29 Ocak 2017 Pazar

Hangimiz Sevmedik...

      Sıraselviler'den Cihangir'e doğru ilerliyorum. Yıllar olmuş gelmeyeli o güzelim yerlere. Alışmışız Kuzguncuk ile Çengelköy hattına. Ara sokaklardan birinin duvarına yazmışlar "Hangimiz Sevmedik" diye... Hobaa birden kulaklarımda Müslüm baba. Kafamı usanmış aşıklar gibi sallaya sallaya ilerliyorum. Deli gibi sevmek ruhumuzda var ulan. 

        Tutunamadık gitti hayatın yemyeşil dallarına. İsyanımız Allah'a değil haşa; ama ne olacak bizim bu ruh halimiz diye de düşünmüyor değilim. Hayaller kurarken bulduk bir cenderenin içinde kendimizi. Sıkıştık kaldık iyi mi! Şiirler yazıyoruz olmayan kadınlara, geçim derdi çıkmıyor  hiç aklımızdan, bak yine bir vefasız yelken açmış bir başkasının hayallerine... Ne olursa olsun benim mutluluğumu kim gasp ettiyse helali hoş olsun. 

      Sevemedik gitti bir kadını, yıllarımız birisinin peşinde heba olmadı. Hep realist baktık, gidenlerin arkasından el sallamadık, bir rakı sofrasında gazel atmadık. Bağlanamadık, kimse de bizi sahiplenmedi. Kollarına emanet edeceğimiz sevdalarımız olmadı. Aptallar gibi davranamadık. Sahi kendimize yediremediğimizden mi? Yoksa bir küçük çocuğun kalbiyle sevemediğimizden mi? Katlanamadığımız kalabalıklar sarmış etrafımızı, yalnızlık diz boyu, deniz kenarında çocukluğumu parça parça kopartıp martılara atıyorum. İyi bir insan olmak istiyorum ama ilişkilerde yeterince süre alabildiğimi düşünmüyorum. Ya kendimi anlatamıyorum ya da çok açık sözlüyüm. 

    Ben yer yanımla eksiğim, diğer yarımı arıyorum. Ben karamsarım, aydınlık kısmıma şiirler yazıyorum. Ben saçlarına aklar düşmüş küçük bir çocuğum, aynı kaldırımda sevebileceğim bir kadınla oyunlar oynamak istiyorum. Öğreneceğim çok şey var farkındayım, ben sabırla bana sevmeyi öğretecek bir kadının hayalini kuruyorum. Mutluluk teneffüs ziliyle gelen kısacık molalarda olsa da razıyım. Dersimiz Sevmek, Konusu Bir ömür devam ettirebilmek... 

       

            

28 Ocak 2017 Cumartesi

Bir İstanbul Masalı...

        İstanbul'u en çok iki zamanında seviyorum. Kışın karpostal misali zamanlarda ellerin cebinde, soğuk havayı içine çeke yürüyorsun ya. Galata köprüsünün üstünden geçerken oltalar atılıyor bir bir denize. Haydi rastgele. Oltadaki balığın son çırpınışları ve balıkçının yüzündeki o sevinç göstergesi.Şehir hatları vapuru beyaz bir kuğu gibi süzülüyor boğazın serin sularında. Bacasında tüten kara dumanlar, bir bardak sıcak çayı iki elinin arasına alıp ısınan insanlar, martılara simit atanlar, yalnızlığa göz kırpanlar, geçmişe özlem duyanlar, gidene el sallayanlar evet hepsi aynı vapurun yolcusu. Ben şahidiyim tüm bu olanların. 

           Yaş 26'nın son demleri, çarpık dişlerimle dilimi hafiften ısırıyorum. Saçlarıma aklar erken düşse de bakmayın yaşlı göründüğüme, içimdeki küçük çocuk komşunun camını kırmak için can atıyor hâlâ.  Teoman'ın mutsuzluğa ve karamsarlığa yazdığı şiir  tadındaki şarkılar dilimde. Kulağımda tınısı yağmurlu bir İstanbul akşamı ben, keyfim ve yalnızlığım demleniyoruz dem meyhanesinde...


             İstanbul'u sevdiğim diğer bir zaman bahar aylarının gelinlik kızlar gibi çiçek açtığı zamanlar. Ne yazın kavurucu sıcakları ne de kışın titreten soğukları var. Ada vapurunda elimde kitabım, sabahın ilk ışıklarında önce Sait Faik'e bir selam çakıyorum. Büyükada'da bir zamanlar yaşamış Nurullah Ataç ama bugünlerde Ataol Behramoğlu'nun mekanı... Bir şansımız olsa şiirden konuşsak onunla. Adalar demişken sonra aklıma Halikarnas Balıkçısı geliyor, Bodrum onunla iken daha güzeldi. Bir de Datça'sına aşık Can Babamız vardı ya.  Yaşadığı yeri insanlardan daha çok seven şair adamlar...


              Mesela Kuzguncuğun o tarihi ağaçlarının arasından ağır adımlarla ilerliyorsunuz. Sanki koca koca ağaçlar sizi selamlıyor geçerken. Dükkan önlerinde tabureler, çay içerken o serçe parmak huzura kalkıyor şahidiyim a dostlar. Tavlada kaybeden elbet oluyor ama dostluk her zaman baki. Çengelköy var bir de biz hıyarlarını yiyemedik ama; böreği de çayla güzel gidiyor. 

              Çok hızlı yaşıyoruz oysa şiir tadında yaşasak hayatı daha da bir güzel olmaz mı? Az ama öz arkadaşlar. Muhabbetine doyum olmaz lakin bir de ağacın altında tek başına soluklan bakalım. Çıplak ayaklarınla bas hele o güzelim toprağa. Ne dert kalsın ne keder içinde. Bir de türkü tutturdun mu ohh değmeyin keyfine. 


              

25 Ocak 2017 Çarşamba

Neden mi Hayır? Bilmem ki...

       Ne zamandır siyasi bir yazı yazmıyorum. Bir zamanlar çok yazdım bir faydasını görmedim. Ailemizi, akrabalarımızı, arkadaşlarımızı karşımıza aldık. Çok kalpler kırıldı. Mevlana'nın bir lafı var: "Sen ne kadar bilirsen bil, senin bildiğin karşındakinin anladığı kadardır." Hee bir de hazır Uğur Mumcu'nun öldüğü ay içerisindeyiz. Onun da müthiş sözünü hatırlamakta fayda var. "Bu ülkenin insanları bilgi sahibi olmadan fikir oldular."

         İnsan önce safını belli etmeli. Hepimiz bir takımın taraftarıyız. Takım kötüye gittiğinde yönetim istifa diye bağırıyoruz. Bizim aldığımız ürünlerle, kombinelerle milyonluk eşekler hayatını yaşarken; küçücük çocuğunu sırtına alıp yağmur çamur demeden maça giden babalar var bu ülkede. Tıpkı bu ülkeye olan borcunu peşin ödeyen biz vatandaşlar gibi. 

     Yıllarca emek ver, büyüt, okut, evlendir, yuvasını kur. Sonra o güzelim çocuk Suriye bataklığında, PKK pususunda can versin. Niye "kahramanlar ölür, vatanı yaşatmak için". Çünkü bu ülkede bir insanı öldürmek, yaşatmaktan daha kolay. Siyasi bir karşılığı, uhrevi bir mükafatı var. Öğretmen olmanın hayaliyle yanıp tutuşan bir kızı düşünün. Atanamayıp polis oluyor. Her sabah nöbet tuttuğu yerden okula giden çocukları izliyor. Onlara gözü gibi bakıyor. Gözü gibi baktığı çocukların önünde şehit ediyorlar. Niye "kahramanlar ölür, vatanı yaşatmak için"  

         Düşünün ki okumanın, bilgi sahibi olmanın, liyakat sahibi olmanın hiçbir değeri kalmamış. Yarı cahil, sorgulamayan, hangi kaynaktan bilgi sahibi olduğu belli olmayan insanlar sizi cehaletle suçlasın. Argümanı hazır. "Eğitim cehaletinizi almış eşekliğiniz baki kalmış. Çok okumuşsunuz ama boş okumuşsunuz. Yanlış kişileri okumuşsunuz." 

             John Lennon ne demişti: "Şiddet kullanmak zorunda kalmaya gelirse iş, sistemin oyununu oynuyorsunuz demektir. Kurulu düzen seni tahrik edecektir. Sakalını çekecek, yüzünü dürtüp kavga etmeye zorlayacak. Çünkü seni şiddete bir yöneltince, seninle nasıl başa çıkacaklarını bilirler. Başa çıkamadıkları tek şey pasif direniş ve mizahtır." Evet Gezi Parkındaki eylemler pasif bir direniş olarak başladı. Ağaç bahane diyorlar. Evet polis müdahalesi ile süreç maalesef istenmeyen duruma geldi. Kim kazandı peki. İktidar oyunu kendi kurallarına göre oynadı. Mağduriyeti kendine, suçu başkalarına biçti.  Bu ülke darbe döneminde bile gizli saklı tiyatro oyunları ile kabare şovları ile mizahını yaptı. İnsanlar hapse girmeyi göze aldılar. Bugün gelinen son nokta kral soytarılarının dolduğu televizyonlar, tiyatro yapmak için borç harç çalışan emekçiler...

      Ülkenin geleceğine karamsar bakmıyorum. Ahlayarak vahlayarak bir yere varamayacağımızda kesin. Herkes tarafını seçti. Bundan sonrası kendi yolumuzun inşası için elimizden geleni yapmak. Ne diyor Che; "Savaşan kaybedebilir. Savaşmayan çoktan kaybetmiştir. " Daha çok okuyacağız, düşüneceğiz, eleştireceğiz, her şeyin en güzelini isteyen halk. Adaleti, eğitimi, özgürlüğü, sanatı, insanca yaşama hakkını istemeyi de öğrenecek. Tek bir adamın diktasına ihtiyacımız yok. Bu halkın bilge ve yol gösteren, sözünün arkasında durabilen, dün  ak dediğine bugün kara demeyen, dini sömürmeyen bir öndere ihtiyacı var. Yoksa rejimi değiştirmişsin ne farkeder. Eşeğe altın semer vursan eşek yine eşek... 

          


21 Ocak 2017 Cumartesi

Kendine bak Kendine...



        Zafere gidilen yolda çekilecek çilemiz bitmemiş olsa gerek. İş çıkışı İstanbul'un puslu havasını sonuna kadar çekiyorum ciğerlerime. Dedikoduyu, yarım kalan işleri, hedefleri, kariyeri, insanların amansız mücadelesini arkamda bırakıyorum. Biraz daha fazla para, omuzlardaki rütbeye bir fırfır daha. Ego tatmin edilmeli tabi ki. Hayalleri suya düşenleri teselli edenler de mutlaka olmalı. Sorun  bakalım onlara nerede yanlış yaptıklarını?  Ya da sormayın ya. Ne de olsa onlar her zaman haklı. 

     Güvensiz kalplerimizi karaktersiz insanlara borçluyuz. Ve bize sürekli güven telkin etmeye çalışanlar var etrafımızda. Ağzından bal damlayan arının bile, kıçında iğnesi var. Hangi güvenden bahsediyorsunuz. Sahi nasıl beceriyorlar? Birbirinin kuyusunu kazan insanlar aynı karede kol kola girip gülebilmeyi. 

     Neyse neyse Allah bizi hak etmediğimiz beklentilerin içine sokup, sonrasında itin götüne sokulanlardan eylemesin. Kara mizaha, kendi yolumuzun inşasına, dobra dobra konuşmaya, kahkaha atmaya, şiir tadında yaşamaya, içimizden geldiğince gülümsemeye devam... 

      Gerçek dünyaya dönelim. Mahallede yine davul zurna eşliğinde kız almaya gelmişler. 23 yaşında evlenen iki çift. Allah muvaffak eylesin diyeceğim ama önce gidip birader bu nasıl cesaret diyesim geldi içimden. Fakat sonra yanlış anlaşılıp linç edilirim diye siktir ettim. Gün geçmiyor ki tuhaflıklar kulağımıza gelmiyor olsun. Çok sevgili bir abimiz okulu 8 yılda bitiren oğluna ödül olarak Audi A7 almış. Çok emek sarf etmiş. Boru değil uluslararası ilişkileri sıfır yabancı dille bitirip, memleketin boka batmış dış politikasına emanet edeceğimiz donanımlı bir genç. Şaka şaka baba mesleği müteahhitlikte çığır açacak. Oğlunun bugünlerini gören cefakar annenin son bir isteği daha varmış. Hayırlısıyla evlendirip mürevvetini görmek. Böyle delikanlıya kızını vermeyecek aile tanımıyorum. Kınaları yakın, evlilik yakın...

        Özel okullarda harcanan binlerce liradan sonra göt zoruyla bitirilen okullar, eş dost referansıyla bulunan işler, davul bile dengi dengine denilip evlendirilen aşıklar... Ulan biz göt kesen mücadelesi verelim, Yaşar usta gibi fazla gurur götümüze vursun. Elalem çoluğuna çocuğuna iş bulsun, cebine parasını, altına arabasını, yatağına karısını koysun. Düğün ile balayı da hediyesi olsun. Biz de gidelim en mutlu günlerinde alkış tutalım. Kıskanacak yaşı geçtik. Aptal yerine mi koyuyorsunuz lan bizi :) Çocuklarının başarı hikayelerini anlatıp, memleketin sikilmiş talihine bakıyorum. Sonumuz hayırlıdır inşallah. 

                 Ne diyor Can Baba;
Kendine bak kendine...
Özüne sözüne benliğine.
İlgilenme kimseyle, kim ne yemiş, ne giymiş.
Bundan sana ne. Sen kendini besle
Bilgiyle, sevgiyle, şefkatle. Ancak o zaman ulaşırsın.
İnsan olmanın erdemine...

Baba doğru diyor ama memleket özüne, sözüne bakan insanların bahtına incir ağacı dikmiş durumda. Başarı hikayesi diye anlatılanlar ortada. Bilgisiyle, mütevazılığıyla örnek olan insanlar bir köşeye sinmiş. Yani o güzelim insanlar beyaz atlarına binip çekip gitmişler. Demirin tuncuna insanın piçine kalmışız a dostlar...

            

            

17 Ocak 2017 Salı

Nostalji Kuşağı'nda : 90'ların Çocukları...

      Çok karamsar yazılar yazdığıma bakmayın aslında ipimle kuşağım, sikimle taşağım bir hayat yaşıyorum. Saçlarım erken beyazlamış, ulan hafiften de böyle yandan yandan açılıyor. Büyüdük kocaman adam olduk, elimiz ekmek tutuyor, kariyer falan eh işte, fikirler de az çok olgunlaştı. Hep bir anlam atfettim hayatıma " Ben mutlu olacağım" diye, fakat öyle hayal kurmakla, çalışıp didinmekle olmuyormuş. Bok yiyenin evladı bunu anlamak için binlerce kitap okuyup, film izlemeye ne gerek vardı diye soruyorum kendime. 

     En kolay yolu seçip nostalji tadında yaşamaya başladım hayatı. Tarkan'ın ilk albümlerini dinliyorum, her şarkı sözü birbirinden farklı ruh halime hitap ediyor. Gülay'ı hatırlayanlar vardır, favorimdir kendisi. "Bahar geldi geçti, sen gelmez oldun."  MFÖ, Zerrin Özer, İzel-Çelik-Ercan, Grup Vitamin, Sertab Erener, Nilüfer, Kayahan, Sezen Aksu, Ahmet Kaya.... Ulan daha da gerilere gittim. Nostalji kuşağından İlhan İrem, Erkin Koray, Edip Akbayram, Cem Karaca, Şenay ile hayat bayram olsa... 

        Üniversite'de  solcuyum diye takılıyordum. İçimizde gizli bir anarşizm vardı. Kalın kalın kitaplar okuduk, kitaplıkta tuğla gibi yer kaplıyor anca... Bu hayata verilecek en güzel tepkiyi şairlerin mısralarında buldum. Garip Akımı, İkinci Yeniler tabiki... İsimlerini saysam sanırım bu yazıyı bitiremem. Didem Madak ile Şükrü Erbaş bizim jenerasyonun baş tacıdır. 

         Bir zamanlar futbolcu olma hayali kuran ben, bugün ayağıma top değmesini geçtim. Oturup ağız tadıyla maç bile izlemiyorum. Endüstriyel futbol amatör ruhumuzu da aldı götürdü. Halbuki çıkartmalarını biriktirdiğimiz futbolcuların hayat hikayelerini bile bilirdik.  94'de Roberto Baggio'nun kaçan penaltısı ile başladı sevdamız. 98'de efsane jenerasyonun dümeni Zinadine Zidane'da idi. Gerçek Ronaldo 9 numaralı formayı giyerdi bize göre. Totti ve Gerard semt çocuğu olarak kaldılar ömürleri boyunca. Ronaldinho futbolun gülen yüzüydü. Roberto Carlos gelip Sivas'ta çay içti ya la... Bu gözler nelere şahit oldu. Bugünün düz topçuları diyeceğimiz adamlar takır takır atıyordu golleri. İnzaghi, Trezeguet ve tabiki Gabriel Batistuta...

        Neden düşüncelisin diyorlar. Kaç yaşındasın ki çocukluğundaki ortamı özlüyorsun diyorlar. Alevi komşularımız vardı, beraber camiye giderdik teravih namazlarında. Muharrem ayında aşure ikram ederlerdi bize. Birbirimize öylesine sahip çıkardık ki, mezhep denilen şeyin ne olduğunu bilmeden büyüdük biz mahallemizde. Bir kutu kolayı dört kişi döndük. Fruko gazozu içmek için 3 saat maç yapmak zorundaydık. Okul çıkışları taze salatalık kokardı hatırlar mısınız? Tuzlayıp uzatırlardı bize. Leblebi tozu yiyip ağzımızdan püskürte püskürte konuşurduk. Bir iddia uğruna midye tezgahını kapatırdık.  Şair Didem Madak'ın dediği gibi "Dünya bir daha hiç bir okul çıkışı gibi kokmayacak mı?"

         Karamsarlıktan yola çıkıp güzel günleri yad ettik a dostlar. Karamsar düşüncelerin altında güzel çocukluğumuzun anıları saklı oysa ki... En büyük hayalim çocukluğumu aratmayacak bir yetişkinlik yaşamak. Belki hayalden öteye geçmeyecek ama ne diyor Ernesto Che: " Belki hiçbir şey yolunda gitmedi ama hiçbir şey de bizi yolumuzdan etmedi..." O zaman Selam olsun devrimci çocuklara...

15 Ocak 2017 Pazar

Medeni Sahtekârlar...

        Bilmiyorum şu yaşadığım ruh halini sizlerde yaşıyor musunuz? Mutlu olmak için her şeye sahibiz. Sevgisini belli etmeyen bir baba; otoriter, dediğim dedik, ağzınızdan çıkanlara önce kızan sonradan hak veren, ne eksik ne fazla biz babamızdan ne gördüysek oğlumuza da o kadarını gösterdik diyebilecek kadar da açık sözlü. Eleştirme lüksünüz yok. Çünkü baba her zaman haklıdır. 

        Bir de sevgisini gereğinden fazla belli eden anne var. Bizim yapamadıklarımızı evladımız yapsın. En iyi eğitimi alsın, hiç bir şeyden eksik kalmasın. Ama şımarmasın da. Aza kanaat etsin, çoğu için hep çalışsın. Haksızlıklara boyun eğmesin ama büyüklük bende kalsın deyip sesini de yükseltmesin. Hayal tabi ki kursun. Ama ailesinin gerçeklerini de unutmasın. Para kazanılmadan kurduğun hayallerin bir önemi yok sakın unutmayasın. 

            Yattığım yatağın bazasına kadar kitapla doldurdum odamı. Dört duvar şairlerin şiirleri, afişleri ile donatıldı. Her gece yatarken boş beyaz tavana gözlerimden yansıtıyorum hayal dünyamı. Film şeridi gibi geçiyor önümden. Altı çizili binlerce kelime, yazdıklarım, yaşadıklarım, tecrübe ettiklerim hepsini çöpe atın. 26 yaşında düştüğüm boşluğu nasıl anlatsam bilemiyorum. Söylediklerim hatta yazdıklarım şikayet değil haşa... Halimize şükrediyoruz. Fakat aç kalırsın, işsiz kalırsın, sokaklarda kalırsın diyenler. Mutsuz olursam ne yaparım hiç ondan bahsetmediler. 

    Kaç yaşımda borca girdim, kaçıncı taksidini ödüyorum ulan özgürlüğümün. Neden iş arkadaşlarıma günaydın demek işkence gibi geliyor. Sabahleyin küçücük bir aynaya bakıp makyaj yapan kadınlar hangi yüzlerini bizden saklıyorlar. Ne diyor Bukowski; "Nefret ettiğin insanlar iyi geçinme çabasına siz medeniyet diyorsunuz. Ben sahtekarlık diyorum, o yüzden anlaşamıyoruz."

        Birileri yaptığınız işi nasıl güzelleştirebileceğinizi öğretmiyor size. Ama nasıl kötüleyebileceğini çok güzel gösteriyor. Başarılı olmanız için yardımcı olmuyor ama; başarısızlığı size mâl etmeyi çok iyi biliyor. Mantığınızla hareket edin derlerken, duygularınızı görmezden geliyorlar. Ve bu insanların yönettiği dünyanın daha iyi bir yer olacağına inanmamız isteniyor. 26 yaşımda dipsiz bir kuyuya düştüm. Sabrım bittiğinde nefret bataklığına takılıp kalacağım diye korkuyorum. 

       Sahi metroda trenin altına atlayanlar ne hissediyorlardı acaba son anlarda? Omuzlarındaki onlarca yükten kurtulmanın hafifliği var mıydı? Çevresindeki ben demiştim diyen ruhsuz, duygusuz, iki yüzlü insanları artık görmeyecek olmanın verdiği mutluluk? Hayattan beklentim nedir diye soruyorum kendime. Aslında yanlış kişiye soruyorum. Çevremdeki insanların benden beklentisi nedir? Hiçbir insan kendi kendisini mutsuz edemez nasıl olsa... 

14 Ocak 2017 Cumartesi

Bu da mı Gol değil be...

      2017'ye kendimce radikal kararlar alarak başladım. Misal telefonumdan sosyal medya hesaplarını sildim. Böylece insanlar ne yapmış ne etmiş, kim mutlu kim mutsuz daha az gözüme çarpacak. Edebiyat dergilerine benden başka kimsenin okumadığı vasat yazılarımı göndermeye başladım. Bakalım artık 2019 mu 2020 mi olur bir tanesinde bir yazım yayınlanır inşallah. Kütüphanemi genişletme çabalarıma hız kesmeden devam ediyorum. Yüksek lisans bittiğine göre ufaktan doktora için hazırlıklara da başlayabilirim. Yıllardır yabancı dilimi perfect seviyesine getiremedim. Bi zahmet götümü sıkıp halledeyim diyorum artık. 

      Yoğun iş temposunun arasında fırsat bulursam bir de KPSS'ye girip defterdarlık veya merkez bankası mı kovalasam? Olmayacak biliyorum ama hedef koymadan da hayatımın bir anlamı olmuyor be? Başarısızlıklarımdan ders alıp, karamsar yazılar yazabilmem için bu şart :) İşe girdiğim günden bu yana bir türlü borç bakiyesini sıfırlayamadım. İnşallah Eylül ayında borcu olmayan hür bir adam olarak işimden istifa edeceğim. Kendime verdiğim 3 yıllık ZORLU kariyer hedefini doldurup, tükürdüğümü yalamadan kendi yoluma gitmek nasip olur inşallah... Hadi bakalım hayırlısı. 

         Ulan rotam bile hazır, gideceğim ülkeler, okuyacağım kitaplar, yazacağım makaleler ve deneme yazılarının konu başlıkları bile belli... Avrupa turu için yeterli parayı bulur muyuz diye düşünüyorum kara kara. Hem evin geçimine yardımcı ol, hem devlete hem bankalara olan borcu öde, sosyal hayattan geri kalmamak için biraz para harca... Ben hangi ara para biriktireceğim lan. Bir de benim için bugüne kadar kendin için ne yaptın diyorlar? Gel de anlat insanlara. Murat neden karamsar! Hayata neden küfrediyor muşum? Ne yapsaydım hayatımı sikenlere oturup bir de şiir mi yazayım! Lütfen ama...

      Bir de koltuk altında bu kadar karpuz taşırken, kızın birini sevelim dedik. Onu da elimize yüzümüze bulaştırdık ya la! Bundan sonra Fatih hocamın dediği gibi "Taktik maktik yok bam bam bam..." Çok fazla Yeşilçam filmi izlemişiz. Kendinden çok sevdiklerini düşünmeyecekmişsin. Açık sözlü olmayacakmışsın. Çok fazla hayaller kurup bunları da paylaşmayacakmışsın. İnsanlar seni bir baltaya sap olamayan ezik birisi olarak görebilir. Mazaallah... 

        Yani anlayacağınız bir şeyleri kırmadan, incitmeden düzeltmek isterken bom bok ediyormuş insan. Ne kadar iyi olursa olsun, yaptığı ilk hatada en kötü oluyormuş insan. İyi olmak yetmiyor, şanslı da olacakmış insan. Ne O öyle hayatı sorgulamalar, sistemi eleştirmeler. İhtiyaç kredisi çekip nişanı, düğünü yap. Zaten takılardan gelen paralarla eritirsin sen onu. Antalya'da veya İtalya'da aylar öncesinden yapılan rezervasyonla balayını da ucuza kapatırsın. Oh miss... Kimse bizim mutlu olma hayallerimizi test etmesin. Ne zaman nerede mutlu olacağımızı size mi soracağız lan kaynatasızlar. Hadi şimdi bu yazıyı da okuyup Murat karamsar deyin. Karamsarlık değil lan bu , kara mizah... 

            

8 Ocak 2017 Pazar

Tutunamayanlar'dan Biri...

Geçmişe takılıp kalmışım. Gecenin 12'sinde sinemadan çıkmış Mahmut ile Zeytinburnu sokaklarını turluyoruz. Her yer bembeyaz, şansımız var ki o saatte salep satan bir yere denk geldik. Sohbet yanında tarif edilmez bir tat da kaldı damağımızda. 

Neden bu kadar karamsar yazdığımı soruyorlar. Yengem merak etmiş Murat'ın canını bu kadar sıkan şey nedir diye? Yanımdayken gülüp eğlenen insanlar, azıcık hayatı sorgulamaya başladığımda senin derdin nedir dostum diyorlar. Sahi nedir derdim? Babam gibi olmayacağım dediğim her geçen gün biraz daha babama benzemem. Köpek gibi çalışıp her geçen gün kendime olan sevgimi, saygımı kaybetmem. Binlerce kitap okuyup hayal dünyamda yüzlerce fikri harmanladıktan sonra kendimi yeterince ifade edememem. İnsanların ön yargısı, anlaşılamamak, nasihat verenlerin verdikleri nasihatin tam tersini yapmaları. 

Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ından biriyim. Hayali kahramanlarla konuşuyorum, olmayan kadınlara şiirler yazıyorum. Olanların kıymetini bilmiyorum. Kendimden başka kimseye güvenim kalmadı galiba. O çok sevdiğim komşularım bahçe içerisindeki evlerini müteahhitlere satıp çok katlı binaları diktikleri günden beri tadı tuzu kalmadı mahallenin. Kar yağdığında mutlaka evin camına bir iki kar topu isabet ederdi. Birileri ıslık çalardı, çalamayan adımızı haykırırdı sokaklarda. Mahallenin en iyi golcüsü Kapalıçarşı'da tezgah üstü piyasada çocukluğunu, hayallerini takas ediyor üç kuruş paraya. Defansın bel kemiği yıllardır çalışmaktan harap olmuş. Tekstil piyasasını toza dumana kattı. Yıllar önce edebiyat okumak  ile sosyolog olmak arasında gidip gelen ben; para kazanmak için para ile uğraşmalı deyip ekonomi okudum. Artık her sabah çalar saatin sesine uyanıp yaptığım tercihi sikeyim diye küfrediyorum kendime. 

Bunca başarısızlıktan sonra iyi niyetinde bir işe yaramadığını öğrenmiş bulunmaktayız. Çünkü hayat bize okulda sundukları gibi çoktan seçmeli sorular sunmadı. Sınav klasik ama kimse gidiş yoluna göre puan  vermiyor. Vefa borcu diye bir şey var boynumuza asılıp kalmış. Annelerimizin çektiği çileyi evleneceğimiz kadınlar da çekmesin diye yalnızlığa gömülüp kaldık. Birileri sizden bir bok olmaz dedi, başkası bu kadar okudunuz da ne işe yaradı hani ne oldunuz diye kapı gibi çarptı yüzümüze olanları. 

Allah kahretsin insan anlatmak istiyor işte kendini? Okuduğu kitaplardaki gibi hayatın önemli anlarının altını çizmek istiyor. Tekrardan okumak için sayfalarını kıvırdığı kitaplar gibi, mutlu olduğu anlara geri dönmek istiyor insan. Bisikletten düştüğünde kanayan yarasına üflediği günlerdeki gibi, acısını dindirecek bir şeyler istiyor. Biraz huzur istiyor, samimiyet, anlayış, gülümseme, açık sözlülük, sevdiğinden karşılık bekliyor belki de. 

Yalnızlık içine düşüldü mü çıkılması zor bir çukur ve çırpındıkça daha da derine batılan. Bir el çekip çıkaracak sizi. Önce sizi silkeleyip üzerinizdeki tozu alacak. Sonra aç karnınızı umutla doyuracak. İnanmak istiyorum ya gerçekten. Ama aklıma da takılmıyor değil.
-Hani yarınlar güzel olurmuş diyorlardı ya Olric. Bu yaşadığımız gün de dün'ün yarın'ı değil mi? 
-Kandırıyorlar efendim kandırıyorlar...

5 Ocak 2017 Perşembe

Ben bir Garip Murat...

         Olmak istediğim adamı yazıyorum hep; ama bir türlü yazdığım adam olamıyorum. Her gece hayalini kurduğum şeyleri yarınlara erteliyorum.  Aklımdan geçenleri söyleyecek kadar cesaretim var, yapacak kadar yüreğim yok. Sevmediğim işi sevdiğim insanlarla yapmak zorundayım. Sevdiğim kızlar var bir de. Ya onlar beni sevmedi ya da ben onları mutlu edemedim.

          İstanbul'un hava durumu gibiyim. Yağmurlu gösterirken güneş açıyorum, gönlüm açık iken birden sağanak gibi yağıyorum insanların üzerine. Hayallerimi anlatıyorum, fikirlerimi, karamsar düşüncelerimi... Olduğu gibi yaşamak varken, olması gerekeni anlatıyorum sürekli. Kimi kime şikayet ettiğimin farkında değilim. Sahi ediyorum da değişen bir şey oluyor mu ki? 

            Bir sabah isimsiz bir mektup bırakıp, uzaklaşabildiğim kadar uzaklaşmak istiyorum. Kimseye veda etmeden. Hasta olmak için yataklara düşmeye gerek yok. Eşeğin aklına karpuz kabuğu düştü bir kere. Makine gibi çalışmaktan, para kazanıp ihtiyacım olmayan şeyleri almaktan sıkıldım. Bitmeyen borcun ödeme planı aklımda. Ota boka para harcarken iyi de. dişimizden tırnağımızdan arttırıp aldığımız kitap birilerinin gözüne batıyor. Ne diyor Bukowski "Sen ne kadar iyi olursan ol, yaptığın ilk hatada en kötü sensin."   Bu zamana kadar ne başardın ki, sahi onca kitabı okudun da ne oldu? Mum dibine ışık vermez misali. 

            Hayatı ve insanları sorguladığım için karamsar ve mutsuz bir çocuk gibi algılanıyorum. Velev ki öyleyim. Mutlu olmak kadar mutsuzlukta hakkımız değil mi? Rakının tadı boğazında buruk bir tad bıraksa da içmeye devam etmiyor muyuz? Hayat öyle değil mi a kaynatasızlar. Bir ruhumuz olduğunu unutmuşuz. Dünya malı, para, kariyer tatmin etmiyorsa var başka bir beklentimiz. Bir şeyler eksik ulan. Misal çocukluğunuzun arkadaşlıkları yok diye üzülüyorsunuz. Köyünüzü, yeşili, doğayı, çimlere uzanıp bulutları seyretmeyi özlüyorsunuz. Üç kuruş da kazansanız, çuvalla da götürseniz kafa rahatlığı istiyorsunuz. 

               Hoşlandığınız kıza dokunamayacak, gözlerinin içine bakıp iki satır romantizm yapamayacak kadar kesmişsiniz umudu kendinizden. Oysa türkü tadında yaşayacak kadar repartuarınız da geniş. Mutluluğun canı cehenneme mutsuzluğu da yaşayabileceğin insan duruyor karşında. Sen hala işinden, gücünden, insanlardan şikayet ediyorsun. Yok anasını sayın okurlar, eğitim bu çocuğun cehaletini aldı ama eşeklik baki... Anca oturup şiir yazsın ki yazdıkları da bir boka benzese bari, iki üç kelimenin altını çizsin. Hayaller kursun ama tek başına. Çünkü başkasıyla mutlu olamayacak kadar korkak. 

                 Cemal Süreya ile bitiriyorum ulan bu yazıyı da; 
Ve aşk;
Bir saç teli kadar inceydi,
Üstünde yürüyebilmek için.
Cambaz olmak değil, yürekli olmak gerekiyordu...

1 Ocak 2017 Pazar

Peki neden Türkiye?

Dünyanın milli gelir bakımından en zengin iki ülkesi ABD ve Çin... Birbirine zıt iki ideoloji tarafından yönetilip kapitalizme en iyi şekilde hizmet eden iki ülke. Sayıca en fazla askere sahip olan ülkeler, ekonomileri sürekli teknoloji geliştiriyor. ABD dünyanın en çok beyin göçü alan ülkesi, yaygın görüşe göre dünyanın en saygın eğitim kuruluşlarına sahip, rezerv parası ve ordusu ile tüm dünya ülkelerinin iç işlerine karışabiliyor. Faiz oranları 0,25 - 0,50 baz puan arasında. Borsa ve yatırım imkanları fazla. Nüfusu yaklaşık 320 milyon. Dünya kaynaklarını yönetmeyi geçti , diğer gezegenlerde yaşam ünitesi kurmaya çalışıyorlar. Uzay teknolojisi ve genetik mühendisliğine yatırım yapıyorlar. 

Peki dünyanın bir numaralı ülkesinde her şey güllük gülistanlık mı? Beyaz polisler tarafından siyahi vatandaşlar sorgusuz infaz edilebiliyor. Gelir dağılımı adaletsizliği tavan yapmış. 5 milyon insan resmi rakamlara göre evsiz. Fakat mortgage krizinden sonra milyonlarca ev terk edilmek zorunda kalmış. İş gücü ucuz olduğu için üretim Çin, Endonezya ve Tayvan da yapılıyor. Askeri harcamalar sayesinde insanlara istihdam yaratıyorlar. Yani bir yerleri işgal etmelerinin sebebi doyurmak zorunda olduğu askerlerin olması. Eğitim tamamen rekabetçi. Burs alamayan veya parası olmayanın okuması çok zor. Bankalardan alınan kredilerle okuyan milyonlarca çocuk var. Binlerce televizyon kanalı sayesinde dışarıda olup bitenlerden kimsenin haberi yok. En vahim tarafı koskoca ülke başkan adayı olarak Hillary Clinton ile Donald Trump'ı çıkarabiliyor. Kötünün kötüsünü seçmek tercih meselesi değil bir zorunluluk. İnsanlar sokağa çıkıp eylem yapıyor. Dünyanın en zengin ülkesini yönetenleri eleştirmek için. Politikalar beğenilmiyor. Geleceğe umutla bakamıyorlar bunca imkana sahip iken. 

Gelelim bizim ülkemize. Öz eleştiri yapamıyorsun. Birileri çıkıp birliğimizi beraberliğimizi bozuyorsunuz diye sizi yaftalıyor. Üniversiteye kadar eğitim parasız fakat devlet bedava eğitimi kalitesiz sunduğu için yıllarca aileler tonla para döküp çocuklarını dershanelere göndermek zorunda kaldı. Eğitimin kalitesi yetiştirilen insan sayısı ile değil; yapılan okul sayısı ve açılan yeni üniversiteler ile ölçüldü. Ülkenin batısındaki imkanları hala daha doğuya sunamadık. Fırsat eşitliğini sağlayacak fikirleri ortaya attık ama eyleme geçemedik. Dış politikayı milletlerin kardeşliği üzerine değil, şahısların hatır gönül ilişkisine göre kurguladık. Komşularla sıfır sorun politikası, komşularla sıfır ilişki politikasına dönüştü. 

Üzerimizde oynanan kirli oyunların arkasında Batı ve Amerika'nın olduğunu biliyoruz. Fakat her ikisini de stratejik ortağımız olarak nitelendiriyoruz yıllardır. İhracatımızın büyük bir kısmı Avrupa Birliği'ne yapılıyor. Amerika'da üretilen teknolojiye muhtacız. Bankalarımız ve özel sektörümüz Amerikan Doları cinsinden borçlanıp yatırım yapmak zorunda. Otoyollardan geçiş ücretleri dolar cinsinden hesaplanıyor. Yani göbek bağını kesersek çok yaşamaz bu çocuk...

Peki neden Türkiye? Bizim göremediğimiz neyi görüyorlar bizde. Ülkemizde petrol yok, yüksek teknoloji ile üretim yapan bir ekonomik sistem yok. Saygın bilim adamlarız zaten kendi isteği ile Amerika'ya ve diğer Avrupa ülkelerine göç ediyor. Bor madenleri tek başına kurtarmaz dünyayı zaten. Ki Amerika hem petrol hem de kaya gazı madenleri ile dünya enerji sektörüne hakim olabilecek konumda. Jeopolitik konumumuz diyelim o zaman. Cennet vatanımız dört mevsimi yaşıyor, 3 tarafı denizlerle çevrili. Bizans'ın torunlarının gözü hala buralarda diyelim. Yunanistan'ın hali ortada. Ortadoğu zaten bataklık. Sünni- Şii gerilimi hat safhada. Cahil ve eğitimden yoksun, kadınlara köle muamalesi yapan, sanat ve bilimle ilgilenmeyen bir topluluk haline gelmişler. Müslümanlık bile aynı çatı altında bir araya getiremiyor bu insanları. 

Peki nedir yahu üzerimizde oynanan oyunların nedeni? Avrupa'da ve İskandinavya'da kiliseler bomboş. İnsanlar refahtan dolayı maneviyatını kaybetmiş. İnsanlar çocuk doğurmak yerine evcil hayvan besliyor evinde. Aşırı refahtan intihar oranları artıyor. İnsanların elde ettikleri başarı ve refah onları daha da mutsuz etmeye başladı diyen bilimsel araştırmalar var. Tarih bilincini kaybeden bir toplum oluştu. Bunlara rağmen hala dünyanın en güvenilir, en refah ve insanların yaşamak istedikleri yerler buraları. 

Türkiye ise laik ama seküler olmayan bir ülke. Her ne kadar eski maneviyatını kaybetmiş olsa da gelenek ve göreneklerini yaşatabilen bir ülke. Tarihinden koparılamayan ama cumhuriyet ve osmanlı hanedanlığı arasında gidip gelen bir düşünce yapısı var. Her şeyden öte en çaresiz anında bile atalarının yazdığı destanlardan ilham alıp tarihi yeniden yazabilecek gücü ve kudreti var. Diğer İslam ülkelerinde gösterilmeyen saygıyı gören kadınlar var. Hee çocuk yaşta evlilikler, töre cinayetleri, kadına şiddet yok mu tabi ki var. Ama bunu yasallaştıran bir rejim yok. Yani henüz yok diyebiliriz. 

Bizde de hata yok değil. Kendi ülkemizde her şey sanki çok mükemmelmiş gibi gittik Libya'ya, Irak'a, Tunus'a , Suriye'ye ve Mısır'a karıştık. Nato'yu Libya'ya , ABD ordusunu da Irak'a davet ettik. Lojistik destek verdik. Vicdanımızı rahatlatmak için de ölenlere dua, arkada kalanlara da Kızılay çadırı gönderdik. Sıra bize gelmeyecek miydi? Sanırım şu an olanlar bunu gösteriyor. Aklı selim duruşumuzu Atatürk'ten, inancımızı da Kur'andan aldığımız müddetçe dimdik ayakta duracağız. Yeter ki bu iki değerden şaşmayalım yeter...

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...