve Avrupa'ya yayıldı. Neden Asya değil veya Osmanlı ? 18. yüzyıldan itibaren İngiltere'de çıkarılan bazı kanunlar sayesinde (Çifçilerden alınan ağır vergiler ve mülk kanunları gibi) köylüler mülksüzleştirilip işsiz bırakıldı ve böylece sanayi devrimin işçi altyapısı sağlanmış oldu. İngiltere gibi diğer Avrupa ülkelerinin enerji kaynaklarına sahip olması ve bunlara ulaşmasının kolay olması da bir diğer önemli etken. Günümüzde bile hala Çin ve Japonya gibi Asya'nın önde gelen ülkeleri enerji konusunda önemli sıkıntılar yaşayabiliyor ve tamamen dışa bağımlı durumda.

         Gelişen teknoloji ve artan verimlilik hiçbir zaman emek sahiplerini rahatlatmadı. Aksine modern köleliğe sebep oldu. Her geçen gün gelişen teknoloji emek sınıfını kalifiyesiz duruma düşürerek; mesai saatlerini arttırıp ücretlerin reel olarak düşmesine sebep oluyor. Bugün küreselleşme bütün ülkelerin ücretlilerinin rekabete sokulması olarak anlaşılıyor. Üretim maliyetlerin azaltılabildiği yerlere kaydırılıyor. Şunu unutmamak gerekir ki; tüketicilerin gelirleri üreticilerin maliyetlerini oluşturur. Maliyetler sürekli düşme eğiliminde olduğundan işçilerin ücretleri de her zaman geçimlik seviyede kalmaktadır. Peki böyle süreçte tüketime dayalı büyüme nasıl devam ettirilecektir. Cevabı basit somut emeğe karşılık soyut bir gelir yaratılarak, tüketicilere daha sahip olmadıkları gelirleri iskonto ettirerek( önceden harcatarak).

        Kapitalizmi eleştiriyoruz ama her toplumun kapitalizm anlayışı farklıdır. Amerika, İngiltere, İskandinavya ülkeleri, Güney Amerika, Avrupa hepsi farklı gelişmişlik düzeyinde ve kapitalizm farklı bir şekilde işliyor. İskandinavya'da sosyal adalet duygusu gelişmiş, gelir dağılımında adalet sağlanabilmişken. Amerika'da gelir dağılımı bozulmuş, halkın bir kısmı evsiz bir kısmı da basit sağlık hizmetlerinden bile faydalanamıyor. Küreselleşme adı altında acımasız rekabet koşullarında büyümek isteyen ülkeler kapitalizm adı altında adaletsizliğe göz yumuyor. Başka bir deyişle "kötü kapitalizm iyi kapitalizmi kovuyor."

        Son olarak devletin rolü ne olmalıdır? Bu soruya da henüz kesin bir yanıt verilemedi. Devlet serbest piyasa işleyişine karışmadığında artan rekabet, kızışan kâr rekabeti maliyetlerin düşürülmesine sebebiyet verir. Ama maalesef dünyada maliyetleri azaltmanın faturası her zaman emekçilere kesilir. Böylece sermayedarların lehine bir genişleme yaşanır. İnsanlar piyasanın adaletine olan inancını kaybeder. Diğer taraftan devlet piyasa ekonomisine müdahale ederse veya düzenleyici bir konumda olursa yolsuzluğu besleyen ve karşılıklı güvensizliğe neden olan bir yapı ortaya çıkar.

         
       

16 Aralık 2013 Pazartesi

Belki Bir Gün...

Eskiden bir zamandı çok olmadı belki ama bana bir asır gibi. Her erkeğin hayatında keşke dediği kızlar vardır ya benimde oldu sanırsam. Arkadaş muhabbetinde birisi bana laf attığında bende önce ona haddini bildiriyordu. Benim yanımda iken her zaman güler, her zaman mutlu olurdu. Saftık o zamanlar heralde. Aşk, ihtiras, bir anlık zevk aklımızın bir köşesinde yoktu. Gülüyorduk, eğleniyorduk, mutlu olmaya çabalıyorduk tek derdimiz bunları paylaşacak birinin olmasıydı. Çok şey mi istedim diye sordum hep kendi kendime…

Arada yanıma  yakışıklı çocuklar gelirdi. Benden tüyo isterlerdi onu tavlamak için. Her ne kadar onu sevsem de tüyoları verirdim çocuklara. Çünkü biliyordum küçük bir tüyo ile ayartılacak kız değildi o. Bu durum içten içe bendeki deli cesaretini de ateşledi. Belki de beni bekliyordur dedim kendi kendime. Neden olmasın. Hani kızların yakışıklı diyemeyip de ama sempatik dedikleri erkekler var ya. İşte o tarife uyanlardan biriydim ben. 
Merdivenlerden birine çöktüğümde bir arkadaş geldi yanıma hiç unutmam. "“Derdin nedir tosun? Hala açılamadın mı kıza. Söyle gitsin be oğlum ne kaybedersin ki…” Kaybedecek çok şeyimiz vardı aslında. Söylemiyordum ona karşı olan hislerimi çünkü bir kızın aşkı ile arkadaşlığı arasında bir yerlerde sıkışıp kalmıştım. Hem onun aşkına mazhar olmak istiyordum hem de arkadaşlığını kaybetmekten korkuyordum. İlginç bir ruh haliydi. Hayatımızın böyle dönemlerinde  en çok arzuladığımız şey bizim en yakınımızda olur. Hep yapmaz mıyız o hatayı üzerimize vazife olmayan bir görevi üstleniriz. O’nu mutlu etmek, yüzünü gülümsetmek, derdine derman olmak. Peki  biz, biz ne haldeydik? Adem’in yasak meyve ağacıydı sanki o bizim için. Elimizi uzatırsak cezalandırılacaktık. Bir ömür bize haram kılınacaktı. Ve sonuçta öyle de oldu.
Dost dediğim adam elini omzuma koydu ve: “Gerçek şu ki, herkes seni incitecek. Yapman gereken tek şey, açı çekmeye değer birini bulmak.” “Madem sen konuşamıyorsun senin için ben konuşurum. Ama şunu unutma birileri bir yerlerde mutluluğu kovalarken, sen oturduğun yerde onun ayağına gelmesini bekleyemezsin. Kimse senin o aranan mükemmel erkek olduğunu bilmeyecek. Çık ve onlara göster…”
Gitti ve konuştu. Tam da dediği gibi yaptı. Sonuç tabiî ki hüsrandı. O bana ne yâr oldu ne de yâren…Köşe bucak kaçtım. Kendimden utandım. Bir çuval inciri berbat ettim diye. Ama iyi bir ders oldu. Kaybetmekten korkmadım, O’nsuz yapamam dediğim kim varsa onlar olmadan da gülmeyi, eğlenmeyi, umut etmeyi öğrendim. Şimdi her nerelerdeyse şükranlarımı sunuyorum ona. Bendeki bu büyük emeği için…
 

13 Aralık 2013 Cuma

Ekonomik Büyümenin Alternatif Maliyeti

         II.Dünya Savaşı'nı izleyen 30 yıl için altın yıllar diyebiliriz. 1970'li yıllardaki OPEC krizi ve ortaya çıkan stagflasyon olgusu aynı zamanda Amerika'nın altın standardı sistemini terk etmesi ile beraber orta sınıf refah dönemi de sona ermiştir.

          Günümüzde ülkeler ekonomik verilerde sürdürülebilir büyüme, artan dış ticaret hacmi, döviz rezervi ve düzenli sıcak para girişini sağlayacak politikaların peşinden koşuyor. Adil gelir dağılımı, fırsat eşitliği veya tüketicilerin borç düzeyi ile ilgili herhangi bir iktisatçı veya politikacı elini taşın altına koymuyor. Nasıl olsa ekonomik verileri anlamıyor sıradan vatandaşlar hatta politikacılar bile. Seçim dönemlerindeki çılgın projeler ile balık hafızalı halkın oyları çalınıyor, rakamsal olarak artan milli gelir ile borç stoğu örtbas ediliyor, enflasyon rakamları düşerken hanehalkını sepetine koyduğu gıda alımı azalıyor.

            John F. Kennedy'in meşhur bir sözü vardır: " Ülkenizden sizin için bir şeyler yapmasını istemek yerine, ülkeniz için ne yapabilirsiniz, kendinize bunu sorun!" Kişisel yorum yapmak istemiyorum. Tarih kitaplarını açıp okuyunca veya  hafızanız kuvvetli ise her akşam izlediğiniz haberleri hatırlayın. Ülkesinin kahramanlık simgeleri olan insanlara. Nelson Mandela ömrünün üçte birini hapiste geçirmiş cefakar lider açlıktan kırılan Güney Afrika'da öldükten sonra arkasında 110 milyon dolar kişisel servet bıraktı. Bizim başbakanımızın ne kadar serveti var ondan haberimiz bile yok. Artık veraset ilamında öğreniriz.

              Ekonomik dar boğaz dönemlerinde toparlanmak için başı çekenler hep tüketiciler olmuştur. Hem sırtlarındaki borç yükünden muzdaripler, hem de işlerini kaybetme korkuları var. Hali hazırda piyasada birçok işsiz ve atıl araçlar varken birileri bunu fırsata çevirir. Düşen girdi fiyatları , ucuzlayan krediler, sübvansiyonlar, vergi indirimleri yatırımcıları teşvik eder. Kazan kazan durumu yaratılır. Ama tek kazanmayan kesim tüketiciler yani işçilerdir. Krizden çıkılırken hallerine şükrederler çünkü işlerini kaybetmediler ve üzerlerindeki kara bulutlar dağıldı. Fakat birşey dikkatlerini çekmez o da bitmek bilmeyen borç yükü...

                Bu aralar çoğu ekonomi yazılarında şu klişe ile karşılaşıyoruz. Türkiye'de açlık sınırı 1.100 lira iken asgari ücret 870 lira civarında. Bu buzdağının görünen yüzü. Sürekli asgari ücretlileri koruyan yasalar çıkarıyoruz sözde. Fakat onları korumakla alakası olmayan düzenlemeler hepsi. Maaşı 1.600 lira olan bir çalışanın maaşının yarısı elden veriliyor yarısı da bankada açılan göstermelik bir hesaba yatırılıyor. Böylece verilen maaş kayıtiçine alınıp, devlete de yatırılan maaş asgari ücret olarak gösteriliyor. Böylece işverenler sözde devlete olan yükümlülüğünü yerine getiriyor. 55-60 yaşına gelince emekli olan insanların aldıkları kıdem tazminatları bir ev peşinatı bile etmiyor. O para ile de zaten var olan borçlarını kapatıyorlar. Sonra hayata sıfırdan başlamış gibi 60 yaşında çalışmaya devam ediyorlar.

                  Türkiye büyüyor, milli gelir artıyor, milyoner sayımız katlanıyor fakat hanehalkı hala pazarda artan fiyatlara rağmen enflasyonun nasıl düştüğünü merak ediyor. Türkiye ekonomik olarak büyürken, nispi olarak fakirleşiyor. 

11 Aralık 2013 Çarşamba

Her Kalp Kendi Şarkısını Söyler...

          Pencereden yağan kara bakıyorum...Hergün aynı sokaktan evine aş, eşine aşk götüren onlarca insan geçiyor. Sıradan insanların basit hayalleri, büyük kumarları hiç bitmiyor. Mücadele ediyorlar çamurlu yollarda düşmekten korkmadan; çünkü kirlenmek güzel. 

          Efendi adam kendinden çok şey, başkalarından az şey bekler. Ne kadar efendi adamım orasını bilemeyeceğim ama kendimden çok şey beklediğim kesin. Fakat kendim için değil. Bir şeylerin geri gelmeyeceğinin farkındayım artık. Yanlış tercihler, deneyimsizlik bunların hepsi kardeşim için bir tecrübe oldu. Onlarca hayalimin arasından sadece birkaçına tutunabildim. "Yaşamak, kimseye muhtaç olmadan, eyvallah demeden yaşamak. Kendim olmaktan vazgeçmeden, sade ve sıradan bir hayat istiyorum." Belki birilerinin başarısını kıskandık, belki gereken ilgiyi göremedik. Kaçan fırsatlar her zaman bahanemiz oldu. Bazen bir kalpten içeri girebilmek için yıllarca bekledik. Hüsrana uğramak alışkanlığımız oldu belki de...Ama olmayan bir şey varsa o da kendimiz olamadık. 

           Kitaplığımda her zaman okunmayı bekleyen kitaplar bırakırım. Bu yarınlara olan ümitlerim içindir. Masamda kağıt kalem eksik olmaz. Duygularımı kelimelerle anlatamazsam sessizce haykırabilmek için. 24 olmaya çeyrek kala bazı şeylere umut etmeye devam ediyorum. Başarabileceğim hayallerime dört elle sarılamadığıma pişmanım. "Ama hayatta her şey başarı değil ki" diyerek avutmak istiyorum kendimi. Örnek bir abi, hayırlı bir evlat, sadık bir eş, iyi bir dost veya mutlu bir insan olmak...Will Smith'in filmlerindeki gibi  mücadeleden pes etmeden, ümitleri tüketmeden, mutluluğun peşinden koşabilmek.  

            Birilerinin para ile ilgili dert yanmasından veya öğütler vermesinden sıkıldım. Siz sıkılmadınız mı? Akıllı telefonlar çıktığından beri insanlar düşünme eyleminden vazgeçtiler. Nasılsa onlar adına düşünen bir şey icat edilmişti. Yapay gülümsemenin altında yatan gerçekler nedir hala merak ediyorum. Bir merhaba demek bu kadar mı zor geliyor. Veya sıcak bir gülümsemeden ne gibi bir beklenti peşine düşüyoruz. Bir parça ekmeği bölüp paylaşırken hangi ara bütün bir şekilde yutmaya başladık...

            Son olarak yalnızlığıma laf söylemeden edemeyeceğim. Bir güvensizliktir almış başını gidiyor. Hiç mi yok çevremde elinden tutmaya cesaret edebileceğin bir kız. Bob Marley geliyor aklıma sonra"Gerçek şu ki herkes seni incitecek, yapman gereken tek şey, acı çekmeye değer birini bulmak" Tamam diyorum kendi kendime. Fakat bunu diyen adam aynı zamanda "Yağmuru sevdiğini söylüyorsun, ama yağdığında şemsiye kullanıyorsun. Güneşi sevdiğini söylüyorsun, ama her zaman kaçmak için bir gölge arıyorsun. Rüzgarı sevdiğini söylüyorsun, ama her estiği zaman pencerini kapatıyorsun. İşte bu yüzden seni seviyorum demenden korkuyorum." demiyor muydu? 

               Sanırım birisinin elini omzuma koymasını bekliyorum. Desin ki bana: "Rahatından vazgeç, gel beraber bu hayatın çilesini çekelim. Bazı şeyleri bu kadar çok düşünme, önümüzde yaşayacak onlarca yıl, yüzlerce güzel an var. Mutlu olmak için içinde bulunduğun zamandan daha iyi bir zaman olduğuna karar verme. Mutluluk bir yolculuk ve bu yolculuk yalnız geçirilmeyecek kadar güzel..."
            

28 Kasım 2013 Perşembe

Kapitalizmin Krizleri

        İktisadi krizler hakkında yazmaya devam ediyorum. Çünkü hayatın kendisi bir kriz. Dünyanın globalleşmesine, bilginin daha hızlı ve daha geniş ağlara yayılmasına rağmen ekonomik krizlere bir türlü çare bulamıyoruz. Önceden öngöremiyoruz, doğru teşhisi koyamıyoruz ve en önemlisi tedavi için geç müdahale ediyoruz. Peki nedir bunun sebebi? Dünyada o kadar çok seçkin iktisatçı varken ve bunların çoğunun ülkelerin para politikalarını yönettiğini düşünürsek neden kapitalizm sürekli krizlere maruz kalıyor. İşte bu yazıda buna değineceğim.

          Son 100 yılda iktisat ile hayatın her alanında karşılaşır olduk. Artık spor haberleri kadar ekonomi haberleri de takip ediliyor. Pazardaki domatesin, kümesteki tavuğun, tarladaki mahsulün insanlar için ne kadar değer ifade ettiğini biliyoruz. Krizlere engel olamamamızın en büyük sebebi bana göre insanları ekonomik bir veri olarak görmemizden olsa gerek. Teorik bilgilere boğulmuş bazı iktisatçılar, insanların sistematik olarak aynı hareketleri yapacağını düşünerek ekonomiyi yönlendirmeye çalışıyor. Oysaki günümüzde artık davranışsal iktisat diye bir olgu var.

           Krizlerin arkasında kültürel alışkanlıkları da göz ardı etmemek gerekir. Örneğin, ABD yaşanan ve tüm dünyayı etkileyen 1929 Ekonomik Buhranı'ndan sonra politika yapıcılar sürekli ekonomin talep yanına ağırlık verdiler. İnsanlara tüketimden vazgeçmemeyi aşıladılar. Amerikan halkının ev alma gibi bir alışkanlığı vardır. Gayet de doğaldır tabi. 50-60 yıldır uygun ipotek faizleri ve sürekli sağlanan mortgage kredileri sayesinde büyük bir gayrimenkul piyasası yaratıldı. Sürekli artan ev fiyatları, rantın hiç bitmemesi büyük bir balon oluşmasına sebep oldu. 310 milyonluk Amerika nüfusunun yaklaşık %60'ı kendi evine sahiptir. Önemli bir rakam bu. Bunun yanı sıra %10 civarlarında evsiz olan kesimi de unutmamak gerekir. İsviçre gibi gelişmiş ve kişi başına düşen milli geliri yüksek olan bir ülkede ise halkın %25'ine yakın kısmı kendi evine sahiptir.

           Kapitalizm neden krize maruz kalmak zorundadır? David Harvey'e göre bunun sebebi "sermaye birikimin içsel çelişkileri"dir. Konuyu daha açıklayıcı kılayım. Sermaye sahipleri yapmış oldukları üretim sonucu bir kâr elde ederler. Bu  kârın bir kısmını kenara ayırıp sermayenin üzerine eklerler sermayelerini arttırmak için. Fakat burada önemli bir sorun vardır. Bu kâr doğru zamanda ve doğru miktarda nasıl sermayeye eklenir. Bu iktisadi beceri gerektirir. Bu durumda da devreye finans kuruluşları girer. Sanayi devriminden günümüze geldikçe şunu anlıyoruz ki; ekonominin mali kesiminin kârları reel kesime nazaran daha hızlı artmıştır.

          İşin içine finansal kuruluşlar girince kârın üzerinden kâr yapma olgusu gelişmiştir. Sermaye sahiplerinin kazançlarının üzerine bir de mali kuruluşlarının kazancı eklenince finans kesimi inanılmaz derece büyümüştür. Bugün ülkelerin en kârlı kuruluşları bankalardır. Ne kadar tuhaf öyle değil mi? Ticari malın değerinden daha yüksek bir gelir elde etmek. Bu çarkı döndürmek kolay değil ama. Bu yüzden işçilerin maaşları ya reel olarak azaltıldı ya da sabit tutuldu. Şimdi şu soru akla geliyor. Fiili talebe en büyük katkıyı yapan kesim işçiler değil mi? Evet kesinlikle. Peki ücretlerin sabit tutulması talebin azalmasına ve ekonominin resesyona girmesine sebep olmaz mı 1929 yılında olduğu gibi? Onun da bir çaresi bulundu.

             Kredi kartları, ihtiyaç kredileri ve topluma aşılanan lüks yaşam düşüncesi geliri olmayanları bile sürekli tüketmeye teşvik ediyor. Böylece insanları sistemin içinde tutarak bu çürük yapının işlemesine devam ediliyor. Son 50 yılda Amerikan ve İngiliz halkının borcu 3 kat artmış durumda.

              Şu bir gerçek ki; Kapitalizm sorunları hiçbir zaman tam olarak çözmez. Sorunlar sadece coğrafi olarak yer değiştirir. Mesela Amerikan ekonomisi durgunlaştığı zaman piyasaya dolar pompalanır. Bu dolarların büyük bir kısmı gelişmekte olan ekonomilere giriş yapar. Gelişmekte olan ekonomiler artan döviz rezervleri ile ithalatını, ithalat sayesinde de bir nebze olsun ihracatını arttırır. Ülkelerin milli gelirlerinde kısa dönemli artışlar sağlanır. Tüketim artar, ekonomi canlanır, kredilerdeki artış üretimi de olumlu etkiler. Ama bu tarz ekonomilerde şöyle bir yapısal sorun vardır. Hep günü kurtarmanın peşindelerdir. Amerika bastığı dolarlar ile kötüye giden ekonomisini diğer ekonomileri sömürerek canlandırır. Nasıl mı?

                Basılan her dolar faizin yüksek olduğu ülkelere gider. Ülkeler bu dolarları ellerinde tutmak için yüksek faiz verme yarışına girerler. Bir yandan bu dövizlerle Amerikan malları alırlar, bir yandan bu dövizin faizini Amerikan halkına öderler. İnanılmaz bir iktisadi sömürüdür yani. Hasta Amerika ayağa kalktığı zaman ise genişletici politikalarından vazgeçer ve piyasadaki dolar hacmini azaltır. Böylece gelişmekte olan ülkeler döviz kıtlığına düşer. Ya faiz oranlarını arttıracaklardır ya da devalüasyona gitmek zorunda kalacaklardır. Sonuç tabi ki kesin. Fırlayan cari açık,  yükselen borç stoku ve fakirleşen hanehalkı...

                  Sonuç olarak, krizler sadece işimize değil hayatımıza da son verir...

         

27 Kasım 2013 Çarşamba

Bir Parça Hayat...

          Hep bir kavganın içerisinde buluyorum kendimi. Kazanmak değil alnımdan akan terler yanağımdan süzülürken yenilgim beni gururlandırıyor. Olsun diyorum, mücaceleye devam. Yarınlara bırakıyorum umut dolu hayallerimi. Başkalarının başarılarında, mutluluğunda avutuyorum kendimi. Bi s.ktir çekiyorum hayatın tüm olumsuzluklarına, farkındayım  iyilerin erken, fakirlerin aç öldüğünün. O yüzden sabrediyorum.

           Siz nasıl sabrediyorsunuz bu zor hayat koşullarına. Sanırım biliyorum; elinizdeki kumanda en büyük silahınız. İzlediğimiz dizilerin  neredeyse tamamında iyiler kazanıyor, ama bu doğru değil. O yüzden gerçek ile yüzleşin. Gerçek hayatta daima ciğeri beş para etmez insanlar kazanır. Güzel kızları, parayı, her şeyi. Film izlerken ne zaman bir seks sahnesi olsa babanız odaya girer. Siz zevkin sefasını süremezken birileri şehvetin ateşinde kavrulur.

          Televizyonda binlerce reklam var ve sizi ederi olmayan ürünleri almaya ikna ediyor. Haberleri sunan kadınlar dikkatinizi çekiyor mu? Bence çok güzeller. Haberler mi ? Melih Gökçek beşinci kez aday olmuş, Allah diyen aslan kükremiş, küçük kız tecavüzcüsü ile gönül rızası ile beraber olmuş. Severek izlediğimiz bütün programlar reyting kurbanı. Dişinizden tırnağınızdan arttırıp takımınızı stadta desteklemek için aldığınız biletlerin parasıyla sonradan görme şımarık topçular güzel mankenleri altına alıyor....Ve bunun gibi binlerce olağan şeyler.

           Bu hayatta kimler için bir önem arz ediyorsunuz? Ben hala bu soruya cevap bulamadım. Yıllarca size sessizce, derinden destek veren babanız artık yoksa, en güzel yemekleriyle damağınıza lezzet kalbinize huzur katan anneniz yoksa ve tüm yaramazlıklarına rağmen kavga edip,bağırıştıktan sonra sarılıp barışacağınız bir kardeşiniz yoksa bu hayatta mücadele edeceğiniz hiçbir şeyiniz yok.

             Birşeyleri başarmak yerine  birilerini mutlu edebilmek. Kazanmaktan çok paylaşmak Aşık olmak değil sadık kalabilmek. Vazgeçmek değil umut etmek. Ve tüm mutluluklar sizinle...
           

13 Kasım 2013 Çarşamba

Büyük Belkiyi Aramak...

       Bazen varoluş sebebinizin peşinde gider ve kendinizi sonunda ışığın göründüğü bir tünelde bulursunuz. Hep bir adım daha atarak ışığı yakayalabilmenin heyecanını yaşarsınız. Aslında o adımı atmanın sebebi büyük belkiyi aramaktır. Bende o arayış içindeyim galiba...

         Şansızlıklarım ve hayallerim arasında ortada kalmış tutunacak bir dal, yaslanacak bir gövde arıyorum. Hep yarınların hayalini kurarak bir günü geride bırakıyorum. Yani geleceği yalnızca o andan kaçmak için kullanıyorum. Bazı şeyleri farketmek ve onların üstesinden gelememek insanın canını acıtıyor. Neden yanlış zamanda dünyaya geldim diye hayıflanırım. Çok değil, Cumhuriyetin yeni kurulduğu dönemlerde doğsaydım fena mı olurdu. İnsanların hayallerinin peşinden koştuğu, sevginin ve sadakatin bir parça ekmek gibi bölüşüldüğü, alın terinin helal süt gibi içildiği, mutluluğun kaf dağının arkasında olmadığı dönemlerde yaşamak vardı.

            Oysa ki şimdi; hayallerin para ile satın alındığı, sevginin az bulunduğu sadakatin ise raflara kaldırıldığı bir dönemde mutluluk ve hayaller adına yapabileceğim hiçbir şey yok. Tek yaptığım her gece başımı yastığa gömüp güzel ve güneşli günlerin hayalini yaşamak...

             Yaklaşık üç ay sonra askere gideceğim. Ve askerden döndükten sonra amacım büyük belkiyi aramak olacak. Kitaplarımı koltuk altıma sokup bir üniversitenin kapısından ebediyen çıkmamak üzere girmek gibi bir niyetim var. Daha çok okumak, daha çok yazmak. Yeni hayaller üretip insanlarla paylaşmak.
Parasını kazandığım hayatı yaşamak değil niyetim. Hayalini kurduğum hayattan para kazanmak...

              Benjamin Franklin ne demiş: "Siz kafanızı büyük hayallerle doldurmaya bakın. Kafanız sonradan cebinizi paralar ile dolduracaktır."

8 Kasım 2013 Cuma

Eksi Faiz Üzerine Denemeler

            Eksi faiz kavramı uzun zamandır kafamı kurcalayan bir konuydu. Maalesef  bu konu hakkında işe yarar yazı bulmak da oldukça zor. İslami kesim ve son zamanlarda Avrupa'da tartışıla gelen bir konu. Charles Eisenstein bu konuya biraz olsun değinmiş.

             Eski zamanlarda madeni paralar kullanılmadan önce insanlar genel ödeme aracı olarak kabul edilmiş bazı şeyleri para olarak kullanıyordu. Balık, tahıl hatta sığırları bile. İşte durum böyle olunca eski zamanlarda para arzını arttırmak üretimden geçiyordu. Yani tahılı para olarak kullandığınızı varsayalım. Belli bir süre sonra tahıl çürüyecek ve ortadan kalkacaktır. Böylece dolaşımdaki para azalacaktır. Arttırmak için de üretim yapılmak zorunda kalınacaktır. Bireyler ellerindeki tahılları birikim aracı olarak uzun bir süre tutamayacağından dolayı reel ekonomi de sürekli bir sirkülasyon olacak ve servet birikiminin önüne geçilmiş olunacak. Bu yüzden ben bugün eksi faiz olayının daha çok bu tarafı ile ilgileniyorum.

                Paranın değeri azalmıyor, amortisman ayırır gibi zamanla kendini sıfırlayıp yeniliyor. Böylece para servet birikimi yerine yatırımlara harcanıyor. Daha önceleri ABD'de bu tarz denemeler yapılmış. Konuyu biraz daha derinleştirip "demuraj" kavramını dahil etmek istiyorum. Deniz taşımacılığında getirilen malın çekilememesi durumunda her gün için alıcının ödemek zorunda olduğu paraya demuraj denir. Finans piyasalarına bunu uygularsak atıl olarak elde tutulan ve faiz geliri elde etmek için bir kenara konulan paranın her yıl belli oranda değeri azaltılarak demuraj uygulanabilir.

                  Mesela kullanabileceğinizden fazla paraya sahipseniz sıfır faizle dahi borç verseniz kârlı çıkarsanız. O para elinizde atıl olarak bulunsaydı değeri azalacaktı. Aslında eksi faiz burada bir vergi olarak kullanılmaktadır. Böylece para asıl amacı olan malların değiş tokuşu için kullanılacaktır. İstiflemeyi ortadan kaldırıp paranın dolaşımını sürekli kılacaktır. Para arzı gereksiz yere arttırılmayacak ve böylece paranın satınalma gücünde sürekli bir azalma olmayacaktır. Eksi faiz uygulaması ile belli bir süre sonra dolaşımdan çıkan para merkez bankası tarafından tekrar piyasaya sürülecektir.

                   Üzerinde uzun uzadıya tartışılması gereken bir konu kanımca. Sağlam temellere oturtulmuş bir uygulama ile para gerçekten özüne dönecektir ve sadece ölçü birimi ve değişim değeri olarak kullanılacaktır. Reel ekonomiye katkısı büyük olacaktır. Emeğin değeri artacak, işsizlik azalacak, insanların kolay yoldan para kazanma yolları tıkandığı için riskli yatırımlar azalacak ve belki ekonomik krizlerin etkisi azalacak. Şunu düşünenlerde olabilir. Para ve mevduat eksi faize tabi tutulursa insanlar alternatif araçlara yönelebilirler. İşte Charles Einsteistein buna da değinmiş. Vadesiz borçlar risk primi gerektirir. Emtiaların taşıma maliyetleri vardır. Altınlar saklanmalı ve sigorta edilmelidir. İşte bu yüzden en ucuz ve en risksiz değişim aracı olan para ve vadesiz mevduatın demuraja tabi tutulması  piyasalara düzen ve istikrar getirebilir.

                       Bu radikal kararı almak sanırım günümüzde çok zor. Hele de türev piyasaların değerinin 693 trilyon doları bulduğu bir dünyada kimse kolay yoldan para kazanmaktan vazgeçmeyecektir. Modern köleliğe, ucuz işgücünü sömürüye devam...

29 Ekim 2013 Salı

Türkiye Ekonomisi: Kalkınmanın Eşiğinden Krizin Beşiğine

            Ekonomiyi bir insan vücudu olarak düşünün. Tıpkı bundan yüzyıllar önce Fransız tıp doktoru Quesnay gibi. Reel kesim ekonominin kalbidir. İşçi istihdam eder, fiyatları belirler, ücretleri belirler, üretim yaparken aynı zamanda talep de yaratır. Piyasaya güven aşılar. Dış ödemeler dengesi ekonominin sindirim sistemidir. İhracatın ithalatı karşılayamadığı noktada sindirim sistemi yoluyla ekonomi kendini boşaltır. Cari açık bir ülkenin ürettiğinden fazla tüketmesidir. İç tasarruflar yeterli olmadığından dış kaynaklardan borçlanılarak kapatılır. Bir insanın hastalandığında ilaç alması gibi düşünün. Ekonomi ne kadar çabuk iyileşip ayağa kalkarsa cari açığın etkisi de o denli az olur.

              Kamu kesimi ekonominin beynidir. Beyin nasıl kan basıncını ve vücut sıcaklığını düzenliyor ise kamu kesimi vergileri verimli bir şekilde toplayıp harcamalar yaparak sosyal adaleti sağlamaya çalışır. Isınan ekonominin ateşini düşürür, yavaşlayan üretimin artmasını teşvik eder. Son olarak finans piyasaları da ekonominin üreme organıdır. Sermayeyi, kârı  çoğaltmanın kolay ve zevkli yoludur.

              Yaşar Erdinç hocamın 36/42 Para Harekatı kitabında güzel bir benzetme vardır. " Hayatta hiçbir şey Velazquez'in resmi kadar belirgin ve net değildir. İş hayatı gerçekleri size Picasso'nun resmindeki gibi şekil değiştirmiş olarak gösterir. Picasso'nun resmine bakıp, Velazquez'in resmini görebilenler başarılı olur." Yani ekonomi dalgalanmalara, istikrarsızlıklara rağmen yol haritası olan ve buna sadık kalan iktidarlar başarıyı yakalarlar.

               Bugün Türkiye ekonomisini ele alalım. Cumhuriyetin ilanı ile büyük buhrana kadar hızla büyüyen, Adnan Menderes dönemi ile atağa kalkan, Turgut Özal ile görünmeyen prangaları söküp atan ve Recep Tayyip Erdoğan ile şahlanmaya çalışan bir Türkiye...Kolay değil aslında kesin bir yorum veya keskin bir eleştiri yapmak. Başbakan marifet iltifata tabidir diyor ama yanlışların eleştiriye tabi olduğunu es geçiyor. Bugünün Türkiye'si ile Cumhuriyetin kurulduğu dönemi mukayese etmek büyük bir gaflet olur. Savaştan yeni çıkmış, yorgun düşmüş, genç ve erkek nüfusunun büyük bir kısmını yitirmiş, verimli topraklarında yeni devletler kurulmuş, sanayisi olmayan bir Cumhuriyetin 15 yılda yaptıklarını düşünürsek bugünkü imkanlara sahip olsalardı yapacaklarını düşünemiyorum.

                 Bir şeyi anlamakta güçlük çekiyoruz. Adnan Menderes tarım ve sanayiyi atağa kaldırmak istedi, vatan haini ilan edilip idam edildi. Amerika'dan Sovyet Rusya'dan borç istediği için vatanı satıyor denildi. Turgut Özal altyapısı tam hazır olmadan Türkiye ekonomisini liberalleştirip, özelleştirme yapmaya çalışınca muhalefetin ağır propagandası ile gücünü kaybedip, vakitsiz bir şekilde aramızdan ayrıldı. Ve bugün iktidara gelen Recep Tayyip Erdoğan kendinden önceki bu liderlerden dersini alarak hızlı bir kalkınma atağına girişti.

                  Güveni ve siyasi istikrarı sağlamış, devletin iç ve dış borcunu azaltmış, özelleştirmeleri yapmış, enflasyonu ve faizi düşürmüş, GSYİH' yı sürekli yükseltmiş, devlet bütçesini dengelemiş, faiz dışı fazla verdirmiş, sağlık ve eğitim reformları yapmış, toplu ulaşımda Türkiye'ye duble yollar ve demir yolları kazandırmış, siyasi ve iktisadi imajını dünyanın bir kesiminde düzeltmiş bir iktidar. İster beğenin ister beğenmeyin şapkayı önünüze koyduğunuzda görünen tablo bu. Ve bundan dolayıdır ki seçimleri kazanmaya devam ediyor.

                   Peki görünmeyen nedir? Devletin borcu azalırken, özel sektörün borcu Eylül'de açıklanan rakamlara göre yaklaşık 146 milyar dolar. Bu borcun yaklaşık %25'inin kısa vadeli olduğunu gözlemliyoruz. En çok kâr elde eden ve en çok vergi ödeyen kurumların başında bankalar geliyor. Bu demek oluyor ki hanehalkının borcu da oldukça artmış durumda. Reel kesimin ürettiği mallara karşı iç talebin canlı tutulması için kredi kartı kullanımı ve tüketici kredileri teşvik ediliyor. Faiz oranları her ne kadar düşse de Amerika, Japonya ve Avrupa birliği ülkelerine göre en yüksek faizi veren ülke konumunda olmamızdan dolayı ve Ak Parti iktidarının ilk 6-7 yılında uygulanan yüksek faiz- düşük kur politikası sayesinde artan döviz rezervimiz ülkedeki alternatif yatırımları arttırdı. En çarpıcı örneği konut piyasası. Artık insanlar konutlara yatırım yapıp spekülatif gelir elde etmeye çalışıyor. Böyle olunca haliyle fiyatlarda bir balon etkisi ile karşılaşıyoruz.

                     Ekonomi büyürken işsizlik rakamları yerinde sayıyor bu da demek oluyor ki büyümemiz aslında herhangi bir katma değer yaratmamış halk içerisinde. İşsizlik en yoğun olarak üniversite mezunları arasında görüldüğü için gençler okumaya devam ediyorlar. Ağır sanayi de çalışacak kalifiyeli eleman bulmakta güçlük çekiyoruz. İşsizliğe çözüm bulamadığımızdan olsa gerek ailelerin reel geliri artmadığından dolayı gençler evliliklerini erteliyor veya aileleri ile birlikte yaşamayı tercih ediyor.

                       Artık eskisi gibi ailelerin geliri enflasyon karşısında erimiyorsa bile lüks yaşam isteği ve aşırı tüketim çılgınlığından dolayı ay sonunu getiremiyor. Bundan dolayı devreye tüketici kredileri ve kredi kartları giriyor. Tüketiciler kredi kartları ile üreticiler uzun vadeli çekler ile ekonomi çarklarını şimdilik döndürmeye devam ediyor.

                    Artan milli gelir ve kişi başına düşen milli gelir bankaların vermiş olduğu krediler ile tüketimin nabzını düşürmediğinden dolayı insanlarımız tasarruf yapmayı bile unuttular. Yapılan tasarrufların ağırlığı kısa vadeli oluyor. Yani kolay yoldan köşeyi dönmenin derdindeler. Diyeceksiniz ki; tasarrufları arttırmak için devlet destekli bireysel emeklilik sistemi kuruldu. Evet fakat dikkatinizi çekti ise bankalar birbiri ile yarışa girdi. Yani bireysel emeklilik ile bankaya yatırılan paralar bankalar aracılığı ile yine ekonomiye kredi olarak dönüyor. Büyük ihtimalle insanlar bireysel emeklilikte biriken paraları ile ileride ev almak yerine biriken borçlarını toptan ödemek için kullanacaklar.

                    Özelleştirmeye de ufacık bir değinmek istiyorum. Stratejik öneme sahip kuruluşların özelleştirmesi hariç ( Petkim, Tüpraş, Telekom vb.) diğer kuruluşların özelleştirilmesini eleştirmek bana pek mantıklı gelmiyor. Neden mi? Bu eleştriyi en çok yapan muhalefet ve İstanbul sanayisi. İthal ikameci dönemlerde KİT'lerden ucuz hammadde alanlar, kendi bankaları aracılığıyla KİT'lere yani devlete yüksek faiz ile kredi verenler de bunlardı. Bugünün kıdemli ve kodaman sanayicileri zenginliklerini biraz da rekabetçi olmayan, içine kapanık Türkiye'ye borçlular.

                      Velhasıl kelam, ekonomimiz hakkında söyleyecek çok söz var fakat sizleri fazla da boğmadan şimdilik bu kadarını yazıyorum. Maksadım ufakta olsa artıları eksileri mukayese etmenizi sağlamaktı.

Mahallemin Çocukları...

              Anılar canlandı gözlerimin önünde. Bugün mahalleden geçerken köşedeki marketin camına baktım. Hafiften kırlaşmış saçlarım, sakallı yüzüm, beyaz gömleğim ve takım elbisem ile mahallenin abisi olduğumu hatırladım. Yaşadığım harika çocukluğumun her anı mahallenin duvarlarına, kaldırımlarına kazanmış adeta. Cebimizdeki üç kuruş para ile fruko gazoz ve cips alıp bir apartman köşesinde 4-5 kişi yumulup mutlu olduğumuz anlar. Annelerimiz bakkala gönderdiğinde para üstlerini aşırıp top aldığımız günler. Hepsi de geride kaldı.

                Bugün sokaklarda gönül verdiği takımın formalarını giyip gol sevinci yaşayan çocukları göremiyorum. Mahallenin çocuklarına çekirdek kola alıp onlarla sohbet eden abiler de yok. Bir zamanlar sevincimize, eğlencemize ortak olan mahallenin sevimli esnafları da öyle...Babamlar gibi oldum galiba ömrüm eski günlerin  ve geri gelmeyecek anıların özlemi ile geçecek.

                  Zeytinburnu eskiden daha amansız bir yerdi. Geceleri sokağa tek başına çıkmak yürek isterdi. Bilmediğin mahalleden besmelesiz geçmezdin tabiri caizse. Sahip çıkardık birbirimize, hakkımızı yedirmezdik. Sevdalandığımız kıza toz kondurmazdık, büyüklerimize saygı duyar, küçüklerimize destek olurduk. Bugün öyle bir ruh hali içerisindeyim ki, gözlerimi açıp, en güzel günlerimi geçirdiğim mahalleme yabancıyım. İmkanım olsa belki arkama bakmadan terkeder giderim. 3-5 gün hatırlarlar sonrasında esamem bile okunmaz.

                   Sünnetimizde hep beraber olduğumuz arkadaşlarımızla düğünlerimizde de halay çekecektik.Birer birer kaybettik birbirimizi. Hiç unutmuyorum, karşı komşumuz Turgay vardı. Mahallenin en efendi, en iyi top oynayan çocuğuydu. Abim olsa belki bu kadar sevmezdim. Menenjit olduğundan hastane hastane gezdirilirken yolda kaybettik. Bir sabah selası ile uyandığımızda tüm mahalle sokağa çıktık. O gün kenarlarından yama yaptığımız topumuz öksüz kaldı.

                 Kimilerimiz ebediyete yol aldı, kimilerimiz geçim derdine daldı. Ağaçların arkasından gizli saklı seyrettiğimiz kızlar yuva kurdu. Sonbaharın huzur veren rüzgarında sallanan yapraklar gibi tek tük ama kopmayan bir kaç eleman kaldık.

                 

24 Ekim 2013 Perşembe

Derdim Var, Dinleyenim Yok

            Bu aralar içimdeki yazma isteğimi dizginleyemiyorum. Nedeni ise gayet açık. Halimden anlayan bir tane insan evladı yok etrafımda. Dostoyevski'nin meşhur bir lafı var ya; " Herşeyi anlıyorum ve bunu beni öldürecek." Lanet olsun şu an tam da bu durumdayım.

              Bazen kendi kendime soruyorum yahu sorunun nedir dostum ? Sıkıntı da burada başlıyor zaten bir sorunum yok. Boşluktayım, yumurta g.tüme dayanmadı. Aşık değilim, gayet sağlıklı düşünüyorum. Her ne kadar sevmesem de sabahları gitmek zorunda olduğum bir işim var. Gülüp eğlenebildiğim dostlarım, sarılacak bir ailem ve en önemlisi de sade ve sıradan hayallerim var. Bir masa, bir sandalye, okunacak bir sürü kitap ve elimi bırakmayacak bir hayat arkadaşı....

                 Ailem dile getirmese de benden büyük beklentileri var. Her sabah takım elbisemi giyip, makamı olan bir işim olsun. Hem onlara hem de kendime iyi bir hayat sunayım. Ama sanırım öyle bir şey olmayacak. Babamın dediği gibi benden bu kafa ile bir cacık olmaz. 23 yaşındayım gazetelerin magazin sayfalarını okumuyorum, talk showları ve yetenek yarışmalarını izlemiyorum. Hatta yıllarca futbolcu olma hayali kurduktan sonra gerçekleşmeyen bu hayalden dolayı futbol maçı bile seyretmiyorum. Keşke derim, şükretmek yerine isyan edip buhranlara girerim diye at gözlüğü ile yaşıyorum. Ama yine de içimde bir yerlerde bir sıkıntı var.

                 Hayatımızda dönemler vardır ya hani o bir an önce bitse de kurtulsak dediğimiz. Bir adım sonra mutluluğa ulaşacağımızı düşündüğümüz ama hiçbir zaman öyle olmayan adımlar. Lise bitsin diye dua ettim. Üniversiteye gidince değerini anladım. Sonra üniversite hayatım boyunca sıkıntılar yaşadım, bitsin de kurtulayım bir önce işe girip para kazanayım dedim. Fakat yine olmadı. Nasıl kıymetini bilemedim o günlerin. İstediğin zaman uyu, ayaklarını uzat kitabını oku, geceden sabahlara kadar film izle...

                   Şimdi şu önümüzdeki iki ayın bir an önce geçmesi için dua ediyorum. Tecilimi bozdurup kısmet olursa Şubat'ta askere gitmek için. Belirteceğim uzun dönem yapmak istiyorum diye. 12 ay herşeyden ve herkesten uzak kalmak için. Çok yetenekli ve zeki bir insan olduğumu hiçbir zaman düşünmedim. Ama bu hayatta huzuru ve mutluluğu hak eden bir genç olduğumu düşünmüyor değilim. Bir kere aç gözlü bir insan değilim ya. Allah'a yalvarıp bana han hamam ver demiyorum :) O biliyor benim ne istediğimi artık her gece yatarken Allah'ım sen konuyu biliyorsun Amin deyip yatıyorum o derece yani...

                     Velhasıl kelam bu yazıyı yazmamım sebebi dertleşecek birini bulamayışımdandır. 

19 Ekim 2013 Cumartesi

Federal Reserve Bank: Finansal Terörist

        Geçen gün bir arkadaşımla konuştum. Amerika bu süper gücünü neye borçlu diye sordu? İlk anda doğru kelimeler hemen aklıma gelmedi. Birkaç basit nedeni söyledim ama gerisini bu yazıya sakladım.

         Şimdi başlangıç olarak koloni savaşlarına girmeyeceğim tabiki. Amerika süper güç olma yolundaki adımlarını Amerikalı ünlü iktisatçı ve bakan Alexander Hamilton ile atmıştır. Diyeceksiniz ki bu adamda kim, bugüne kadar pek duymadık. Hamilton Federal Reserve Bank niteliğindeki ilk bankanın kurulmasını vesile olan ve destekleyen insanların başında geliyor. Fakat birkaç başarısız deneme sonunda başkan Andrew Jackson  para politikasının tek bir elde toplanmasını, ulusal para ihracının arttırılarak varlık balonlarına sebep olunmasını, bireylerin ve devletin sürekli olarak borçlandırılmasını sakıncalı bularak bu oluşuma izin vermemiştir.

            1913 yılında Kuhn Loeb'den Peter Warburg, National City Bank'tan Rockfeller'lar ve National Bank'tan J.P. Morgan ailesi bugünkü Federal Reserve Bank'ın temelini atmıştır. Daha önce yaşanan parasal krizlerden kurtulmak için bunun gerekliliğine inanılıyordu. Böylece Federal Reserve Bank faiz oranlarını dilediğince belirleyebilecek, banka paniklerinde teminatsız olarak bankalara para verebilecek, açık piyasa işlemlerini kontrol edecek, devlete kredi verebilecek, para politikasını yönetebilecekti.

            Kuhn Loeb daha sonraları adına aşina olacağınız Lehman Brohers ile ortak olmuştur.  Warburg ailesi Alman kökenli Yahudi zengin bir finansçı aile ve Dünya'nın en büyük yatırım şirketini yönetiyorlar. Rockefeller ailesi o zamanlar hem finans alanında, hem demiryolu yapımında hem de petrol ürünleri alanında bir tröst durumundaydı. Hatta sahip oldukları Standart Oil firması Jack London kitaplarına konu bile olmuştur. Morgan'lar ise bankacılık sektörünün liderlerindendi. Bugünkü Citibank'ın ortaklarından. Standart Oil daha sonraları kanun gereği bölündü ve ortaya iki şirket çıktı. Chevron ve Exxon Mobil yani dünyanın en değerli iki petrol şirketi. Yani kısacası petrol devi, bankacılık lideri, yatırım uzmanı aileler bir araya gelip dev bir finansal ağ oluşturdular.

           Amerika'nın süper güç olmasındaki önemli nedenlerden birisi de parasının altına sabitlenmesiydi. Bir ons altının değeri 20,67 dolara sabitlenmişti. Herhangi birisi dolar karşılığını verip altın alabilirdi. Böylece dış ticarette bir denge sağlandı ve altınlar dış ticaret fazlası veren ülkelere aktı. Federal Reserve Bank faizleri kontrol gücü, para basma yetkisi, kredi verme mercii'nden sonra altınlara da sahip olarak gücüne güç kattı.

             1933 yılında Amerika Başkanı F.D.Roosvelt büyük buhrandaki Amerika'yı kurtarmanın yollarını arıyordu. Özellikle bir finansal saldırıda ülkesinin çaresiz olduğunu düşünüyordu. Şöyle ki; diğer ülkeler finansal krizden dolayı güç kaybeden dolarlarını altınları ile değiştirmeye karar verirse bu bir paniğe yol açacaktı. Ve Amerika'nın elindeki altın stokları hızla eriyecekti. Roosvelt altını devaüle etmeyi düşündü değerini 20,67 dolardan 30 dolar civarlarına çıkarmayı düşündü. Fakat bir sorun vardı. Elindeki altınları stoklayan özel yatırımcılar bundan yüksek gelir elde edecekti. Bunun üzerine tarihi bir karar aldı. Ve yayınladığı kararname ile Amerikan vatandaşlarının ve firmalarının ellerindeki tüm altınları FED'e getirmesini emretti. Buna uymayanlara para ve hapis cezası verileceğini belirtti. Ve sonuç olarak çok kısa bir zamanda tüm altındalar kamulaştırıldı, altın madenleri millileştirildi ve altın ihracı yasaklandı. Amerika hakim parası doların yanına güçlü altın rezervini de ekleyerek önündeki 40 yılı garanti altına almıştı.

                1944 yılında kurulan Bretton Woods sistemi de Amerika'nın hakimiyetini temel alıyordu. Ne zaman ki sistem işlememeye başladı. Amerika dış ticaret açığı verip, borçları sorun yarattı.  Richard Nixon hemen altın standardından vazgeçtti. İthalata %10 vergi getirdi. Doları devaüle edip dış ticaret açığını kapatma hareketine girişti. Peki şu olamaz mıydı? Avrupa ülkeleri ve Japonya Amerika 'ya misilleme yapıp kendi paralarını devaüle edebilir veya koruma önlemleri alamaz mıydı? Sanırım alamazdı çünkü Sovyet Rusya'ya karşı onları koruyan güç Amerika'ydı.

                  FED bugün sürekli dolar basarak dünyaya enflasyon ihraç etmeye devam ediyor. Nasıl mı? Amerika'daki politika faiz oranı sıfıra yakın olduğu için basılan her dolar faiz oranları yüksek olan ülkelere akıyor. Haliyle dolar girişi olan ülkelerde yerli para değerleniyor ve ihracat yapan sektörler zarar görüyor. Bundan dolayı o ülkelerin merkez bankaları paralarını devaüle etmek zorunda kalıyor. Piyasadaki fazla doları çekip yerli para sürüyorlar. Böylece kısa vadede faizler düşerken, orta ve uzun vadede enflasyon çıkıyor. Tabi her zaman böyle olacak diye bir durum yok fakat ülkelerin merkez bankaları dolara karşı mücadele etmekte yeterli güce sahip değil.

                  Son olarak şunu diyebilirsiniz. FED neden sürekli dolar basıyor, neden sürekli kredi veriyor ? Daha önce de dediğim gibi bu kadar çok dolar basılmasına rağmen tüketici enflasyonunda bir artış gözlenmiyor çünkü basılan dolarlar tüketim için değil dış yatırım amaçlı kullanılıyor. Örneğin dolar 2 TL iken Türkiye'ye 50 milyar dolar girdi. Bunu türk parasına çevirip 100 milyar tl ile %10 faizli hazine bonosu alındığını düşünün. Piyasaya dolar girişi devam edince serbest dalgalanma olduğu için döviz kurunda düşüş yaşanabilir. Merkez bankası bunun ile başa çıkmak için piyasaya TL sürer ise faiz oranları düşecek, hazine bonosunun değeri artacaktır. Her ne kadar Merkez Bankası mücadele verse de döviz kurunu hemen 2 tl seviyesine geri döndüremez. Doların 1.80 olduğu durumda yatırımcılar ellerindeki hazine bonolarını 110 milyar TL sattığını düşünün. Çünkü faiz düştü bononun değeri arttı. Sonra bu 110 milyar TL ile 1.80'den dolar aldıklarını düşünün. 50 milyar dolarları kısa bir sürede 61 milyar dolar oldu. Yani %33 kar demektir bu. Gelişmekte olan ülkeler yıllardır böyle soyuluyor işte.

                    Gelelim kredi verme işine. FED kısmi rezerv sistemini kullanarak aslında iç piyasaya pek fazla para sürmüyor. Verdiği krediler yine bankalarda hesapta tutulduğu için kaydi para yaratıyor. Olmayan parayı borç vererek sisteme yeni kurbanlar kazandırıyor. Mortgage kredileri sayesinde varlık ve konut fiyatlarında balonlar yaşandı. Banka olmayan parayı borç verip, insanların evlerini ve birikimlerini elinden aldı. Böylece kendi halkını hissettirmeden soydu. Tabi 2008 yılında patlak veren krizde kayıplar oldu ama genelde küçük balıklar yem oldu. Çünkü FED en önemli işlevi olan teminatsız kredi verme işlemi ile kendi bankalarını kurtararak bir nevi günü de kurtamış oldu.

                      Evet dilim döndüğünce Federal Reserve Bank'ın işlevlerini ve emellerini anlatmaya çalıştım. Tek bir yazıya sığmaz tabi ki. Bu işin içinde silahlanma, Rothschild ailesi ve Siyonizm gibi faktörlerde var ama şimdilik bu kadar yeter sanırım...

              Son söz: " Dolar bizim para birimimiz ama sizin sorununuz." ABD Hazine bakanı John Connely
Yararlanılan kaynaklar: James Rickards( Kur Savaşları), Ege Cansen

14 Ekim 2013 Pazartesi

Bayat Fikirler, Masal Hayatlar...

        Konsantre olmaya çalışıyorum. Kendimi veremiyorum hayata. Dikkatimi toplayamamamdan kastım verimli olmak, üstlerimi memnun edebilmek, faiz oranlarını takip edip ekonominin nereye gideceğini tahmin etmek değil. Hayat gayemin ne olduğu unuttum. Belki hiç olmayan bir gayeyi unuttuğumu zannediyorum. Onca yıl ne için mücadele verdim. Ailem dişinden tırnağından arttırıp neye yatırım yaptılar.

         İnanın bana neyin iyi geleceğini, ne ile mutlu olacağımı bilmiyorum. İstanbul manzaralı şık bir ofis mi, yurt dışında tatil yapmama yetecek dolgun bir maaş mı, saygın bir kariyer mi, çekici bir kadın mı...Merak ediyorum kaç tane yetenekli insan erkenden emekli olup özgür bir yaşam sürmek için gençliğini feda ediyor. Hep daha fazlası. Daha çok para, daha çok tüket, all the time pompa.  Düşünüyorum da ne zaman yaşamak için ücret aldığım hayatı değilde kendi hayatımı yaşayacağım.

           Birileri bana öğüt veriyor. Saçmalama oğlum, 6 ay kapat kendini eve, hazırlan kurum sınavlarına at devlete kapağı ondan sonra ölene kadar kaymağını ye. Çok kitap okuduğumdan dolayı belki de kitap kahramanları gibi bir hayatım olsun istiyorumdur. Ama size de saçma gelmiyor mu? 17 yıl okuduktan sonra devlette iş bulmak için dershanelere acımadan paralar akıtmak, üstüne üstlük değerli vaktinizi beyninize ezber bilgiler enjekte ederek harcamak. Ve en sonunda işe başladıktan sonra ömür boyu aynı şeyleri tekrarlamak. Asalak mıyız, devletin sırtında parazit olarak yaşamak ne kadar mutluluk verici. 60 yaşını bekleyip iyi bir emekli ikramiyesi ile deniz kenarında alacağın yazlığın hayalini kurmak mı amaç? Hee niye o kadar bekleyeyim avantam var benim diyorsanız orası size kalmış.

            Geçim derdinden kendimize vakit ayıramadık  Herşeyin bir bedeli var. Dürüstlük bulunmaz bir hint kumaşı, adil ücret stoklarla sınırlı, huzur kredi kartına 12 taksit iken karın tokluğu mu? Boş versene dostum ekmek arası peynir neyine yetmiyor.

            Şunun farkına vardım sanırım. Benim hiçbir zaman deniz kenarında, ağaçlıkların arasında huzuru tadacağım bir evim olmayacak. Bankada değeri katlandıkça artan bir mevduat hesabımda. Ama belki birgün hayalini kurduğum eve misafir olarak davet edilirim kim bilir. Omzumda sıcak elini hissetiğim dostumun kendi evinmiş gibi davran dediğini gülümseyerek düşünüyorum. Yıllar geçtikçe kahkahası dinmeyen neşesi eksilmeyen dostlarımın varlığını da....

             Hayat benim için nedir? Kazandığım üç-beş kuruşu kitaba yatırmaktır. Her gece başımı yastığa koyarken acaba daha iyi bir hayata sahip olabilecek miyim diye düşünürken uykuya dalmaktır. Aileme mutlu ve huzurlu bir yaşam sunmak için çabalamaktır. Gülümsemekten ve insanları anlayışla karşılamaktan vazgeçmemektir. Aşık olmanın nasıl bir duygu olduğunu merak etmektir. Refahı ve zenginliği hayal ederken bir anda kendime gelip halime şükretmektir. Hiç sahip olamayacağım hayat için hayal kurup, zamanın kumlarını boşa akıtmaktır.

              Son olarak, şu koskoca dünya da önemsenmeyen bir adam olsam da dostlarımın aklına geldiğimde onların yüzünde ufak bir tebessüme sebep oluyorsam ne mutlu bana...

               

13 Ekim 2013 Pazar

Kriz Ekonomisi: Avrupa Birliği

           Daha önceki yazımda ABD'de doğan borç krizi ve Türkiye ile olan ilişkisinden bahsetmiştim. Bu yazımda ise krizin Avrupa'da etkisinden bahsetmek istiyorum. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Avrupa kendi içinde ve özellikle ABD ile olan finansal ağını oldukça genişletti. ABD'de basılan dolarlar, tahviller, hisse senetleri, üretim fazlası Avrupa'ya akmaya başladı. Amerika tek kutup dünyada dev olmaya ilerlerken Avrupa'da yerinde saymak istemiyordu.

             Önceleri ortak ticaret alanları oluşturuldu, serbest ticaret anlaşmaları, gümrük birliği derken en sonunda ortak para birimine geçilme kararı alındı. İşte Euro'ya geçildikten sonra Avrupa'da istikrar sağlanması beklenirken sürekli yaşanan krizler, artan dış borçlar, kamu bütçe açıkları kronikleşmeye başladı. Peki Euro bölgesi neden istikrarı sağlayamadı?

              Bugün Avrupa Birliği'ne 28 ülke üye. Kendi içlerinde oluşturdukları kriterlere göre, bütçe açığının milli gelire oranı %3'ü , kamu borç stokunun milli gelire oranı %60'ı ve faiz oranları da üye ülkeler içinde faizi en düşük olanın 2 baz puanını geçmemeli. Yani Avrupa Birliği düşük faiz oranları, yüksek tasarruf oranları, seri üretim, güçlü para birimi ile ön plana çıkmak istiyor. Bunun olması mı muhtemel midir orası biraz meçhul.

               İngiltere Sterlin kullanırken  dünyanın en önemli finans merkezlerinden biri olmaya devam ediyor. Almanya verimli ve üstün sanayisi ile ticaret fazlası vermekten vazgeçmiyor. Fransa'da Almanya ile Avrupa Birliği'ni abi kardeş gibi yönetiyor. Tek bir para birimi kullanıldığı için ülkeler bağımsız bir para politikası uygulayamıyor. Düşünün ki dış ticaretteki dezavantajını gidermek isteyen ülkeler devalüasyon silahını kullanamıyor. İşçiler ve memurlarının maaşlarını ödemek için sıkıştığında para isteyecekleri yer Avrupa Birliği Merkez Bankası...Düşünün ki Yunanistan kriz esnasında maaşları ödemek için IMF ve Avrupa Birliği Merkez Bankası'nın parasına muhtaç kaldı.

                İrlanda gibi ilaç sanayisi yükselen bir ülke, Yunanistan gibi tarımdan iyi gelir elde edebilen bir ülke, İspanya ve İtalya gibi ülkeler karşılaştırmalı üstünlüklerini kaybettiler. Serbest ticaret anlaşmaları, sıfır gümrük vergileri Polonya,Macaristan gibi ülkeleri batma seviyesine getirdi. Almanya satmaya devam ederken alımlarını azalttı ve dış ticaret fazlası vermeye devam etti. Diğer ülkeleri kendi sanayisine muhtaç hale getirdi. Avrupa Birliği kurulurken amaç üye ülkelerin aynı ekonomik güçte olması planlanıyordu. Fakat görece daha güçlü olan birkaç ülke biriken stoklarını diğer üye ülkelere satarak, ucuz iş gücünden  ve düşük gümrük oranlarından faydalanarak hazinelerini doldurdular.

                  Ekonomi çarkını döndüremeyen diğer ülkeler ise Avrupa Birliği'nden gelen hazır para ile günü kurtarmaya devam etti. Artan kamu ve dış borçlar, yükselen enflasyona rağmen Polonya, Macaristan, Yunanistan, Portekiz bir nevi korundu. Gerek Almanya tarafından gerekse kredi derecelendirme kuruluşları tarafından.

                  Fakat en sonunda Alman halkı buna isyan etti. Onların sürekli çalışarak biriktirdiği tasarruflarıyla, Yunanistan'daki işsizlerin, memurların paraları ödeniyordu. Avrupa Birliği belki para politikasını tek elden yönetiyordu ama her ülkenin kendine has maliye politikası vardı. Ve en önemlisi de performansları farklıydı. Kriz içerisindeki ülkeler zaten para politikası silahını kullanamazken bir de vergileri arttırıp maliye politikasına sarılamıyordu. Sürekli değişen hükümetler cabasıydı.

                   En sonunda Yunanistan kurban olarak seçildi. Euro'nun diğer para birimleri karşısındaki değer kaybına göz yumuldu. Böylece Euro'nun değeri dolara karşı düşürülerek diğer üye ülkeler ihracat sorunlarını bir nevi çözmüş oldular.

                   Sözün özü İngiltere'de belirlenen faiz (LIBOR) eşik değer olarak kabul edildiği sürece, Avrupa Merkez Bankası'nın hakimiyeti Almanya ve Fransa'da olmaya devam ettiği sürece birliğin dağılması olasıdır. Tabi birkaç üye ülkenin iflası ile beraber...

12 Ekim 2013 Cumartesi

Kriz Ekonomisi

      Art arda ekonomi kitapları okuyunca haliyle yazacak bir şeyler birikti. Bu yazımda ABD'nin  küresel ekonomilere etkisini ve Türkiye'nin ekonomisinin nereden nereye geldiğini dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım.

       Yaşım itibariyle Amerika'nın küresel ve ekonomik hamlelerini 11 Eylül 2001 krizinden bu yana takip edebiliyorum. ABD'nin Merkez Bankası olan FED bu kaos ortamında tüketicilerin panik yapmasını engellemek için faiz oranlarını %1 oranlarına kadar indirdi. Böylece Amerikan halkı ucuz para ile konutlarını ve arabalarını yeniledi. Tüketimlerini kısmadan devam ettirdiler. Peki faiz oranlarının düştüğü bir ortamda yatırımcılar alternatif getiri olarak neye yatırım yapacaklardı. İşte o zaman sahneye türev ürünler çıktı. Malum 2008 yılında patlak veren Mortgage krizinin zemini de bu düşen faizler hazırlamış oldu bir nevi.

          Bankalar önceleri peşinatı olan ve kredibiletesi yüksek olan müşterilere veriyorlardı kredileri. Banka krediyi verdikten sonra allayıp pullayıp türev ürün olarak borsada satıyordu. Yani ipotek kredisinin alacaklısı sürekli el değiştiriyordu. Konut fiyatları sürekli yükseldiğinden dolayı borcunu ödemekte güçlük çeken vatandaşlar evini iyi bir fiyata satıp borcunu kapatabiliyordu. Veya bankalar tarafından azıcık avukat masrafına katlanılarak el konulan evler alış fiyatından yüksek fiyata satılabiliyordu. Böylece hem kredi alan hem de kredi veren iflas etmiyordu. Fakat balon bir yerde patladı. Peki ABD konut piyasasında patlayan bu kriz neden Avrupa ekonomisinde durgunluğa yol açtı. Çünkü ipotekli ev kredilerini allayıp pullayanlar piyasada bu senetleri Avrupa'nın gelişmekte olan ülkelerine de satmışlardı. Üstüne üstlük Yunanistan, İtalya ve Portekiz gibi kamu açığı yüksek olan ülkelerinde ödemeler de güçlük çekmesi krizi iyice derinleştirdi.

         Ekonomi kitaplarında hep okuruz. Kapitalist sistem her 20 yılda bir kriz ile karşı karşıya kalır. Evet ülkeler belli bir dönem bol para, ucuz alışveriş, artan milli gelir, düşen faiz oranları ile bir ivme kazanıyor. Sonra sistem bir yerde tıkanıyor ve kendini temizlemeye başlıyor.

          Amerika'daki durum biraz açık. Terörist eylemlerin arkasından politik hamleler ve bu hamleleri halktan saklamak için yaratılan bir refah dönemi. Ucuz para ile artan lüks tüketim ve israf, alternatif getiri olarak yapılan riskli yatırımlar ABD' de krize sebep oldu. Dünya devi bu ülke kriz yaşarken Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler ise refah dönemi yaşıyordu. Gerçekten çok ilginç

           2001'de biz de ülke olarak tarihi bir krizi geride bıraktık. Sonrasında son 11 yıla damga vuracak bir iktidar başa geldi. İktidarı bazı konularda eleştirip bazı konularda takdir ediyoruz. Mesela IMF yardım ettiği ülkelere sürekli özelleştirmelere ağırlık verilmesi gerektiğini telkin eder. Bundan dolayı iktidarı eleştirdik. Ama diğer taraftan IMF savunma harcamalarını azaltın demeyip, sağlık, eğitim ve emekli aylıklarını kısın derken bizim iktidarımız tam tersini yaptı takdir ettik.

            Artan özelleştirmeler ile ülkeye 40 milyar dolara yakın döviz girişi sağlandı. Peki tam olarak niye karşı çıktık biz bu özelleştirmelere. Bence herkesin farklı bir nedeni vardı. Benim şahsi görüşüm stratejik öneme sahip limanlar olsun, Tüpraş, Petkim ve Telekom gibi yerler hemen özelleştirilmemeliydi. Ülkenin kodamanları neden karşı çıktı peki? Kimisi yıllardır devletin KİT'lerini sömürüyordu. Ucuza hammadde aldığı devlete pahalıya kredi veriyordu. Artık özel sektörün eline geçen bu firmalarla rekabet içine girmek zorunda kalacaklardı. Haa şunu diyenler olabilir. Özelleştirme ihalelerini kazanan yerli firmalar yok muydu? Tabi ki vardı ama ihale bedelini nasıl ödediler. Yurt dışından döviz kredisi alarak. Çok ilginç satışlardı bunlar. Hem devlet elindeki bir değeri kaybetti hem de yurt dışına borçlu duruma düştük.

              Dünyadaki trend gibi bizim ülkemizde de faiz oranları düştü. Madem ideallerimiz var tabi ki böyle olması gerekiyor. Avrupa Birliği ve ABD kriz yaşarken heralde faiz oranlarını sürekli yükseltecek değildik. Dahası ABD piyasaya sürekli dolar pompalarken aksinİ yapmak aptallık olurdu. 50 yıldır enflasyon ile mücadele eden Türkiye milenyum çağında da çift haneli enflasyon rakamlarına sahip olması zaten olmazdı.
Düşen faizler ve enflasyon Anadolu sermayesini ayaklandırdı. Her ne kadar bize göre faizler düşse de global piyasalara göre bizim ülkemiz yüksek faiz- düşük kur politikası uyguluyordu. Yabancı yatırımcılar dövizlerini getirip yüksek faizden faydalanmak için dolarlarını TL'ye çevirip tahvil ve senet alıyorlardı. Ülkeye giren döviz miktarı arttıkça dalgalı kurdan dolayı döviz kurları düşüyordu. Böylece yabancı yatırımcılar tekrardan TL verip dolar aldıklarında hem yüksek faizden getiri elde ediyorlardı hem de daha düşük kurdan dolar aldıkları için buradan getiri elde ediyorlardı. Yani Türkiye yabancı yatırımcılar için cazibe merkeziydi.

             Bu büyüme pek de sağlıklı bir büyüme sayılmaz. Eğer krizden etkilenmediysek bu biraz döviz rezervlerimizin fazla olması ve bankacılık sektörünün iyi işliyor olmasındandır. Son olarak 2001 krizi gibi bir krizi yaşamayan biz gençler büyüyen Türk ekonomisinde hala iş bulma sıkıntısı ile karşı karşıya isek oturup bir düşünememiz lazım. Hata biz gençlerde mi, yoksa biz gençler sürekli tüketmeye sevk edilerek ekonomiyi canlı tutmak için bir kobay olarak mı kullanılıyoruz? Bunun yanıtını er ya da geç öğreneceğiz.  

26 Eylül 2013 Perşembe

Mutluluğun Hikayesi, Sefaletin Kendisi...

            Bazen aklımda çok şey birikmesine rağmen kendimi ifade edemiyorum. Bir yerde tıkanıyorum. İçime kapanıyorum ve aklımı her geçen gün kemirmeye devam eden düşünce alemine dalıyorum. Bugün uzun bir yazı yazacağım. Bu aralar okuduğum bir kitap biriktirdiğim bazı şeylerin şelale olup akmasına neden oldu. Charles Eisenstein'ın " Kutsal Ekonomi" adlı kitabından bahsediyorum. Paranın insan hayatındaki rolünün ne olması gerektiğini anlatan harika bir eser.

              Bir şeylere aklımın ermeye başladığı günden beri hep imkansızlıklarımı sorguladım. Bu hayatta sahip olduğum görünmeyen zincirler var ya işte onlardan nasıl kurtulabilirim dedim hep kendi kendime. Ama bir süre sonra o zincirlerin varlık nedenini anladım. Dışarıdaki hayatta şiddetli bir rüzgar esiyor, bizi her an savurup bilmediğimiz limanlara götürebilecek. Şu hayatta yapılacak onca şey varken parasızlığı hep bahane olarak gördük. Maddi olanakları yetersiz, yeterli eğitim alamamış bir ailenin çocukları olarak kendimize iyi bir hayatı yakıştıramadık kimi zaman. Aslında koca bir bahaneydi bu. İşimize gelmedi mücadele etmek.

              Korkunç bir çocukluk, acı bir sefalet geçirmiş olsanız bile şu an şu satırları okuyorsanız en azından bugüne dek ayakta kalabileceğiniz kadarı size verilmiş demektir. Biliyorum benim gibi kendi içinde buhranlar yaşayanlarınız var. Üniversite sıralarında ne hayaller kuruyordunuz, şimdi ne oldunuz. Kimilerinizin hala işi yok, kimileriniz ne iş yaptığınızı söylemeye utanıyorsunuz, aileleriniz size ne yapmak istediğinizi sormadılar bile. Günümüzün dünyası bencilliği ve açgözlülüğü ödüllendiriyor. Kusura bakmayın olduğunuz yerde bekleyerek, mütevazı olarak, dürüst bir şekilde çalışarak o çok istediğiniz pembe panjurlu, önünde geniş bahçesi olan evlere sahip olamazsınız. Belki de kaderimiz budur heee! Allah kimilerine yürü ya kulum derken, kimilerine depar attırıyordur belki de...

              Yaşamımız için bağımlı olduğumuz paranın kıtlığından dolayı sürekli bir kaygıyla yaşıyoruz. En masum isteklerimizi mali gücüm buna yetmez diyerek bir kenara atıyoruz. Birileri 2 katlı, yeşillik içindeki evinin etrafını duvarlarla çevirip mutluluğu veya zenginliği kendine saklıyor. Eskiler der ya hep İstanbul'da bizim zamanımızda yaşayacaktınız diye. Ne kadar doğruymuş. Bugün yegane kalmış yeşil alanların etrafı çevrilmiş, girilemez yazıları var. Veya parayla giriyorsunuz. Beleş girdiğimiz yerlerinde kıymetini bilmeyip kirleterek yok ediyoruz.

               Düşünsenize bütün gereksinmelerimiz giderek artan verimlilik ile karşılanıyorsa bize vaad edilen boş zaman ve huzur dolu yaşam nerede? Ekonomi büyürken benim cebim neden hala tam takır. Bir insanın sahip olduğu yaşamı çaldıktan sonra onu tekrar kazanması için çalıştırıp, bedel ödetmek nasıl bir anlayıştır? Herkese bir rol verildiyse senarist kim bu hikaye de?

               Faizin hayatın gerçeği olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Borcumuz her zaman sahip olduğumuz paradan fazla. Borcumuzu tam olarak ödeyemesek bile bize sunulan sahte mutluluğu devam ettirmek için çalışmaya, hizmet sunmaya ve harcamaya devam etmeliyiz. Bir zamanlar kullanımı için para bile ödemediğimiz şeyler artık ateş pahası. Dalından kopararak yediklerimizi organik diye satıyorlar bize. En çok satılan içecek içme suyu düşünsenize bi! Ülkeler halklarının artan sefaletine rağmen büyüyüp zenginleşmeye devam ediyorlar. Bu duruma tepki doğmaması için halklara ucuz ekmek, sahte hayaller, bir parça heyecan, magazin haberleri ve futbol sunuyorlar...Enine boyuna düşününce ulan harbiden öyle diyorum.

              Bunları düşünmenize gerek yok aslında. Hayatın taa gerçeği demeyeceğim hatta. Çünkü her akşam televizyonun karşısına geçip bizim sefil hayatımızı anlatan dizileri soluksuz izleyip farkında olmadan kendimize acıyoruz. Bakıyoruz ama görmüyoruz. 

25 Eylül 2013 Çarşamba

İstanbul Manzaralı Benliğim

            İstanbul benim şehrim...Cıvıl cıvıl renkleri, eşsiz manzarası, bitmek bilmeyen enerjisi bendeki güleryüzü, sade ama mutluluk dolu hayalleri anlatıyor. Nasıl İstanbul'a dışardan bakanlar onu büyüleyici buluyorsa beni de tanımayanlar her daim mutlu, mesut şen şakrak biri zannediyor. Halbuki kalbim İstanbul geceleri kadar gümbür gümbür atarken aklım çıkmaz sokaklarında kayıp.

             Kum saati tersine döndüğü günden beri kum taneleri avucumun arasından akıp gidiyor. Bitsin dediğim her an, her dönem için o kadar pişmanım ki. Nerede o çocukluk dönemindeki aptal gülümseme, bol şekerleme, saf ve temiz düşünceler. Nerede o ergenlik dönemindeki utangaçlık, gizli saklı bir şeyler yapma arzusu. Hepsi geride kaldı.

              Dertler derya olmuş bense bir sandal...Sabahları işe giderken ayaklarım geri geri gidiyor. İnsanlar sabahın köründe bir çalar saat sesi ile zorla uyanıyorlar. Ikınarak sıçtıktan sonra boğazlarından aşağı zorla ittirdikleri iki lokma ile İstanbul trafiğinde kendi buhranlarına yetişmek için adeta savaş veriyorlar. Ve bunu rutin olarak hergün tekrar edip, böyle bir hayata sahip oldukları için birilerine karşı şükran hissi duyuyorlar. Duymak zorundalar çünkü; çevrelerindeki mutlu ve rahata ulaşmış insanlardan ne farkları var. Onlarda hak ediyor refah dolu bir yaşamı. Bir yazlığı, bir arabayı, yılda iki kez tatili, eli poşetlerle dolu dönülen alışveriş seferlerini, yurtdışı tatillerini....Kendimiz için değil egomuz ve rahatımız için yaşar hale gelmişiz.

                Üretken bir toplum değiliz, olmak için bir sebebimiz yok. İyilerin cezalandırıldığı, çok çalışanın sömürüldüğü, zekilerin aptal yerine konulduğu, fakirlerin aç bırakıldığı bir toplumda kendin olma gibi bir lüksün yok. Üzerine düşün rolü oyna maskeni tak ve mükafatını al. Çok demogoji yaptım biliyorum. İçinizden s.ktir git be kardeşim hayatı bu kadar ciddiye alma diyorsunuz. Bizim benlik bilincimiz; "Benim için daha fazlası senin için daha azıdır." olmuş çünkü.

                 İstiklal caddesinde vitrin camlarına bakarken daha dikkatli bakın. Vitrindeki mankenin üzerindeki etiket fiyatına değil ama biraz daha dikkatli bakarsanız camdan yansıyan görüntü ile köşe başında soğuktan elleri donmuş mendil satan çocuğu görebilirsiniz. Beyazıtta sırtında çuvalların altında bedeni ezilmiş hamalların yüzüne bakmayı deneyin. Bakırköy'de trafik akarken camı silmek için önünüze atlayan çocuğa bir söyleyin bakalım. Hayat akışına bırakılacak kadar berrak yaşanılacak kadar uzun mu diye?

                 Gece yatarken yastığa başınızı koyduğunuzda ne düşüyorsunuz? Düşündüğünüz hayata sahip misiniz yoksa sahip olduğunuz hayatı mı düşüyorsunuz? İki perdeli bir oyun bu hayat. İlk perdede geleceğe dair tohumları toprağa tırnaklarınızla kazıyarak ekiyorsunuz, gözyaşlarınız ile suluyorsunuz. İkinci perde de ise ektiğinizi biçip elinizdekilerle yetinerek mutlu olmaya çalışıyorsunuz...Hayat kimilerine ekşi bir limon kimilerine tatlı bir şeftali. Ne diyelim Allah tadımızı kaçırmasın...

19 Eylül 2013 Perşembe

Parayla Saadet Olmaz...

     Ülkede gündem çabuk değişiyor. Ekonomi, siyaset, savaş naraları derken ülkede neler olduğunu idrak etmekte zorluk çekiyoruz. O yüzden film şeridi gibi aklımdan geçenleri yazmaya başlıyorum.

     Gezi parkı eylemleri ve Federal Rezerv Bank'ın tahvil alımını kademeli olarak azaltacağı haberleri piyasalarda endişeye sebep oldu. FED'in bu açıklaması şu anlama geliyordu. 2008 yılında meydana gelen krizden sonra dünyaya enjekte ettiği dolarların dozunu azaltacaktı. Gelişmekte olan ülkelere akan dolarların kaynağı bir nevi kesilmiş oldu. Çok ilginç bir piyasa sistemi tarafından dünya yönetiliyor. Amerika krize girdiğinde hükümet dolar basıp veya tahvil satın alıp piyasayı rahatlatmaya çalışıyor. O dolarlar dönüp dolaşıp Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere gerek yatırım, gerekse cazip faiz oranları için akıyor. Haliyle bizim gibi ülkeler geçici bir refah dönemi yaşanıyor. Şimdi ise hasta olan Amerika ayaklanmaya başladı. Krizden dolayı kaçan yatırımcıları ve dolarları geri çağırmaya hazırlanıyor. Yani Amerika bir yana dünya bir yana.

        Kendi ülkemize geri dönersek ithalata dayalı bir büyümeye bağlıyız. Yapılan ithalatın bir kısmı stoklara yani yatırımlara bir kısmı da tüketime gidiyor. Nasılsa ülkeye dolar gelmeye devam ediyor ve Merkez Bankası'nın dolar rezervleri hiç olmadığı kadar fazla. 11 yılda işsizlik ne arttı ne de azaldı. Ama işgücü ucuzladı. İstihdamın artmadığı bir ülkede büyüme rekorları kırıp, milli geliri arttırdık.

         Türkiye'nin finans kaynağı nedir diye aklınıza bir soru geldi mi hiç? Ekonomi eğitimi alanlar iç borçlanma ile milli gelirin ve sabit sermaye stokunun arttrılamayacağını bilir. İnsanların bırakın tasarruf yapmalarını vadesi gelen borçlarını borç ile kapattığı bir dönemde yaşıyoruz. Haliyle özel sektör ve kamu sektörü dışardan borçlanıyor. İstikrarlı bir ülke her zaman içinde istikrarsızlık tohumları taşır. Ülkenin 11 yılda ekonomisi büyüdü, ihracatı arttı, altyapı yatırımları yapıldı ama bizim olmayan para ile nereye kadar. Ülkede arada sırada kaynağı olmayan paralar giriyor ve biz çarkı döndürmeye devam ediyoruz.

        Biraz da demokrasiye değinmek istiyorum. Gezi Parkı eylemleri benim için tam olarak yeşili korumak  için yapılan bir eylem olmadı. Olmak zorunda da değil. Ülke olarak komplo teorisi üretmekte üstümüze yoktur. Arap baharında nasıl finanse edildiği belli olmayan eylemciler, Otpor faaliyetleri, Soros'un varlığı, ABD'nin desteğini göz ardı edenler neden Gezi Parkı için bunları dillerinden düşürmezler. Bu saydığım faktörlerin etkisi yok mudur Gezi Parkı eylemlerinde mutlaka vardır tabi...

         Düşünün ki ülkemizde 20 kişinin tecavüz ettiği 13 yaşındaki kız mahkemenin verdiği karara göre bunu iradesi ile yapabiliyorken, ülkenin üniversite mezunu, eğitimli insanları hür iradeleri ile eylem yapabilecek ehliyete sahip değil...

         

8 Eylül 2013 Pazar

Kaybetmeyi göze alamayacak kadar az dostum var...

        Bilmiyorum ama sanırım hayatımda ilk defa sonbaharın gelmesini sevinçle karşıladım. Bundan tam bir yıl önce ne umuyordum bir yıl sonra ne buldum. Üniversite benim için oldukça çetin geçti. Cebimdeki her kuruşun muhasebesini yaparak ve kurduğum her hayali yarınlara erteleyerek geçen koskoca bir 4 yıl...Üniversite biterse bir an önce rahatlayacağımı düşünüyordum, bittikten sonra bir an önce iş bulursam yine rahatlayacağımı düşündüm. Hele hele aklımın ucundan bile geçmeyen bir mesleğe adım attığım için hala ne zaman rahatlayacağımı düşünüyorum. Ne istiyorum diye kendime sordum hem de defalarca. Aslında cevabını bildiğim bu soruya defalarca kaçamak cevap verdim.

          Ailenin övünç kaynağı kuzenimin nasihatlerini dinleyip mali müşavirliği denedim. Aptal mıyım ben arkadaşım devlette yıllarca çalışıp ne yapacağım. Burada her yıl yükselip 30'lu yaşlarımın ortasında paraya para demeyecektim. Olmadı Türkiye'nin en kaliteli üniversitelerinden birinden mezun olmadığım ve yabancı dilim ana dilim gibi olmadığı için tercih edilmedim.

         Sonra 23 yıl bana akıl verip, yol göstermeyen babam Nasreddin Hoca oldu çıktı karşıma. Oğlum gir devlete, garanti para. Devletin parası deniz yemeyen keriz. Avantanı da alırsın bulursun yolunu. Bak bizim falancanın oğlu devlete girdi. Oh miss. Bu devirde ayıya dayı diyeceksin. Kim iktidarsa onun arkasında olacaksın. Eminim hepiniz duymuşsunuzdur bunları.

           Her ay gereğinden fazla kitap alıyorum diye annemle kavga ediyoruz. Hayata bakar mısınız? Kimse size ne olmak istediğinizi sormuyor? Bu hayata para kazanıp, çoğalmaya gelmişiz sadece. Birileri mükemmel bir kariyer ile tatmin olabileceğini söylerken birileri evlenip peşi sıra çocukları dizerek mutluluğu yakalayacağını söylüyor. Yani bir elin oynaşta bir elin uğraşta...

           Can dostum dediğim insanlar var bu hayatta. Kendim kadar onları da düşünüyorum. Ne olacak bizim halimiz diye. 5 yaşında iken kim lan bu çam yarması dediğim Mustafa ile 20 yıla merdiven dayadığımız dostluğumuz  geliyor aklıma. Kavgada dayak yediğimizde arkasına saklandığımız Mustafa. Cebindeki beş kuruşu dahi bizden esirgemeyen Mustafa.

             Sonra nam-ı değer Saki geliyor gözlerimin önüne. Yıllarca toprak sahalarda beraber top koşturup, aynı hayallere gözlerimi açtığım dostum. Tanıdığım en yetenekli ve en karakterli insan.  Kendimden sonra mutlu olmasını en çok istediğim insan. Belki hiçbir şey yolunda gitmedi ama hiçbir şey de onu yolundan etmedi. Artık aynı sahalarda yan yana top koşturmasakta varlığını her zaman yanımda hissettiren can dostum.

             Mahmut ile Evren'i unutmadım tabi ki. Sohbetlerine doyum olmayan, iyi günde dost kötü günde yoldaş olan insanlar. Mahmut'un bize akıl verip tam tersini yapması. Evren'in dilsiz taklidi yapıp ağına düşürdüğü afet-i devran kızlar inanın bana hala akıl sır erdiremediğim hususlardandır.

              Velhasıl kelam bu adını saydığım dostlarım beni ben yapan, aynı hayallere yelken; aynı dualara el açtığım insanlardır. Yıllar belki bana müreffeh bir yaşam, iyi hayat şartları veya güzel ve alımlı bir kız sunmadı. Ama sohbetine doyamadığım, üzüntüsünde göz yaşı döküp, sevincine ortak olduğum bu adam gibi adamlarla kardeş olmayı nasip eyledi. Bu gece yatarken acaba iyi bir işim, güzel bir eşim, müreffeh bir yaşantım olur mu diye düşünmektense bu güzide adamlarla ileride hangi güzel anları paylaşacağımı düşünerek yatacağım.

                Bu hayatta her zaman acıyı tadacağız mühim olan acıyı dindirecek şerbet gibi dostlara sahip olmak...

31 Ağustos 2013 Cumartesi

Büyük Hayaller, Küçük İnsanlar...

         Her sabah kalktığınızda hayatın ne kadar boktan olduğunu düşünüp, yatmadan önce aslında o kadar da kötü değilmiş heee diyenlerden misiniz? Her gece yatarken hayal kurarak başımı yastığa koyuyorum. Bazen o gün içerisinde yaşadığım güzel anıları tekrar canlandırıyorum zihnimde bazen de keşke olsa dediğim şeyleri...Hep pozitif düşünüyorum yani hikayenin sonu her zaman mutlu son ile bitiyor. Güzel bir eş, birkaç çocuk, bahçeli bir ev, bol kahkaha ve yüzünde kocaman gülümsemesi olan ben.

          Belki kendi avutuyorum böyle yaparak ama ne yapalım. Hayat acımasız. Peri masallarındaki o sihirli çubuk birilerinin hayatına dokunup bal kabağını atlı arabaya çevirirken. Bizim gibiler de kaybolan tek çift ayakkabının peşinden koşup huzur ve refah dilenir. Ergenlikte yaşadığımız bir bunalım vardı ya hani. Aynaya her baktığımızda küfrettiğimiz, yüzümüzdeki sivilcelerden dolayı güzel kızların bizden hep uzak durduğu ve bebek suratlı arkadaşlarımızın elini bırakmadığı dönemler. Tam o dönemlerden kurtulduk derken üniversiteyi bitirip hayata atıldığımız dönemde daha büyük bir sorun ile karşı karşıyayız. Kendimizi odamıza atarak veya insanlardan kaçarak atlatılacak bir dönem değil.

          Saçları kırlaşmış insanlar sizden bir şeyler bekliyor. Sevgilim dediğiniz insan uzun soluklu planlar yapmak istiyor. Kardeşiniz gözlerinizin içine anlamlı bir şekilde bakıyor. Kendi kendime soruyorum herkes benden bir şeyler isterken acaba ben kendim için ne istiyorum. Hangi işi yapmalıyım, nasıl bir kızla beraber olmalıyım, hayatı akışına mı bırakmalıyım ? Çok şeyden feragat ettim bugüne kadar. Yüzüme gülümseyen kızlardan kaçmak zorunda kaldım, kimi zaman cebimde param olmadı arkadaşlarıma türlü yalanlar söyleyip kandırdım onları. Bu zaman zarfı içinde bir şeyler değişmedi. Sayısal loto bize çıkmadı, Mısır'daki amcamdan miras kalmadı, Trabzon'da dağın tepesindeki arazimizin üstünden yol geçmedi ki değerlensin.

          Bahane çok aslında şu güzelim hayatı berbat etmek için. Külkedisi masallarındaki gibi kızlar birer birer evleniyor, birileri doğuştan şanslı olduğu için belki de mutluluğa ve refaha hazırdan konuyor. Adalet bu dünyanın neresinde demek geliyor içimden? Sonra yağmurlu ve soğuk bir İstanbul akşamında ıslanmamak için ellerim cebimde kaldırım kenarında koşarken  sırılsıklam olmuş, ayaklarında terlik, üstünde incecik bir t-shirt ile kağıt mendil satan kız geliyor aklıma. Satmak zorunda olduğu için elindeki kağıt mendiller ile kendisini kurulayamayan o küçücük kızın hali...Evet haline şükret, aza kanaat et ve daha fazlası için çalış. Unutma ki yalnızca gözyaşlarıyla yıkananlar kazandım diyebilir!

  

30 Ağustos 2013 Cuma

İSTİKRAR MI YOKSA İNTİHAR MI?

           Birkaç haftadır blogumdan uzak kaldım. Malum bu aralar Maliye Bakanlığı vergi müfettiş yardımcılığı alımı yapıyor bende şansımı deneyeyim dedim. Hayırlısı bakalım. Neyse bu birkaç haftada yazacak baya bir şey biriktirdim.

            Gezi Parkı eyleminden sonra Türk ekonomisinde spekülasyonlar artmaya başladı. Özellikle borsadaki ani düşüş ve kurdaki yukarı doğru hareketlenme hükümet tarafından bu olaya bağlandı. Güçlü bir Türkiye'nin önüne kesme girişimleriydi bunlar. Evet bu konu hakkında oturup etraflıca düşündüğümüzde gerek siyasi gerekse ekonomik açıdan güçlü bir Türkiye Ortadoğu'da ileri dönük olarak tehlike yaratabilir. Hali hazırda Libya, Mısır, Irak ve Suriye'deki karışıklıklar devam ederken ve İran'ın batı dünyasına olan mesafeli tavrını göz önüne koyarsak Türkiye Ortadoğu'da liderlik koltuğuna oturabilecek önemli bir aday. Peki ülke olarak biz buna hazır mıyız? Ekonomimiz gerçekten iyi bir durumda mı yoksa bir kesimin dile getirdiği gibi aslında 11 yıldır bize pembe bir tablo mu sunuluyor.

             Siyasi istikrarın yakalandığı ülkelerde her ekonomide olduğu gibi küçük çaplı dalgalanmalar olabiliyor. Buna örnek verecek olursak dış ticarette verilen bir açık (ithalatın ihracattan fazla olması) ve artan tüketim eğilimi dövüz kurlarında bir artışa sebep olabiliyor. Genelde döviz kurları artarken altın fiyatlarında bir düşüş yaşanır. Çünkü Merkez Bankası artan döviz kurunu indirmek için faiz silahını kullandığında yatırımcıların bir kısmı faizlerden faydalanmayı bir kısmı da dövizin daha da artacağını düşünüp dövize saldırmayı tercih eder. Bugün ise ülkemizde biraz farklı bir durum yaşanıyor.

            Döviz kurları tarihi seviyeleri zorlarken, altın fiyatları da artıyor. Borsa İstanbul'da keskin düşüşler oluyor. Son açıklanan rakamlarla cari açık rakamları da pek iç açıcı değil. İhracatta bir tıkanıklık yaşanıyor. Bunların üstüne siyasi tansiyon artmış durumda. Son on yılda ekonomik performansı en olumlu etkileyen faktör siyasi ortamın istikrarlı ve tansiyonun düşük tutulması idi. Ama artık ekonomi yüksek ateşi kaldıramayacak duruma geldi.

             İstikrarlı ekonomiler istikrarsızlık tohumları taşır. Peki neden ? İstikrar dönemi boyunca geleceğe olan güven artıp insanlar daha riskli yatırımlar yapmaya başlar. Kısaca kesitleri sunayım ondan sonra bir düşünün. İstikrar ortamı aşırı güvene neden oldu. Özel sektör borçlarını aşırı derecede arttırmış bir durumda. Ülkedeki rakamsal büyümede en büyük paya sahip olan sektör hizmet sektörü, bu sektörde de öncü bankacılık sektörüdür. Bankalar bu kadar borçlanırken kar etmek adına piyasaya bir hayli de borç veriyor. Yani kendisi borçlanırken hanehalkını da bu borca ortak ediyor. Piyasada dolaşımı artan para tüketimi arttırıyor . Özellikle lüks ve konut tüketim ile varlık fiyatlarını bir hayli arttırmış durumda.

             ABD'de 2008 yılında patlak veren mortgage krizinde evlerin değerinin sürekli artacağını düşünen bankalar kredi vermeye devam etti. Ödeyemeyecek duruma gelen tüketicilerin konutlarına el konulup tekrardan satışa sunulmaya başlanması ile konut fiyatları düşmeye başladı ve balon patlamış oldu. Eee önümüzde böyle bir örnek varken biz ne yapıyoruz. Sürekli türeyen gayrimenkul yatırım ortaklıkları aracılığı ile konut üretiyoruz. Bunları ihtiyaç sahipleri değil de nasıl olsa fiyatı artar diye düşünenler almaya devam ediyor. Bankalar mortgage kredisi vermeye devam ediyor. Avrupa bölgesinin hala en yüksek faiz veren ülkesi biziz. Aşırı kar elde eden sektörümüz sanayi değil, bankacılık sektörü. İstihdam yaratan sektör kamu sektörü....Evet tuhaf bir senaryo. Tüm bunları bir araya koyunca merak etmeden duramıyor insan. Bu yol istikrara giden yol mu yoksa kendi idam sehpasını tekmeleyen mahkumun yolu mu? Sanırım ilerleyen süreçte hep beraber izleyip göreceğiz. 

10 Ağustos 2013 Cumartesi

DEDEMİN TORUNLARI

          Bir mübarek Ramazan Ayı'nı daha geride bıraktıktan sonra bayrama kavuştuk. Bayramla beraber birbirimize kavuştuk ailecek. Dile kolay 23 yıl aynı evde her bayram bir araya gelip, aynı çatı altında pişen yemeğe aynı sofrada kaşık attık. Çayımıza limon, muhabbetimize neşe kattık. Eski anıları yad ettik, aramızdan ayrılanları rahmet ile andık.

          Yıllar geçtikçe dedemin kıymetini daha iyi anlıyorum. Allah başımızdan eksik etmesin, sadece onun varlığı sayesinde koskoca bir aile bir araya geliyor. Küslükler, dargınlıklar bir kenara atılıyor. Sofralar kuruluyor, geçmişin güzel hatıraları anlatılıyor. Klişeleşmiş laf vardır ya nerede o eski bayramlar...Evet nerede o eski bayramlar. Aklıma geldikçe içim parçalanıyor. Daha yürüyemediğim günlerde dedemin elinden bahçenin en tatlı eriklerini yerdim. Çimenlere ilk kez ayağımı bastığımda iki elimden dedem tutuyordu. Koşmaya başladığımda anneannemin el emeği göz nuru çiçeklerini eziyordum.

            Her bayram oraya giderken bir heyecan ile giderdim. Alabildiğine yeşil bir bahçe, çiçekler, salıncaklar, dedemin enfes börekleri ve bize özel yaptığı süpanglesi...Kardeşim belki ileride benden bu güzel anıları dinlediğinde keşke diyecek. Rahmetli anneanneme doya doya sarılamadığı için, onun elinden tutup fındık ve mısır tarlalarında koşturamadığı için, dedemin sırtında ağaca tırmanamadığı için çok hayıflanacak.

            Özlüyorum o güzelim günleri bir daha geri gelemeyeceği için. Sadece güzel bir anı olarak hatıralarımızda kalacağı için. Bugün anneannemin mezarı başında avuçlarımızı açmış dua ederken düşünmedim değil. Bu geniş ve mutlu aile birer birer eksiliyor aramıza yeni üyeler katılsa bile. Başımızı okşayıp uşaklarım geldi diyen anneannem yok artık, bize mangal yapıp eğlenceli hikayeler anlatan Ertuğrul eniştem de . İlginç bir ruh hali. Bu satırları yazarken gözlerimin yaşarması heralde geri gelmeyecek olan o güzel günlerden olsa gerek...

           Biz bir aileyiz birbirine sarıldıkça büyüyen...

           

18 Temmuz 2013 Perşembe

TANRININ UNUTULAN ÇOCUKLARI

         Ben iyi bir adamım ama sıradan bir insanım. Nedendir anlamıyorum herkes dünyada bir iz bırakmak için çırpınıyor. Bir miras bırakmak, bir isim bırakmak, ölümle dans etmek, yani velhasıl kelam hatırlanmak istiyorlar. Bende istiyorum. Sabahın köründe bir çalar saat sesi ile uyanıp, birilerini zengin etmek için lanet olası bir günde işe yaramaz insanların yüzüne gülümseyip onları mutlu ve memnun bir şekilde uğurlamaya hiç niyetim yok.

            Azimli değilim. Dünyevi hırslarım yok belki de. İyi bir diploma, bol paralı ve kariyerli bir iş, havuzlu bir ev veya son model bir araba. Diğer taraftan öbür dünyayı da düşünmüyorum henüz. Belki yumurta götüme dayanmadığındandır. Yarın öbür gün birisini karşılıksız sevip evlilikgibi bir karar aldığımda bu dünyevi hırslar benimde aklımı kurcalayacak. Ölüm vaktim yaklaştıkça ahirete olan inancım kat kat artacak.

           Karanlık ve dipsiz bir kuyu da hapsolmuş gibiyim. Ama her şeye rağmen gülebiliyor ve insanları anlayışla karşılayabiliyorum. Birilerinin mutluluğuna, başarılarına, hırslarına gölge olmamak istememden dolayı olabilir bu. Etrafımda kariyerinde zirve yapmış insanlar, mutlu bir yuvaya sahip çiftler, gençliğinin en güzel günlerini gezerek ve birileri ile aşkın en güzel anlarını yaşayarak geçirenler varken. Ben böyle bir ortamda tek başıma durup olanları seyrediyorum. Hani o futbol programlarında Türk futbolunun halini hararetle tartışıp bir sonuca varamayanlar var ya. İşte ben de onlar gibiyim.

            Birilerinin başarısı bana saçma geliyor. Başkalarını zengin etmek için kölelik ve yalakalık yapanlar diyorum. Sevgilisi ile 10 defa küsüp 11 defa barışanlara aklını kaçırmış gözüyle bakıyorum. Ve kendi kendime dönüp diyorum ki; "Henüz sırası değil Murat. Bir gün Hayat'ın bana gelip evet Murat mutlu olma sırası artık sende demesini bekliyorum. Gökten zembille inen mutluluk bekleyişi..."

            Bir iz bırakmak istiyorum arkamdan. Sonra insanların bıraktığı izler geliyor aklıma. Darbe yapıyorsun, ünlü bir futbolcu oluyorsun, herkesin peşinden koştuğu meşhur bir rock yıldızı oluyorsun. Heh tamam artık her şey daha güzel olacak, artık beni hatırlayacaklar diyorsun. Ama geride bıraktığın tek şey daha fazla yara oluyor. Darbe yaptığın için diktatör oluyorsun, futbolu bırakınca senden daha iyileri piyasaya çıkıyor, rock yıldızı olunca bir otel odasında aşırı dozdan ölü bulunuyorsun.

           Çok düşündüm bunları. Hayatımı anlamlandırmalıyım dedim kendi kendime. Birisi beni sevmeli ona istediğinden daha fazlasını veremeyeceğimi bilmesine rağmen. Bir işim olmalı her sabah uyandığımda gidebildiğim için şükredebileceğim. Ve öyle bir hayatım olmalı ki soluduğum her nefeste hayatın zevklerini ciğerlerimde hissedebileyim.

            Sanırım bu sonunu göremediğim yolculukta elimde çift kişilik biletim ve birkaç kitabımla  durakta bekliyorum. İleride eşim olacak kadın beni alacak, onunla ölene kadar eşsiz bir yolculuğa çıkacağız... 

10 Temmuz 2013 Çarşamba

Borca Dayalı Para Sistemi ve Bankacılık ile İlişkisi

           Bugün Borca Dayalı Para Sistemi ve biraz da kısmi rezerv sistemiden bahsetmek istiyorum. Aslında tüm insanların bildiği ama farkına varmadığı bir yapı yüzyıllardır dünya ekonomisini yönlendiriyor. 7 milyar nüfuslu dünyayın sınırsız ihtiyaçlarını sınırlı kaynaklarla karşılamak imkansız olduğundan buna bir çare bulmak lazımdı. Paranın evrimine bakarsak takas ekonomisinden, para yerine kullanılan eşyalar, sonra değerli madenler ve son olarak banknot. Bunların içinde arzı sonsuz olan banknot bugün kısmi rezerv sistemi ile birlikte insanların sınırsız ihtiyaçlarını karşılamaya devam ediyor.

            İşletmeler yatırımlarının tamamını özkaynakları ile yapmak yerine çeşitli finansal kaldıraçlar kullanarak riski dağıtıyor. Bankalardan aldığı borçlarla hem likidite değerleri dengede tutuyorlar hem de riski azaltıyorlar. Bankalar ise kullandırdıkları krediden faiz geliri elde etmenin yanında borç olarak verdiği paranın tekrardan kendi bankasına gelmesini sağlayarak aynı parayı başka birisine borç veriyor. Böylece hızlı bir şekilde para üzerinden para yaratıyor.

             Çağımızın en yaygın politik ve ekonomik söylemi "düşük faiz oranı" saplantısıdır. Düşük faiz oranları zenginliğe götüren yol değil, zenginliğin vermiş olduğu bir ödüldür. Sadece bir göstergedir. Merkez Bankalarının bastıkları paralar banka kredilerini arttırır. Kredilerde genellikle reel ekonomiye gitmek yerine tahvil ve bono piyasalarına gitmeyi tercih eder. Bu şekilde artan tahvil fiyatları faiz oranlarını düşürür. Birileri size şu hisseleri veya şu tahvilleri alın diye telkinde bulunur. Piyasada bir efsane yaratılır. Düşünün ki bir bankanın hisse senetlerini veya tahvillerini almaya başladınız. Alımlar arttıkça bankaların kaynaklarında artışlar olacak. Borsa değerleri yükselecek. Artan kaynaklar banka kredilerini arttıracak. İnsanlar tahvil alıp piyasaya para sürdüğünden düşen faizler bankaları pek etkilemez. Nasıl olsa kredi için aldığı faiz mevduata verdiği faizden daha fazla... Piyasada borsa tepetaklak oldu diyelim. Tahviller satılmaya başlandı. Bankanın piyasa değerinde düşüş oldu. Faiz oranları yükseldi. Eğer bankalar aktifleri ile pasifleri arasındaki dengeyi sağlamış ise bu durumdan da kazançlı bir şekilde çıkacaktır. Tahvil fiyatları düştüğünde yüksekten sattığı tahvilleri ucuza alıp borcunu kapatabilir. Artan faiz oranları ile bankaya mevduat çekebilir. Çektiği mevduat ile kredi kullandırmaya devam edebilir.

              Nasıl ülkeler yıllardır enflasyon canavarı ile mücadele ederek deneyim kazandı ise bankalar da krizlerden gerekli dersleri aldılar. Dersini almayanlar ise sabit gelirli tüketim toplumu. İnsanlar tüketmek için çalıştırılır, tümü gerçek olmayacak bir rüya için yaşam standartları yükseltilmeye çalışılır. Sonuç hüsran ile sonuçlandığında ise ortadan kabarık banka kredileri ve devletin her alanda arttırdığı krediler vardır. Yani devlet hasta vatandaşları tedavi etmek yerine vurarak öldürmeyi yeğliyor...

23 Haziran 2013 Pazar

Çocukluktan Yetişkinliğe: Tek Dilek Mutluluk...

         Yaz mevsimi gelmiş, her yer günlük güneşlik, çiçekler açmış, akşamları tatlı esen rüzgar bedenimi rahatlatırken aklıma yine bir şey takıldı ve bu durum içimi kemirmeye başladı. Şu an bulunduğum konumdan memnun muyum? Gelecekte nasıl bir hayat beni bekliyor? Ne kadar önemli biriyim?

          Akşamleyin yürüyüş yapmak için mahalleye çıktığımda çocukluğumu ne kadar özlediğimin farkına vardım. Her sabah aynı saatte evden çıkıp okula gittiğim ve okuldan sonra hava kararıncaya kadar mahallede binbir türlü oyunlar oynadığım arkadaşlarım artık yok. Kimisi askerde, kimisi çalışmaktan başını kaldıramıyor, kimisi çok uzaklarda, kimisi beni görünce artık selam bile vermiyor ve birkaçı gencecik yaşında aramızdan göçüp gitti. Sadece arkadaşlarım mı mahallenin güleryüzlü yaşlı amcaları ve teyzeleri artık yok, topumuzun havası indiğinde şişiren dericiler, yaz sıcağında bize dondurma ısmarlayan esnaf abilerimiz de yok. Tek katlı evlerin bahçesinde oynadığımız, önündeki incir ağacına tırmanıp baldan tatlı incirleri yediğimiz yerlerde artık 6-7 katlı apartman daireleri var ve içindeki komşular birbirlerinden bir haber yaşıyorlar...

          Tekrardan o günlere dönmek için nelerimi vermezdim. Bir kızın elini tutmak hele hele yanağından bir öpücük almak büyük marifet büyük bir mükafat iken bizim için. Artık iki bacağın arasındakine erişmek çocuk oyuncağı olmuş. Bir kutu kolayı 5 kişi içtiğimiz zamanlardan bir şişe kolayı alıp evde tek başımıza içtiğimiz günlere geldik. Artık kimse mahallede koşturan, bağıran çocuk istemiyor. Onlarda biz zamanlar çocuk olduğunu hatırlamıyor. Üzülüyorum. İdolü olan futbolcunun adını haykırarak mahalle arasında koşturan çocuklar göremiyorum artık.

          Bir zamanlar gizli saklı bakıştığımız, abilerinden babalarından çekindiğimiz mahallenin hanım hanımcık güzel kızları haberimiz olmadan yuvadan uçup gitmeye başlamış. Kimileri ilk çocuğunu kucağına almış, kimileri hazırlığını yapıyor.

          Çocukluktan kurtulup eli ekmek tutan biri oldum. Ama hala içimde vicdanı hür, sürekli gülümseyen bir çocuk olduğuna inanıyorum. Para kazanmak için kendini paralayan bir adam olmamak için direnmeye çalışan,  içi boş bir kariyer değil mutlu bir yuvayı inşa edecek bir kariyer peşinden koşan bir adam olmak istiyorum. O gün gelecek inanıyorum "Yaptım oldu" diyeceğim günlere 10 yıl gibi süre var. Ernesto Che Guevera ne demişti: " Belki hiçbir şey yolunda gitmedi ama hiçbir şey de beni yolumdan etmedi..." Mutluluk bir ayrıcalık değil sadece bir tercih meselesidir.
          

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...