30 Aralık 2012 Pazar

Ben Demokrasi'ye İnanırım Benim Partim Kazandığı Sürece...

           Henüz bir ekonomist olmadığımdan dolayı bu konulardan riyakar olamıyorum. Bardağın dolu tarafına görmek hepimizin işine geliyor. Son 10 yılda Türkiye'nin ayağına harika bir fırsat geldiğini düşünenlerdenim. Belki böyle düşünmem hataydı ama bizi yönetecek olan iktidarın Allah korkusu olan, fakirin halinden anlayan, riyakar olmayan bir iktidar olacağını düşünüyordum. Benin gibi milyonlarca insanda buna kandı. Çünkü bugüne kadar halkın arasına karışan, sofrasında yemek yiyen, Allah'ın selamını alıp veren bir iktidar görmemiştik. Sağolsunlar bizi Allah ile kandırmayı da başardılar.
         
             Atanamayan öğretmenleri, Doğu'da çatısı olmayan ilkokulları, intihar eden askerleri, evini asgari ücret ile geçindirmeye çalışanları, bankalara borçlanmayan vatandaşın kalmadığı bir ortamı, her üç üniversite öğrencisinden birinin iş bulamadığı bir ülkeyi duble yollarla, bedava dağıtılan kumanyalarla, göstermelik yapılan yerli tanklarla, time dergisine kapak olmalarla, demokrasi diye yutturulan yasalarla, one minute çıkışlarıyla ayakta uyuttular.

              Ülkede ilginç bir ortam oluşmuş durumda. Paternalist bir devlet anlayışı var ama her alanda değil. Bu halkın ne izleyeceğine, ne yeyip içeceğine, kiminle arkadaşlık edeceğine, bağımsız mahkemelerine karışan iktidar ekonomiyi tamamen kapitalist bir yapıya teslim etti. Bu kadar kurum ve kuruluş özelleştirilirken hala gelir vergisi oranları arttırılamamış, devlet bütçesinin yükü mazlum halka yansıtılmış. Rakamsal olarak büyüme  ile kendimizi avutuyoruz. Türk iş adamları iktidara duacı ve bunu kriter olarak gören bir toplum. İş adamı tabi ki bu iktidara dua edecek. Kurumlar vergisinde her türlü muafiyet ve af, düşen faizler sayesinde ucuza borçlanma, özelleştirilen devlet kurumlarını hava parasına satın alma, zenginlerin yanına yeni zenginler ekleme...Eee peki halka ne oldu. Halkta zenginleşti kişi başına düşen milli gelir 12 bin dolara yakın, gayrisafi yurt içi hasıla 800 milyar dolara yaklaştı. Halk deli gibi tüketiyor. Tüketirken de farkında olmuyor bazı şeylerin. Türk halkının bankalara borcu yaklaşık 180 milyar lira civarında ve bankaların çoğu yabancı ülke ortaklı :) Madem bu kadar zenginleşti bu ülke neden tasarruf oranları bu kadar düştü. Bunun hakkında konuşan bir iktidar mensubu da göremiyoruz.

         En nihayetinde biri yer biri bakar kıyamet bundan kopar. Lale devrinin sefasını sürenler, Patrona Halil İsyanı çıktıktan sonra yatacak yer bulur mu bilinmez ama Türk halkı bir ömür borç ödemeye devam eder...

29 Aralık 2012 Cumartesi

2012 Ne Verdi? 2013'ten Ne İsteyeyim !

          Yeni bir yıla girmemize şunun şurasında 48 saat kaldı. Ben yılbaşı akşamı vur patlasın çal oynasın yapanlardan olamayacağım maalesef. Bütün bir yıl ne yaptım ki; böylesine bir gecede tüm yılın yorgunluğunu atayım. İki gün sonra bu saatlerde yani yaklaşık 23.30 civarlarında insanlar belki mükellef bir sofranın başında  bilmem kaçıncı duble rakının tadını boğazında hissederken, ben evimde oturmuş belki çay içiyor olacağım belki de kafamı kitaba gömmüş bir an önce yeni yıla girmeyi bekliyor olacağım. Yeni yıldan bir beklentim var mı? Evde bir tane çeyrek milli piyango bileti var eğer ona amorti vurursa sanırım yeni yıla dair olumlu beklentiler içinde olacağım. Düşünün ki büyük ikramiye çıksın demiyorum bile, durum o kadar vahim. Yıllarca amorti bile çıkmamış.

           Arkama yaslandım sadece bu yıl yaşananları film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiriyorum. Belki hayalini kurduğum veya planladığım gibi gelişmedi bazı şeyler. Zaten ne bekliyordum ki; hayatım boyunca hiçbir şeyi kolay yoldan elde edebildim mi ki? 2012 yılında benim gibi hayallerini gerçekleştirmeye yakın olduğunu zanneden binlerce gerizekalı üniversite öğrencisi üniversiteden mezun oldu. 4 yıl emek verdiklerini, birşey öğrendiklerini zannederek kendilerini attılar işgücü piyasasına. Ücret veya iş beğenmek kimin haddine. Aaaa olur mu hiç öyle şey. Memleket çağ atladı 1,5 milyon gerizekalı devlete kapat atarım diye önceden soruları servis edilen KPSSye girip kendisini avuturken, binlerce öğretmen çatısı olmayan, tezek ile ısınan bir okula atanabilmenin hayalini kurarken bizim haddimize mi arkadaşım 2012 yılı beklediğimiz gibi geçmedi demek.

           Geçen yıl bugünlerde kurduğum hayali anlatayım. Düşündükçe gülesim geliyor, ulan harbiden kerizmişim. O kadar çok kitap okumuşum ki kendimi de bir kitap kahramanı zannediyorum. Hayalini kurduğum işe gireceğim de, faydalı olacağını düşündüğüm işler yapacağım da, düzgün bir kız ile tanışıp mutlu anlarımın daha çok olduğu bir ilişki yaşayacakmışım da, ailemi rahata erdirecekmişim de...

            Ben çok şükür halimden memnunum. Sahip olduklarımın kıymetini de biliyorum galiba. Kardeşim dediğim 4-5 tane eşsiz insan, beni bugüne kadar yarı yolda bırakmayan sağlam bedenim, etrafı kitaplarla örülmüş toz pembe hayal dünyam, sürekli kaynamaya devam eden bir demlik çayım ve her ne kadar hayal kırıklığına da uğratmış olsam biricik ailem onlar yanımda olduğu sürece yeni yıldan bir beklentim yok. Hee ne yalan söyleyeyim sabahları koşarak gidebileceğim, Allah katında hayırlı olan bir işim olsa fena olmaz hani. Yine de halimize şükredelim yeni yılda elimizdekilerden de olmak var.

              Son olarak yeni başlangıçlar yapmak için yeni bir yılı beklemeye gerek yok, her sabah yataktan yeni hayallere uyanmak kafi yeter ki peşinden koşacak kuvvetimiz olsun...

26 Aralık 2012 Çarşamba

BABA NASİHATİ...

     İnsan nasıl bir ruh haline bürünmüş ise etrafında olup bitenleri buna göre değerlendiriyor. Okuduğum her kitabın kahramanında kendimden izler buluyorum, her filmde belli sahnelerde dejavu oluyorum. Ama bugün babamın dedikleri duyduktan sonra gerçekten bir hayli güldüm ve düşüncelere daldım.

      Bu yaşıma kadar hep sessiz kaldı, başardığım zamanlarda da hüsrana uğradığım zamanlarda da hep kenardan izlemeyi tercih etti. Elini omzuma atıp teselli de etmedi, gülerek sarılıp tebrikte...Yine de içten içe hep düşünürdüm kalbinin bir köşesinde benim için büyük ümitler besliyordu. Bir gece daha onu hayal kırıklığına uğratmanın burukluğu ile yatacağım belki ama güneşli günler pek de uzağımızda değil.

       Gelelim bugün ne olduğuna 23 yaşıma gelmeme rağmen babam hala nedense bazı şeyleri yüzüme söylemek yerine anneme fısıldamayı tercih ediyor.Aslında annemin evde yıllardır harika bir arabuluculuk yapıyor babam ile benim aramda. Ben babamdan hiç bir zaman yüzüne karşı gidip şunu istiyorum diyemedim, hep annem ön ayak oldu. Babam da bana hiç nasihatte bulunmadı hep annem elçisi oldu. Ve bugün aylardır evde boş boş oturan bana, babam önemli bir tavsiyede bulundu. Tabi ki bunu yüzüme söylemedi, sadece kendi kendine söylendi. "Gitsin AK Parti'ye üye olsun illa ki bir yerde iş bulur :)" Evet yanlış duymadım. Hayat nelere gebe. Bu söz bana okuduğum bir kitaptaki dizeleri hatırlattı. Olmuş olan gerçek olayları. Hitler döneminde Almanya'nın gücüne güç kattığı, ekonomik kalkınmasını tamamladığı, üstün ırkı yaratmaya çalıştığı, süper güç olma yolunda ilerlediği bir dönemde Nazi Partisine üye olmayanların iş bulmakta zorlandığı, bir yerlere gelmek isteyenlerin ise cirit attığı bir Alman siyasi yapısından bahsediyorum. Babam salonda konuşurken ben odamda gülümsüyordum sadece. Sağ elimi kaldırıp "Heil Tayyip" bile dedim. Kolumda ampul simgesi bir pazubant, badem bıyık falan. Hey Allahım şu zor günlerde bile mutlu olmak için #bimilyonneden :)

      Fight Club filmini de anımsadım bir yandan. Tyler Drden'ın o klişe olan ve beynime kazınan meşhur sözleri "Biz televizyon izleyerek, milyonerler, sinema tanrıları, rock yıldızları olacağımıza inanarak büyüdük ama olamayacağız...Hepimiz heba oluyoruz...Bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köle olmuş...Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşindeyiz...Nefret ettiğimiz işlerde çalışıyor, gereksiz şeyler alıyoruz... Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız...Bir amacımız yok; ne büyük savaş ne de büyük bir buhran yaşadık...Bizim savaşımız ruhani savaş... Ve bunalımımız kendi hayatlarımız..." Tam olarak bu işte; dövüşmek için bir insana, bir amaca ihtiyacımız yok. Her sabah kalktığımızda aynanın karşısındaki insan ile dövüşüyoruz zaten. Daha çok para kazanmak, daha fazla tüketmek, daha fazla kişi tarafından beğenilmek, insanlardan saygı görmek, egomuzu tatmin etmek için bitmek bilmeyen bir dövüş. Yara izi yok, acı yok sadece yılların eskittiği bir yüz ve çöpe atılan onlarca hayal...
        

15 Aralık 2012 Cumartesi

ARKA PLAN

       Tuhaf bir dönemden geçtiğimi kabul etmeliyim. Er ya da geç hayatımın bu dönemini geride kalacak ama istemeden de olsa arkamda kalbi kırılmış dostlarım, çöpe atılmış hayaller ve boş vaktimde okuyup tozlu raflara bıraktığım onlarca kitaplar bırakacağım. Kaç arkadaşım bu yazdıklarımı okur bilmiyorum ama aramadığım veya her aradıklarında vakit ayıramadığım arkadaşlarıma karşı büyük bir vefa borcum var. Aslında kendime bahane uyduruyor olabilirim ama bugüne kadar maddi imkansızlıklar elimi kolumu bağladığında arkadaşlarıma sarılmak yerine sırtımı dönüp duvara yaslanmayı yeğledim. Yaralarımı tedavi ettirmek yerine üzerine üfleyip kendi kendine geçmesini bekledim. Yaralar kapandı belki ama geride derin izler bıraktı.

        Her gece yatarken bir daha geriye getiremeyeceğim o güzel günlerin ve elimden kaçırdığım fırsatların muhasebesini yapıyorum. Bugün olduğumdan çok daha farklı yerlerde olabileceğimi hayal ederek belki de kendimi avutuyorum. İyi bir üniversiteden mezun olsaydım iyi bir etiketim olurdu. Okuldan sonra elimde yaldızlı bir diploma, cebimde yabancı dilim ile şu an belki her sabah evden ekmek almak yerine güzel işime gitmek için çıkıyor olurdum. Hayata büyük bir özgüven ile atılmak, sonrası adımlar için yere daha sağlam basmama vesile olurdu. Erken yaşta toplum içerisinde saygın bir statüye sahip olurdum. Her zaman inandığım bir şeydi, insan nasıl bir hayatı kendisine layık görüp, sahip oluyorsa öyle de bir eşi olur. Sıralamış olduğum şeyler galiba çok maddi şeyler oldu yani duygudan yoksun. Evet maalesef gerçekler bunlar, artık insanlar kutunun içindeki ile ilgilenmekten  önce ambalaj ve etiketine bakar olmuşlar...Bize satılan hayat sadece süslenip püslenmiş boş bir hediye kutusu. Onun varlığı ile kendimizi mutlu etmeye çalışıyoruz.

      Keşke demeyi sevmiyorum. Benim gibi herkes babası ile oturup o koca adamların keşkelerini dinliyordur.  Şu an bulunduğum yerde olmak ister miydim sence evlat. Aklımı kullansaydım çok iyi yerlerde olurdum veya bugün iyi yerlere gelen şu adamlar var ya aslında benim kadar iyi değillerdi gibi lafları çokça duyarız. Kimisinde doğruluk payı vardır kimisinde ise sadece egolar tatmin ediliyordur. Ama ne olursa olsun her zaman en içten duyguları dile getiriyordur. Peki bu adamlar bize bunları neden anlatıyor ders almamız için mi ? Yok yok hiç zannetmiyorum. Sadece yapacağımız hatalara, alacağımız yanlış kararlara sahip çıkmamızı ve onlarla mutlu bir şekilde yaşamamız gerektiğini öğütlüyorlar. Ben kendi babamdan bunu anlıyorum. Beni hiç bir zaman oyuna dahil etmedi sadece bir kenarda oturup oyunun nasıl oynandığını izlememe izin verdi. Şimdi oynama sırası bende. Ya bu oyundan başarılı olacağım, ya da kaybetmeme rağmen zevk almaya çalışacağım...

       

11 Aralık 2012 Salı

EKMEK ARASI...

       Kış kapıya dayandı. Atkılar,eldivenler, kalın montlar giyilmeye başlandı. Annemin uuu çok soğuk sıkı sıkı giyin bak hasta olup başıma kalma dediği günler geldi. Özellikle bu yıl kışın gelmesine ayrı bir sevindim. Bahanem de hazır bu soğukta dışarı çıkıpta ne yapacağız oturun oturduğunuz yerde. Malum insan işsiz olunca sağa sola gezmeye para yetiştiremiyor. Kocaman adam olduM, babamdan harçlık istemeye yüzüm yok. İyi ki geldin be karakış. Evimde oturup bir elimde sıcak çayım bir elimde kitabım oh mis.

        Bu aralar karar verme aşamasındayım. Günler çabuk geçiyor ve her geçen boş gün bendeki stres katsayısını bir kat daha arttırıyor. İşe mi girsem, acaba hayırlı bir iş bulur muyum, yok yok en iyisi askere gideyim veya üds,ales tarzı sınavlara hazırlanayım zaten gireceğim bir işe diye düşünerekten günler avucum arasından kayıp gidiyor...

         En iyi yaptığım şeylerden bir tanesidir ruh halimi koruyabilmek. Evet karamsar olduğum anlar olmuyor değil hele de hayal kırıklığına uğradığım anlar; fakat her zaman geleceğe ve güzel günlere olan inancımı koruyabilecek ufak güzellikleri cebimde taşımayı da ihmal etmiyorum. 22 yıl çarçabuk geçerken bir 22 yılı daha geçim sıkıntısı,maddi yokluklar ile kaybetmek istemiyorum. Bugüne kadar bu sıkıntıları unutturacak çok şey oldu ve olmaya da devam edecek. Peki ya olmazsa?

        Arkadaşlar ile bu aralar bir araya gelip durum değerlendirmesi yapıyoruz. Baylar bayanlar ne olacak halimiz nereye gidiyoruz böyle ? Bırakın hayalleri bir kenara, kariyer, evlilik bizim durumumuz ne olacak. Bir yanda ailemiz, bir yanda sevdiğimiz öteki yanda geleceğimiz...Ulan çoğumuz işsiz, bir çoğumuz üniversite mezunu ama tezgahtar. Millet iş yok güç yok diye kan ağlarken, bir diğeri el insaf kişi başına milli gelir arttı, zenginleştiniz be açgözlüler halinize şükredin diye bağırır. Üstüne üstlük bir de AVM'ler tıklım tıklım her geçen gün bir yenisi yapılıyor. Sen oturmuşsun bizim halimiz ne olacak diye ajitasyon yapıyorsun diyen dalkavuklarda başımızda. Sonra iyimser olmaya çalışıyorum emeğimi,hayallerimi katlayıp kenara koyuyorum ve ne olursa yaparım abi diyerek atılıyorum iş piyasasına. Bu seferde hayretler içerisinde kalıyorum. Tezgahtar olabilmek için bile bu ülkede üniversite diploması, deneyim, referans, hatta olursa bir tanıdık falan. Hadi işe girdin diyelim. Birbirinden aptal insanlarla muhattap olup, üstüne bir de alay eder gibi asgari ücretin altında maaş hatta sigorta yapmayanlar bile var.

       Tüketim toplumu olmuşuz, böyle bir ortamda herkes yarış içerisinde birbirinden geri kalmamanın uğraşını veriyor. Aslında ben bu ülkenin geleceğe dair koyduğu vizyonları da gerçekçi bulamıyorum. Milyonlarca aptala bir gün daha nasıl umut satabilirimin peşinde koşan bir yönetim. Hayaldi gerçek oldu! Gençler için artık üniversiteye girmek sorun değil, dershaneye gitmeyenleri dövüyorlar. Kredi kartı gibi bir mucize var, sokakta her köşe başında önünüzü kesip zorla bir tane veriyorlar. Okumuş adam çok piyasada; ülkenin tezgahtarı, tarla işçisi bile mühendis veya iktisatçı; hee yabancı dil bilen temizlik işçilerini de unutmayalım. İş beğenmeme gibi bir lüksün yok, hele ücret beğenmemek gibi. Asgari ücrete çalışacak milyonlarca insan var. Sigortası yapılmasa da olur. Allah sonumuzu hayır etsin ne diyeyim...Ülkenin insanları pırıl pırıl, zeka küpü ve kalifiyeli iken mecliste 550 tane ne olduğu belli olmayan adam tarafından aptal yerine konulmak. Seviyorum lan bu memleketi, aptal da olsak, mutluyuz be. Nasılsa makarna,bulgur dağıtan insanlar var. Al şu maaşı bak bunu vermeyenlerde var diyenler hele.Devir şükretme devri beyler...
        

5 Aralık 2012 Çarşamba

Uykusuz Geceler, Dile Gelmeyen Düşünceler

          Her gece olduğu gibi beni yine uyku tutmadı. Annemin demesiyle gece geç vakit yatmam ve öğlenleri ufak şekerlemeler yapmam bunun sebebiymiş. Haklılık payı yok değil; fakat asıl neden yatmak için bir nedenimin olmaması. Sabah erkenden kalkıp ağzım kulaklarımda evden güle oynaya çıkabileceğim bir işim yok, yeni bir günün bana yeni fikirler,yeni fırsatlar getireceğine dair bir umudum da yok. Eee o zaman neden erkenden yatayım. Herkesin götünde pirelerin uçuştuğu saatlerde ben kendimle baş başa hayaller aleminde volta atıyorum. Yıllardır böyledir beni benden iyi anlayan çıkmadı çünkü bugüne kadar...

           Ben çocukken babam neden hiç evde oturmaz hep dışarı giderdi diye düşünürdüm ,acaba benimle ilgilenmek istemiyor muydu derdim. Ama şimdi çok iyi anlıyorum. Aylardır evde oturuyorum, kim bütün gün evde erkek başına oturmak ister ki be arkadaş. Ev dediğin kadına aittir. Hayatım boyunca kendime bir meşgale edinmeye çalıştım yani bir uğraşım olmalı, sap gibi dolanmamalıyım etrafta. Bundan dolayıdır ki her gün yataktan kalkıp kahvaltımı yaptıktan sonra odama kapanıp akşama kadar kitap okuyorum, ingilizce çalışıyorum, bu aralar kendime yeni bir iş edindim vaktim oldukça beyaz sayfalara birşeyler karalıyorum. Belli olmaz belki karalayacak sayfa kalmadığında ortaya okunacak bir kitap çıkar. Bu arada annem içinde bir parantez açayım ;günahını almak istemiyorum ama sanırım yaranamıyorum. Düşünün ki cebine giren üç beş kuruş ile kitap aldığı için azarlanan ben, evde ayak altında dolanmayayım diye kendimi odama kapatmama rağmen birkaç zılgıt yemek zorundayım :) Neyse ki merhametli ve düşünceli bir annem var da her akşam pembe dizi izlerken çayın yanında kurabiye,bisküvi tarzı bir şeyler yaparak gönlümü alıyor.

           Okul bittiğinde acele etmiyordum, boru mu 4 yıl çatır çatır okudum lan ben. Öyle elinde diplomasını alıp, rulo yapıp gezdiren tiplerden olmamak için geceli gündüzlü okudum,yazdım. Ama bir yerde yanlış yaptım sanırım. Eskidendi o işler, eskidendi okuyup yazanın,yazdıklarını sorgulayıp düşünenin kıymetinin bilindiği günler.Devir samanyolu devri. Durdurak bilmeyen ,mücadelenin eksik olmadığı bir değil iki yabancı dilin şart koşulduğu, üniversite diplomasının değil, sertifikaların iş bulduğu bir devir. Bunların olmadığı durumlarda dilin farklı işlevlerinin kullanılmaya başlandığı, oley oley nidaları ile eş dostun, makam kapılarının arşınlandığı bir devir. Boş versene Murat sana ekmek çıkmaz bu devirde. Mutluluğun ve başarının cebine giren net ücret ile kıyaslandığı bir dönemde. Sen hala boş hayaller peşinde koşmaya devam et.

            Karamsar bir insan değilimdir, beni tanıyanlar bilir. Ajitasyon yapmayı sevmem, gerekte duymam zaten;çünkü ucunda bir iş, bir aş beklentimde yok. Olsaydı şimdiye al takke ver külah, dudağımın üstünde yeni çıkmaya başlayan badem bıyıklarla aranızda dolanır dururdum. Ama söylemeden de edemeyeceğim durum vahim. Çünkü haksızlıkları, olması gerekenleri veya olsaydı güzel olurdu denilen şeylerin dile getirildiği durumlarda ya herşeye muhalefet oluyorsunuzdur ya da kuyruk acınız vardır. Bazen kendimi anlatamadığımı düşünüyorum, veyahutta siz anlamıyorsunuz ama bundan yıllar önce birisi tam da ne demek istediğimi gayet açık ve net bir biçimde söylemiş. "Azimli olmadığım doğru ama azimli olmayanların da yaşayabilecekleri bir yer olmalıydı, mevcut yerlerden daha iyi bir yeri kastediyorum. Sabahın altı buçuğunda bir çalar saat sesiyle uyanıp yataktan fırlayan, giyinip zorla bir şeyler atıştıran, sıçıp, işeyip, dişini fırçalayan, saçını tarayan, başka birine büyük paralar kazandırdığı bir yere ulaşmak için trafikle boğuşan ve tüm bunlara sahip olma fırsatı bulduğu için müteşekkir olması istenen biri hayattan nasıl keyif alabilir?" 

             Evet bu mantıkta ve düşüncede olan bir insandan önemli bir işadamı, üst düzey bir yönetici, aşırı hırsları ve yükselme arzusu olan bir adamın çıkması imkansız. Olsa da riyakarlık, ikiyüzlülüktür. Benden olsa olsa, her sabah isteyerek gittiği bir işi ama kıt kanaat geçimine yetecek kadar kazanabilen, ömrü belkide sevdiği işi ile ailesi arasında geçip giden bir adam olur. Olursa da fena olmaz ama böyle bir adamla da beraber olacak bir kız olur mu orası meçhul...Yolun daha çok başındayım farkındayım bunun ;ama sabredemiyor bazen insan. Bir şeylerin bir an önce olmasını istiyor. Sadece kendisi için değil, ondan ufak bir beklentisi bir umudu olan insanlar için de. 

            Zaman insanın en büyük düşmanıdır derler. Ben hayatımın en güzel günlerinde doğru zamanda doğru yerde olamadım. Çünkü gidecek bir yolum değil birden çok yolum vardı haliyle kayboldum. Kaybolanları, elimden yitip gidenleri aramıyorum; çünkü giden geri gelmiyor. Bundan sonrası kardeşim için, sahip olduklarını sımsıkı tutup kendi yolunda ilerlemesi ve doğru zamanda doğru yerde olması için...

29 Kasım 2012 Perşembe

Her şey Güzel Olacak...

         Bu sefer ekonomi ve siyaset hakkında yazmayacağım. Kendimi anlatmaya biraz olsun içimi dökmeye ihtiyacım var. Hayatımın belki de en kısır dönemini yaşıyorum. Onca yıl okuduktan sonra bir şeylerin değişeceğini umuyordum; ama hayat erkende olsa bazı şeyleri görmeme vesile oldu.

          Üniversiteden mezun olalı yaklaşık 5 aydır işsizim. İşsizim lafımdan gocunmuyorum, bu ülkede benim gibi milyonlarca insan var. Belki bugüne kadar çoktan iş bulmuştum fakat severek yapacağım ve bir ömür boyu idame ettirebileceğim ruhuma hitap eden bir iş aradığımdan hali hazırda boş geziyorum. Şimdi bana şunu diyenler olacak, su her zaman istediğin yönde akmaz o zaman  akıntıya bırak kendini yani bir yerden başla diyenleriniz vardır mutlaka...

            O zaman şöyle izah edeyim. 2 yaşında bir kardeşi ve benden beklentisi yüksek olan bir ailem var. Bir yerden başlayayım diyerekten iş hayatına atıldığım an hayatımın bittiği andır. Çünkü kendim için değil ailemin refahı ve mutluluğu, kardeşimin ise geleceği için çalışmak zorundayım. Bu demek oluyor ki Murat sahip olduğun hayalleri bir kenara bırak, gerçek karşında duruyor. Babam işe başladım bir yandan okurum bir yandan futbol oynarım derdim diyor. Şu an 52 yaşında sorsanız belki 36 yıl nasıl geçti hatırlamaz bile. Bu durumda olan yalnızca ben değilim insanlar için artık hayal kurmak bile lüks geliyor. Geçim derdi, evlilik, yuva kurmak, aileye bakmak, çocuk yetiştirmek, birikim yapmak, emekliliğini düşünmek sanırım gözümü oldukça korkutuyor.

           5 aydır iş görüşmeleri sayesinde İstanbul'un dört bir yanını gezdim, onlarca profesyonel insan ile tanışma fırsatım oldu. Hepimizin hayalini kurduğu iyi bir kariyer, yüksek bir gelir onlar için olağan bir şey iken hala mutluluğu bulamadıklarını söyler dururlar. İşte o zaman durup düşünesim geliyor. Canımı bu kadar sıkıyorken acaba iyi bir işim, kariyerim, güzel bir gelirim olsa tüm dertler bitecek mi ! Mutluluğu maddiyata indirgediğimiz  bu hayatta mutluluk diye bize elma şekeri satıyor olmasınlar.

           Kendim hakkında hep şunu derim: Cebi delik,gönlü zengin,kahkahası bol,hayatı sıradan yaşayan bir insanım. Beklentim sıradan bir hayat sürüp, sevdiklerim ile huzuru bulmak iken alay konusu olmak gerçekten ilginç bir durum. Ben insanları bulunduğu mevkiyle değil, göz koyduğu mevki ve hayalini kurduğu yaşam ile ölçerim. Belki hiçbir şey yolunda gitmedi ama hiçbir şey de benim yolumdan etmedi.
Elimde kitabım arkamda kitaplığım, etrafımda sevdiğim insanlar, akşamları samimi sohbetler, önümde yaptıklarım arkamda hayalini kurduklarım ve her şeyden önemlisi yaşanmaya değer bir hayat...

25 Kasım 2012 Pazar

Mutlu Olmak...

      Uzun bir aradan sonra başımı yastığa rahat koyacağım. İşsizliğim aklıma gelmeyecek, gelecek kaygım, askerlik, geçim sıkıntısı, kız meselesi koy g.tüne rahvan gitsin. Nedendir bilemiyorum ama mutlu olmamak için hiç bir sebebim olmamasına rağmen tutturmuşum idealist bir adam olma sevdası ömrümü heba ediyorum. Hayal ettiğiniz insan olmaya çalışmak içinizdeki insanı harcamaktır diye boşuna dememişler. Gençliğimin bu güzel günlerini bozuk para yapmışım azar azar harcıyorum.

        Sahip olduğum güzelliklerin farkında değilim belki de. Her hafta birbirinden komik insanlarla bir araya gelip gülüp eğlenmemizin yanında çıkıp aynı sahada top koşturuyoruz. Yeri geliyor gülüyoruz yeri geliyor dertlerimizi paylaşıyoruz. Ama ne olursa olsun omuza omuza verip zorluklara göğüs geriyoruz. Üzerimizde ilkokul önlükeri, boynumuzda suluklar varken başladığımız bu yolda yıllar geçti. Yeri geldik yıllarca birbirimizden ayrı düştük, yeri geldik bir telefon uzaklıktaydık, kimisi evlendi çoluk çocuğa karıştı, kimisi hala hayal kurduğu hayatın peşinden koşmakta. Ama bunca şeye rağmen birlikteliğimiz bozulmadı.

          Bugün kuzenimi istemeye geldiler. Yıllar geçtikçe her birimiz yuvadan uçuyoruz, az kaldı birkaç yıla sıra bana da gelecek. Elimizde çikolata çiçek dayanacağız kızın kapısına verir misin vermez misin? Gerçi sorun değil vermeseler de kaçırmak var işin sonunda ama temennimiz işin oralara varmaması. Dedim ya en başında kolayı sevmiyorum. İlla bir zorluk çıkaracağım önüme. Bugün kuzenimin o gülen yüzünü görünce bir kez daha anladım ki mutluluk aslında iki yüzük ve iki yüreğin birleşmesinden meydana geliyor. Gerisi nasıl olsa sevgi ile aşılıyor. İnşallah bu zorlu yolda engelleri kolay aşanlardan olurlar.

            

13 Kasım 2012 Salı

Sıcak Para; Ne Getirdi Ne Götürdü ?

    Sıcak para deyimini ekonomiyi takip edenler hatta takip etmese de ne zaman bir ekonomik dalgalanma veya çıkmaz olsa haber bültenlerinde duyanlarımız vardır. Hele de bu ülke Türkiye ise sıcak para deyimi bir kat daha önem arz eder. Sıcak paranın tam olarak bir anlamı yoktur ama genel kabul görmüş çevrimlerine bakarsak ; kısa dönemli spekülatif para girişleri veya aşırı dalgalanma anlamına gelmektedir. Bu açıklamayı yaptıktan sonra şimdi Türkiye için sıcak paranın ne anlam ifade ettiğini ve sıcak paranın neden bir ülkeyi tercih ettiğini anlatmak istiyorum.

     Sıcak para içinde birkaç eylem barındırır. Özellikle Türkiye yıllarca yüksek faiz-düşük kur politikasını uyguladığından dolayı biz yıllarca sıcak paranın ülkeye girişini şu şekilde anladık: Yüksek faizden faydalanmak isteyen yabancıların bizim tahvillerimizi ve hisse senetlerimizi alması ve mevduat yatırması. Halbuki sıcak para bir ülkeye sadece yabancıların bu işlemleri ile girmez. Örneğin son yıllarda bankalarımızın veya özel sektörün düşük maliyetlerden yurt dışından kısa vadeli borç para alması da bir sıcak para girişidir. Bunun yanında ülke vatandaşlarımızın da yurt dışında yapmış olduğu yatırımlardan elde ettiği kârları ülkeye getirmesi de sıcak para girişidir. Sıcak paranın bir ülkeye nasıl girdiğini izah ettik. Şimdi yüksek faiz-düşük kur politikasına değinelim.

       1980'den sonra gelişmekte olan ülkelerin çoğunda ve tabi ki Türkiye'de de etkisini gösteren serbest ticaret ve piyasa ekonomisi ülkelere giren döviz miktarında artışa neden olmuştur. Bununla birlikte birkaç Güneydoğu Asya ülkesi hariç bütün ülkelerde artan döviz, ithalatı arttırmış. Artan ithalatı ihracat karşılayamayınca önlenemez dış ticaret ve cari açıklar oluşmuştur. Malum bu açıkları kapatmanın en sağlıklı yolu ihracatı arttırıp ithalatı kısmaktır. Peki ihracat yapmak için ithalat yapmaya mecbursanız bu açıkları nasıl kapatacaksınız. İşte sıcak para böyle durumlarda devreye giriyor. Hiç yorulmadan, üretim yapmadan, istihdam yaratmadan döviz kazanmanın kısa yolu. Neden mi böyle diyorum çünkü ülkeye giren döviz hep yüksek faiz için gelmiştir. Doğrudan yatırım miktarı devede kulak kalıyor ancak.

       Enflasyondan arındırılmış yüksek faiz tek başına sıcak parayı çekmeye yetmez. Aynı zamanda döviz kurunun da düşük olması lazım ve ileride artmayacağının garanti edilmesi lazımdır. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse; bir yabancı olarak 100$'ınız var ve yüksek faizden yararlanmak için Türkiye'den hisse senedi ve tahvil almak istiyorsunuz veya mevduat hesabı açmak istiyorsunuz. Önce dolarınızı Türk lirasına çevirmeniz gerekir. Diyelim ki kur 1.60 olsun, 100$=160 TL olur. Yabancı yatırımcı %10 faiz veren tahvillerden aldı diyelim. Yıl sonunda elde edeceği faiz geliri 160*0.20=19.2 dir. Yani tekrar 100$ almak isterse eğer kur sabit kalmışsa 160 TL verip 100$'ını geri alabilecektir. Kazancı ise 19.2 TL veya 12$ olacaktır. Tabi bu kurun sabit kaldığını varsaydığımızda böyle oluyor. Ya kur düşerse o zaman geliri daha da artıyor. Yatırımcı kazançlı çıkmak istiyorsa döviz kuru sabit kalmalı veya daha da düşmelidir.

    Yüksek faiz-düşük kur politikasının Türkiye'ye döviz girişi sağladığı aşikardır. Peki reel ekonomiye verdiği zarar nedir? Türkiye 40 yıl boyunca neredeyse enflasyon canavarı ile yaşadı. Sürekli artan enflasyon haliyle nominal faiz oranlarını da arttırdı. Böylece Türkiye'de yıllarca yerli yatırımcı yatırım yapmaktan kaçındı, onlarda sahip oldukları sermayeyi faiz geliri elde etmek için kullandılar. Düşük kurdan dolayı ihracatçılar uluslararası rekabet ile başa çıkamadı. Türkiye 20 yıl boyunca düşük ihracat rakamları, dış ticaret ve cari açık, yüksek işsizlik rakamları, artan ithalat ve enflasyon ile yaşamaya mahkum oldu. Ve en önemlisi bu süreçte yaşadığımız 1994 ve 2001 krizleri de cabası.

      Son olarak bugün geldiğimiz noktaya değinmek istiyorum. 10 günlük süreç içerisinde ekonomi adına önemli haberler aldık. Kredi derecelendirme kuruluşu Fitch ülkemizin rating puanını yatırım yapılabilir seviyeye çıkarttı (BB+'dan BBB-'ye). Bu not arttırımı ile birlikte borsa yükselişe geçti, gösterge faiz tarihi rekor kırarak 6.40 gibi bir seviyeye düştü. Son yıllarda Merkez Bankası'nın uyguladığı politikalar sonucu bugün 1$:1.80 seviyesinde iken faizler ise %6-8 bandı arasında gidip geliyor, bunun yanında enflasyon rakamlarının %7-8 civarında olduğunu düşünürsek aslında bugün Türkiye'de reel faiz 0 hatta eksi rakamlarda. Peki nasıl oluyor da faizlerin düştüğü, döviz kurunun ideal seviyede ne çok düşük ne de aşırı yüksek olduğu bir konumda, ülkeye sıcak para girişi oluyor? Sanırım bunun cevabı da ortada. Özel sektör ve bankalar her geçen gün uluslararası piyasalardan borçlanmaya devam ediyor. Hele de şimdi ki not arttırımı ile Türkiye'ye olan güven artacağı için borç veren ülke ve kurum sayısı da büyük ihtimal ile artacak. Aynı zamanda düşen faizler de borçlanma maliyetinin azalmasına neden olacağından sıcak para girişinde bir aksama olmayacaktır. 

9 Kasım 2012 Cuma

24 Ocak'tan 2001 Krizi'ne;Bugünün Türkiye Ekonomisi

       2012 yılını da geride bırakırken son günlerde açıklanan kritik rakamlar ve not arttırımından sonra Türkiye'nin son 10 yıllık performansı ve 1980 sonrası gelişen Türkiye ekonomisini üzerine kafa yormak geldi içimden.

       1980 yılı malum 12 Eylül darbesi ile ülkemizde derin yaralar açılmıştır. Kimilerine göre ise bir yandan anarşi durdurulmuş bir yandan da 24 Ocak 1980 kararları ile Türkiye ithal ikameci politikalardan ihracatı teşvik edici politikalara geçiş yaparak ekonomi alanındaki zincirlerinden kurtulmuştur. Bu tarihten itibaren özellikle rahmetli Turgut Özal'ın başlattığı serbest ekonomi, liberal siyaset hareketi ile Türkiye'nin ufku oldukça genişledi. Son günlerde merhum Özal'ın ölümü araştırılmakta eğer zehirlendiği kesin olarak anlaşılırsa şu sonuca varabiliriz ki; birileri Türkiye'nin serbest pazar ekonomisine doğru şekilde entegre olmasını istemediğinden böyle bir siyasi komploya başvurulmuştur. Nedeni ise çok basit. Dış ticareti doğru yapan bir ülke her zaman uluslararası alandan kazançlı bir şekilde ayrılır. Türkiye hızlı ve sancılı bir giriş yaptığı pazar ekonomisinde yanlış uygulanan politikalar, siyasi istikrarsızlıklar ve komplolar ile 20 yıllık bir süreci yerinde sayarak geçirmek zorunda kaldı. 24 Ocak kararları ile oluşan değişimi anlatmak uzun süreceğinden dolayı asıl konumuz olan son 10 yıllık ekonomik kalkınmaya değinmek istiyorum.

     2001 krizini IMF'nin dayattığı politikalar ile atlatan Türkiye AKP'nin iktidara gelmesi ile hızlı bir atağa kalkmıştır. Şimdi aramızda iktidarı her alanda eleştiren ve yaptığı hizmetlerin, özelleştirmelerin altında bir çapanoğlu arayanımız çoktur. Diğer taraftan bunun tam tersi olarak padişahım çok yaşa diyerek iktidarın her yaptığına kalıbını basanlarda azımsanacak sayıda değildir. Bütün bu çelişkileri, ön yargıları bir kenara bırakalım rakamlar ile ekonomimizin yaşamış olduğu değişimi anlatalım.

      2001 yılına kadar Türkiye Merkez Bankası özerk bir yapıya sahip değildi. Gelişen piyasaları takip edip, tam istihdamı ve fiyat istikrarını sağlamak yerine Hükümetin finansmanlığını yaparak bütçe açıklarını kapatma görevini görüyordu. Hep eleştiririz o dönemleri faiz rakamlarının 3 haneli seviyelere merdiven dayadığı, enflasyon rakamlarının alıp başını gittiği, artan işsizlik ve terör olayları, yaygın olan adaletsizlik ve yoksulluk...Evet çok değil bundan 10-12 yıl önce Türkiye'de yaşananlar böyleydi. Peki yaşanan bu süreçte neler değişti?

       Özerk ve bağımsız yapıya kavuşan Merkez Bankası kendi görüşümdür bu görevini layıkıyla yapmaktadır. Yani gereksiz işlerle ilgilenmektense iç ve dış piyasaları takip etmekte, fiyat istikrarını koruma görevini yerine getirmektedir. Baktığımızda faiz oranları devlet tahvillerinde ortalama %6-7 arasında bankacılık sektöründe ise yıllık faizler %5-12 arasında değişmektedir. Enflasyon rakamları ise yıl sonunda hedeflenen rakamı söyleyecek olursak %7,4 civarındadır. Bütçede istikrar sağlanmış istisnai durumlar hariç genelde dengede veya fazla veren bir bütçe yaratılmıştır. Büyüyen bankacılık sektörümüz, inşaat sektörümüz ve otomasyon olarak otomobil sektörümüzde göze çarpan unsurlar. Sağlık alanında yapılmaya çalışan yenilikler, sanayi sektöründe Anadolu'nun da katkısının artması son 10 yıllık süreçte göze çarpan olumlu gelişmeler. Yiğidi öldür hakkını yeme lafı gereği iktidarın objektif olarak iyi yanlarını gözler önüne serdik. Tabii ki daha birçok önemli işleri olmuştur. Özellikle belediyecilik alanında yapılanlar, duble yollar, ulaşım sektörü saymak ile bitmez. Peki bu kadar olumlu icraatlardan sonra yakalanan yüksek büyüme rakamları, artan ihracat ve döviz rezervi, azalan enflasyon ve faiz rakamlarına rağmen Türkiye de neden gelir dağılımı adaleti sağlanamadı, emekliler ve sabit gelirliler kıt kanaat geçiniyor, işsizlik rakamları 10 yıl önceki rakamlar ile aynı. Gerçekten üzerine kafa yorulması gereken bir konu...

      2001 krizi döneminde yüksek faizlerin yanında yüksek enflasyon rakamları da olduğundan reel faizi de göz önüne alırsak yabancı yatırımcılar için Türkiye cazip bir yer değildi. Hele de siyasi istikrarsızlıkların yaşandığı bir ortamda. AK Parti iktidar olduktan sonra 6-7 yıl boyunca yüksek faiz-düşük kur politikası ile ülkeye sıcak para çekmeyi başardı ve halen daha da çekmektedir. Düşünün %15-20 lerde olan faiz rakamları ve %10-12 lerde seyreden enflasyon rakamlarına göre Türkiye o dönemlerde Euro bölgesinin en yüksek reel faizini veren ülke idi. Türkiye kalkınma atağını gerçekleştirirken cari açığını finanse etmek için lazım olan dövizi bu sayede elde etmiş oluyordu. Bunun yanında yapılan özelleştirmelerle de döviz rezervleri arttırılıyordu. Evet Merkez Bankası'nın ve Ali Babacan'ın başarısı bence takdire şayan. Kolay değil Türkiye gibi çalkantılı bir ülkede ekonomide ve ekonomi politikalarında istikrar sağlamak. Hele de bugünlerde artan ülke rating puanı ile faiz oranlarının tarihi seviyelere gerilediği, reel faizin neredeyse 0'lara yaklaştığı bir ortamda.

     Bunca olumlu gelişme nasıl oldu da tabana yayılmadı. Kimileri saçmalama öyle şey olur mu diyecek. Bunu derken de artan tüketimi,  açılan binlerce AVM'yi, hergün bir yenisi yapılan büyük konut projelerini örnek verecektir. Peki soruyorum hadi geçtim konut projelerini bakkal alışverişini bile kredi kartına taksit ile yapan halk, asgari ücret kazanmasına rağmen maaşının 2 katı değerinde telefon satın alan gençler varken bu ülkede biz gerçek bir kalkınmadan nasıl söz ederiz. Türkiye bugün kalkınabilecek dövizi bir şekilde buluyor, ama sıcak para ile ama borç ile ama da ihracat ile...Peki yarın bunlarda olmazsa ne olacak. Tasarruf olmadan büyümek ne kadar gerçekçi bir büyümedir.

      Son olarak kredi derecelendirme kuruluşu Fitch tarafından notu arttırılan Türkiye'de, siyasi istikrar ve ekonomi alanında elde edilen deneyim ile artık doğrudan yatırımların artması sağlanmalı ve istihdam düzeyi arttırılmalıdır. Bu sayede bir nebze olsun gelir dağılımı adaleti düzeltilebilir ve spekülatif olmayan bir büyüme trendi yakalanabilir. 

2 Kasım 2012 Cuma

Siyasi Zıtlıklar Üzerine Kurulan Cumhuriyet

   Uğur Mumcu'nun çok güzel bir sözü ile giriş yapmak istiyorum. Der ki; "Bu ülkenin insanları bilgi sahibi olmadan fikir sahibi oldular." Sanırım bu söz bugün bizim ülkemizde pek çok şeyi gözler önüne seriyor. Siyaset, ekonomi, futbol, iş hayatı o kadar rahat konuşulur ki Türkiye'de zannedersiniz ki konuşanlar bu konu hakkında master yapmış. Ben bu yazımda siyaset hakkında yapılanlara değineceğim.

    Dünya'da ordu ile din arasındaki en tezat ilişki sanırım bizim ülkemizdedir. Düşünün ordumuza peygamber ocağı deriz; ama özel hayatta insanların inancına ve ibadetine karışırız. Dini eylemlerin çoğunu bir irtica olarak gören ordu bunun üzerine onlarca eylem düzenler. Düşünün irtica ile mücadele yani gericilik ile mücadele eden ordu bu ülkede iki kez darbe yapıyor. Yani irticayı bizzat yapan durumuna düşüyor. Türk insanı mücadeleci ruhunu büyümek ve gelişmek adına değil de kendi içinde bölünmek ve dövüşmek adına kullanmış bugüne kadar maalesef. Öyle insanlar var ki; solcular yüzünden hak, hürriyet, adalet ve eşitlik gibi kavramlardan sağcılar yüzünden ise din, millet ve bayrak gibi konulardan soğur olmuş. 68 kuşağı gibi bir kuşak belki de bu ülkeyi 50 yıl ileri götürebilecek iken gençliği ve istikbali hapishanelerde veya geçim derdi peşinde yitip gitti. Geriye düşüncelerini ifade etmekten korkan, düşündükleri ile eylemleri birbirine tam zıt olan bir nesil yani bizler kaldık.

    Bu ülke çareyi sol'da, sağ'da, islami görüşte aradı. Ama hiçbiri bir araya gelip bu ülkeyi yönetemedi. Neden mi? İhsan hocamızın deyimiyle; işbirlikçi tarikat şeyhleri, yaltakçı aşiret ağaları, haysiyetsiz aydınlar, onursuz mollalar, imansız dindarlar, ruhsuz hocalar ve satılmış yöneticiler bu ülkenin vicdanını ve iyi niyetini yedi kemirdi. Cumhuriyet'e gavur icadı diyen kesim hiç bilmez ki bu fikir ilk olarak 1890'larda muhalif Osmanlı ilmiye üyeleri tarafından Kanun-i Esasi dergisinde dile getirilmiştir. (Bu Bedel,syf 30) Peygamber efendimizin cehalet batağından tutup çıkardığı Mekke'de kurulan devlet ilk kurulan İslam Cumhuriyeti değil midir? Adaletin hakim kılındığı, liyakat sahibi olan insanların yönetici olduğu, insanın hür iradesinin,can ve mal güvenliğinin sağlandığı bir Arabistan...

   İslamcı kesimin bir kısmı saltanatın ve hilafetin kaldırılmasından dolayı Cumhuriyete cephe almıştır. Bu tavırda beni çok şaşırtıyor. İhsan Eliaçık hocamız bu konuya da çok güzel değinmiş. Düşünün İslamiyet'te saltanat diye bir kavram yoktur. Peygamber Efendimiz öldükten sonra arkasında ne malk,mülk ne de ülkeyi yönetecek bir varis bırakmıştır. Fakat Muaviye ile birlikte ülke yönetimi veraset anlayışına dönmüş ve Osmanlı'da bu yöntemi benimsemiş. Saltanata son verdik peki hilafet. Bugün hilafet olsa idi tüm müslümanlık alemi birlik ve beraberlik içinde mi olacaktı. İlk üç halifeyi kabul etmeyen şii'ler bugünkü halifeyi meşru mu görecekti. Belki halife etrafında birlik ve beraberlik değil de koltuk peşinde kavga ve dövüş olacaktı...

   Ulusalcılar ile ulusalcı olmayanlar arasındaki mücadele...Bir taraf Türkiye laiktir laik kalacak, kahrolsun şeriat, Mustafa Kemal'in askerliyiz diyerek slogan atar. Diğer taraf kafatasçı sloganlar, kelime-i tevhidler ve şehadetler...Bu ülkenin herkese yeteceğini hala kavrayamadık. Açıp bakın 1921 yılında mecliste 64 asker 46 din adamı aynı sıralarda oturmuş. Ve meclistekiler vatanın kurtuluşunu sağlamış. Aynı şey bugün neden olmasın. Kral'dan çok kralcı olmanın lüzumu yok. Bu ülkenin insanları Diktatör Atatürk ile Padişah Erdoğan arasında gitgel yaşamak zorunda değil ki.

    Son olarak İhsan Eliaçık'tan aktararak : " Hz.Ebubekir Hz.Muhammed'in ölümü sonrasında, her kim Muhammed'e tapıyorsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Her kim Allah'a tapıyorsa bilsin ki Allah hayyu la yemuttur, o ölmez. Aynı şekilde kim Atatürk'e tapıyorsa bilsin ki Mustafa Kemal ölmüştür. Her kim Hakka tapıyorsa, bilsin ki Hakk(adalet) ölmez. Ve hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal!

31 Ekim 2012 Çarşamba

DIŞ TİCARET GÜCÜ

    Dış ticaret üzerine artan ilgim bu konu hakkında beni daha çok okuma ve araştırma isteğine itti. Bu yazımda kendimce coğrafi keşiflerden bugüne evrim geçiren ve gelişen dış ticareti dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım.

     Osmanlı Devleti'nin ekonomik olarak gücünü kaybetmesine sebep olan Coğrafi Keşifler Avrupalı ülkelerin  gücüne güç katmasına ve Osmanlı hegemonyasına karşı çıkmasına sebep olmuştur. Avrupalı devletlerin bugünkü ekonomik yapılarının oluşmasına zemin de hazırlamıştır bu olay. Değerli madenleri taşımak, onlara ulaşmak, dış ticareti artırmak amacıyla güçlü deniz filoları ve ordular kurulmuş. Artan dış ticaret hacmi zamanla rekabete dönüşmüş ve ülkeler arası mal transferi yanında emek transferi de yaşanmaya başlamıştır. Peki keşfedilen yeni kıta ve değerli madenler Avrupa halkına hep refah ve bolluk mu getirmiştir. Tabii ki de yan etkileri görülmüştür. Değerli maden akımı ile Avrupa'da ortaya çıkan pahalılık köylüleri fakirleştirmiş, zengin toprak sahipleri feodalleri ise ciddi bir biçimde sarsmıştır. Değerli madenler ile ülkelerin harcamaları artmış dış ticaret açıklarını kapatmak için köylülerin üzerine ekstra vergiler yüklenmiştir. 100-200 yıl süren bu süreç sonunda toprağa bağımlılık azalmış, lonca sistemi bozulmuştur. Toprağını terkeden köylüler Sanayi Devrimi'nde ucuz işgücü olarak kullanılmıştır. Bugüne baktığımızda Mao'nun Çin'de yapmış olduğu devrimden sonra 300 milyon köylünün şehre göç ettirilmesi sonucu sağlanan ucuz emek gücü ile Çin bugünkü ekonomik kalkınmasını gerçekleştirebilmiştir.

     Dış ticareti bu kadar önemli kılan nedir? Çok güzel bir söz dış ticaretin önemini anlatıyor; "Dış ticaret zenginlik yaratır, zenginlik güç demektir, güç de ticaretimizi ve dinimizi korur." İşte bugün uluslararası şirketlerin, zengin devletlerin neden sanayileşmeye ve sömürgeciliğe önem verdiğini anlıyoruz. Dış ticarette ülkeleri avantajlı duruma getiren satmış oldukları ihraç mallarının pahalı veya ucuz olması da değildir. Önemli olan söz konusu malların kıtlığı ve bolluğu bunun yanında da dış talep esnekliğidir.

      Bugün Türkiye'nin durumunu göz önüne aldığımızda yapılan araştırmalar ve planlamalar dahilinde aslında ülkemizin ekonomik olarak büyük bir güç olma potansiyeli inanılmaz derece yüksek. Örnekler ile açıklarsak; Rusya,Irak,İran,Azerbaycan gibi önemli enerji kaynaklarına sahip ülkeler ile komşuyuz bunun yanında Güneydoğu Anadolu'da  Irak petrollerine bedel rezervlere de sahibiz. 3 tarafı denizlerle ile çevrili olan Türkiye'de yeraltı kaynakları yanında yenilenebilir enerji kaynakları da mevcut. Altın, bor, toryum gibi önemli madenler ülkemizde ciddi derecede rezervi bulunmakta. Bulunduğu coğrafyaya nazaran aşırı genç bir nüfus ve daha aklıma gelmeyen birçok avantaj. Bunu kullanabilecek bir lider ve onun etrafında kenetlenebilecek bir halk ile Türkiye neden eskisi gibi süper bir güç olmasın...

20 Ekim 2012 Cumartesi

Vatan Böyle Sağ Olmasın !

       Ne zamandır askerlik üzerine düşüncelerimi aktarmak istiyordum. Malum son aylarda bir çok kardeşimiz şehadet şarabından içip aramızdan ayrılırken, klavye delikanlıları buna bende dahilim şehitlerimizi trend-topic yapıp üzerimize düşen görevi yerine getiriyoruz. Ondan sonra da bu ülkede bir şeylerin yolunda gitmesini bekliyoruz. Bu ülkede her konunun uzmanı vardır maşallah. Sabahları Türk insanı ne giyse diye program yapılır, öğlenleri Müge Anlı dedektifçilik adı altında kendini tatmin eder, akşamları kimi kanalda siyaset tartışılır kimi kanalda da spor programları vardır. Ama o spor programlarında sunucular da savaş muhabiri gibidir her an her şey olabilir stüdyo da. Bu ülkede olunmayacak bir şey varsa bence bu kesinlikle askerliktir. Şimdi kendi bakış açım ile izah edeyim...

         Bu ülkeyi Osmanlı hantallığından ve vurdumduymazlığından , aynı zamanda düşman işgalinden kurtaran asker. Bu asker gitti bir de haddini aştı Cumhuriyeti ilan etti, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verdi. Kendi anayasasını yaptı, ülkeyi millileştirdi. Muhasır medeniyetler seviyesine çıkarmak için çabaladı. Sonra bu asker baktı işler kötüye gidiyor halkın iradesini hiçe saydı demokrasiye bir darbe yaptı, masumları astı ve bunu iki kere yaptı. Adil olsun diye bir sağdan bir de soldan astı düşünün yani. O asker 70 küsur milyon insan evladı yatağında rahat uyusun diye taşın üstünde yattı, mermiye göğüs gerdi, karnı aç yattı, kanlarıyla toprağı suladı. Para için değil, bu ülkenin bekası için bunu bir insanlık vazifesi bilerek yaptı hem de...

         Askerin işi vatanı korumak yeri geldiğinde ölmektir diyoruz. Demokrasinin önünde bir engel olarak gördüğümüz ordunun bugün ülkede hiçbir vasfı yok. Ülkeyi tamamen halkın özgür iradesi sonucu gelen siyasetçiler idare ediyor peki her şey çok mu daha iyi. Terör bitti mi, hapishaneler boşaldı mı, masumların çilesi bitti mi ? Askeri cunta yapınca sesini çıkaranlar sivil cunta yapınca buna demokrasi adını veriyorsa ; askerin ne günahı vardı demokratik hareket adı altında kurunun yanında yaşında yandığı davalar zincirinde hapislerde çürümesine...Düşünün ki bu askerler ülke içinde etkisiz eleman. Er ve erbaşlar oy kullanamıyorlar, işsizlik rakamlarında hesaba katılmıyorlar, ülkenin siyasetinde hep bir gündem oluşturacak  potansiyele sahipler, er ve erbaşlar ayda 19-20 liraya çalıştırılıp hamallık yapıyorlar. Evet tuhaf bir ülkede, tuhaf bir ortamda gençler askerlik yapıyor.

       Şehit olan 20 yaşında bir asker, öldürülen terörist 20 yaşında bir başka genç...İkisinin de arkasından ağlayan anneler. Ve bundan siyasi rant elde eden iktidarlar, ekonomik rant elde eden teröristbaşları...Sözde müzakereler,özde danışıklı dövüş. Şehit verilmeden öldürülmeyen teröristler. Sosyal medyada aptalca sayfalarda şu kadar teröristi öldürdük diye, ölülerin resimlerini sayfa sayfa paylaşanlar. Hiç düşündünüz mü ölende 20 yaşında ve bu ülkenin bir evladı. Üst düzey bir tane terörist ne yakalanıyor ne öldürülüyor. Bu şekilde terörün bitmesini bekleyen bir zihniyet. Biz Türk evlatları şehitlik vaadi ile gözü kapalı ölmeye giderken, gözü açık olan siyasetçiler oy pusulasını ve ceplerini doldurmaya devam etsin...

       Ben artık terörün bitmesini falan düşünmüyorum, bugün ağız tadıyla bile ölemiyorsun bu ülkede. Bir milli maç için 150 bin lira prim alan futbolcu ile şehit olunca 30 bin lira tazminat alan şehit ailesi arasındaki 7 farkı arayıp bulun bakalım ! Suriye için ağlayan müslümanlar Irak'ı vuran uçaklar Türkiye'de yakıt ikmali yaparken aklınız neredeydi. 1 milyon Iraklı ölü taklidi mi yapıyor.

         Son olarak hiçbir zaman siyasete ve siyasetçilere olumlu bakamadım. Bir lider için önünde paspas olan gençler, her sözünde çatlayana kadar haykıran, alkış yağmuruna tutan insanlar neyin kafasını yaşıyorlar çok merak ediyorum. Bu insanlar yüzünden ülkenin siyasetinde bir seviye yok. Kendi çıkarı için riyakarlığı göremeyen insanlardan demokrasi dilenmenin lüzumu yok. Bu ülkede bitmeyen iki şey varsa biri 20 yaşında masum şehitler diğeri de üç gram beyni, bir parça vicdanı olmayan şakşakçılardır heralde...
     
     

15 Ekim 2012 Pazartesi

Sosyalizm'den Liberalizme Yolculuk

 Son günlerde okuduğum bir kitap var. Andrey Heywood tarafından yazılmış "Siyasi İdeolojiler" kitabı geçmişten günümüze bütün siyasi fikirlerin tarihçesini, nereden çıktığını, yapıtaşlarını, neler vaad ettiğini ve hangi sonuçları verdiğini gayet güzel bir şekilde anlatmış. Bende bu okumanın üzerine kitabın bana düşündürdüklerini sizlerle paylaşmak istedim.  Tabii ki siyasi ideoloji denince ilk akla gelen kavramlar; sosyalizm, komünizm, liberalizm ve liberalizmi ilke edinmiş ekonomik yapı kapitalizm...Ben özellikle Sosyalizm ile Liberalizm arasındaki mücadeleye değinmek istiyorum

  Sovyetler Birliği'nin dağılması ile birkaç ülke istisna dünyanın her yanında liberalizm ve kapitalizm hakim olmuş. Gerek toplumsal gerek ekonomik çevrede gün geçtikçe etkisi artmaya da devam ediyor. Liberalizm deyince bireyci,akılcı, adaletten yana, hoşgörünün hakim olduğu ve farklılıkların desteklendiği bir siyasi görüş akla gelir. Karl Marx ömrünü sömürüye ve adaletsizliğe karşı harcamışken onun öğretisini örnek alan Bolşevikler bu anlayışla iktidara gelip tam zıttı uygulamalar ile Karl Marx'ın onca yıllık emeğini heba etmiştir bence. Bugün sol görüşlü akademisyenler, düşünürlerin anlattığı hak, adalet, adil gelir dağılımı,sınıfsız toplum hayalleri acaba ne kadar gerçekleşebildi öğrenilmesi gereken bir durum.

   Marx'a göre iktidar işçi ve köylü sınıfın elinde olmalı ve üretim araçlarının mülkiyeti kolektif olmalıdır. Lenin uzun uğraşlar sonunda bunu gerçekleştirmeye yaklaştı. Evet yaklaştı diyorum çünkü; 1917 yılında Çarlık Rusya'yı 150 kişilik bir grup ile indirip kendi ideolojisini kuran Lenin'in Rusya'sında çoğu şey Marx'ın anlattığı gibi tezahür etmedi. Bolşevik=Çoğunluk demektir. 1917 yılında yapılan devrim ile Bolşevikler iktidara geldi ve kendilerini eleştirenleri, küçük bir azınlığı dar ağaçlarında sallandırdı. Yaklaşık 70 küsur yıl ülke tek bir parti tek bir düşünce tarzı tarafından yönetildi. Halkın refahını ve mutluluğunu temin etmesi gereken sistem bizatihi fakirliğin ve mutsuzluğun kaynağı oldu. Yaratıcı zekayı ve özgür bireyi hapsetti. Kaynaklar insanlar için olması gerekirken, insanlar kaynaklar için çalışır duruma geldi. Düşünün ki uzaya astronot gönderen Sovyetler uzaya giden astoronotların dönüş masrafı merkezi yönetim tarafından onaylanmadığı için  bir süre astronotlarını uzayda bekletti ve ABD'nin yardımı ile dünyaya geri getirebildiler. İktidarı eleştiren düşünür ve yazarlar sınırdışı edildi, kimileri zindanlarda çürüdü, kimileri faili meçhul cinayete kurban gitti. Devrim ile gelen iktidar olası bir devrime karşı direndi. Kendi damarlarını tıkadı. Ben sosyalizm karşıtı değilim hatta sahip olduğu değerleri benimseyen bir insan olarak belki de dünyada refahın ve huzurun sağlanabileceği bir sistemin bu kadar yanlış bir şekilde tezahür etmesine kızgınım. Biz hep sistemi eleştirdik halbuki eleştirmemiz gereken bizleri yönetenler olmalı...

   Sovyet Rusya'nın dağılması demek Sosyalizmin gücünü kaybedip yerini Liberal düşünce akımına bırakması demekti. Peki 70 yıllık başarısız bir Sosyalizm deneyiminden sonra Liberalizm insanlara ne sundu. Kanayan yaralar kapandı mı, refah ve mutluluk adil bir şekilde dağıtıldı mı diye sorarsanız heralde son 20 yılda yaşananları göz önünde bulundurursak cevap apaçık ortada. Kamu mülkiyetini savunan Sosyalizm üretim artışında düzenli bir artış sağlayamamış, farklı verimlilikteki işçilerin performansları adil bir şekilde değerlendirilmemiştir. Peki liberal bir ekonomide bu sağlanmış mıdır? Üretimi artırıp maliyetleri düşürmek adına ucuz işgücünün olduğu yerlerde üretim tercih ediliyor. Çalışanların ücreti geçimlik düzeyde tutulmaya devam ediyor. Son 20 yılda hız kazanan özelleştirme kavramı bence bir sömürü aracı olarak kullanılıyor. Aslında özelleştirme ile amaçlanan devlet bütçesindeki hantallığı azaltmak, verimliliği arttırmaktır. Normal de kurumların çalışanlara satılması özelleştirmenin asıl amacıdır. Böylelikle çalışanlar hem emeklerinin karşılığı olan ücreti alacak hem de kardan pay alacaklardır. Böylece gelir dağılımı  düzelecek, verimlilik süreklilik kazanacaktır. Çünkü çalışanlar işletmelerinin daha fazla kar etmesi için daha özverili çalışmayı tercih edeceklerdir. Fakat Liberalizm bu kavramın da içini boşaltıp, sömürmüştür. Bugün kamu işletmelerinin özelleştirilmesinin en büyük nedeni aşırı bürokrasi ve önlenemez zarar olgusudur. Hadi aşırı bürokrasiyi anladık peki zarar etme olgusuna ne demeli. Kamu kesiminin amacı zaten kar elde etmek değil sosyal adalet ve refahı sağlamaktır. Bundan dolayı kamu kurumlarının bazılarının zarar etmesi olağan bir durumdur. Özellikle stratejik öneme sahip olan alanlarda bu böyledir.

    Bugüne baktığımızda ben ve benim jenerasyonum Sosyalizmin etkili olduğu dönemde yaşamadık. Ama okuduk, araştırdık, canlı tanıklarından dinleme fırsatı bulduk O gün ile bugün arasında değişen nedir? O gün ideoloji uğruna savaşlar vardı, bugün değerli yeraltı kaynakları adına (sözde demokrasi getireceğiz yalanı) savaş var. O günde demokrasi için çabalayanlar hapiste veya ölü, bugünde. İşçiler ve emekliler zar zor geçiniyor. Afrika'daki çocuklar hala aç ve yaşam savaşı veriyor. Peki o gün sosyalizme karşı duranlar bugün yaşananlara niye ses çıkartmıyor? Ya biz seslerini duymuyoruz ya da bir köşede sahte mutluluğun keyfini çıkartıyorlar. Modern toplumlar, sahte ihtiyaçlar üretmekle beraber, insanları gözü doymaz tüketicilere dönüştürmenin yanında, yaygın aptallaştırıcı refahın yayılmasıyla hem eleştiri hem de karşıt görüşü felce uğratmıştır...

     Velhasıl kelam bu kadar sözün ardından sorumlu olarak siyasi ideolojileri, soyut fikirleri ve ölmüş adamları  eleştirmek işin kolayına kaçmaktır. Yanlış olan sistem değil, biziz. Ne demişler; iktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır. 

10 Ekim 2012 Çarşamba

Emek, İstihdam ve Dış Ticaret Üzerine

       Emeğin yani daha çok ifade ettiğimiz şekli ile işçinin durumu yüzyıllardır tartışılagelen bir durumdur. Karl Marx, Engels, R.Luxemburg ve birçok teorisyen işçinin ekonomideki ve toplumdaki rolünün bu kadar önemli olmasına rağmen pastadan aldığı payın adaletsizliğine değinmişlerdir. Özellikle Karl Marx ile başlayan süreç zamanla siyasileşmiş, halk hareketine dönüşmüş.

        Bugün dünyanın her yerinde bir işçinin emeği karşılığı elde etmiş olduğu ücreti onun satınalma gücünü oluştururken; işverenin elde ettiği kar ise onun hem satınalma gücünü hem de yatırımlar ve lüks yaşamı için bir fon oluşturur. Bundan dolayıdır ki dünyada giderek gelir dağılımı adaleti bozulmaktadır. Bundan yüzyıl önce de işçilerin aldıkları ücret sadece geçimlerini sağlamaya yetiyordu bugün de böyle. Fakat değişen önemli bir şey var. Kitle üretimi, globalleşen dünya, kapitalist ekonomi bireyleri aktif bir tüketici haline getirmiş. Sürekli artan bu tüketimi karşılayacak bir işçi sınıfı her zaman varolmalı. Fakat belli bir noktada tüketimi frenlemek lazım işte bu noktada tüketimini frenlemesi gerekenler işçiler olduğundan ücretler geçimlik seviyede tutulmaya devam ediyor. Bunun yanında gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde sürekli artan nüfus işgücü arzını arttırdığından dolayı reel olarak ücretler sabit kalmaya devam ediyor.

        Asgari ücret uygulaması dünyanın her yerinde yaygın bir uygulama. Her ülkenin gelişmişlik seviyesi, milli geliri ve politik yapısına göre bir asgari ücret belirleniyor. Çok tuhaftır ki pek çok ülkede açıklanan yoksulluk ve açlık seviyesi rakamları asgari ücretten yüksektir. Örneğin Türkiye'de bir kişinin açlık sınırı 1.100 tl civarında iken bir işçinin aldığı asgari ücret 700-1000 TL civarındadır. Böyle bir tezatlık nasıl olabilir. Yani kredi kartları da olmasa aileler ay sonunu getiremeyecekler maalesef. Asgari ücret bu derece düşükken hatta ihtiyaçları bile karşılamaya yetmez iken bu insanların kültürel ihtiyaçlarını karşılamalarını ve toplumum gelişimini arttırmalarını nasıl bekleriz. Sayın Mahfi Eğilmez hocamın dediği üzere "Türkiye rakamsal olarak büyüyor ama nispi fakirlik döngüsünü kıramıyor."

         Bir diğer noktaya daha değinmek istiyorum. Ekonomi eğitimi alan arkadaşlarım iyi bilirler. Klasik iktisatçıların ortaya attığı görüşe göre ülkeler arası işçi hareketliliği sıfırdır. Bugün baktığımızda ise dış ticaretin ülkeler arası serbest olması hatta bunun kurulan uluslararası kuruluşlar ile garanti altına alınması işçi hareketliliğini arttırmış bunun yanında üreticiler emeğin ucuz olduğu yerde de üretim yapmayı yeğlemişlerdir. Bugün dış ticaret üretimi sürekli kılmanın yanında kar oranlarının da düşmemesine hizmet etmektedir.

        Dış ticaret konusunu biraz daha açmak istiyorum. Dış ticaretten kasıt dar anlamda mal ihracatı ve ithalatıdır. Dış ticaret açığı ise ihracat ile ithalat arasındaki olumsuz fark yani ithalatın ihracattan fazla olmasıdır. Türkiye gelişmekte olan bir ülke ve 2023'de ilk on ekonomiden biri olmak istiyor. Önemli bir hedef fakat 2011 yılında dış ticaret açığımız 104 milyar dolar son açıklanan yedi aylık rakamlara göre ise cari açık 35 milyar dolar civarında yıl sonunda ise 65 milyar doları bulabilir. Bu ciddi bir sorun. Hiç unutmuyorum üniversitede bitirme tezim ekonomik krizler üzerineydi. Hocam ile tam bu konuyu tartışıyorduk yüksek olan bu cari açığın Türkiye gibi bir ülke için sorun olmayacağı çünkü bu açığı döndürebilecek dolar rezervine sahip olduğumuzu söylüyordu. Evet şu an Türkiye bu rakamlara rağmen krize girmiyorsa bu açığı kapatabilecek dövizi bulabiliyor. Ama nasıl ?

             Şöyle bir örnek ile daha açık olacağını düşünüyorum. Türkiye bir kredi kartı kullanıcısı olarak sürekli artan tüketimini kredi kartı ile karşılamakta ve her sene sonu borcunun asgarisini ödemekte hatta kimi zaman bu borcunu yine borç ile ödemektedir. Burada borcunu borç ile ödemekten kastım şudur. Türkiye son yılda 134,5 milyar dolar değerinde ihracat yaptı. Ama Türkiye ihracat yapabilmek için ithalat yapmak zorunda ara malı ve hammadde ithal etsin ki ihracat yapabilsin. Bunun yanında üretilen mallarda katma değer oranı %25'i bile geçmiyor. Eee hal böyle olunca artan dış ticaret ve cari açığı kapatmak için Türkiye ne yapıyor. Üreterek ve ürettiğini satarak bu borcu zaten ödeyemiyor. İşte o zaman da faiz oranlarını diğer ülkelerinkine nazaran yüksek tutarak ülkeye sıcak para girişi sağlıyor. Daha açık bir şekilde belli bir faizi ödeme karşılığında borç alıyor. Faiz arttırımı çabuk kullanılabilen bir araç bunun yanında özelleştirme yapılarak da ülkeye yüksek miktarlarda döviz girişi sağlanabiliyor. Halbuki bu kadar özelleştirme yerine uzun vadede yatırım yapıp hammadde işleyecek tesisler kurulsa ve işlenen hammaddeden nihai ürün üretilse ülke ihraç geliri elde edecek. Hatta üretim yapmak için işçi istihdamı yaratılacak, müteşebbis kar elde edecek devlet de kardan vergi geliri alacak, üretimin ithalata olan bağımlılığı azalacak. Düşünün ki Türkiye 7,5 dolara  ihraç ettiği hammaddeyi 35 dolara nihai bir ürün olmuş halde ithal ediyor.

           Son olarak ülkemiz kalkınan bir ülke yani sadece ekonomik olarak değil, eğitim ve altyapısı ile de gelişmeye devam ediyor. Eğitime ve altyapıya yapılan yatırımları teşvik etmek ve devamını sağlamak için Türkiye ekonomisinin ayakları yere sağlam basmak zorunda umuyoruz ki en kısa zamanda bunu da başaracağız.

9 Ekim 2012 Salı

Son(bahar)...

       Tuhaftır ama hayat plan yapmaya gelmiyor. Rahat ve serbest bir aile de yetişmedim ama hayatım boyunca kendi kararlarımı kendim aldım. Doğrularımla övündüm, yanlışlarımdan ders çıkardım; sağolsun ailem  her kararımda bana destek oldu. Ve öyle böyle eli ekmek tutacak bir adam oldum. Şimdi ise sonbahar rüzgarında savrulan ince bir yaprak gibiyim. Rüzgar beni nereye götürürse...

        Bu yaşıma kadar babam bana hayata dair en ufak bir tüyo bile vermedi, sadece kenarda oturup bana seyretmemi söyledi. Kolay değildi hayat, ne kadar dürüst olmaya çalışırsan o kadar batağa çekiliyorsun, kendi ayaklarının üzerinde durmaya çalıştıkça çelme yemeye devam ediyorsun, sözünün eri olmak isterken tükürdüğünü yalamaya mahkum olabiliyorsun. Ama yine de adamlığından bir şey kaybetmiyorsun. Niye mi çünkü bir hiç uğruna değil bunca şey eve bir parça ekmek götürebilmek için. 3 aydır evde oturmuş, mutlu olacağım, sabahları koşarak gidebileceğim bir iş arayışındayım. Ve sadece üç ay dayanabildim; bugün kendimden utandım. İş veren karşısında oyun hamuru gibi bana hangi kalıbı biçti ise o şekle girdim. Niye ,bir yerden başlamam gerektiği için.

       Bazen mutluluğu çok uzaklarda ararız, bazen yukarılarda bir yerlerde ararız aslında mutluluk insanın boyu hizasında bir yerlerdedir. Annem bana hep geleceğe dair plan yapma der, hayatın insana neler sunacağı belli olmaz der. Ben böyle bir çevrede bu yaşıma geldim, sıradan insanlarla sade bir hayat sürdürdüm, mutluluğu ufak şeylerde tattım, aşkı basit insanlarda aradım, karşılıksız sevgiyi belki daha bulamadım, severek yapacağım bir işe giremedim. "Belki hiçbir şey yolunda gitmedi ama hiçbir şey de beni yolumda etmedi." Önümde uzun bir hayat, aşılması gereken onlarca engel, yaşanacak binlerce güzel anı var. Belki basit, sıradan ve sade ama samimi ve sevgi dolu...

2 Ekim 2012 Salı

AK PARTİ'NİN ENDİKASYONLARI

  Malum Pazar günü iktidar partimizin 4.Olağan kongresi yapıldı. Gerçekten büyük bir gövde gösterisi idi. Yabancı basının akredite olması, yabancı devlet adamlarının kongrede hazır bulunması, Türk siyasetinde tabiri caizse küçük takımların büyük golcüleri diyebileceğimiz kişilerin Ak Parti'ye katılması, binlerce kişinin hınca hınç doldurduğu bir salonda Başbakana sevgi seli gösterilmesi evet bunlar güzel görüntülerdi. Bir ülke bir adım daha ileriye gidecekse bu siyasilere olan güvenin gösterilmesinden geçer. Tabi ki siyasiler bunu istismar etmez ise...Şimdi yine eleştiriye başlayacağım, tabi böyle olunca beni eleştiren arkadaşlarıma şunu da söylemek isterim maalesef ne sağcı ne de solcu olabildim. Ülkeye tek bir çerçeveden bakamıyorum. Yani sıradan bir vatandaş olup hele de biraz eğitim almışsan devlet büyüklerin bu söyledikleri ve yaptıklarından sonra eleştirmemek elde değil. O zaman başlıyorum Pazar günü Olağan kongerenin bana düşündürdüklerini açıklamaya...

        1)  10 yıldır CHP'nin tezatlıklarını eleştiren iktidar hiç kendi söylemlerinin nasıl bir etki yarattığını düşünmez mi? Bu ülke 10 yılda her alanda yol katetti. Yiğidi öldürüp hakkını yemeyelim şimdi. Sağlık ve eğitim harcamalarının bütçedeki payı savunma harcamalarını geçti. Fakat sağlık ve eğitim alanında gerekli reform yapılamadı. 10 yılda 3 eğitim bakanı değişti her gelen enkaz aldığını söyledi. Türkiye'ye belediyecilik anlayışını kazandıran yani sunduğu hizmetlerle ön plana çıkan iktidar ÖSYM'nin sunamadığı eğitim hizmetine sesini çıkarmamaya devam ediyor. Böyle önemli bir kurumun her yaptığı sınavda da şaibe ve şüphe olmaz ki.

         2) Bölgede geçmişimizin bize biçtiği kaftan ile liderliğe soyunalım dedik. 10 yılda Ortadoğu'da bütün ülkelerin iktidarları ve sınırları değişti. Milyonlarca insan öldü,aç ve evsiz kaldı. Toprakları ve doğal kaynakları bilfiil işgal altında. Ortadoğu da istikrar ve huzur kalmadı. Bugün Suriye'li kardeşlerimiz için mücadele edenler Türkiye'nin destek verdiği Conilerin öldürdüğü milyonlarca Irak'lı için neredeydi.

          3) Bir ülke terörle ile mücadelede terör örgütünün liderini yakaladığı halde terörde bir adım bile mesafe kat edemiyorsa, binlerce vatan evladının ölümünden sonra mücadele yerine müzakere masasına oturuyorsa bunu eleştirmeyelim de neyi eleştirelim. Kendini lider gören ülke 9 sivil vatandaşının öldürüldüğü olayda, binlerce şehidini gömdüğü ortamda gerekli tepkiyi gösteremiyorsa neyleyim böyle hükümeti...

            4) Filistin'deki zulüm yıllardır devam ediyor. Vicdansız bir ambargo, binlerce aç ve yoksul insan, her sokakta ölüm ve feryad...Hamas lideri kongrede milleti selamlıyor, yardımlar toplanıp filistine gönderiliyor, yaralı insanlar tedavi ediliyor. Öte yandan açık ve gizli anlaşmalarla İsrail ile olan ilişki devam ettiriliyor sözde stratejik ortaklık bozulmasın diye. İsrail'in silahına mermiyi koyan biz, yaralı Filistinlileri tedavi eden de biz.

            5) 3 tarafı denizlerle çevrili iken; Rusya, Irak, İran ve Azerbaycan gibi yeraltı zenginliklerine sahip ülkelerle komşu iken dünyanın en pahalı benzinini kullanmak, aylık gelirinin en az %25 ini faturalara yatıran bir ülke olmak başarı ister.

             6) İktidar hep ekonominin ne kadar iyiye gittiğinden bahseder. Aslında haklı yanları var, piyasa hassas bir terazi üstünde en ufak bir olumsuzlukta çabuk yön değiştirebiliyor. Ama insanları da aptal yerine koymanın manası yok. İstatistik koca bir yalandır. Artan ihracat rakamları ve dış ticaret haddi söylenirken kimse ithalat rakamlarına değinmiyor. Kişi başına milli gelir arttı denilirken kişi başına düşen borçtaki artıştan kimse söz etmiyor. Gıda,giyim ve barınma gibi temel ihtiyaçların %80'ini kredi kartları ile karşılanırken, TOKİ bu kadar konut yaparken hanehalkının %60'ı kirada otururken, çalışanların yaklaşık %40'ı asgari ücret ile çalıştırılırken, her 4 gençten biri işsiz iken, zengin ile fakir arasındaki gelir adaleti katsayısı 16 katına çıkmış iken kimsenin sesi çıkmıyor. Artan tüketimi zenginlik ile karıştıran bir toplum olduk. Her gencin cebinde 24 ay taksitle ile alınmış telefonlar, ipad'ler...

       7) Ülkeye giren dolarlar ile övünürken kimse bunun kaynağını merak etmiyor. Bundan on yıl önce krizden çıkan Türkiye'yi tek haneli enflasyon ve faiz rakamlarına kavuşturan hükümet ne oldu da gelir dağılımında adaleti sağlayamadı. Düşen enflasyona rağmen hanehalkı ay sonunu getirmek için kredi kartlarına muhtaç. Piyasada dönen çek ve senet sayısı patlama yapmış. Televizyonlarda çıkıp işadamları ülke ekonomisinden çok memnunuz diyecek tabi ki. Gelir vergisinde ve kurumlar vergisinde hiçbir ülkenin vermediği muaflıklar, kayıtdışılığın engellenmemesi, döviz kurunun yüksek olması böyle bir ortamda tabi iş adamları şikayetçi olmaz, zenginliğine zenginlik katar. Önemli olan çalışanların,emeklilerin yani sabit gelirlerin bu büyük pastadan ne kadar dilim aldığı...

        Velhasıl kelam siyaset anti depresan gibi kullanılmakta bizim ülkemizde; fakat aşırı kullanıldığından insanlarımız yapılan herşeye karşı duyarsız ve tepkisiz. Olumlu şeyleri alkışlıyorsak, olumsuzlukları da görmeli ve dile getirmeliyiz. 

12 Eylül 2012 Çarşamba

O'nsuz Bayramlar...

   Bu gece geçmişi yad ettim. Kaybettiklerimi ve kazandıklarımı masaya koydum ve önüme baktım. Aynada değişen yüzümü, kırlaşan saçlarımı seyrettim. Ve bir günün daha benden alıp götürdükleriyle arkama yaslanıp düşüncelerimi kağıda döktüm...
     Bayramlar her zaman için bir aile için özel olmuştur. Bizim ailemiz için de her zaman öyleydi. Her zaman harika  geniş bir aileye sahip olduğumu düşünmüşümdür. Her bayram tüm aile İzmit'te o güzel bahçeli evimizde biraraya gelir, bayramı beraber geçirirdik. Büyükler kahkahalar eşliğinde sohbet eder,biz torunlar ise o koca bahçede bir oraya bir buraya koştururduk. Dedem bize her bayram enfes poğaçalar, harikulade baklavalar yapar damaklarımızı şenlendirirdi. Anneannem bizi yanaklarımızdan öperdi, ama arada da bahçedeki çiçeklere zarar vermeyelim diye de uyarmıyor değildi :) Ne güzeldi o günler. Evet ne güzeldi diyorum çünkü o günler galiba geçmişte kaldı...
      Geçen yıl 28 Ağustos'ta anneannem aramızdan ayrıldI. Ölüm hakkında konuşmak tuhaf bir durum ama o güne kadar ölüm hiç bu kadar yakınımda olmamıştı. Belki onun ölümünü bekliyorduk ama kabullenmek istemiyorduk. Onu en son Hasan dayımlarda görmüştüm. Ayrılmadan bir gece önce bize çocukluğumuzu nasıl da büyüdüğümüzü anlatmıştı. Günden güne gözlerimizin önünde eriyen anneannemi yine de teselli ediyorduk. Moral çok önemliydi bir kanser hastası için ; ama 74 yaşında koca çınar 7 çocuk, 17 torun sahibi FATMA KAMACI kim bilir neler görmüş,yaşamıştı bu hayatta Azraille buluşmasına az kaldığını mı anlamayacaktı. Onunla son vedalaştığımda sanki biliyordu, neler olacağını. Hadi torunlarım kendinize iyi bakın ; kim bilir bir daha görüşemeyiz belki demişti. Evet haklı çıkmıştı, onu kanlı canlı son görüşümdü, ta ki dedemin kefenini sıyırmasına kadar...
        Onsuz geçen bayramlar artık daha sessiz, daha tatsız geliyor. Yediğimiz tatlının, attığımız kahkahanın eski tadı yok. Ya dedeme birşey olursa işte o zaman bu aile bir daha eskisi gibi bir araya gelecek mi ? Koskoca aileyi biraraya getiren koca çınarlar da olmasa kimsenin birbirinden haberi olmayacak. 7 kardeş 17 torun ve birbirinden farklı hayatlar...

Denemeler...

     Gündemin çok çabuk değişebildiği ülkemde inanın nelerin olup bittiğini takip etmek gün geçtikçe zorlaşıyor. Bilgiye ulaşmak kolay ama bu kadar bilgi kirliliğinin içinde doğrusuna ulaşmak bir hayli zor. Malum 2 gün önce Türkiye'nin II. Çeyrek Büyüme rakamları açıklandı 2.9 gibi bir rakamdı açıklanan değer. Bugün bu konudan giriş yapıp yazımı şekillendireceğim.

       Son on yıldır krizin olduğu yıl hariç hızlı bir büyüme trendi içindeydik. Yüzde 8'lerde seyreden rakamlar ile ülke ekonomisi coşmuş hatta aşırı ısınma var biraz soğutmak lazım bile denmişti Türk ekonomisi için. Gazeteler,dergiler, televizyonlar her gün bir yandan büyüyen,gelişen Türkiye'den bir yandan borç batağına düşen, cari açığı büyüyen Türkiye'den bahsederken sıradan bir vatandaş olarak hangisine inanalım. Ekonomiyi yönlendirenler bizleri istatistiklere boğarak şöyle büyüdük,böyle zenginleştik safsataları ile uyutmaya devam ededursunlar biz bankalara ne kadar boçlandık ona bakalım. Türkiye büyüyor ama nispi olarak fakirlik döngüsünü kıramıyor.

         Son 20 yılda Çin'in yapmış olduğu atak ortada 500 milyar doları aşkın bir dolar rezervi,rekor büyüme rakamları, dünya ticaretini etkileme gücü her şey bu kadar net iken Çin halkının sefaletini gören,konuşan kimseyi göremezsiniz. Devlet kapitalizmi diye yeni bir sistem yarattı adamlar. Ülkenin kasası dolarken, halkı cebi delik kalmaya devam ediyor. Gelelim Türkiye'ye kağıt kaplan olduk, 2 yıl önce Avrupa'nın büyüyen trendiydik. AB'ye ne gerek var onların bize ihtiyacı var diyorduk, ortadoğuda prestij yaptık lider ülke oluyorduk. Bugün büyüme rakamları düştü,cari açık arttı acaba Türkiye ekonomisini kötü günler mi bekliyor diyoruz. Konuşup yazan çok nasılsa halkın dilinden konuşmuyorlar kimse de anlamıyor.

         Ekonomi eğitimi alan herkes az çok şu konudaki çelişkiyi düşünür. Türkiye'nin dolar rezervi son 10 yılda 70 milyar dolar arttı, artan milli gelir de cabası. Zenginleşen Türk milletinin cebine giren para bu kadar artmış iken olmayan gelirini iskonto edip bu kadar harcama yaparken enflasyon rakamları nasıl oluyor da hala tek haneli rakamlarda kalabiliyor. Şunu diyebiliriz, büyüme rakamları doğrultusunda dolaşıma çıkan para arttırılıyor veya artan talebi karşılayacak bir arz var ortada; ama ihracat ithalatın %60'ını karşılarken bu biraz düşündürücü geliyor bana. İthalatın büyük bir kısmı enerjiye gidiyor, bu da makul olarak bir maliyet kalemi, aynı kar düzeyinde kalmak isteyen üreticiler hiç mi ürünlerine zam yapmıyor. Bu kadar mı mükemmel işleyen bir ekonomi var. Ama iyimser düşünecek olursak artan milli gelir ve döviz ticaretimizi geliştirdi, artan üretim artışı da enflasyon rakamlarının yükselmesine mani oldu. Hatta Merkez Bankasının başarılı hamlelerini de buna ekleyebiliriz.

       Bazı ortamlara girip çıkıyoruz,tartışma ortamında iktidarın sözcülüğünü yapan arkadaşlarımıza bolca rastlıyoruz. Nedense bir eleştiri yaptığımızda hep başarıları kıskandığımız söyleniyor. Ve 20 yıl öncesi ile bugünü kıyaslamaya başlıyorlar. Büyüme rakamları, enflasyon, ihracat-ithalat rakamları, artan bütçe, yapılan altyapı yatırımları evet bunun için teşekkür ettik 3 dönem iktidara üst üste oy vererek. Ama bunlar zaten gelişen dünyada olması gereken şeyler. Hükümet tüm bunları kendi cebinden değil, bizlerden topladığı vergiler ile yapmıyor mu? Gelelim zenginlik kıstasına; ev ve araba almak kolaylaşmış, herkesin cebinde son model telefon varmış, lüks oteller,avm'ler inşa edilmiş. Zenginliği neredeyse tüketime endeksleyen bir toplum olup çıktık. Nerede tasarruf, bu ülke büyüyor da senin benim param ile mi büyüyor. Sıf ülkeye biraz daha dolar girsin diye yüksek tutulan faizler, satılan gayrimenkuller, yapılan özelleştirmeler hiç kimse olayın bu yönünü düşünmüyor. Hala daha ufak bir dalgalanmada ekonomi ve ülke kötüye gider mi diye tedirginiz. Siyasi istikrar bozulursa ülke topyekün kötüye gidecek diye korkuyoruz. Kanımca bizi yönetenler kendilerini bize muhtaç etmekten pek memnunlar. Yoksa kendi ayakları üzerinde duran bir sistem yaratırlarsa bu kadar rantı kim yiyecek...

         

30 Ağustos 2012 Perşembe

Zincirlerini Kıramamak...

       Her insan mutlaka görünmeyen zincirler ile olduğu yere bağlanmıştır. Kimileri bunu çok geçmeden kırıp serbest kalmış, kimileri her geçen gün zincirlerine bir yenisini eklemiştir. Ben bugün her geçen gün zincirlerime bir yenisini daha ekleyen birisi olarak içimdekileri dökmek istiyorum...

       Herkes yaşadığı toplum içinde farklı ve özel olduğunu düşünür hatta kimileri bunu iddia eder. Bu kişiler aileleri tarafından bu tarzda yetiştirilmişlerdir. Her zaman elindeki ile yetinmeyen, özgürlüğüne düşkün, özgüveni yüksek, kendi başına ve rahat hareket etmeyi seven, birisine ve bir yere bağlı kalmayan bu insanlar kendilerince farklı olurlar hatta bunların çoğu hayatta bu farklılıklarını başarıya çevirmesini de bilir. Ben kendimi bu kategoride göremiyorum maalesef.

       Bilmiyorum az sonra anlattıklarımdan sonra beni kendisine yakın hisseden olacak mı ama genelde bizim toplumumuzda bizler böyle yetiştirildik. Hep belli bir düzene tabi olan ve o düzenden dışarı çıkmayan bir insan olduk. Her zaman elimizdeki ile yetindik daha fazlasını istemedik. Böyle derken aç gözlülük ve müsriflik olarak algılamayın. Daha iyisini yapma, daha başarılı olma , daha refah bir yaşam sürme açısından değiniyorum ben. Her zaman temkinli olduk, acabalar ile başladık işlerimize, hedeflerimiz hep makul ve ufak oldu. Sade bir yaşam tarzı benimsedik kendimize. Alışkanlıklarımızdan ve arkadaş çevremizden yeri geldiğinde uzaklaşamadık. Yeniliklere ve gelişime kapattık kendimizi. Ve bugün görüyorum ki üniversiteyi bitirmiş çoğu arkadaşım rekabetin olduğu bu piyasada yabancılaşmış ve yetersiz hisseder olmuş. Hep kıramadığımız görünmeyen zincirlerimiz yüzünden...

        Bu zincirler kimi zaman maddi imkansızlıklar, kimi zaman ailevi sebepler, kimi zaman özgüven eksikliğinden oldu; ama her zaman oldular. Ne zaman yeni bir şey denemeye kalkışsak ayağımıza takıldılar. Ve bugün sahip olduğumuz mutsuzluğun kaynağı oldular...Maalesef ben bugün sahip olduğum zincirleri kırmaktansa her gün bir yenisini daha ekliyorum. Hayallerim, bir vizyonum yok mu tabi ki var. Ama elden ne gelir ki bugüne kadar başarılı oldum mu olmadım mı onu bile bilmezken zincirlerimi nasıl kırabilirim.

         Öğrenci iken karne günü eve takdir ile gelirdim. Ve aldığım takdir ile övünemezdim. Bak baba takdir aldım hadi bana bisiklet al falan nerdeee..Annem o gün sevdiğim yemekleri yapardı, ben de afiyet ile yer otururdum aşağıya. Akşam yemeğinde babam karneyi eline alır; aferin oğlum demek yerine matematik 4 gelmiş neden derdi:) Çocukluğumdan beri futbol oynarım. Yani takımın iyilerindendim. Şurada yazarken bile kendimi övemiyorum, kime göre iyiydim diyesim geliyor. Ama iyi bir sol ayağım vardı diyebilirim. Güzel oynadığım bir maçtan sonra maçı izleyenler beni tebrik edince heyecanlanırdım ve o heyecanla babamın görüşlerini merak ederdim. Tabi ki babam yine klasik cevaplarıyla " Ben senin zamanında taş gibi oynardım. heheyy zamanın topçularında iş yok karı gibi oynuyorlar" derdi. Yani sözü söyler söylemez ağzınıza tıkardı lafı :)  İşte böyle bir ortamda iş hayatına yelken açıyorum. Umarım rüzgar arkamdan eser de yeni ufuklara ve güzel bir geleceğe yol açarım...

26 Ağustos 2012 Pazar

Görünen Ekonomi Yaşanan Ekonomi...

    Okul bittiğinden beri ekonomiden uzak kaldığımı düşünüyorum. Gerek blog sitelerini gerekse haber programlarına göz atmaz oldum. Eee haliyle 4 yılın verdiği yorgunluk ve bıkkınlık biraz kafamı boşaltmama sebep oldu. Biraz ara vermenin vermiş olduğu zihin açıklığı ile tekrardan ekonomi hakkında yazılar yazmaya karar verdim. Bilgileri taze tutmak gerekiyor...Dünden bugüne bir değerlendirme yapmak istedim kendimce kafamda ölçtüm biçtim ve sizlere sundum.

       İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yeni kurulan dünya düzeninde birçok yeni ülke haritaları çizilmiş, savaştan çıkan ülkeler yaralarını sarmaya başlamış ve kısa zamanda kalkınma ve büyüme yarışına girişmişlerdi. Büyük Buhran'dan Roosvelt'in Keynesçi politikaları ile kurtulan ABD sahip olduğu ihraç fazlası ürünleri Avrupa ve gelişmekte olan ülke pazarlarına sunmaya başladı. Alım gücü olmayan ülkelere satınalma gücü transfer etti. Ve yaptığı hamlenin meyvesini 50 yıldır toplamaya devam ediyor. Girmiş olduğu bütün pazarlara kendi kültürünü ve ürünlerini kalıcı olarak yerleştirmeyi başardı. Artık ülkeler toplam talep yetersizliği ile değil artan talebi karşılayamamaktan dolayı krizler ile karşılaşıyordu. İnsanların  yaşam standartları iyileşmiş, konfor,lüks ve aşırı tüketim hat safhaya ulaşmıştı. Haliyle yerli üretim toplumların ihtiyacını karşılayamaz duruma gelmiş fazla talep yurt dışına kaymaya başlamıştı. Velhasıl kelam ABD savaştan sonra dağıttığı dolarları geri kazanmış üstüne üstlük üretim fazlası stoklarını eritip kendisini yeni ve kalıcı pazarlar edinmişti.

       Bu kısa girişi yapmamın sebebi şuydu. Diyebilirsiniz bugünkü ekonomik ve sosyal yapıda ABD'nin İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki ekonomik hamlelerinin ne alakası var. Bana göre çok alakası var. Ekonomi  veya tarih ile yakından ilgilenen arkadaşlarım bilirler ki 1929 Dünya Ekonomik Krizi'ne kadar üreticiler sadece üretir satın alınırsa alınırdı. İnsanlar ürettiğinden fazla tüketmedikleri için yaygın bir enflasyon sorunu pek olmuyordu. Sadece savaşlar sonrası kıtlık çeken ülkelerde Almanya, İtalya,Polonya gibi ülkelerde 3-4 yıllık hiper ve aşırı enflasyon süreçleri yaşanmış ve raylar yerine oturunca ortadan kalkmıştır. Fakat İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra artık iki kutuplu dünya düzenine geçilmiş. Bir yanda hızlı büyüyen sanayisi ve hızlı tüketen toplumu ile ABD diğer yanda ise kaynaklarını sadece rejim için kullanan birey refahı değil devlet refahı için çalışan SSCB vardı. Tabi ki savaşı Amerika kazandı. Ve günümüzdeki ekonomik ve sosyal kargaşa sarmalları kalıcılaşmış oldu...

         Gelelim Türkiye ve Türkiye gibi ülkelerin bu olaylardan nasıl etkilendiğine kısaca göz atalım. I.Dünya Savaşı'ndan yorgun ve bitap çıkan genç Türkiye hızlı bir kalkınma atağına başladı ve kısmen başardı. Büyük Buhran devletçilik politikası ile az hasar ile atlatıldı. Doğru hamleler ile yüksek büyüme düşük enflasyon rakamları yakaladı genç Türkiye; ama bir yere kadardı tabi ki. Adnan Menderes sanayideki atağı tarım sektörünü de işin içine katarak daha da sağlam temellere oturtmak istedi ama maalesef herşeyi aynı anda yapmak isterken ağır borç yükünün altında ezildi ve siyasi bir komplo ile aramızdan ayrıldı. 1960 Darbesi Türkiye için bir devrimdi. Evet hazırlanan anayasa için hala devrim diyenler var içimizde. Bu devrim iyi mi kötü mü bilinmez ama o tarihten itibaren artık Türkiye için birçok şey değişti. 1950'lerde başlayan enflasyon sarmalı artık kalıcı hale gelmişti hemde üç haneli rakamlar ile. Türkiye bu olgu ile tam 40 yıl yaşadı. Türkiye 40 yıl boyunca 2 ileri bir geri adımlar ile ekonomik büyüme gerçekleştirdi. Halk enflasyon ile yaşamaya alıştı bir nesilin ömrü gaz ve ekmek kuyruklarında geçti. İstihdam seçim sonrası arttı devrilen hükümetler ile azaldı. Yani Türkiye 40 yıl boyunca bir bebek gibi emekledi. Savaştan kurtardığımız Güney Kore her alanda gelişimi tamamlayıp bize tur bile bindirdi. Peki neden böyle oldu. Türkiye neden kronik bir enflasyon, inişli çıkışlı büyüme ve istihdam rakamları ile 40 yıl yaşamaya mecbur kaldı? Sanırım bu sorunun cevabını en iyi sanayiciler ve politikacılar biliyordur...

      "Gelişmekte olan ülke" kavramına değinelim biraz da çünkü; bu kavram Türkiye için 50 yıldır söylenmekte. Bence çok sinsi ve gelişmiş ülkelerin 2.dünya ülkelerini sömürdüğü  kavramın ta kendisi. Geçmişten günümüze baktığımızda bunun ne kadar doğru olduğunu görmemek imkansız gibi birşey. Gelişmek isteyen bu ülkeler gelişme adına kalıcı kapitülasyonlar vermeye devam ediyor. Ekonomik olarak büyümesini kalıcı hale getirmek isteyen ülkeler bunu altyapı yatırımları ve eğitim reformları ile gerçekleştirmeli. Türkiye bu üçlü ayağın sadece ekonomi ayağına ağırlık vermiş bundan dolayıdır ki topal bir şekilde ilerlemeye devam ediyor. 1980'de geçtiğimiz Serbest Pazar Ekonomisi ile sınırlar açıldı. Her türlü ürün ve mal ülkemize rahatça giriş yaptı, ithalat ve tüketim her geçen gün artmaya devam ediyor. Bunları kötü birşey gibi anlatmıyorum ama bizim ülkemize hep olumsuz yanları sirayet etmiş. Evet yerli sanayi rekabet edebilecek bir durumda bugün, sanayi ve turizm alanında atağa kalktık. İhracat rakamlarımız rekorlar kırıyor ama ne zamana kadar. Bu rakamlar ne kadar kalıcı olabilecek. Bugün devletin GSYH/borç stoğu AB standartlarının bile altında, enflasyon rakamları tek haneli bir seyir izliyor  ama bu buzdağının görünen yüzü. Bugün artık enflasyon ile başa çıkılabiliyoruz çünkü 50 yıllık bir deneyime sahibiz. Fakat devletin yerine aşırı borçlanan bir özel sektör, rekor kıran bir cari açık ve en önemlisi aylık geçimini kredi kartları ile sağlayan bankalara dünya kadar borcu olan bir toplum sanırım bu da buzdağının görünmeyen yüzü...

     Son olarak şu kanıya katıldığımı da belirtmek isterim. Ben her alanda balon gibi büyüyen bir Türkiye olduğunu düşünenlere katılıyorum. Benjamin Disraeli'nin güzel bir sözünü yinelemek istiyorum: "Üç türlü yalan vardır; yalan, kuyruklu yalan ve istatistik..." Bugün büyümek isteyen bir Türkiye'nin üretmesi lazım, bugünkünden daha çok üretmesi lazım. Görüyoruz ki her üç üniversite öğrencisinden biri iş bulamıyor. Bulanların belki önemli bir kısmı istediği meslekleri icra etmiyor. Hizmet sektörü aşırı bir şekilde büyümeye devam ediyor. Rakamsal olarak büyüyen Türkiye ile övünenler var ama bu büyüme ne kadar gerçekçi. Kendi tasarruflarımız ile değil yüksek faizden dolayı ülkeye gelen sıcak para ile büyüyoruz. Toplumdan nasıl tasarruf yapmasını bekleyebiliriz ki; ay sonunu getiremeyen bir toplum ve tasarruf bilinci gelişmemiş  genç bir nesil. Yeni yetişen nesil paranın kolay kazanılmadığını öğrenmeli, birikim sahibi ve tasarruflu olmanın bilincine sahip olmalı ki ülke olarak komple kalkınabilelim. Bugün asgari ücret kazanan bir gencin cebinde 2 bin liralık telefon, cüzdanında her bankanın kredi kartı varken ekonomide pespembe  tablo çizenler neyin kafasını yaşıyorlar çok merak ediyorum...
     

      

19 Ağustos 2012 Pazar

İktidar olma, MUHALEFET ol...

     Gecenin geç bir saati blog sitelerini dolaşırken yine düşüncelere dalmışım. Ve maalesef yine sistemi eleştirmek geldi içimden. Diyebilirsiniz ki hep eleştiri hep eleştiri nereye kadar ama bu kadar güzelliğin içinde bu kusurlarda insanın bırak gözüne batması bildiğin delip geçiyor.

       Üniversiteden mezun olmadan önce haberlerde hep duyardık her üç üniversite öğrencisinden birisi işsiz, işsizlik rakamları son üç ayda tek haneli rakamlara düştü, kişi başına düşen milli gelirimiz arttı, merkez bankasının dolar rezervleri tarihi rekor kırdı, 2023'de en büyük 10. ekonomiyiz, demokrasi yolunda yetmez ama evet, üniversite sayısında İngilizleri geçtik, ülkeye gelen doğrudan yatırımlar arttı vb. birçok haber hergün bir kulağımızdan girip ötekisinden çıkıyor. Aklımızda ise kısaca önemli satırbaşları kalıyor. Şimdi felaket tellallığı yapmayacağım fakat gözü açık rüya görenler gibi şakşakçılık da yapamam sıradan bir vatandaş olarak içimden gelenleri saydıracağım şimdi...

          Bugünlerde her üniversite mezunu genç arkadaşım harıl harıl iş arıyor. İlk başlarda çıta hep yüksek tutulur ee tabi ki öyle olacak, herkes kendisini en iyisine layık görüyor ama zaman geçtikçe sabırsızlık, stres ve umutsuzluk baş gösteriyor ve zamanla yapmam dediklerinizi bile yapıyorsunuz . Ülkede üniversite sınavına girenlerin sayısı kadar insan KPSS sınavına giriyor. Bu ne anlama geliyor kısaca açayım. Tabiri caizse genelleme yapacağım çünkü %90 böyledir. 4 sene veya iki sene üniversite okuyup bir baltaya sap olamayacağını anlayan, özel sektörün rekabet şartlarında şansının olmadığını gören, sırtını devlete yaslayıp rahat yaşamak isteyenlerin girdiği bir sınavdır. İktisat literatüründe kamu kesiminin marjinal verimliliği sıfırdır ya işte bu insanlarda ya çaresizdir ya da gerçekten sıfırdır. Bende bu sınava girdim riyakar olmayayım idealim var ama bende rahatına düşkün koca kıçlının tekiyim. Ama her şeyi bir kenara bırakın bu insanların bir o kadarının da koyun olması gücüme gitmiyor değil. Allah inşallah bana o günleri göstermez de bir koli ramazan kumpanyasına oyumu satmam...

         Demiştik ya ülke zenginleşiyor kişi başına düşen milli gelir ve Gayrisafi milli hasıla artıyor hatta daha somut bir örnek insanlar artık daha çok tüketiyor, kıçları rahat gördü, karınları doydu da diyebiliriz. İşte ülkemizdeki  her iki insanın zihniyeti böyle olduğundan iktidar tarafından koyun gibi güdülmeye mahkumuz. Çünkü Türk insanı yediği tabağa tükürmez, vefakardır, ona uzatılan yardım elinin arkasında hangi niyetin olduğuna bakmaz. O sadece günü kurtarmanın peşindedir çünkü bugüne kadar daha fazlası reva görülmedi onlara. Hal böyle olunca bu ülkede her iş,aş diyen partiye oy verip oyumuz çöpe gidiyor. İktidar birilerini çöplükten çıkartıp zengin ederken birilerini çöplükten çıkartıp şehit ediyor. Ülkeye giren sıcak para birilerini ısıtırken, o sıcak paranın faizini yabancılara ödeyen gariban halkın kıçı soğuktan donuyor. Oyu karşılığında belediyede üç kuruşa işe alınan adam Allah razı olsun deyip her işi yaparken, parasal gücü ile iktidara destek olan her dediğini yaptırıyor. Mesai saatleri içerisinde banka sırasına girip vatani görevini yapanlar akşam boğaz kenarındaki gece kulüplerinde eğlenirken, 18 yaşında parası olmayan gençler kör kurşuna şehit olurken akşama onların evinde ağıtlar yakılıyor. 4 yıl emek veren  liyakat sahibi genç pazarda limon satarken, okula uğramadan diploma alan falanca bakanın yeğeni falanca kurumda bir yerlere geliyor....

        İşte böyle bir ülkede bunları yıllardır bunları yaşarken kimse bana geleceğe umutla baktığını söylemesin. Ülke zenginleşir, tüketim artar, ekonomi büyür ama adalet olmadıktan sonra bi sikime yaramaz. O yüzden s.ktir et demokrasiyi; ağrısız başım, bir tabak dolusu aşım deyip yaşayın. Fakir edebiyatı ile zengin olanların, basın karşısında iyiyi oynayıp gece yarısı mecliste milletin anasını ağlatanların iktidar olduğu bu ülkede işsiz kalmışın, sokakta kocan tarafından 40 kere bıçaklanmışsın, atama beklerden menopoza girmişsin ne fark eder. Koy götüne rahvan gitsin,  biz bu kadar koyun olursak illa ki birileri gelip bizi güder. O yüzden istikrar sürsün, badem bıyıklılar gülsün :) 

14 Ağustos 2012 Salı

Hayat Mücadelesi Devam Ediyor...

    Zaman ellerimin arasından akıp giderken  anılar gözlerimin önünden film şeridi gibi geçiyor. Hangi ara büyüdük, iş güç sahibi olacak yaşa geldik. Ah ah bir zamanlar gözyaşları içinde bir an önce büyüyeyim özgür olacağım, mutlu olacağım diye haykırıyordum. Hay senin kedi canını :)
   
     Hayat düdüğü çaldı ve zorlu mücadele başladı. Evet tam olarak böyle oldu. Hayat bizim için oldu olası bir mücadele değil miydi zaten. Bir zamanlar birbirini seven iki insan evlendi ve çocuk yapmaya karar verdi ve akşamına mücadele başladı. Dile kolay milyonlarca spermin arasından galip geliyorsun ve ana rahmindeki 9 aylık hücre hayatın başlıyor:) Her dönem bizim için zordu kim kolay diyebilir ki evet belki bugün geriye dönüp baktığımızda biz bunlar için mi ağlayıp sızladık diyebiliyoruz ya anı yaşarken nasıldı...Okumayı öğrendik diye hocamızın taktığı kurdele ile gururlanır, sünnetin ertesinde erkek olduk diye önüne gelene çükümüzü gösterir havalanırdık. Karne günü elimizde karne ile koşar babamızdan bisiklet, annemizden en güzel yemeklerini yapmasını isterdik. Ne kadar da sade ve basit bir mutluluk anlayışımız varmış. "Önemsiz başarılara sevinip, küçük şeylerle mutlu olabilmek." Evet anahtar kelime sanırım bu. Masumiyet bize bunlarla yetinmemizi gerektiriyordu; fakat dünya kerhanesinde kim bakire kalmış ki. Henüz üniversiteyi bitirmeden iş hayalleri kurar,şu kadar paraya çalışır,şöyle bir araba alır,hayırlı bir kısmet ile evlenirim hayali kurduktan sonra diplomayı eline alman ile hassiktirr demen bir olur:) O yüzden en iyisi için çalış, en kötüsü için hazırlan demiş atalarımız...

       Malum üniversite başlarken herkes Türkiye'nin farklı yerlerine gider 4 yapraklı yonca gibi bir kenara dağılır. Zaman samimiyeti elden alır, geriye soğuk merhabalar kalır. Artık kendi evinde özgür yaşamanın rahatlığı, yeni dostlukların keyfi başlar. Ama o da çok uzun sürmez. Çünkü rahatlık insanın götüne batar, bok vardır ; bir insana kendinden çok güvenir ona sırtını yaslarsın ama bir bakarsın sırt üstü yere uzanmışsın. Hayat sana bir ders daha verir o zaman. Telefon rehberindeki kalabalığa aldanma yalnızsın arkadaş işte, samimi merhabadan çok uzak çıkar ilişkileri ile sarılı dört tarafın ve o gün bir söz daha verirsin kendi kendine bundan sonra kendime daha çok değer vereceğim. Ta ki evlendiğin güne kadar.

       Şimdi önümde yeni bir beyaz sayfa doldurulmaya hazır beni bekliyor. Güzel bir iş, yeni arkadaşlar, kendime ait bir hayat, sıcak anılar, bol kahkahalar, bekleyen başarılar, doyasıya mutluluklar ve çocuklarımın anası olacak güzel insan...Liste kabarık,hayat kısa,mücadele zor ; öyle olması gerekmiyor mu zaten. Erken kalkan yol alır bekle beni hayat sağlı sollu bindirmeler ile geliyorum...
   

5 Ağustos 2012 Pazar

Eğitim Cehaletimi Aldı Eşeklik Baki Kaldı :)

        11 Ayın Sultanı evlere teşrif edip soframıza bereket kalplerimize sevgi getirdiğinden beri bütün günüm yatarak ve kitap okuyarak geçiyor. Aslında bu durum benim canımı pek sıkmıyor, çocukluğumdan beri kendimi odama kapatıp kitap okuyarak farklı masal dünyalarına dalmaya bayılırım. Bir aylık süreç içerisinde uzun uzadıya düşünme fırsatım oldu. Şimdi ne olacak alışmışım sabah erken kalkıp okula gitmeye, her defasında bir dönemi daha bitirip tatile girmeye ve sil baştan yeniden başlamaya. Aile büyükleri ile başbaşa kaldığınızda hepsi haklı olarak "ee evlat noldu şimdi ne düşünüyorsun? Bak bence... "ile başlayan nasihatler ve onlara beğendiremediğim düşüncelerim. Dertler derya olmuş bense bir sandal derken İbo abi tam yerine parmak basmış.

        Şimdi çevremdeki insan profillerini anlatmak istiyorum ve en nihayetinde benden bir cacık olmayışı: Lise döneminde inek gibi ders çalışıp Türkiye standartlarında çok iyi üniversiteleri kazanmış arkadaşlarım var. Bu arkadaşlar aynı başarıyı üniversite hayatında sürdürmek yerine 4 yıl tatil yapmayı tercih ederek farklı ülkeleri gezip birkaç yabancı dil öğrendiler. Okulun önünden bile geçmeden diplomalarını alarak işverenler tarafından havada kapıldılar. Lise döneminde vasat olan arkadaşlarımda vardı; ama ben bu kelimeyi pek kullanmak istemiyorum. Kime göre vasat yani çünkü müfredat o kadar boktan ki 16 yaşında bir ergen gencin parklarda öpüşüp sevgili ile elele gezmesi daha cazip. İşte böyle arkadaşlarımda oldu. Bu arkadaşlar liseyi parklarda öpüşerek bitirdikten sonra ösym'nin koyduğu barajı kıl payı geçerek kıçı kırık bir özel üniversitede %50 burs alarak okumaya başladılar ve anlaşmalı olan iş yerlerinde işe başladılar. Birkaç tane de olsa bazı arkadaşlarım  babalarının verdikleri sermaye ile kurdukları işte yükseldi ve bugün eli ekmek tutan evlenip ev geçindiren tipler oldu.

      Şimdi bunları niye mi söyledim. Kıskandığımdan falan değil he..Çok şükür küçük şeylerle yetinmesini öğretti hayat şartları ;ama şu son bir ayda gittiğim iş görüşmelerinde birçok aptalca soru ile karşı karşıya kalıyorum. Koskoca ülkede ilkokuldan başlayıp üniversite bitene kadar ingilizce eğitimi alan gençler daha derdini bile anlatamaz iken bugün sıradan bir şirket bile çaycı alırken neredeyse yabancı dil soruyor. Bana şimdi golaballeşen dünyada yabancı dil çok önemli diyenleriniz olacak ya bırakın Allah aşkına dünya bana mı globalleşiyor. Ülkenin gelecek vaad eden gençleri genç yaşta ingilizce öğrenip ülkesini beğenmez oluyor gidiyor yurt dışında eğitim almaya. Bizde gıpta ile bakıyoruz halbuki 40 yıldır biz farkında olmadan beyin göçü veriyoruz. 40 yıldır yurt dışına eğitim almaya giden Türkler nerdesiniz be kardeşim...Hindistan,Brezilya,İran,Güney Kore bile bize tur bindirirken biz üretmek yerine hala İngilizce öğrenmeye çalışıyoruz.

    Evet isyan ediyorum çünkü 4 yıldır yüzlerce kitap okuyup kendini geliştirmeye çalışan gençler bugün iş bulamıyor. Her önüne geleni üniversiteli yapan sistem sayesinde sokakta çöp toplayacak, inşaatta mala vuracak gençler bulmakta zorlanıyoruz. Herkes Kpss denen hangi seviyeyi ve genel kültürü ölçtüğü belli olmayan bir sınava bel bağlamışken bu ülkeyi kim büyütüyor anlamış değilim. Böyle bir ülkede gündüzleri Uçankuş izleyen, akşamları Survivor ile eğlenen geceleri ise kimin eli kimin belinde diye reklam yapan programların zaplandığı memlekette ben veya bir başkası işsiz kalmış kime ne. Eğitim cehaleti alır eşeklik baki kalır dememiş boşuna atalarımız.

       Son olarak yarın öbür gün bir ortamda arkadaş meclisinde bir araya gelip herkes ne iş yaptığını, ne kadar kazandığını, hangi mevki ve makam aldıklarını anlattıkları sırada ben yine mal gibi kitap okuyor olacağım ve arkadaşlarım bana o kadar  okudun ama boşuna okuyorsun diyecekler. Peki bu lafları sürekli duymaya alışkın olan ben ne diyeceğim. Adaletsiz sistem yüzünden bu gerizekalılar bile okumadan adam oldu ben okuyup bunların soytarısı oldum ya. Varsın böyle olsun, bize giren şemsiye olsun:))


          

2 Ağustos 2012 Perşembe

Babalar ve Oğulları

    Zor zamanlardan geçiyoruz. Kim geçmiyor ki aslında, sorsanız herkes perişan kendi derdimize düşmekten ne olmuş ne bitmiş haberimiz yok. Dünyaya birileri gelirken, birileri ebedi yolculuğa yelken açıyor. Bir gün ailecek bir araya gelip yeni gelen üyeye merhaba derken, ertesi gün bir diğerini yolcu etmek için yas tutar oluyoruz. Hayat, dengesinin hassas olduğu bir terazi ise kantarın ucunu kaçırmamalıyız işte o zaman mutluluğunun ucundan tutabiliriz belki...

     Bugünlerde melankoli halinde etraflarda dolanıyorum. Bakıyorum ama görmüyorum sanki; nedir asıl olan görünen mi yoksa arkasında gizlenen mi?  Hayatta her şeyi kitaplardan öğrenemeyiz bazen kitap gibi okunacak insanlar lazımdır bize bunlar en yakınlarımız da olabilir hiç güvenmediklerimiz de yeter ki okumasını bilelim.Her erkek evladın babası ile özel bir ilişkisi vardır benim de böyle bir ilişkim yok dersem yalan olur ama gerçekten bizimkisi sıradışı biraz. Hani babalarımızdan genelde duyarız ya "ben babamdan ne gördüysem sende onu göreceksin veya benim babam bana ne verdi ben sana vereyim." Evet baba olmak kadar bir babanın erkek evladı olmakta bir o kadar zor. Baba evin çatısı ise biz o çatıyı ayakta tutan kolonlarız. Dimdik olmalı ve vakti geldiğinde evin çatısı olmaya hazır olmalıyız.

       Babam bana hiçbir zaman oğlum bunu böyle yaparsan daha iyi olur, bak hayat böyle bir şey dikkat et demedi. Beni elimden tutup bir kenara oturttu ve sadece izlememi istedi. Önceleri hep babama kızardım, neden beni ciddiye almıyor diye ama sonra anladım ki önemli olan senin kendini ciddiye alman zaten sonrası geliyor. Erkek evlat olmak gerçekten zordur, çocuk olsan bile evin işlerini yakından takip edersin varlığınla bile babana destek olur ona güç katarsın. Bugüne kadar sağolsun babam bana her istediğimi aldı; ama bende ne istediğimi bildim her zaman. Şimdi düşünüyorum da 22 yaşında hayata yeni başlayan bir adam olarak oturup babamın bana öğretmediklerinden veya vermediği maddi imkanlardan dolayı şikayet etmek yerine bunca zaman yanımda olduğu için şükretmem gerektiğini öğrendim. Babalar ulu bir ağaç gibidir, bunaldığımızda onun o serinletici gölgesi altında huzuru buluruz.

      İhtiyarlar her ne kadar ben bilirimci olsalar da yaşlandıkça daha da çekilmez olsalar da en nihayetinde bizi adam ederken bu hale geldiler değil mi? Keşke biraz da mal mülk bıraksalardı da biz de yolumuzu bulsaydık hani fena da olmazdı sanki:)) Herşeye rağmen iyi ki varlar...

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...