İstanbul, her gün kulağımıza fısıldanan; kimilerinin mutlu sonla bitip, kimilerinden ders çıkardığımız hikayelerin şehri. Benim hikayem bu şehrin neresine kazınmış diye sorarsanız, henüz yazmaya başladım derim. Bir hayal, bir ümit yapılacak listesi de bir o kadar kalabalık. Bu yazıyı hayatımın ta kendisi olan kitaplara, onları yazan koca yüreklere ve etkisi bir ömür dinmeyecek mısralara ayırıyorum.
Murakami'nin kitaplarını okurken aldığım hazzı anlatamam, Sabahattin Ali döneminin yazarları gibi değil, her daim ruhumuza hitap ediyor. Değişmeyen hikayelerimizi öyle güzel almış ki kaleme. Ondan 50 yıl önce Jack London tüm dünyaya yayınlamış yaşam manifestosunu. Küçücük bir çocuğun dünyasını Mauro Vasconcelos'tan daha iyi kim anlatabilir. Peki Ortadoğu'nun sıcak kumlarında yatan hüzünlü hikayeleri nakış nakış işleyen Khaled Hosseini'ye ne demeli. Ergenliğe girerken gencecik yüreğimde bir isyan ateşi yaktım. Avucumun içine sığmadı taştı bedenime. Chuck Palahniuk'u okuduğumda küfrettim düzene. Tezer Özlü, Barış Bıçakçı, Hakan Günday ve Emrah Serbes karamsarlığı hapsetti bedenime. Dünya klasiklerini sayarsam bu yazıyı sonlandırabileceğimi sanmıyorum. Ama Dostoyevski, Tolstoy , Balzac çığır açtı küçücük hayal dünyamda.
Tabi gönlümde ayrı yeri olan insanlara büyük bir parantez açacağım. Charles Bukowski'nin hayata karşı aylak duruşunu, kadınlarını, bitmeyen sigaralarını, dibi görünen şişelerini, sarhoş iken bir erkeğin naif yüreğini. Tüm hatalarını bir kaç dize ile unutturuşu...
Şiir ile keşke daha erken tanışsaydım derim. Turgut Uyar'ın Tomris'ini kıskandım hep. Yalnız değilmişim ama; Edip Cansever ile Cemal Süreya'nın kalbine de dokunmuş o mısraların prensesi. Bir kadının sevdasını bir de hayatın çilesini çekmişler. Can Yücel ak ama bir o kadar da kirli sakalı ile hayata karşı duruşumun simgesi oldu. Bilgelik farklı bir şeymiş galiba ben o zaman anladım. Ve bu hayatta yaşamayı hak eden bir kadına da değinmeden edemeyeceğim. Öldüğünde haberim bile olmadı. Şiirle o kadar geç tanıştım işte. Belki onun anısına karalardım bir şeyler. Ruhun şad olsun mutsuz ama güzel kadın Didem Madak. Son dizeyi okuduğumda bir yaş süzüldü sağ gözümden. Küçücük kızına yazacak ne çok şiirin vardı belki de....
Murakaminin dizeleri ile bağlıyorum gönlümden geçenleri. " Yaşamın bir bisküvi kutusuna benzediğini düşün. Kutunun içinde, her tür bisküvi vardır,sevdiklerin de sevmediklerinde, öyle değil mi? Ve insan sevdiğini önce yerse geriye pek sevmedikleri kalır sadece. Ben kötü günler geçirdiğimde hep böyle düşünürüm işte. İnan bana yaşam bir bisküvi kutusu gibidir..."