26 Eylül 2013 Perşembe

Mutluluğun Hikayesi, Sefaletin Kendisi...

            Bazen aklımda çok şey birikmesine rağmen kendimi ifade edemiyorum. Bir yerde tıkanıyorum. İçime kapanıyorum ve aklımı her geçen gün kemirmeye devam eden düşünce alemine dalıyorum. Bugün uzun bir yazı yazacağım. Bu aralar okuduğum bir kitap biriktirdiğim bazı şeylerin şelale olup akmasına neden oldu. Charles Eisenstein'ın " Kutsal Ekonomi" adlı kitabından bahsediyorum. Paranın insan hayatındaki rolünün ne olması gerektiğini anlatan harika bir eser.

              Bir şeylere aklımın ermeye başladığı günden beri hep imkansızlıklarımı sorguladım. Bu hayatta sahip olduğum görünmeyen zincirler var ya işte onlardan nasıl kurtulabilirim dedim hep kendi kendime. Ama bir süre sonra o zincirlerin varlık nedenini anladım. Dışarıdaki hayatta şiddetli bir rüzgar esiyor, bizi her an savurup bilmediğimiz limanlara götürebilecek. Şu hayatta yapılacak onca şey varken parasızlığı hep bahane olarak gördük. Maddi olanakları yetersiz, yeterli eğitim alamamış bir ailenin çocukları olarak kendimize iyi bir hayatı yakıştıramadık kimi zaman. Aslında koca bir bahaneydi bu. İşimize gelmedi mücadele etmek.

              Korkunç bir çocukluk, acı bir sefalet geçirmiş olsanız bile şu an şu satırları okuyorsanız en azından bugüne dek ayakta kalabileceğiniz kadarı size verilmiş demektir. Biliyorum benim gibi kendi içinde buhranlar yaşayanlarınız var. Üniversite sıralarında ne hayaller kuruyordunuz, şimdi ne oldunuz. Kimilerinizin hala işi yok, kimileriniz ne iş yaptığınızı söylemeye utanıyorsunuz, aileleriniz size ne yapmak istediğinizi sormadılar bile. Günümüzün dünyası bencilliği ve açgözlülüğü ödüllendiriyor. Kusura bakmayın olduğunuz yerde bekleyerek, mütevazı olarak, dürüst bir şekilde çalışarak o çok istediğiniz pembe panjurlu, önünde geniş bahçesi olan evlere sahip olamazsınız. Belki de kaderimiz budur heee! Allah kimilerine yürü ya kulum derken, kimilerine depar attırıyordur belki de...

              Yaşamımız için bağımlı olduğumuz paranın kıtlığından dolayı sürekli bir kaygıyla yaşıyoruz. En masum isteklerimizi mali gücüm buna yetmez diyerek bir kenara atıyoruz. Birileri 2 katlı, yeşillik içindeki evinin etrafını duvarlarla çevirip mutluluğu veya zenginliği kendine saklıyor. Eskiler der ya hep İstanbul'da bizim zamanımızda yaşayacaktınız diye. Ne kadar doğruymuş. Bugün yegane kalmış yeşil alanların etrafı çevrilmiş, girilemez yazıları var. Veya parayla giriyorsunuz. Beleş girdiğimiz yerlerinde kıymetini bilmeyip kirleterek yok ediyoruz.

               Düşünsenize bütün gereksinmelerimiz giderek artan verimlilik ile karşılanıyorsa bize vaad edilen boş zaman ve huzur dolu yaşam nerede? Ekonomi büyürken benim cebim neden hala tam takır. Bir insanın sahip olduğu yaşamı çaldıktan sonra onu tekrar kazanması için çalıştırıp, bedel ödetmek nasıl bir anlayıştır? Herkese bir rol verildiyse senarist kim bu hikaye de?

               Faizin hayatın gerçeği olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Borcumuz her zaman sahip olduğumuz paradan fazla. Borcumuzu tam olarak ödeyemesek bile bize sunulan sahte mutluluğu devam ettirmek için çalışmaya, hizmet sunmaya ve harcamaya devam etmeliyiz. Bir zamanlar kullanımı için para bile ödemediğimiz şeyler artık ateş pahası. Dalından kopararak yediklerimizi organik diye satıyorlar bize. En çok satılan içecek içme suyu düşünsenize bi! Ülkeler halklarının artan sefaletine rağmen büyüyüp zenginleşmeye devam ediyorlar. Bu duruma tepki doğmaması için halklara ucuz ekmek, sahte hayaller, bir parça heyecan, magazin haberleri ve futbol sunuyorlar...Enine boyuna düşününce ulan harbiden öyle diyorum.

              Bunları düşünmenize gerek yok aslında. Hayatın taa gerçeği demeyeceğim hatta. Çünkü her akşam televizyonun karşısına geçip bizim sefil hayatımızı anlatan dizileri soluksuz izleyip farkında olmadan kendimize acıyoruz. Bakıyoruz ama görmüyoruz. 

25 Eylül 2013 Çarşamba

İstanbul Manzaralı Benliğim

            İstanbul benim şehrim...Cıvıl cıvıl renkleri, eşsiz manzarası, bitmek bilmeyen enerjisi bendeki güleryüzü, sade ama mutluluk dolu hayalleri anlatıyor. Nasıl İstanbul'a dışardan bakanlar onu büyüleyici buluyorsa beni de tanımayanlar her daim mutlu, mesut şen şakrak biri zannediyor. Halbuki kalbim İstanbul geceleri kadar gümbür gümbür atarken aklım çıkmaz sokaklarında kayıp.

             Kum saati tersine döndüğü günden beri kum taneleri avucumun arasından akıp gidiyor. Bitsin dediğim her an, her dönem için o kadar pişmanım ki. Nerede o çocukluk dönemindeki aptal gülümseme, bol şekerleme, saf ve temiz düşünceler. Nerede o ergenlik dönemindeki utangaçlık, gizli saklı bir şeyler yapma arzusu. Hepsi geride kaldı.

              Dertler derya olmuş bense bir sandal...Sabahları işe giderken ayaklarım geri geri gidiyor. İnsanlar sabahın köründe bir çalar saat sesi ile zorla uyanıyorlar. Ikınarak sıçtıktan sonra boğazlarından aşağı zorla ittirdikleri iki lokma ile İstanbul trafiğinde kendi buhranlarına yetişmek için adeta savaş veriyorlar. Ve bunu rutin olarak hergün tekrar edip, böyle bir hayata sahip oldukları için birilerine karşı şükran hissi duyuyorlar. Duymak zorundalar çünkü; çevrelerindeki mutlu ve rahata ulaşmış insanlardan ne farkları var. Onlarda hak ediyor refah dolu bir yaşamı. Bir yazlığı, bir arabayı, yılda iki kez tatili, eli poşetlerle dolu dönülen alışveriş seferlerini, yurtdışı tatillerini....Kendimiz için değil egomuz ve rahatımız için yaşar hale gelmişiz.

                Üretken bir toplum değiliz, olmak için bir sebebimiz yok. İyilerin cezalandırıldığı, çok çalışanın sömürüldüğü, zekilerin aptal yerine konulduğu, fakirlerin aç bırakıldığı bir toplumda kendin olma gibi bir lüksün yok. Üzerine düşün rolü oyna maskeni tak ve mükafatını al. Çok demogoji yaptım biliyorum. İçinizden s.ktir git be kardeşim hayatı bu kadar ciddiye alma diyorsunuz. Bizim benlik bilincimiz; "Benim için daha fazlası senin için daha azıdır." olmuş çünkü.

                 İstiklal caddesinde vitrin camlarına bakarken daha dikkatli bakın. Vitrindeki mankenin üzerindeki etiket fiyatına değil ama biraz daha dikkatli bakarsanız camdan yansıyan görüntü ile köşe başında soğuktan elleri donmuş mendil satan çocuğu görebilirsiniz. Beyazıtta sırtında çuvalların altında bedeni ezilmiş hamalların yüzüne bakmayı deneyin. Bakırköy'de trafik akarken camı silmek için önünüze atlayan çocuğa bir söyleyin bakalım. Hayat akışına bırakılacak kadar berrak yaşanılacak kadar uzun mu diye?

                 Gece yatarken yastığa başınızı koyduğunuzda ne düşüyorsunuz? Düşündüğünüz hayata sahip misiniz yoksa sahip olduğunuz hayatı mı düşüyorsunuz? İki perdeli bir oyun bu hayat. İlk perdede geleceğe dair tohumları toprağa tırnaklarınızla kazıyarak ekiyorsunuz, gözyaşlarınız ile suluyorsunuz. İkinci perde de ise ektiğinizi biçip elinizdekilerle yetinerek mutlu olmaya çalışıyorsunuz...Hayat kimilerine ekşi bir limon kimilerine tatlı bir şeftali. Ne diyelim Allah tadımızı kaçırmasın...

19 Eylül 2013 Perşembe

Parayla Saadet Olmaz...

     Ülkede gündem çabuk değişiyor. Ekonomi, siyaset, savaş naraları derken ülkede neler olduğunu idrak etmekte zorluk çekiyoruz. O yüzden film şeridi gibi aklımdan geçenleri yazmaya başlıyorum.

     Gezi parkı eylemleri ve Federal Rezerv Bank'ın tahvil alımını kademeli olarak azaltacağı haberleri piyasalarda endişeye sebep oldu. FED'in bu açıklaması şu anlama geliyordu. 2008 yılında meydana gelen krizden sonra dünyaya enjekte ettiği dolarların dozunu azaltacaktı. Gelişmekte olan ülkelere akan dolarların kaynağı bir nevi kesilmiş oldu. Çok ilginç bir piyasa sistemi tarafından dünya yönetiliyor. Amerika krize girdiğinde hükümet dolar basıp veya tahvil satın alıp piyasayı rahatlatmaya çalışıyor. O dolarlar dönüp dolaşıp Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere gerek yatırım, gerekse cazip faiz oranları için akıyor. Haliyle bizim gibi ülkeler geçici bir refah dönemi yaşanıyor. Şimdi ise hasta olan Amerika ayaklanmaya başladı. Krizden dolayı kaçan yatırımcıları ve dolarları geri çağırmaya hazırlanıyor. Yani Amerika bir yana dünya bir yana.

        Kendi ülkemize geri dönersek ithalata dayalı bir büyümeye bağlıyız. Yapılan ithalatın bir kısmı stoklara yani yatırımlara bir kısmı da tüketime gidiyor. Nasılsa ülkeye dolar gelmeye devam ediyor ve Merkez Bankası'nın dolar rezervleri hiç olmadığı kadar fazla. 11 yılda işsizlik ne arttı ne de azaldı. Ama işgücü ucuzladı. İstihdamın artmadığı bir ülkede büyüme rekorları kırıp, milli geliri arttırdık.

         Türkiye'nin finans kaynağı nedir diye aklınıza bir soru geldi mi hiç? Ekonomi eğitimi alanlar iç borçlanma ile milli gelirin ve sabit sermaye stokunun arttrılamayacağını bilir. İnsanların bırakın tasarruf yapmalarını vadesi gelen borçlarını borç ile kapattığı bir dönemde yaşıyoruz. Haliyle özel sektör ve kamu sektörü dışardan borçlanıyor. İstikrarlı bir ülke her zaman içinde istikrarsızlık tohumları taşır. Ülkenin 11 yılda ekonomisi büyüdü, ihracatı arttı, altyapı yatırımları yapıldı ama bizim olmayan para ile nereye kadar. Ülkede arada sırada kaynağı olmayan paralar giriyor ve biz çarkı döndürmeye devam ediyoruz.

        Biraz da demokrasiye değinmek istiyorum. Gezi Parkı eylemleri benim için tam olarak yeşili korumak  için yapılan bir eylem olmadı. Olmak zorunda da değil. Ülke olarak komplo teorisi üretmekte üstümüze yoktur. Arap baharında nasıl finanse edildiği belli olmayan eylemciler, Otpor faaliyetleri, Soros'un varlığı, ABD'nin desteğini göz ardı edenler neden Gezi Parkı için bunları dillerinden düşürmezler. Bu saydığım faktörlerin etkisi yok mudur Gezi Parkı eylemlerinde mutlaka vardır tabi...

         Düşünün ki ülkemizde 20 kişinin tecavüz ettiği 13 yaşındaki kız mahkemenin verdiği karara göre bunu iradesi ile yapabiliyorken, ülkenin üniversite mezunu, eğitimli insanları hür iradeleri ile eylem yapabilecek ehliyete sahip değil...

         

8 Eylül 2013 Pazar

Kaybetmeyi göze alamayacak kadar az dostum var...

        Bilmiyorum ama sanırım hayatımda ilk defa sonbaharın gelmesini sevinçle karşıladım. Bundan tam bir yıl önce ne umuyordum bir yıl sonra ne buldum. Üniversite benim için oldukça çetin geçti. Cebimdeki her kuruşun muhasebesini yaparak ve kurduğum her hayali yarınlara erteleyerek geçen koskoca bir 4 yıl...Üniversite biterse bir an önce rahatlayacağımı düşünüyordum, bittikten sonra bir an önce iş bulursam yine rahatlayacağımı düşündüm. Hele hele aklımın ucundan bile geçmeyen bir mesleğe adım attığım için hala ne zaman rahatlayacağımı düşünüyorum. Ne istiyorum diye kendime sordum hem de defalarca. Aslında cevabını bildiğim bu soruya defalarca kaçamak cevap verdim.

          Ailenin övünç kaynağı kuzenimin nasihatlerini dinleyip mali müşavirliği denedim. Aptal mıyım ben arkadaşım devlette yıllarca çalışıp ne yapacağım. Burada her yıl yükselip 30'lu yaşlarımın ortasında paraya para demeyecektim. Olmadı Türkiye'nin en kaliteli üniversitelerinden birinden mezun olmadığım ve yabancı dilim ana dilim gibi olmadığı için tercih edilmedim.

         Sonra 23 yıl bana akıl verip, yol göstermeyen babam Nasreddin Hoca oldu çıktı karşıma. Oğlum gir devlete, garanti para. Devletin parası deniz yemeyen keriz. Avantanı da alırsın bulursun yolunu. Bak bizim falancanın oğlu devlete girdi. Oh miss. Bu devirde ayıya dayı diyeceksin. Kim iktidarsa onun arkasında olacaksın. Eminim hepiniz duymuşsunuzdur bunları.

           Her ay gereğinden fazla kitap alıyorum diye annemle kavga ediyoruz. Hayata bakar mısınız? Kimse size ne olmak istediğinizi sormuyor? Bu hayata para kazanıp, çoğalmaya gelmişiz sadece. Birileri mükemmel bir kariyer ile tatmin olabileceğini söylerken birileri evlenip peşi sıra çocukları dizerek mutluluğu yakalayacağını söylüyor. Yani bir elin oynaşta bir elin uğraşta...

           Can dostum dediğim insanlar var bu hayatta. Kendim kadar onları da düşünüyorum. Ne olacak bizim halimiz diye. 5 yaşında iken kim lan bu çam yarması dediğim Mustafa ile 20 yıla merdiven dayadığımız dostluğumuz  geliyor aklıma. Kavgada dayak yediğimizde arkasına saklandığımız Mustafa. Cebindeki beş kuruşu dahi bizden esirgemeyen Mustafa.

             Sonra nam-ı değer Saki geliyor gözlerimin önüne. Yıllarca toprak sahalarda beraber top koşturup, aynı hayallere gözlerimi açtığım dostum. Tanıdığım en yetenekli ve en karakterli insan.  Kendimden sonra mutlu olmasını en çok istediğim insan. Belki hiçbir şey yolunda gitmedi ama hiçbir şey de onu yolundan etmedi. Artık aynı sahalarda yan yana top koşturmasakta varlığını her zaman yanımda hissettiren can dostum.

             Mahmut ile Evren'i unutmadım tabi ki. Sohbetlerine doyum olmayan, iyi günde dost kötü günde yoldaş olan insanlar. Mahmut'un bize akıl verip tam tersini yapması. Evren'in dilsiz taklidi yapıp ağına düşürdüğü afet-i devran kızlar inanın bana hala akıl sır erdiremediğim hususlardandır.

              Velhasıl kelam bu adını saydığım dostlarım beni ben yapan, aynı hayallere yelken; aynı dualara el açtığım insanlardır. Yıllar belki bana müreffeh bir yaşam, iyi hayat şartları veya güzel ve alımlı bir kız sunmadı. Ama sohbetine doyamadığım, üzüntüsünde göz yaşı döküp, sevincine ortak olduğum bu adam gibi adamlarla kardeş olmayı nasip eyledi. Bu gece yatarken acaba iyi bir işim, güzel bir eşim, müreffeh bir yaşantım olur mu diye düşünmektense bu güzide adamlarla ileride hangi güzel anları paylaşacağımı düşünerek yatacağım.

                Bu hayatta her zaman acıyı tadacağız mühim olan acıyı dindirecek şerbet gibi dostlara sahip olmak...

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...