25 Nisan 2018 Çarşamba

Biz Kime Oy Vereceğiz?

Malum ülkenin gündemi erken pardon baskın seçimle çalkalanırken hepimizin aklında aynı soru. Biz kime oy vereceğiz. Parlamenter sistemi terk edip başkanlık sistemine geçtiğimiz için biz hangi partiye oy vereceğimizi değil de hangi kişiye oy vereceğimizi tartışıyoruz. Tek adam rejimini eleştirirken başka birisini onun yerine koymaya çalışıyoruz. 

Ekonominin gidişatı pek iyi değil. Yazının asıl konusu ekonomi olmadığı için hiç bu derin mevzulara girmek istemiyorum. Keza sayfalarca yazı yazılabilir. 2001 krizi sonrası yaşanan sürece benzetenler var. Lakin değil. Bugün döviz kurları bu kadar yükselmişken, dış ticaret açığı, cari açık ve özel sektör borcu Cumhuriyet tarihi rekoru kırmışken neden ekonomimiz hala ayakta o zaman diye sorabilirsiniz? Veya madem ekonomiden, eğitim sisteminden, toplumsal düzenden, demokrasi düzeyinden memnun değiliz. Neden halkın buna karşı sesi çıkmıyor?

2002 yılına kadar Türkiye koalisyon hükümetleri tarafından yönetildiği için hiçbir parti böylesine bir kitle desteğine sahip olmamıştı. 1950-1960 yılları arasında Demokrat Parti tecrübesi var diyenleri duyar gibiyim ama sonunun hazin bittiğini hatırlatırım. Çünkü henüz ikinci seçimde (1954) yılından itibaren Demokrat Parti yaygın desteğini kaybetmeye başladı. Ve bugünkü serbest ekonomi koşullarına sahip olmadığı için ekonomik çarkları çevirmek bugünkü kadar kolay değildi. 

1990'lı yıllarda Sağ kesimde Milliyetçi bir parti, Muhafazakar bir parti ve Liberal bir parti modeli vardı. Yani MHP, Refah Partisi, Doğru Yol ve ANAP.  Hal böyle olunca bu partilerin oy oranları %15-30 arası performanslarına göre değişiyordu. MHP kürtlerin ve solcuların oyunu almaya tenezzül etmiyordu. Din üzerinden de siyaset yapmıyordu. Çünkü zaten onu yapan bir parti vardı. Refah Partisi kürtler ile ilgili çok açık konuşmuyordu, solcular desen töbe bismillah. Siyasal İslam modelini kendilerine referans alarak yollarında ilerliyorlardı. Siyonizm ve ABD ile kafayı bozmuşlardı. Tekrardan İslam alemini tek çatı altında toplamının derdindelerdi. Doğru Yol ve ANAP ise 90'lı yılların en kaymak partileriydi. Çünkü 80'li yıllar Dünya'da Thatcherizm ve Reaganizm siyasi modelinin hakim olduğu dönemlerdi. Ve bizim ülkemiz iflas etmiş bir modelin peşinden gitmeyi tercih etti. Turgut Özal ülkenin taşını, toprağını, havasını, suyunu,eğitimini, askeriyesini, fabrikalarını, ekonomik sistemini yani satılabilecek ve pazarlanabilecek ne varsa her şeyi serbest piyasanın ayaklarının önüne serdi. Ve Türkiye geri dönülemez bir yola girdi...

Sol kesime gelirsek CHP ve DSP arasında gidip geliniyordu. Radikal partileri bir kenara koyuyorum veya Sosyalist, Komünist partileri. Türkiye henüz o eğitim seviyesine gelmedi arkadaş. O yüzden Türk solu 1990'lı yıllarda eski heyecanını ve gücünü kaybetmiş Ecevit ile muhalefet etmekten başka hiçbir şey bilmeyen Baykal'ın eline kalmıştı. Birbirinin paçasını çeken bu iki kardeş olduğu müddetçe bu ülke hep sağ hükümetler tarafından yönetildi. Muhalefet etmeye o kadar kaptırdılar ki kendilerini vatandaşa hizmet götürmeyi bile unuttular...

Ve 2002 yılında siyasi bir mühendislik faaliyeti ile yeni bir parti doğdu. O zamanlar 40-50 yaş arası olan genç siyasetçiler bu ülkeye bir umut vaad etti. Çünkü hocalarını karşılarına aldılar. Yıllardır aynı adamlar tarafından yönetilen ülke bu yeni ve genç adamlara bir şans verdi. Ak Parti şark kurnazlığı yaparak önce muhafazakar kesimi sahiplendi. Sonrasında kürt halkının güvenini ve oyunu almayı başardı. Tabi bunda din ve aşiret faktörünü unutmamak lazım. Ve son olarak hiç beklemediğimiz bir şekilde milliyetçi kesimi de bu halkaya dahil etti. Beklemediğimiz şekilde dedim çünkü muhafazakar ve kürt taban milliyetçilikten yıllarca çok çekti, çok mücadele etti. Günün sonunda Türkiye'nin seçmen kesimi tamamen omurgasız bir hal aldı. Bugün sokakta insanları çevirin siyasi ideolojinizi, savunduğunuz değerleri, inandığınız evrensel değerleri açıklayın deyin. Kimsenin elle tutulur verebileceği bir cevabı yok. Çünkü tüm değerler salt bir oy için birbirine karıştı. Birbirine hakaret eden ideolojiler aynı potada eritildi. Ve bugün bu ülke bu kadar kötü yönetilirken neden çıkıp kimse ses etmiyor diye düşünüyorsa hiç düşünmesin. Çünkü artık uğrunda dövüşebileceğiniz, hayatınızı şekillendirebileceğiniz, hayaller kurabileceğiniz, peşinden koşabileceğiniz siyasi değerler ve ideolojiler yok. Kenan Evren'in yaratmaya çalıştığı apolitik genç nesili, Ak Parti iktidarı kafasını karıştırarak başardı. 

Peki biz kime oy vereceğiz? Adaylar az çok belli. Fakat heyecan ve değişim vaat eden bir isim yok. Denenmiş isimler var. İktidar değişim değil, kurulu düzenin devam etmesini vaat ediyor. Yani bizim memnun olmadığımız düzeni devam ettirmek istiyor. Muhalif adaylar ise düzeni yıkacağız diyor ama yerine ne koyacağını hiçbirimiz bilmiyoruz. Öne çıkanlar isimleri kendi bakış açımla kısaca değerlendirirsem:

1) Abdullah Gül: Beyefendi bir kişiliği var. Mevcut başkana göre daha ılımlı ve uzlaşmacı. İyi tahsil almış. Eğitimli ve işinin ehli kişilerle bir kabine kurabileceği düşünülebilir. Yani bugünkü kabine gibi vasıfsız ve sadece söyleneni yapan bir kabine kurmayabilir. İngiltere'de eğitim aldığı ve İngiliz sempatizanı olduğu için komplo teorisyenleri tarafından içimizdeki İrlandalı olarak düşünenler çoğunluktadır. Mevcut başkan kadar güçlü ve kararlı değildir. Siyasi hayatında elini hiç taşın altına koymamıştır. Peşinden gelebilecek, körü körüne bağlı bir tabanı yoktur. Cumhurbaşkanlığı döneminde tüm yasaları gözü kapalı onaylamıştır. Fetöcülerin devletin içine sızmasını sağlayan tüm kritik atamaların altında imzası vardır. Ülke böylesine bir süreçten geçerken bir kenara çekilip olanları izlemiştir. Yani her zaman ki gibi fırsatçılığını konuşturmanın peşinde olabilir. 

2) Meral Akşener: Bir kadın olarak özlediğimiz bir figür siyaset arenasında. Tansu Çiller deneyimini düşünürsek sütten ağzımız yandı. Gerçi Çiller Amerika'da yaşayan ve ülkesine tamamen yabancı olan bir ekonomistti. Akşener ise siyasette pişmiş ve kendini az çok kanıtlamış bir politikacı. Kadın duyarlılığı olduğu için siyasetin çirkin dilini yumuşatacaktır. Milliyetçi yönü ağır basmaktadır. Zamanla muhafazakar kesiminde oyunu almak için büyük ihtimal din silahını kullanabilir diye düşünüyorum. Geçmişte İçişleri bakanlığı yaptığı dönemde Mehmet Ali Ağar ile terörü neredeyse bitirmiştir ama faili meçhul cinayetleri ardında bir leke olarak kalmıştır. Maalesef diğer siyasetçiler gibi Gülen cemaatini övdüğü konuşmalara bu kulaklar şahit oldu. O yüzdendir ki bugün Fetöcü damgası yemektedir. Zaman her şeyi gösterecektir. Şahsi görüşüm biz bu filmi daha önce izlemiştik olacak. Ama bir ümit işte. Belki yoldan çıkmaz diye düşünmüyor değilim. 

3) Selahattin Demirtaş: Bu ülkenin ihtiyacı olan dinamizm, gençlik, gençlerin ruhundan ve halinden anlama, sempatiklik, hitabet yeteneği ve siyasi mizah kendisinde vardır. Fakat ülkenin genelini kucaklayacak bir yapısı yoktur. Siyasi arenaya çıkış nedeni kürt milliyetçiliği olduğunu düşünürsek ülkenin geneline hitap edebileceğini zannetmiyorum. Yerel siyasetten öteye gidemedi. Evet Ak Parti tarafından pohpohlanıp meclise sokuldu, demokratik süreçler önlerine açıldı fakat sonra tehlike arz ettikleri düşünüldüğü için yine Ak Parti tarafından pasifize edildi. Hapise girmekten çekinmeyen bir dik duruşları var. Kaçabilirlerdi de diyebiliriz. Selahattin Demirtaş eğer bu ülkeye farklı bir ideolojiye sahip olan biri olarak gelseydi böylesine yükselip parti başkanı olamazdı. Yaşlı amcalar izin vermezdi. Yalan yok bir zamanlar yaptığı siyaseti ve muhalafeti beğendim. Fakat ülkeyi kucaklayamayışı, PKK ve teröristleri savunması, çevresindeki dar görüşlü ve kürt milliyetçileri  hiçbir zaman kabul edilemez. Bu yüzden ancak %15'i zorlar ötesini geçemez. Kürt milliyetçiliği üzerinden siyaset yapmaya devam eder. 

4) Mevcut Başkan : Başkomutan, Reis ve Hazretleri de diyebiliriz. Son halife diyenler de var. Benim açımdan koskocaman bir hayal kırıklığıdır. Ben kendimi bildim bileli solcuyumdur ama çok şükür körüne körüne ideolojilere saplanmadım. Solculardan çok muhafazakar kesim ile büyüdük, aile olduk, arkadaş olduk. Hâlâ daha da öyledir. Bu yüzden dedesi Erbakancı olan, ailesinin yarısı da muhafazafar olan birisi olarak kendisine gerçekten inananların ümidini boşa çıkarmıştır. Eğitimli ve entellektüel bir tarafı yok. Zaten öyle bir iddiası da hiç olmadı. Bizden birisi gibi çıktı siyaset arenasına. En alt basamaktan en tepeye tırmandı. Siyaseti mutfağında öğrendi bazıları gibi tepeden inmedi. Siyasi teşkilatçılığı bu ülkede en iyi bilen insandır. Parti ilçe başkanlığı, parti il başkanlığı, belediye başkanlığı, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı... Ne ararsanız var. Fakat siyasi gidişatını özetleyen bir söz var: "İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır." 

İktidar olmadan önce tüm söylemlerini izleyin, okuyun. Hak vereceksiniz. O mütevazılık, gerek yaşam tarzı ile gerek siyasi eylemleri ile. Bugün tamamen uzağındadır. Geçmişte ne dediyse kesinlikle tam tersini yapmıştır. Örneklerini vermeye çalışırsam bu yazı bitmez. Mağdur olarak geldikleri iktidardan mağdur etmeden gitmeyecektir. Ki 15 yıllık süreçte yarattığı mağdurlar ortadadır. Türk ordusu, atanamayan öğretmenler, kpss'ye bel bağlayan gençler, hapislerde sebepsiz çürüyen binlerce insan, Fetöcü diye damgalananlar...

Belediyecilik hizmetleri ile bu ülkeye çağ atlattığı bir gerçektir. Özelleştirmeler yaparak ülkenin tüm kaynaklarını elden çıkartarak devletin kasasına para koyduğu da bir gerçektir. Globalleşen dünyada İsveç, Norveç, Almanya, Kanada gibi sosyal devlet anlayışını benimsemiş devletleri örnek almak yerine tabi ki de Amerikanlaşmış gelişmekte olan ekonomi modelini örnek alacaktı. Ülkenin ekonomik büyümesi kesinlikle onun mucizesi değildir. Dünya piyasaları bu kadar birbirine entegre olmuşken, tek tuşa basarak paralar dünyaları dolaşırken keramet bizimkinde değil kolay yoldan para kazanmak isteyen kapitalistlerdedir. Bu ülke üretmeden ekonomik büyümesini gerçekleştirdi. Bunu da kolay ve ucuz elde edilen borç para ile yaptı. ABD'nin tüm dünyaya pompaladığı dolarlar ile. Ve bu kolay ve ucuz para bizim ekonomimize ne yaptı dersiniz. Enflasyonu ve faiz oranlarını yükseltti. Çünkü ülkeye giren sıcak para kaçmasın diye tek yapabildiğimiz faiz oranlarını yükseltmek. Döviz kurunu dengelemek için para bastığımız da ise enflasyon yükseldi. Yaşam standardı yükselen Türk halkı aynı yaşam standardını korumak için çok çalışmak yerine daha fazla borçlanmayı tercih etti. 

Ve geldiğimiz nokta bugünkü Türkiye. Kutuplaşan, hoşgörüsüz, liyakata ve emeğe saygı duymayan, bugün ak dediğine yarın kara diyebilen, demokrasiye inanmayan, adalete inanmayan, alın teriyle helal parayla geçimini sağlayamayan bir ülke olmuştur... Şimdi tüm bunları düşünerek sandığa gidiyorum. Ve gerçekten kimi seçeceğimi bilmiyorum. 

20 Nisan 2018 Cuma

Belki Bir Gün Siz de Şirinler'i Görebilirsiniz....

Sene 2018, yaş 28, üniversiteden mezun olalı 6 sene, askerden döneli 4 sene olmuş. SGK prim günü ise 1509 gün olmuş. Vay anasını diyor insan kendi kendine. Evimizin okula bitişik olduğu günleri hatırlıyorum. Teneffüs zili ile uyandığım sabahlar olurdu. Yeni güne andımız ile başlardık. Cuma günlerinin en güzel anı ise İstiklal marşını okuduğumuz ve son sözünü uzatarak İstiklalllllll dediğimiz andı. 

Şimdi ise saçlarım beyazlamış, seyrekleşmiş, kilo almışım. İş çıkışı koştura koştura spor salonuna gidip zayıflamak için para ödeyen salaklardan biri olmuşum. Koşarken arkamdaki ekranlarda vücut geliştirmeci kaslı erkekleri gösteriyorlar. Yanlarında ideal vücut ölçülerine sahip ve mutlaka bronz tenli bir hatun. Hemen o an bir gaza gelerek ağırlığın altına giriyoruz ama nafile. 

Yüksek lisans bitmek üzere iken arada kampüse uğruyorum. Üniversitenin çimlerine uzanmış gençler, banklarda sarılıp öpüşenler, kütüphane de arkasına yaslanıp kitap okuyanlar hepsine özeniyorum. Geçip giden zamanın değerini bilemediğim için kendime kızıyorum. Hâlâ daha hayatın anlamını aramaya çalışıyorum. Sevdiğim şeyleri yapabilmek için zamana ve paraya ihtiyacım var. Fakat para kazanmak için sevmediğim işlerde çalışıp zamanımı harcamam gerekiyor. Sevdiği işi yaparak para kazananlar veya para kazandığı için işini sevmeye çalışanlardan olamadım bir türlü. 

Her geçen gün insanlara olan inancımı kaybediyorum. Kitaplardaki kahramanlarda teselliyi buluyorum. Artık izleyecek kalitede film bulamadığımı düşünüyorum o yüzden izlediğim filmleri tekrar tekrar izlemeye başladım. Allahtan daha okunacak binlerce güzel kitap var yeni kitaplar yazılmasa bile. Bir gün ben de yazdıklarımı yayınlama cesareti bulabilir miyim? Sanırım 30 yaşımda bu hayalimi gerçekleştireceğim. Evet bir şaheser çıkmayacak ortaya ama kendimi anlatarak, benim gibi düşünenleri bulurum düşüncesi ile yapacağım bu işi. 

Sadece çok çalışarak ve iş ahlakına sahip olarak çok para kazanılmayacağını öğrendim. Geleceğini inşa edip, dürüst bir insan olarak, entellektüel ve her düşünceye saygı duyarak iyi bir insan ve anlayışlı bir sevgili olunmayacağını da öğrendim. Bunlar tamamen şans işi. Akışına bırakmak lazım hayatı. Mutlu olacağımız iş ve mutlu olacağımız eş bizi bulur, eğer bulamazsa da kendimize has mutsuzluğumuzla yaşamayı öğrenmek zorundayız. Tıpkı şimdi olduğu gibi. 

Dedemden üç beş kuruş miras kalsa da bizimkiler biraz rahatlasa diye düşünüyorum. Valla kendim için bir şey istemiyorum. Yeter ki ben gönül rahatlığı ile istifamı basıp, aklıma eseni yapabilecek özgürlüğe sahip olayım. Akademisyen olmak aklımın bir köşesinde hep vardı. Fakat işin içine girip görünce anladım ki bu ülke şartlarında ben bunu yapamam. Yani tanıdığınız ve bildiğiniz Murat olarak bu işi yapmama izin vermezler. Şu an yaptığım işi ise uzun yıllar yapamayacağımın farkındayım. Bir aileyi zengin ederek, yıllarca aynı kurumda çalışmak, milyon dolarla oynayıp ay sonunu zor getirmek, borç para ile hayaller kurmak... Sanırım 40'lı yaşlarıma gelmeden Hollywood filmlerindeki entellektüel seri katillerden birisi olurum. 

Hayatın ufaktan da olsa rayına oturduğunu görüyorum. Hatrı sayılır bir kariyerim var. İş ve arkadaş çevremde güvenilir ve bilgili bir insan olarak kabul görebildim. Ama herkes birazcık deli gözüyle bakıyor bana. Eee o kadar da olacak. Bir ilişkiyi yürütebilecek vasıflara sahip olmadığım için sanırım evlenemeyeceğim. Ya da mantık evliliği yapıp ömür boyu beni seven değil bana katlanan bir insan ile yaşamak zorunda kalacağım. Çünkü diğer türlü pompadan pompaya koşacak, çapkınlık yapacak bir potansiyelim yok maalesef. Çocuklarının nefret edip, eleştirdiği bir baba; karısının beğenmediği bir eş olacağım. Sokrates'in de dediği gibi "Evlenin, evlenin. İyi bir eş bulursanız mutlu olursunuz. Bulamazsanız filozof olursunuz."

Önümüzdeki günlerde birkaç acente ile görüşüp yurt dışında doktora ve dil eğitimi imkanlarını araştıracağım. Bakalım belki şans bana da güler. Bir kapının kapandığı yerde yenisi açılır ve hayatın anlamını bulabileceğim yolculuklara çıkarım. Bilmem ki Şirinler çizgi filminde de dediği gibi "Uslu bir çocuk olursam belki bir gün ben de Şirinler'i görebilir miyim ki!"


15 Nisan 2018 Pazar

Cam Kenarı Benliğim...

İnsan manzaraları hep ilgimi çekmiştir. Fakat iş hayatına atıldığımız günden beri hep bir yerlere yetişmek zorunda olduğumuzdan dolayı kendimi bir tren yolculuğunda cam kenarında oturan çocuk gibi hissediyorum. Levent metrosu bir labirent gibidir mesela. Yer altında ayrı bir dünya. Elinde cep telefonu ile harıl harıl konuşan beyaz yakalılar, 77 milletten insan, tropikal meyve gibi kokan kadınlar, görme engelli yaşlı amcalar, mendil satan teyzeler, adını bilmediğim üflemeli çalgıları çalan çingene çocuklar... Repertuarları çok geniş değil bu çocukların. Hemen hemen hepsi gün boyu aynı ezgileri çalıyorlar. İzmir marşı ve Edip Akbayram'dan Hasretinle Yandı Gönlüm...


Bazı sabahlar o koskoca plazaların arasından yürürken gök kuşağına denk geliyorum. Kış aylarında hava geç aydınlandığı için metro çıkışında güneşin doğuşuna denk geliyorum. Denk gelemediğim tek şey sanırım elinden tutup tamam işte buldum ruh eşimi diyebileceğim bir kız. O da olur zamanı gelince diye düşünüp kendimi avutmaya devam ediyorum.


İçimde bir ses durmadan kışkırtıyor beni. Bir geç kalma duygusuna kapıldım gidiyorum. Neye geç kaldığımın da farkında değilim oysa ki. Üniversiteden mezun olalı 6 sene olmuş. Hâlâ daha sabahları koşarak gidebileceğim, kendimi bulabileceğim bir iş bulma derdindeyim. Mutlu değilim diyorum kendi kendime. Aynı anda sevmek ve sevilmek istiyorum. Zamanlama çok önemli. Çünkü karşı cinse ilgi duymaya başladığım günden beri ya tek taraflı sevdim, ya da tek taraflı sevildim. Ya kaçtım ya kovaladım. Matematik dersindeki hız problemleri misali. Halbuki M şehrinden hareket eden kalbim ile X şehrinden hareket eden kalp birbirine doğru gitse ve biz sadece kaç dakika sonra karşılaşacağımızı hesaplasak hayat daha güzel olmaz mıydı? Bilmem yanlış mı düşünüyorum. 


Bunca zaman boyunca kendim olabilme ve kendim kalabilme mücadelesi verdim. Gelinen noktada bunu başarabilmiş olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Bir gece işten 12'de çıkmışım. Çocukluğumda beraber büyüdüğüm, beraber aynı mahallenin takımında top koşturduğum bir abimin mesajı beni anlamsız derecede mutlu etti. Ki ben büyüklerimi ve arkadaşlarımı aramak konusunda hayırsız ve gamsız bir insanımdır. Evet şunu anladım ki; her ne kadar kendimi sevdirmek ve ifade etmek konusunda bir çaba sarfetmesem de açık sözlü ve kendim oluşum sayesinde sanırım insanların sevgisini ve saygısını kazanabilmişim. 


İnsanların duygularına tercüman olabiliyormuşum yazdıklarımla, her ne kadar özel günlerde mesaj atmasam da akıllarına geliyormuşum. Beni karamsar ve realist düşüncelerimle de kabul edebiliyorlarmış. Güldürüp eğlendirebiliyormuşum onları. Sözümün eri olabiliyormuşum. Açık sözlülüğümle ve yalandan korkmam sebebi ile evet iyi yerlere gelemeyecekmişim ama kendime ait bir yerim olacakmış. Fakat eksiklerim hâlâ varmış. Bir gönül ilişkisinin tarafı olabilmek...


Hayal kurmaktan vazgeçmedim fakat gelecek ile ilgili planlarımı çöpe attım diyebilirim. İyi bir kariyer dediklerinde kime göre olduğunun farkında değilim. O yüzden vicdanım rahat olduğu sürece mevcut işlerimde çalışacağım. İnsanlarla menfaat ilişkisine girmediğim sürece aklımdan geçenleri söylemeye devam edeceğim. Kim ne derse desin geç kalınmış bir şey yok. Sadece yaşanmamış anılar var. O anıların peşinden koşmaya devam edeceğim. 


Mutluluk bir varış değilmiş o yüzden yolculuğun keyfini çıkaracağım. Yıllar boyu ilişki yaşadığın insanla yuva kurmak marifet değil, ilişki yaşadığın insanla yıllar boyu sürecek bir yuva kurmak marifetmiş. O yüzden ince eleyip sık dokumaya devam edeceğim. Yani anlayacağınız hayatı kaldığı yerden devam ettireceğim fakat 30'a merdiven dayamışken biraz daha dikkatli yaşayacağım. Birçok hedef koyarsam bir yere varamayacağımı anladım. O yüzden iki temel hedef koydum kendime. Birincisi yolculuğa çıkıp yalnızlığın tadını çıkarmak, ikincisi ise yalnızlığımı yazarak unutmak... 

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...