28 Temmuz 2012 Cumartesi

Ekonomik Gerçekler İstatistik'te Gizlidir...

     Yaprak takvimlerini birer birer koparırken fani dünyada kendi adıma hiçbir değişiklik göremiyorum. Belki de hayatımın son üç aylık yaz tatilini yaşıyorum ama doyasıya bir rahatlık içinde değilim. Telefon her daim gözümün önünde 0212 ile başlayan numaraların beni arayıp "iyi günler Murat Koçhan ile mi görüşüyorum X şirketinden arıyorum" demesini bekliyorum. Hemen sesimi inceltip bir beyefendi gibi konuşmaya başlıyorum  her halde ilk izlenime önem vermekten olsa gerek. Bu hissi yaşayan bir tek ben değilim benim gibi binlerce üniversite mezunu bu stresi yaşamak mecburiyetinde. Eskiden aileler çocukları üniversiteye yollamanın verdiği rahatlıkla 4 yılın bitmesini ve çocuklarının donanımlı bir şekilde işe başlayacağı günü beklerdi. Ne olsa yaparımın yanında ne de olsa diploma sahibiyim de diyebiliyordun. Bugün Türkiye üniversite sayısı bakımından İngiltere'yi de geçmiş bir durumda. Fakat gelin görün ki üniversite mezunlarından 3'te biri işsiz...

       Bizim ülkemizde eleştiri pek hoş karşılanmaz;" ne var yani sen daha mı iyi biliyorsun" gibi bir tepki ile karşılaşmanız olasıdır. Bilimsel verilere göre bir ülkenin ekonomisinde sektör dağılımı önce tarım ağırlıklı olur, sonra sermaye birikimi ile sanayi ağırlıklı üretime geçilir ve artık gelişmiş bir ülke olduktan sonra hizmet sektörü dümeni eline alır. Bizde ise bunun tam tersi olmuş. Peki böyle olan bir ekonomi nasıl oluyor da 134 milyar dolarlık ihracat yapabiliyor diye merak etmiyor değilim. 2001'den bugüne kat ettiğimiz yol ortada diyenler, ihracat rakamları, büyüme rakamları, dolar rezervleri ortada diyenlere şunu sormak istiyorum. Ülke bu kadar büyürken işsizlik rakamları 1 ileri 2 geri gider bir durumda ise bu ülke nasıl büyüdü, bu zenginlik kimin cebine girdi.Gerçekten ilginç bir durum.

       Artık belli bir yaşa geldiğimizden dolayı memleket meseleleri hele de işsizlik meselesi dilimizden düşmez oldu. Suni bir zenginlik içinde yaşar olduk, kimse yarın ne olacağını bilmiyor. Eskiden kredi kartı alabilmek için bankada saatlerce dil döker, belli bir gelirinizin olduğunu garanti ederdiniz. Bugün sokaklara taşan kredi kartı satıcıları broşür dağıtır gibi halkın eline kredi kartı tutuşturuyor. Asgari ücret sahibi bir gencin cebinde kredi kartı ile alınmış 2.000 liralık telefon, evinde plazma TV, dizüstü bilgisayar her yaz Akdeniz sahillerinde kredi kartına 12 taksitle ile tatil evet biz zenginleştik ama başkalarının parası ile müreffeh bir hayat sürüyoruz. Bu ülkeyi bir birim faydası olmayan insanların çoğaldığı bir ülkede suni bir zenginlik içinde birinin cebinden alıp ötekinin cebine koyuyoruz. Yeni nesil para kazanmanın zorluğunu, sahip olduğu paranın değerini bilmeden yetişirken ben durup da nasıl bu ülke 2023'te dünyanın en büyük 10. ekonomisi olur diyebilirim.

       Son seçim kampanyası ile Türkiye'nin gündemine  yeni bir kavram girdi.10 yıl içinde en büyük onuncu ekonomi olabilmek. Evet gerçekten güzel bir hedef neden olmasın demek geçiyor içimden ama diyemiyorum. Şimdi bana ne kadar kıskançsın 10 yıllık iktidarın başarısını kabullenemedin, bu kıskançlık nedir diyenler olabilir ama elinizi vicdanınıza koyun ve bir düşünün:

       Bir iktidarın ne yapıyorsa kendi cebinden değil bizlerden topladığı vergilerle bu hizmetleri sunmak zorunda olduğunu unutmayalım. Bugün GSYİH'sı 770 milyar olan bir Türkiye'de eğer hala temel altyapı hizmetleri eskiye nazaran iyi ama hala aksamış bir şekilde devam ediyorsa bu eksikleri görmek gerek. Avrupa'nın en yüksek faizini verip bankalarımızın rezevlerini doldururken, IMF'ye olan borcumuzu bitirip tahvil sahiplerine borçlanırken, devletin borcunu azaltıp özel sektörü borca batırırken oturup bir düşünmek gerek. Tek kişinin açlık sınırının 1.150 lira civarı olduğu, 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırının 2.750 lira civarı olduğu bir ülkede memur emeklisinin maaşını 1.000-1.500 Ssk  emeklisinin maaşının 600-1000 lira arası olduğu bir ülkenin nasıl zenginleşeceğini düşünün. Bankalara kredi kartı borcunun 200 milyar civarı olduğu bir ülkenin nasıl tasarruf yapabileceğini düşünün. Bir zamanlar İngiltere başbakanlığı yapmış yahudi kökenli Benjamin D'israeli'nin güzel bir sözü vardır: " Üç türlü yalan vardır; yalan, kuyruklu yalan ve istatistik..." 3.000 dolar civarından 10.000 dolara çıkan kişi başına düşen milli gelir ile övünüyoruz .Peki Türk vatandaşlarının kaç milyonunun cebine bir yılda 10.000 dolar giriyor. Bugün krizden etkilenmedik diye övünürken, işsizlik oranı yüzde 20'leri aşan İspanya'nın bile kişi başına düşen milli geliri bizden yüksek. Maalesef propagandaya çabuk kanan bir milletiz devletin dolan kasası ile sanki kendi cebimiz dolmuş gibi sevinip ay sonu geldiğinde hüsrana uğrayan bir millet...

     Bugün montaj üretiminden seri üretime geçememiş, ihracattaki katma değeri %20 bile olmayan (yani üretilen bir birim mala %20 bile katkı yapamayan) bir ülke, üniversite mezunlarının iş bulma oranının %30 olduğu, diplomasından dolayı kendisine iş beğenemeyen, hazırla geçinmeye alışmış, kredi kartı olmadan ay sonunu getiremeyen  bir ülke inşallah 10 yıl içinde en büyük on ekonomiden biri olayım derken en borçlu on ülkeden biri olmaz...

       Karamsarlık bize yakışmaz; ama gözü bağlı bir şekilde yel değirmenini dövmekte bize bir şey kazandırmaz.
       

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Hayaldi Gerçek Olacak mı !!

           Güzel bir  uykudan sonra insanın kafasının dağılması,zihnen ve bedenen rahatlaması kadar güzel bir şey yok.Bir süreliğine bu rahatlığı yaşadıktan sonra tekrar gerçek dünyaya dönmek biraz acı verici oluyor;ama zaman akıyor bir şeyleri değiştirmek bizim elimizde...

            Uzun bir aradan sonra İstanbul'a yeniden dönmek ve eski arkadaşlar ile beraber olmanın tadı bambaşka oluyor. Her yıl biraraya geldiğimizde koskoca bir yıl nasıl geçmiş deyip hayıflanıyoruz. Bir zamanlar her istediğimizi yapamıyoruz,istediğimiz vakitte dışarı çıkamıyoruz diye annelerimizle az didişmezdik."Bir an önce büyüsem de  kendi kararlarımı kendim versem" demeyenimiz yoktur. Evet büyüdük, ne değişti hayatımızda,kendi kararlarımızı verecek yaşa geldik.Hatta kimi arkadaşlarımız evlendi,çocukları olanlar bile var. Kimileri okulu bitirdi ve hemen iş hayatına atıldı.Artık eskisi kadar birbirimize vakit ayıramıyoruz.Kimi arkadaşlarımız ise bir dala tutunamayıp erkenden askere gitmekte buldular kaçışı...Çocuk iken hiçbirimiz düşünmezdik; bir gün birer yetişkin olduğumuzda birbirimizden çok uzaklarda,farklı şehirlerde,farklı insanlar ile beraber olacağımızı.

           Bugün kardeşimin o masmavi gözlerine bakarken içinde kaybolu verdim. Onun yerinde olmak nasıl bir duygudur diye düşünmüyor da değilim. Kimseyi tanımıyor,arada sırada beni aramıyorsun hayırsız diyen arkadaşları yok,herhangi bir planı yok,geleceğe dair kaygıları yok. Sonra şöyle bir silkelendim ve kendime geldim.Bu sefer kendimi düşünmeye başladım.Hem kendi yerime hem de onun yerine kaygılanıverdim. Kolay değil,bazı şeyleri o değil ben başarmak zorundayım. Öncelikle iyi bir abi olmak gibi ustalık isteyen bir dalda aşama kaydetmeliyim,sonra üzerime düşen görevleri yerine getirmeyelim.Ona iyi bir çocukluk ve gelecek hazırlamak...Halbuki bundan birkaç yıl önce böyle değildi bazı şeyler,bir tek ben vardım,okulum bitince kendi yağımda kavrulur,kimseye eyvallah demem yuvarlanıp giderim diye düşünüyordum.Demek ki bazı şeyler benim elimde değilmiş:)

           Kendi kendime bazen soruyorum neden bu kadar çok geriyorsun kendini Murat,amacın nedir neden bu telaş ve kaygı? Sonra kendime has cevabımı veriyorum. Bugün ne yapıyorsam hiçbiri kendim için değil;yaptıklarım ve yapacaklarımın hepsi ebeveynlerim,kardeşim,bana her konuda maddi ve manevi açıdan destek çıkan akrabalarım ve dostlarım için diyorum. Aslında kocaman bir yalan bu,ben kimim ki kendimi düşünmeden önce herkesi düşüneceğim.Bu dediklerim sadece birer basamak; onların yüzünü kara çıkarmamak,onlara layık bir evlat,akraba,eş,dost olmak sonunda bana da arzuladığım mutluluğu getirecektir diye düşünüyorum.Ama gel gör ki;bu hiç de kolay değil.Bana inanmadıkları anlar olacak,hakkımda yanlış düşünecekler,aramızdaki samimiyet ve sıcaklık belki yavaş yavaş azalacak.Buna rağmen acaba hala içimdeki tutku ve azmi barındırabilecek miyim orası meçhul.

           Belki de yanlış yoldayım.Zaman ellerimin arasında kayıp giderken,ben yarınımı düşünüp bugünümü bir kenara itiyorum.Ya ilerleyen zamanlarda düşüncelerime gerçekleştiremezsem veya gerçekleştirsem bile düşündüğüm rahatlığa kavuşamazsam.Ne olacak bunca zaman yaşadıklarım ve yaptıklarım çöpe mi gitmiş olacak.Bunun hakkında şimdiden fikir yürütmem zor,yaşayıp göreceğiz...

24 Temmuz 2012 Salı

Hangi Demokrasi


      Demokrasi, üzerine çokça konuşulup yazılan hatta uğruna katliamlar yapılıp milyonlarca insanın kanının döküldüğü bir düşünce, ideoloji bir çok şey diyebiliriz. Her an her gün tv'lerde, yazılı medyada yer bulan bu konu hakkında bende bir şeyler yazmak istedim...

      Antik çağdan günümüze filozoflar ile başlayan bu fikir akımı Roma'da dikkate alınmış, Rönesans'da üzerine eserler verilmiş ve Fransız ihtilali ile zirve yapmış diyebiliriz. Yani bugün yaygın kanı ile söyleyecek olursak demokrasi sonu olmayan bir yolculuk ve her geçen gün gelişmekte olan bir yönetim biçimidir. Bu kanıya  herkes doğrudur diyebilir ama bana pek de inandırıcı gelmiyor açıkça. Tarih kitaplarında okuduğumuz üzere demokrasiyi sınıflandırıp saf demokrasi, temsili demokrasi gibi ayrımlar yapıyorsak demek ki geçmiş daha demokratik bir yapıya sahipti. Şimdi bu sözün üzerine skolastik düşünce, cahiliye döneminde yaşayan bir insan topluluğu nasıl olurda demokrasi ile yönetilir. O zaman ben bugüne bakarım...Madem medeniyet bu kadar gelişti, monarşi yıkıldı, insan hakları bildirgesi yayınlandı ve mahkemesi kuruldu, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildi, teknoloji en ileri düzeyde ve en önemlisi bilgiye, doğruya ulaşmak bu kadar kolay iken insanlık geçmişe nazaran bir adım öne mi gitti. Hiç zannetmiyorum. Sadece insanlara haklarından vazgeçmesi veya unutması için ellerine oyuncaklar verildi.

       Daha çocuk yaşta haksızlıklara uğrayıp hak arama peşine düşüyoruz. Belli ideolojilere hayran olup siyasi ve sosyal hareketin içinde bulunuyoruz. Kendi doğrularımızı inanıp kendi yolumuzdan ilerliyoruz. Ta ki başkalarının doğruları ve yoluyla kesişene kadar. O andan itibaren güçlü olan iktidarını kurarken, yenilgiye uğrayan demokrasi çığlıklarıyla hakkını aramaya başlıyor. Yani iktidarın var olan demokrasisi azınlığın demokrasisini ortadan kaldırıyor. Ve en nihayetinde var ile yok arasında bir demokrasi tartışmasına başlayıp günümüze geliyoruz. Çok güzel bir söz vardır bu konu hakkında: "Demokrasi vardır ama benim partim kazanırsa..." Kısaca eğer bir demokrasi varsa şu an kimin demokrasisini yaşıyoruz?

        Savaşın, ölümün, mağduriyetin, esaretin olduğu bir dünyada biz insanlar hep varolan sistemi eleştirdik. Zamana göre farklı isimler verdik. Feodalleri beğenmedik, Krallıklar kurduk, bir akım başlattık Cumhuriyetleri kurduk ve şimdi Cumhuriyetin olduğu bir ortamda arayışlarımız devam ediyor...

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Düşünmeden Edemiyorum

          Tuhaf bir ruh haline bürünmüş durumdayım. Kendimi ne rahatlamış ne de stresten patlamış gibi hissediyorum. Sanki araftayım. Böyle bir ruh haline bürünmüş olmamım sebebi belki de geleceğe dair belirsizliktendir. Artık sorumluluktan, gerçek yaşamdan kaçma imkanım yok. Çocuk değilim, şefkatli ellerin başımda gezdiği cebime harçlık koyup dilediğimce harcayabileceğim bir dönemde de değilim. Ayaklarımın üzerinde sapasağlam durup esen rüzgarı karşıma alma zamanım geldi. Peki ben bu rüzgara karşı koyabilecek güce ve inanca sahip miyim orasına henüz karar veremedim...

           Birkaç haftadır yeni bir mezun olarak işverenlerin kapısını çalıyorum. Nedense bulunmuş olduğum mülakatlarda heyecandan eser yok...Bunun sebebi kendime olan güvenim veya iş bulamam diye bir kaygının olmamasından da kaynaklanmıyor. Sadece kafamda bazı çelişkiler var. Ülke ekonomisi bu kadar iyi olmasına rağmen (iddia edilene göre) GSYİH tavan yapmış, ihracat-ithalat bilmem ne kadar artmış, kişi başına düşen milli gelir 10.000 $ civarını aşmış, doğrudan yatırımlar ülkeye gelmiş, anadolu kaplanı harekete geçmiş lafonteine'den masallar kulağımıza çalınırken neden milyonlarca üniversite mezunu hala iş bulamam kaygısı ile yaşar anlayabilmiş değilim:)

         Bazen alıp başımı uzak diyarlara gidesim geliyor; ama öyle ömrümü yollarda geçirmek gibi bir niyetim yok. Küçük bir sahil kasabasında bahçeli bir evim, ufak bir kümesim, güzel bir tarlam ve büyük bir kitaplığım olsun istiyorum. 22 yaşında antropoza mı girdim zihnen emekli mi oldum bilemiyorum ama her gencin hayalini kurduğu lüks ve hızlı hayat yerine sakin ve sade bir yaşam benim daha çok ilgimi çekiyor. Ama bunu gerçekleştirmem ömrümden ömür alacak gibi. Bana bu güne kadar emek veren ve bir yerlere getiren insanlara karşı olan vefa borcumu yerine getirmeden kendi yoluma gitmek imkansız benim için.

        Küçük şeylerle yetinmek zorunda kalmak hayatım boyunca karşılaştığım bir durumdu benim için. Çocuk aklımla neden yetinmek zorundayım diye kendime kendime söylenirdim; ama her ne kadar çocuk olsak da etrafımızda olup bitenlere yüz çeviremiyorduk. Bugüne kadar paraya değer veren, para için herşeyi yapabilecek olan birisi olmadım.  Ama parasız da yapamadım. Karl Marx'ın insan yaşamına dair geliştirdiği formül bence bugünde geçerliliğini sürdürüyor. f(Mana)=Madde Yani her ne kadar gerçek mutluluk sevgi ve paylaşmaktan ibaret ise de cebimiz yeterince dolu olmazsa sevgi ve paylaşım bir şey ifade etmiyor.

         Çok şükür bazı değerlerin farkına gençliğimi kaybetmeden vardım; gerçek zenginliğin aile olduğunu anlayabildim. Bugün eğer dimdik ayakta durabiliyorsak kimseye muhtaç olmadan, el açmadan yaşayabiliyorsak bu sırtımızı yaslayabileceğimiz, elinden tutabileceğimiz bir ailenin olmasındandır...Bizler büyüdükçe aramızdan sıra sıra ayrılan büyüklerimiz oluyor. Önceden bunların olabileceği aklıma gelmezdi, daha zamanı var derdim. Zaman denen şey öyle çabuk akıyor ki sevdiklerimizin elleri elimizden kayarken sıkıca tutup gitme diyemiyoruz. Şimdi o koca çınarlar görevlerini yerine getirmenin rahatlığı ile (evlat yetiştirip,torun sevmenin tadına vardıktan sonra) ebedi yolculuğa yelken açıyorlar. Geriye kalan ise birkaç ıslak mendil, seven kalpler ve unutulmaz hatıralar....

            

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Sistem'e Bir Bakış

       Güneş ışıkları penceremin kenarından gözüme vururken İstanbul'da güneşli ve bir o kadar da sıcak bir günün olacağının habercisiydi bu durum. Henüz tam olarak alışamadım evimde uyanıp kahvaltı yapmaya, her üniversite öğrencisinin mezun olup temelli olarak eve dönüşünden sonra yaşadığı rutin duygular olsa gerek benimkilerde.
        Büyük bir hevesle; kendime yeni bir hayat,daha özgür bir yaşam kuracağım hevesi ile terk ettiğim evime yine büyük bir hevesle geri döndüm. Tabi bu sefer şartlar ve koşullar benim aleyhimeydi. Dile kolay 5 yaşımda iken adım attığım okul yaşantıma 17 yıl sonra veda ettim.17 yıl koskoca bir ömrün dörtte biri okul sıralarında dirsek çürüterek yitip gitti. Yitip gitti diyorum çünkü bu 17 yıl bana pek de farklı şeyler katmadı. Tekrar etmek bilginin kalıcılığını sağlar fakat eğitim sistemi bize tekrarı değil ezberi dayattı. Çok şükür diyorum bu çileli günleri geride bıraktım;çünkü yarının ne olacağı belli değil. Eskiden 13-14 yaşına kadar standart bir eğitim alır,ne olacağına, kendine nasıl bir yol çizeceğine ondan sonra karar verirdin. Peki şimdi öyle mi? Aileler çocuklarının geleceklerine artık yatırım yapıyorlar. Okul öncesi eğitimde 5 yaşındaki çocukların ileride ne olacağına karar verilip ona göre bir eğitim haritası çiziliyor. Evet bu güzel bir gelişme bilinçli ve sağlam temeller üzerine kurulmuş bir eğitim sistemi oluşturulabilir; fakat el kadar çocuklar daha küçücük bir yaşta yarış atı gibi birbirleriyle rekabete girip sinir, stres harbi yaşıyorlar. Alt tarafı seviyelerini ölçecekleri bir sınava hazırlanmak için geceli gündüzlü çalışıp,dershanelere tonlarca para akıtıyorlar ve bunu her 4 yılda bir tekrar ediyorlar. Kolay değil böyle bir yaşantıyı 17 yıl devam ettirmek.
       Bazı zamanlarda ailelerimiz bize yetişkinlerin hayatının zorluklarından bahseder, okumakta ne var: "ah keşke bizde sizin yerinizde olabilsek deyip" bizleri küçümserlerdi. Şimdilerde bu lafı söylerken iki kere düşünüyorlar. Eğitim hem masraflı hem de daha meşakkatli bir hal aldı. İnanın bana 2 yaşında kardeşimin bile ilerde nasıl eğitim alacağını, bizim ona nasıl imkanlar sunacağımızı ve nereden nasıl başlamamız gerektiğini şimdiden düşünmeye başladık. İnsan 50 yıl öncesini özlemiyor da değil, çocuk dünyaya geliyordu kendine kendine okuyup adam oluyordu :)

10 Temmuz 2012 Salı

Kendi Kendime...

     Çok şükür üniversite hayatıma da noktayı koydum,ama öğrenim hayatım devam ediyor.Üniversiteye gitmeden önce hep izlediğim filmlerin ve okuduğum kitapların etkisi altındaydım.Üniversiteye gireceğim,yeni insanlarla tanışıp,farklı düşünceler edineceğim,yeni fikirlerin etkisi altında yeni ufuklara yelken açacağım.Çok iyimserim değil mi hakikaten gerçek hayat ile filmlerin bir olacağını düşünecek kadar safmışım.
      Aslında eleştiremiyorum da bu durumu herkes kendine göre haklı.18 yaşında hatta 25-26 yaşında bile anca üniversiteyi kazanabilen insanlar Türkiye'nin farklı yerlerinde bir araya geliyorlar;amaç nedir okumak mı yok hayır zannetmiyorum.Okumak zevk işidir,bir zanaatdır,her satırda her kelime de farklı bir ruh haline bürünür farklı bir kimliğe sahip olursunuz.Peki neden okumayı sevmiyoruz? Sanırım bu sorunun cevabı gayet net.Ne okuyacağımıza bile biz karar veremiyoruz. Her şey piyasa şartlarına göre gerçekleşiyor. Çocuk iken bir futbolcu, pop yıldızı, mühendis, pilot olmak gibi hayallerimiz vardı. Sonra okula başladık; birileri bize önce basitten matematiği, fiziği, kimyayı öğretti o da yetmedi olayı daha da karmaşık hale soktular. Bir de yetmezmiş gibi bizi bunlardan sınava tabi tutup üniversiteye girme şartı olarak önümüze loydular.       
        Sayısal okuyanların zeki ve sorumluluk sahibi, sosyal bilimlere ilgi duyanların ise tembel ve başarısız olduğunu düşünenlerin sayısı yadsınamayacak kadar. Edebiyat hocalarının kendi fikir dünyasını aşıladığı öğrencilerden yaratıcı,tarihçilerin taraflı anlattığı tarih dersinden sonra da öğrencilerin objektif olmasını beklemek eşekten şarkı söylemesini beklemek gibi birşey bu ülkede...
        Bugün milyonlarca genç geleceğin akıbetsizliğinden dert yanar durur. Onlardan biri de benim. Zamanında istediğim lisede istediğim üniversitede eğitim alabilecek miyim diye düşünürdüm. Şimdi severek yapabileceğim, hakkımı elde edebileceğim, önümdeki 5-10 yılın planını yapabileceğim bir işe sahip olabilecek miyim diye her gün kendimi yiyip duruyorum. Ne için peki? Sıf çevremdekilerin alaylı bakışları ve iğneliyici sözlerinden bir an önce kurtulabilmak için mi? "4 sene üniversiteye gittin,o kadar kitap okudun,diploma aldın hala işsiz misin veya ala ala bu kadar mı maaş alıyorsun:)" Sadece birilerine karşı güçlü görünebilmek, ailemize karşı mahçup olmamak, toplum içerisinde saygınlığa sahip olmak, daha çok paraya sahip olmak...Okumak bugün sadece bundan ibaret...

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...