3 Kasım 2018 Cumartesi

Bilmezdim Gitmenin Ne Olduğunu....

  Sevgili Üzeyir İlker,

  Biliyorum çok uzaklardasın. Bir mektup arkadaşı gibi yazmak istiyorum sana bu sene. Okur musun bilemem ama neler düşündüğümü biliyorsundur. Tamı tamına üç yıl oldu aramızdan ayrılalı. Ölenle ölünmüyor cümlesine sen gittikten sonra inanmamaya başladım. Çünkü o boşluğu dolduracak bir insan daha tanıyamadım. Ben ki arkadaş, yoldaş hatta sırdaş edinmekte zorlanmayan çekinmeyen bir adamım. Ama yerini dolduramamak her geçen günü daha derin izler bırakıyor benliğimde. 

   Mesela bazı geceler sanki hiç ölmemişsin gibi rüyalar görüyorum. Uyandığımda birkaç saniyeliğine de olsa geçmişte gibi hissediyorum kendimi. Senin adın geçtiğinde konuşmalarda hepimizin yüzünde buruk bir gülümseme oluyor. Burukluk aramızda olmayışından dolayı, tebessüm ise; gülen yüzünün, o güzel kahkahanın aklımıza gelmesinden dolayı. Seni tanımayan milyonlarca insan için bir anlam ifade etmeye bilirsin. Ama seni tanımış olanların yüreğinde derin bir iz bıraktığın gerçek. 

    Ah ah rahmetli diye başlayan cümleler, İlker de keşke burada olsaydı diye bitirilen cümleler. Oğlum hâla çocukmuşuz gibi geliyor. Neredeyse 22 yıl önce ilk ameliyat olduğun zamanlarda seni ve İrem'i görmeye gelmiştik. Oynamak için can atıyorduk. Ki birileri hep İlker'i yormayın, İlker'e dikkat edin diyordu. Biz 25 yıl boyunca sana hep dikkat ettik be çocuk. Her hastalandığında üzüldük, endişelendik. Kimi zaman kızdık sana neden sağlığına dikkat etmiyorsun diye. Bir hastane odasında yatarken ziyaret ettiğimizde seni, nasihat verdik hep. 

    Hatırlıyor musun? Bir akşam Çamlıca tepesine çıktık seninle. Çimenlere uzanıp, gökyüzünü seyrettik. Sen bana sevdiğin kızı anlattın. Bense senin kaçamak ilişkilerine dinlemeye alışkın olduğum için bu da geçer be oğlum dedim. Beraber yurtdışını gezeceğimize dair sözler verdik. Ben yine geçim derdine, çalışma hastalığına tutulduğum için seni yalnız bıraktım o yolculukta. Ki hâlâ değiştiremedim o huyumu. Son ana kadar öleceğine ihtimal bile vermedim. Her zaman ki gibi, birkaç gün yatar çıkar diye düşünmüştük. Çıkmadın be çocuk. Dualar ettik, kanımızı verdik, karaciğerimizi verdik sen çıkmadın. Halbuki çıksaydın baban söz vermişti, takım elbiselerimizi giyip sana kız istemeye gidecektik. Düğününde oynayacaktık, sırtına yumruklar atacaktık. Eminim çok gülecektik. 

       Bir gün senin hikayeni yazacak kadar şair ya da romancı olacağım. Zor olacak belki ama, yazsan hayatı roman olurdu denilenler var ya; işte sen de öyle bir çocuktun İlker. Seninle pes etmemeyi öğrendik, aynalardan kaçarken, hastayken, yorgunken ayakta durmayı öğrendik. Acılar çekerken gülmeyi öğrendik. Her şeye rağmen yeniden denemeyi, yeniden başlamayı ve karşılık beklemeden sevebilmeyi öğrendik. Seni tanımayanlar belki ne demek istediğimi anlamayacaklar. Ya da küçümseyecekler. Fakat seni tanımış olanlar şu an ufakta olsa tebessüm ediyor belki de göz yaşı süzülüyor gözlerinden. Çünkü şu an şu dizeleri yazarken göz yaşından ekranı zor görüyorum. 

      Çok uzattım farkındayım. Sana anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki... Ölümünden sonra benim için ne anlam ifade ettiğini söylemek istiyorum. Her geçen gün zorlaşan hayat koşullarında daha sinirli ve agresif bir insan oluyorum. Güvenemiyorum yeni tanıştığım insanlara. Hayallerimi erteledikçe yarınlara ya başarısız olursam ya mutsuz olursam diye endişeye kapılıyorum. 

     Sonra aklıma sen geliyorsun. Her şeye rağmen gülümseyebilen, insanları sevebilen, yeni yeni hayaller kurabilen sen geliyorsun aklıma. İLKER gibi olmalıyım diyorum. Benim örnek aldığım insan oldun sen. Kariyer, başarı, çok para hepsini bir kenara bırakın. Tüm zorluklara rağmen hayatı senin gibi yaşayabilmek, mutlu olmak için çaba sarf etmek, çok sevmek ve sevdiğinden de çok sevilmek.  Veda ederken sana Hasan Hüseyin Korkmazgil'den bir şiir gönderiyorum:

Bilmezdim gitmenin ne olduğunu,
Şimdi kim gitmelerden söz etse
Karanlıkta bir baba
Sessizce öpüyor çocuğunu...



      
         

14 Ekim 2018 Pazar

EKMEK ARASI

Bu aralar ciddi ciddi yazdıklarımı kitaplaştırmayı düşünüyorum. Ne dersiniz sayın okuyanlar. Bir Nilgün Bodur, bir Hakan Mengüç ya da Kahraman Tazeoğlu olur muyum? Fuck the system ya da madafaka diyerek günümüzün şaşalı ve parlak yaşantısını eleştirip, o hayatı yaşamaya başladığımda ise ne oldum delisi olsam. Fena mı olur? 

İstifa edeceğim güne sayılı günler kaldı desem yalan olur? Yalan olur tabi amına koyim. Bulunduğum yere gelmek için, sahip olduğum deneyimi ve bilgiyi edinmek için ne badireler atlattım. Hardcore mu dersiniz Gangbang mi dersiniz anlatsam roman olur ki; onu yazmanın derdindeyim zaten. İşe başladığım günden beri benim hayallerim var bir gün istifa edip onları gerçekleştireceğim dediğim kim varsa benden önce istifa etti ve gitti. Neyse ki tüm bu olanlardan bir ders alıyorum ve not ediyorum. Çok pis bileğlendim, hepinizin amına koyucam kıvamındayım. İstanbul sen mi büyüksün ben mi büyüğüm muhabbetine girmeme az kaldı. 

Bu zamana kadar yaptığım kara mizahı, okuduğum kitapları, espri anlayışımı kullanarak neden bir şeyler yapmadım diye düşünüyorum. Çünkü babam bana oku adam ol, helalinden para kazan dedi. Ben de öyle yaptım. Sonra baktı ki benden bi sikim olmayacak. Bu sefer de; "gir devlete oğlum, devletin malı deniz yemeyen keriz. Bak biz çalmadık da ne oldu" demeye başladı.  

Geçen gün evlilik muhabbeti açtım. Ulan Zeytinburnu'nda doğup büyümüş adamız. Az çok her türlü piçliği görmüş geçirmişiz. Kafamız zehir gibi çalışıyor. Ama hep iyiyle kötü, doğru ile yanlış arasındaki ince çizgi üzerinde yürümesini bildik. Çok şükür bunu öğreten büyüklerimiz oldu. Dedim ki yaş 28'e geldi. Ben de bir yuva kurayım, bir düzenim olsun. Hayalini kurduğum evime sahip olayım. Kira olsun ama benim hayalim olsun. Raflarına kitaplar dizdiğim kütüphanem olsun, akşamları iş stresini unutup eşimle, dostumla yürüyebileceğim bir semt olsun, çocukluğumun kalabalık ve mutlu aile tablosunu yeniden çizeyim istedim. 

Gel gör ki istemez olaydık. Tepkiler şu yönde:
  • Evlenip ne yapacaksın. (Ailem)
  • Biz evlendik de ne oldu? (Annem)
  • Boş ver oğlum ben senin yaşında olsam ne evleneceğim bak keyfine. (Babam)
  • Sen henüz ne istediğini bilmiyorsun. (Annem)
  • Evlensin be ne olacak, bu yakında bekar evine çıkar parayı çarçur eder. (Komşum)
  • Ooo sabaha kadar gerdek pompa (Arkadaşlarım)
Bir de diğer tarafı var işin. Mesela yıllar önce görücü usulü asla evlenmem deyip, yaş kemale erince büyüklerimizin münasip gördüğü bir kızla evlenelim diyerekten tükürdüğümüzü yalıyoruz. Gerçi benim annem çok soğukkanlı ve böyle şeylerde gözü pek olmadığı için "oğlum sen bulamadıysan biz hiç bulamayız" deyip işin içinden sıyrılmasını biliyor. Tebrik ediyorum malını bu kadar iyi bilen tok satıcı böyle olunur işte...

Bu arada sevgili dostum Mahmut'la yaptığımız kara mizah ve öz eleştiriler sonrası bizi umutsuz vaka, lonely man, müzmin bekar gibi gören arkadaşlarımız da var. Ya da iş hayatından şikayet ettiğim için, sistemi eleştirdiğim için, daha doğrusu gerçekleri görüp bunların üzerine gittiğim için beni isyankar ve her şeyden şikayet eden biri olarak görüp; öğüt vermeye çalışan, acıyan, küçümseyen arkadaşlarım da var. Hadi öyleyim diyelim. Ulan birisi de çıkıp adam akıllı bir yol gösteremedi ki. Yok tinder'dan kız düşür, yok yöneticilerine yalakalık yap yüksel, hükümette adamın olsun Ankara'da memur ol. Kısacası sizin vereceğiniz nasihatin ben ta amına koyim sayın arkadaşlar....

Gerçi hatanın büyük bir kısmı bizde. İlişki nasıl yürütülür bilmiyoruz çünkü. Mesela karşındaki insanı tanımak istiyorsun birazcık esrarengiz ol diyorlar. Açık sözlü ve dürüst olalım diyorsun bu kadar gerçekçi ve karamsar olma diyorlar. Değer verelim, el üstünde tutalım desek fazla ilgiye boğma diyorlar. Temastan kaçınalım her şeyin zamanı var desek acaba başka birisi mi var diyorlar ya da iktidarsız diyorlar. Tam tersini yapsak bu ne acele ayol, ayıp ayıp diyorlar....Şiirler okusak, şairlerden alıntı yapsak bana edebiyat yapma diyorlar.  Biz de yapacağınız işi sikeriz deyip kendi yolumuzdan ilerliyoruz. Bu arada ettiğim küfürlere çok fazla takılmayın. Kibar kibar söyleyince anlamıyorsunuz çünkü. 

Yani geldiğimiz noktada Bukowski amcamın dediği gibi "Aslında çok küçük şeyler bile kendimi mutlu hissetmeme yetiyordu. Ama bütün mesele, bu küçük şeyleri şu dünyanın içinden bulup çıkarmaktı."


7 Ekim 2018 Pazar

Kırılmadık Bir Şey Kalmadı

Can Yücel'in bir şiiri aklıma geldi bugün eve dönerken. Ve şiiri kendime uyarlarken buldum kendimi.
14 yaşındaki ben, 22 yaşındaki ben ve 28 yaşındaki ben Kuzguncuk sahilinde bir banka oturmuş manzarayı izliyoruz. 

14 yaşındaki ben döndü ve konuşmaya başladı. "Bir gün büyük bir futbolcu olacağım. Tıpkı Emre Belözoğlu gibi. Ailemi maddi açıdan rahata kavuşturacağım. Doğup büyüdüğüm mahalleye dönüp insanlara olan vefa borcumu ödeyeceğim. Eski arkadaşlıklarımı devam ettireceğim. Mütevazi kalmaya özen göstereceğim. Güzel bir kadınla evleneceğim ama tek özelliği güzel olması olmayacak. Futbolcu olsam bile cahil kalmamak için özen göstereceğim. Bir diploma sahibi olacağım." 

22 yaşındaki kahkaha attı. "Çok toysun henüz, söylediklerinin hepsini yapabileceğine inanıyor musun?" dedi. 28 yaşındaki ben tebessüm etti. Neden olmasın sen yeter ki  bunları istemekle kalma. Çok çalış, elinden geleni ardına koyma dedi."

22 yaşındaki ben elindeki bir fincan sıcak çaydan uzun bir yudum aldı. "Zamanında derslerime çalışmak yerine okuldan kaçıp top oynadım. Hem ailemi hem de kendimi kandırdım. Evimden kilometrelerce uzakta, kıt kanaat geçinerek okumak zorunda kaldım. 18 yaşıma kadar doğru düzgün ders çalışmayan ben, oturup saatlerce ders çalıştım ki; iyi bir ortalama ile mezun olayım. Fakat treni bir kere kaçırmıştım. İyi bir üniversitenin diplomasına sahip olmadığım için basamakların en altından çıkmaya başlayacaktım. Fırsat eşitliğinin olmadığı iş dünyasında tırnaklarımla kazıyarak çalışmak zorunda kalacağım. Asla bankacılık yapmayacağım. Bağımsız denetim firmalarında geceli gündüzlü çalışılır mı canım? Hem zaten beni de oralarda işe almazlar? Peki ben ne yapacağım henüz karar veremedim. KPSS'ye girip memur mu olsam? Ama torpil ve siyasi referans ne olacak? Akademisyen olabilir miyim ki? Zengin olmak istemiyorum. Akşam evime erkenden gideyim, çayımı içeyim, kitabımı okuyayım bana yeter."

14 yaşındaki ben bu sözleri duyunca ileride futbolcu olamayacağını anladı. Yüzü düştü.  Yaşadığı hayal kırıklığını atlatması birkaç yılını alacak gibi. 28 yaşındaki ben uzaklara daldı. Elindeki şiir kitabını açıp o an ki ruh haline iyi gelecek cümleleri aradı.  Birasından uzun bir yudum çekti. Özdemir Asaf'ın kitabından altını çizdiği bir cümleyi okudu. "Mutluluk ele geçirilecek bir şey değil. Ya elde edilmeden önce düşünülen bir amaç ya da elden kaçırıldıktan sonra anlatılan bir hikayedir."

Birbirinden farklı paralel hayatlarımın hepsinde kurduğum tüm hayallerin suya düştüğünü gördüm. İyi bir futbolcu olabileceğimi söylüyorlardı. Aynı zamanda iyi bir öğrenciydim. Okuldan kaçıp top oynamasaydım İstanbul'daki iyi üniversitelerden birinden mezun olabilirdim. İyi bir çalışandım. Di'li geçmiş zaman kullandığıma bakmayın. Hâlâ çalışıyorum ama artık geleceğe dair somut hayaller kurmuyorum.  Mevcut işimle bir ömür boyu çalışıp helal yollardan yaşamak istediğim semtteki evi alamayacak gibi duruyorum. Bankadan 20 yıl vadeli borçlanıp alabilirim ama sanırım mezara girene kadar borcunu ödemekle geçer ömrüm. Tıpkı o çok eleştirdiğim babam gibi kırk yıl boyunca alın terimle çalışıp hiç bir şeye sahip olamayacağım diye korkuyorum bazen. 

Fakat sonra babamın aslında isteyebileceği çoğu şeye sahip olduğunu düşünüyorum. İyi bir eş, iki tane çocuk, 40 yıllık arkadaşlıklar, sağlıklı bir beden, mütevazi bir hayat... Evet hâlâ ikimiz beraber çalışıp kirayı ödemek zorundayız. Kenara üç beş kuruş para koyup bir ev almanın derdindeyiz. Demek ki bizim de eşek gibi peşinden koşacağımız havucumuz buymuş ne yapalım. 

Nazım Hikmet'in de dediği gibi: "Ben doğacak çocuğumdan geri, babamdan ileriyim." Babamın yaptıklarından da yapamadıklarından da gerekli dersleri almaya çalışıyorum. Evet üzerime oturan şık kıyafetler giyip gezmiyorum. Ayağımı yerden kesecek bir araba almak yerine işime de, gezmeye de toplu taşıma araçlarıyla gitmeye devam ediyorum. Kenara koyup birikim yapmam gereken parayla kitap almaya devam ediyorum, okumaktan zevk alıyorum. Deniz kenarında oturup kimi zaman şiirler, kimi zaman kendimi anlatan kelimeler yazıyorum. Eskiden bir fincan çay beni rahatlatırdı. Artık bir duble rakı, ya da bir şişe bira da rahatlatabiliyor. Babam gibi olmayacağım dediğim her geçen gün. Babam kadar emekçi, babam kadar yorgun ve babam kadar düşünceli oluyorum. 

Sanırım hayatımın geri kalan günlerinde evleneceğim kadınla tanışıp birkaç tane de çocuk sahibi olmak beni bekliyor. Onlara iyi bir hayat sunmak için çalışacağım. İyi bir gelecekleri olsun diye; iyi bir eğitim almaları için çabalayacağım. Ve bunları yaparken anlayışlı ve sevecen bir eş ve baba olarak kalmaya çalışacağım.  Yani babamda eksik olan şeyleri benim tamamlamam gerekecek. Bunları tek başıma yapmam imkansız gibi. O yüzden iyi bir eş, iyi bir arkadaş ve iyi bir anne olabilecek kadınla tanışmam gerekiyor... Asıl sınav şimdi başlıyor gençler...

15 Eylül 2018 Cumartesi

Değişmeyen Kaderimiz - Yenilenen Krizler...

Üniversiteye girdiğim günden beri ekonomi ve siyaset üzerine elimden geldiğince çok okudum ve düşündüm. Hâlâ daha okumaya ve araştırmaya devam ediyorum. Blog üzerinden yüzlerce yazı yazdım. 6 yıllık iş deneyimimin sonucunda geldiğim noktada içime rahatlatan şey ise çoğu konuda savunduğum ve ifade ettiğim şeylerin doğru çıkması. Fakat haklı olmam ya da doğru düşüncelere sahip olmam benim yaklaşan ekonomik krizden etkilenmeyeceğim anlamına gelmiyor. 

Oy verdiğim günden beri hep aynı partiye oy verdim. İnsanlar nasıl doğduklarında annelerinin babalarının dinini kabul eder. Ben de yetiştiğim ve okuyup araştırma imkanı bulduğum çevrenin siyasi ideolojisini kabullendim. İcraatlerinden memnun muyum? Tabi ki değilim. İktidara gelirse mutlu veya tatmin olacak mıyım? Sanırım hayır. Peki bir seçmen olarak benim beklentim nedir? Mesela siyasi referanslarla, tanıdığım insanların ön ayak olması ile bir iş beklentim yok. Babamdan harçlık isteyemeyen ben, gidip de insanlardan iş veya para mı isteyeceğim. 

Kendimi bilinçli ve duyarlı bir seçmen olarak görüyorum. Ülkeyi hangi siyasi ideoloji yönetirse yönetsin diğer görüşlere saygılı olmasını istiyorum. Toplumun refahını sözlerle değil, icraatleri ile savunmasını istiyorum. İktidarların günü kurtarmak için; bugünkü neslin geleceğini borçlanarak ya da yanlış kararlar alarak ipotek etmesini istemiyorum. Yaşanabilir bir çevre, geleceğe umutla bakabileceğim bir aile ve iş ortamı istiyorum. Geceleri bizi mahvetmek isteyen düşmanlar da acaba uyuyor mu diye düşünmektense ; sabahleyin kalktığımda ülkenin geleceğine umutla bakabileceğim hayaller kurmak istiyorum. Kazandığım paranın 10 katını kazanacak kabiliyete sahip değilim ya da öyle bir isteğim yok. Fakat cebimdeki paranın değerinin korunmasını istiyorum. İnsanların bugün kahraman ilan edilip, yarın vatan haini olarak yargılandığı bir ortam değil, suçsuzluğunu da haklılığını da adil bir şekilde anlatabileceği bir ortam istiyorum. İnsanların söylediklerinin doğru veya yanlış olmadığını sorgulayabileceğimiz bir bilgi ortamı istiyorum. Aslında kendim için değil toplum için bir şeyler istiyorum. Çünkü bu toplumda tek başımıza değil hep birlikte yaşıyoruz. 

Üniversitede bitirme tezimi 1994 ve 2001 yıllarında Türkiye'de yaşanan ekonomik kriz üzerine yazmıştım. Yüksek lisans tezimi ise 2008 Küresel Finans Krizi üzerine yazıyorum. Çünkü ekonomik krizler hep ilgimi çekti. Çocukken ne zaman refaha ve mutluluğa kavuşacak olsak patlak veren ekonomik kriz yüzünden babam işsiz kalırdı. Üniversiteye başladığımda yaşananlardan aldığım ders ile ben babam gibi olmayacağım demiştim. Acaba gerçek bir kriz ile ne zaman yüzleşeceğim diye düşünüyordum ki; Evet o gün geldi çattı. Her gün yüzlerce kez aranıyorum, yüzlerce maile cevap vermek zorundayım. Artan döviz kurlarını, durduğu yerde ikiye hatta üçe katlanan borçları görmek zorundayım. 

Çalışanlarının SGK primlerini ödeyemeyen, işçilerini işten çıkartmak zorunda kalan küçük esnaf ya da orta ölçekli kobilerin dertlerini dinliyorum. "İnanır mısınız Murat Bey, geçen akşam kızım gelirken beğendiği oyuncağı almamı istedi. Kızımın doğum gününde eve elim boş gittim." Ben bunları dinlemek zorunda mıyım diye düşünüyorum bazen. Ceketimi alıp gönül rahatlığıyla çıkıp gidemiyorum evime. Çünkü bir zamanlar o küçük kızın durumundan ben de geçtim. Yaşadığımız bu ekonomik şartlar çocukları daha küçücükken olgunlaştırıp, isyankar yapıyor. Kendimden biliyorum.

Şimdi burada size ekonomik analiz yapabilirim. Takdir edersiniz ki 8 yıllık akademik eğitim,  6 yıllık iş deneyimi ile ekonomi hakkında az çok söyleyebileceğim bir şeyler var. Fakat sizler için bir anlam ifade eder mi ki? Yıllar boyunca iktidarın yanlış politikalarını eleştirdiğimiz için, daha iyisi neden olmasın dediğimiz için; vatan haini, cahil, kibirli, çok bilmiş diye hakarete uğradık çevremizdeki insanlar tarafından. Cebimize giren para, aldığımız ev ve arabalar bunların hiç birini bugün kazandığımız para ile almadık. Gelecek günlerimizi ve gelirimizi bankalara ipotek ederek aldık. Yani başkalarının parası ile gösteriş yapan budalalardık. Bugün ise ödünç aldığımız paraları misli ile bizden geri istiyorlar. Elbette bugünleri de atlatacağız. Fakat neden yaşananlardan ders alamıyoruz.

Mahallemiz sürekli savaştan kaçanlarla doluyor. Çocukken doğudan gelen kürtler olurdu. Sonra Afganistan savaşından kaçıp gelenler oldu. Doğu Türkistan'daki Çin zulmünden kaçıp gelenlerle yeni bir mahalle kuruldu. Irak Savaşı sonrası gelen pek olamadı çünkü milyonlarca insan daha kaçamadan öldürüldü. Bugün Suriye'deki savaştan kaçanlar gelmeye devam ediyor. Peki bizim gidebileceğimiz bir yer var mı? Hayır. Biz her zaman olduğu gibi kalıp olana bitene burada göğüs gereceğiz. Devlete düzenli olarak vergimizi ödeyeceğiz. 40 yıl namusumuzla çalıştıktan sonra alacağımız üç kuruş emekli ikramiyesiyle eğer kenarda üç beş kuruş da birikimimiz varsa küçük bir ev alıp inzivaya çekileceğiz. 50 yıl önce nasılsak 50 yıl sonra da değişen pek bir şey olmayacak. Fakat biz yükselen binalarla, yenilenen araba modelleri ile, satın aldığımız teknolojik ürünlerle büyüdüğümüzü ve zenginleştiğimizi iddia etmeye devam edeceğiz.... 


4 Eylül 2018 Salı

Kalbim Sende Don Jon

Sanırım yaklaşık 2 aydır blogda yazmıyorum. Yazmaya değer bir şey olmadığından değil, üşendiğimden hiç değil. Twitter çıktığı günden beri insanlar vermek istediği mesajı 150 karaktere sığdırmaya başladı. Gün geçtikçe daha da kısalıyor. O yüzden ne söylemek istiyorsanız kısa yoldan etkileyici bir şekilde söylemelisiniz. Ki etkisi de zaten story'ler gibi 24 saatten fazla sürmüyor. Ben de o yüzden artık eskisi kadar yazma hevesi duymuyorum. Eskiden vermek istediğim mesajı veremediğimi düşünürdüm, artık insanların vermek istediğim mesajı almak istemediğini anlıyorum. Canınız cehenneme pislikler. Umarım o kıymetli beyaz kıçınızı, zencinin biri pompalar. Amen...

Evet bugün kendimle alay etmek için buraya yazıyorum. Çünkü ekonomik kriz, politik gündem, ve sikindirik insanların varlığını düşününce bir şeyler yazmadan edemeyeceğimi anladım. Rahatlamam lazım. O yüzden seri bir şekilde önce kendi içimden sonra elâlemin içinden geçeceğim. 

Don Jon gibi ideal ilişkiyi ararken yine bir duvara toslama vakası ile karşı karşıyayım. Suç her zaman ki gibi bende. Çok hızlı gittim, okuduğum binlerce kitap beni iktidarsız Sigmund Freud'a çevirdiği için konuşarak mastürbasyon yapan bir adama dönüştüm. Saçlarımı kazıtıp, top sakal bırakırsam bir de gözlük takıp boynuma fular bağlarsam tam bir entelektüel fahişe olabilirim diye düşünüyorum. Çünkü açık sözlü olduğum için insanların bana güvenmeleri gerekirken benim içi bu çocuk profesyonel bir hatip diyorlar. Anca felsefe ve demogoji yaparak bizi etkilemeye çalışır ama bizim bunlara karnımız tok diyorlar. 

Bir zamanlar çevremdeki ideal çiftler midemi bulandırırdı. Millet lise aşkı ile evleniyor. Üniversiteyi beraber okurken Avrupa'yı geziyor. Biz de o sırada tek başımıza mehtaba kürek çekiyorduk Elizabeth ile. Toplum içerisinde gözlerinin içine bakıp, birbirlerini öven çiftler, baş başa kaldığımızda aslında o kadar mutlu olmadıklarını anlatıp sevgililerin arkalarından konuşurlardı. Aslında bu gayet normal bir şey yahu. Hangimizin mükemmel ve kusursuz ilişkisi oldu ki. O yüzden eleştirdiğim şeyi yapacağımı bildiğim için ben içimden geldiğim gibi davranmayı seçtim. 

Genelde hep bir ilişkiye hevesli ve heyecanlı olarak başlayan ben olurdum. Güzel bir akşam yemeği veya kahvaltı. Zaten buluşmadan önce hayat düşüncemi ve dünyaya bakış açımı kıza belli ederim. Buluşma esnasında yeterince kibar ve nazik davranır, edebiyat, sinema ve geleceğe dair hayallerimden konuşurum. Bugüne kadar her kızda olumlu etki bırakmıştır. Birkaç buluşmadan sonra ise malum kaçınılmaz son olur. Kızın konuşacak konusu kalmaz o yüzden genelde işi dedikoduya ve kim kiminle ne yapmış muhabbetine getirir. El ele İstanbul'un çeşitli semtlerini gezer, sinemaya gideriz.  Hani İlhan Berk'in bir sözü var ya; "O insanı ilk gördüğünde ilk iki dakika en güzelidir. İlişkinin geriye kalanında hep o ilk iki dakikayı aramakla geçer ömür." Aynen öyle olduğu için ben bir süre sonra kitap okumak için bile kız arkadaşımı ekerim. Babaanneme birkaç kez kalp krizi geçirtmişliğim vardır. Annem bir kez merdivenlerden düştü. Yani bahanelere sığınıp kaçış yolunu hep buldum. 

Nedense vaktim hep değerliydi. Kendimi şu şekilde avutuyordum. Benim bazıları gibi kızları ayartıp cinsellik beklentim yok. Sadece hoş sohbet edip, kaliteli bir zaman geçirmekti derdim. O yüzden konuşacak konunun ve kaliteli zamanın bittiği vakit hep kaçtım. En uzun ilişkim 1.5 yıl sürdüğünü göz önüne alırsam. Sahi o da nasıl sürdü inanın bilmiyorum. Kızın sabrına helal olsun. Yani yalnızlıkla ilgili şikayet ediyorsam  bilin ki şımarıklığımdandır. 

Peki nereye kadar böyle diye kendime sorduğum oluyordu. Yine İlhan Berk'in dizelerini sığınıyorum. Karşındaki insanı iki şeyle sına: "Hiçbir şeyin yok iken gösterdiği sabır, her şeyin varken sergilediği tavır." Kendi paramı kazandığım günden beri aşama kaydediyorum. Kendimi hazır hissedene kadar hiçbir kıza bağlanmadım, sadece maddi açıdan değil, manevi açıdan da verebilecek bir şeylerimin olması lazımdı. Şu bir gerçek ve ben bu gerçeğe hak veriyorum. Kızlar haklı olarak beraber olacağı erkeğin bazı şeyleri başarmış olmasını istiyor. İyi bir eğitim, iyi bir iş, belirli bir deneyim ve kariyer, kenarda birikim, ev veya araba.... Artık ne kadarı olursa. Bense yıllar boyu bok çuvalı gibi okuduğum felsefe kitaplarından edindiğim fikirlerle kendi kendime götüm kalktığı için farklı bir düşünce yapısına sahip oldum. 

Düzgün bir karakterim olsun, beraber olduğum insan benimle beraberken güzel vakit geçirsin, her konuda konuşabilelim, yeni fikirlere açık olalım, yeni insanlar tanıyalım, yeni yerler keşfedelim. Beraber bir şeyleri inşa edelim. Beraber birikim yapıp, zorluklara beraber katlanalım. Sanki ben Sadri Alışığım amına koyim, sokakta yürürken çingeneler güzeli Feri Cansel beni bekliyor. Mahkemede hakime "bu da mı gol değil be" hakim bey diyorum. "Çok bir şey istemedik ki; o biraz sevse biz üstünü tamamlardık" desem tam olacak. 

Beyaz gömleğin içine girip, boynuma da koyu renk kravatı dolayınca beyefendi olmadığımın farkındayım. Ben hâlâ 16 yaşında toprak sahada top oynarken yeterince mücadele etmeyen arkadaşına "koşsana amına koduğum" diye bağıran takım kaptanıyım. Ben sistemi eleştirmeyi köydeyken ineklerin bokunu çimenlerden temizlerken öğrendim. Top oynarken boka basıp düşmeyelim diye koskoca tarlayı baştan aşağı temizlerdik. Taa o zamanlar başkalarının bokunu temizlemeyi âdet edinmiştim. Onca sene oku, diploma al, sikindirik kişisel gelişim kitaplarını al. Sonra bunların yeterli olmadığını anla. Kariyer basamaklarını daha hızlı çıkmak için doğru insanın taşaklarını sıvazlamayı öğren. Koskoca bir yıl çalışıp 14 günlük yıllık izni iple çek. Hatta bayram tatili ile birleştirmek için can at. 

Ben böyle geçen ömrün izzeti ikramını sikeyim sayın okuyanlar. Bir de bana gelip o kadar sistemi eleştiriyorsun, ama sistemin en sadık kölesisin diyorlar. Kardeşim bu sistemin kölesi olmadan nasıl öğreneyim bunları. Ne yapayım yani, borç para ile evleneyim mi? Tinder'dan eşleştiğim kızı eşyalı stüdyo daireye götürüp sabaha kadar pompa mı yapayım? Kredi kartına taksitle 4 gün 5 gece 6 ülke gezip sırf insanları ben burayı da gezdim demek için sosyal medyada onlarca fotoğrafa mı boğayım.  

Şimdi kaynatasızın biri diyecek ki; bizim hayatımızı beğenmiyorsun ama biz hiç olmazsa bunları yaşıyoruz. Sen oturduğun yerden kıskanırcasına eleştiriyorsun. Siz de haklısınız. Ama birilerinin bunları oturup yazması lazım. Oh be rahatladım. Balkona çıkıp iki de küfür sallarsam tam olacak. Evleneceğim insanı çok merak ediyorum. Ya da evlenebilecek miyim? Benim tüm bu sivri düşüncelerimi yontup tipik bir aile babasına çevirecek olan insana buradan saygılarımı iletiyorum. Ay sonu o siktiğimin faturaları neden fazla geldi diye soracağım. Hamam mı işletiyoruz burada, biraz az yiyin. Kredi kartına fazla asılmayın. Fuzuli para harcamayın. Akşam yemeğinde evde olun. 

Evet hayatın kaçınılmaz sonunu kısaca hatırlamak istedim. Bugün bazı şeyleri kaybettim yine. Mutsuz değilim, yalnız da değilim sadece tek başınayım. Tabi yerseniz. Uykumda kaçtı. Bu yazı bittikten sonra bilgisayarda ne yapacağım. Sanırım kaçınılmaz son beni bekliyor. O yüzden olur da yarın görüşemezsek şimdiden iyi günler, iyi akşamlar, iyi geceler...



22 Haziran 2018 Cuma

Beraber Yürüyemedik Biz Bu Yollarda: 16 Yıllık İktidar Eleştirisi

Tarihi seçime iki gün kaldı.  2002 yılındaki seçim tarihi bir seçimdi. Ekonomik kriz ile pençeleşen, IMF'ye borcu olan, sıkılaştırma politikaları ile maliye politikasını Kemal Derviş'e emanet eden, terörün bittiği, Recep Beyin hapisten seçime katıldığı bir ortamdı. 

Ekonomik Süreç - Konut Piyasası

Bir sonraki seçimde Ak Parti açık ara farkla rahat bir seçim zaferi elde etti. Tabi o sürece gidilirken Ergenekon ve Balyoz davaları, kozmik odalar ve kapatma davası ile mücadele ettiler. Avrupa Birliği'ne vaad edilen reformlar gerçekleştirildi. Ekonomik hedefler tutturuldu. Enflasyon ve faiz rakamları düştü. Paradan altı sıfır atıldı. Ekonomi iyiyken dünyanın hiçbir yerinde iktidar değiştirilmez. Dönemsel olarak %7-8 bandında ekonomik büyüme sağlansa da 16 yıllık ortalama Cumhuriyet tarihi ortalamasını geçmiyor yani 16 yıllık büyüme ortalaması %4-4,5 bandında. Fakat 2008 yılı ile beraber partide bir değişim sürecine gidilmeye başlandı. Recep Tayyip Erdoğan iyi bir orkestra şefi iken sahneye tek başına çıkıp tüm alkışı kendisi almak istedi. Bugün Ak Parti'nin en iyi olduğu dönemde ekonomiden Ali Babacan, maliyeden Abdüllatif Şener, dış işlerinden Abdullah Gül, içişlerinden Beşir Atalay sorumluydu. 

Eğitim ile ilgili bir türlü dikiş tutturulamadı. Sağlık bakanı Recep Akdağ uzun bir dönem bakanlık yapsa bile ben onun çok etkili olduğunu düşünmüyorum. Çünkü ekonomik büyümemiz inşaat sektörüne ve özelleştirmeye yönelik olduğu için birçok insan sağlık sektörüne yatırım yaptı. Binlerce özel hastane piyasaya çıktı. Devlet eliyle yapılan büyük hastaneler yap-işlet-devret modeli ile yapılıyor. Hani o hastane sıralarında artık bekleme yok deniliyor ya. Sağlık sistemini arz-talep piyasasına uyarlayıp hastaları potansiyel müşteri konumuna getirdikleri için parayı veren düdüğü çalıyor. Tabi ki eskiye göre daha iyiye gittik. Allah razı olsun ama daha iyiye gidebilecek potansiyelimiz varken, daha adil ve şeffaf bir sistem kurmak varken, daha az maliyetli yatırımlar yapmak varken bunları yapmamak eleştirilecek bir durum. Gerçekten hastaların ihtiyaç duyduğu ilaç devlet tarafından karşılanmıyor. Doktorlar şiddete maruz kalıyor. Ve en büyük yenilik para vermiyorum diyenler yanılıyor. Maaşınızdan siz farkında olmadan bu kesintiler yapılıyor. Yani vergilerimizi peşin ödeyerek zaten sağlık hizmetinin karşılığını veriyoruz. 

2008 yılında Küresel Finans Krizi gerçekleştiği için Recep Bey'in de  dediği gibi kriz bizi teğet geçti. Çünkü Türkiye'nin bütçe açığı Avrupa Birliği kriterlerine göre milli gelirinin %38'i civarındaydı.Yani çoğu Avrupa Birliği ve gelişmiş ekonomiden daha iyiydi. Fakat Türkiye Ak Parti iktidarı ile beraber özel sektörün taşeronluğunu yaptığı bir büyüme modeli izlediği için eskiden devletin bilançosunda gözüken borç artık özel sektörün bilançosunda gözüküyordu. Bu yüzden meydanlarda IMF'ye borcumuz kalmadı, devlet bütçesi artık denk diye masallar anlatabiliyorlardı. 

2008 Krizi küresel bir kriz olduğu için Amerika Merkez Bankası dünya piyasalarına yaklaşık 4 trilyon dolar para enjekte etti. Gelişmiş ülkelerin faiz oranları %1-2 bandında iken bizde faizler %7-8 bandında olduğu için sıcak para bizim ülkemize aktı. Özel sektör mevcut borçlarını çevirdi, hatta finansman bolluğu sayesinde döviz cinsinden daha da fazla borçlanmaya devam etti. Bugünkü döviz kurlarının yükselmesinin altında yatan gerçek neden budur işte. 

Bugün gelinen noktada dünya on yıl önce mortgage ve inşaat sektörü kaynaklı krize girmişken biz paçayı yırttık diye seviniyorduk. Fakat bugün yüksek ev faizleri, ihtiyaç fazlası üretilen konutlar, arz-talep kanununa göre fiyatı düşmesi gerekirken her geçen gün artan ev fiyatları ve her köşe başına inşa edilen AVM'lerin yarattığı tüketim çılgınlığı ile boğuşmak zorundayız. Bir zamanlar ülkede gecekondulaşma sorunu vardı. Bugün o gecekonduları yıkıp yerine sıra sıra binalar diktik. Müteaahhitler zengin oldu. Fakat yıllardır kirada oturan sıradan halkımız ya ev sahibi olamadı ya da 20 yıllık vadelerden bankalara borçlanarak bankaların sebepsiz zenginleşmesine vesile oluyorlar. Evet elimizde muazzam bir para stoku ve yeniden yapılanma için fırsat varken biz bunu heba ettik. Yeni milyonerler çıkardık piyasaya. Ev fiyatlarından ulusal bir kumarhane yarattık. Gecekonduları temizleyip her yeri apartmanlar ile kirlettik. Evde oturanların çoğu o evlerin sahibi değil. 

Eğitim Sistemi - Adalet Sistemi ve İnsan Hakları

Her dönem değişen hatta bazen aynı dönemde birkaç bakanın değiştiği bir eğitim sistemimiz var. Biz Türklerde şöyle bir algı var. En iyi sistemi kurarız, anayasa taslaklarını ve yazılı evrakları en modern şekilde yazarız. Fakat uygulamaya geldiğinde yazılanlarla ile gerçekleşenler arasında dağlar kadar fark vardır. Sınav sistemi kaç kez değişti bilmiyoruz. Yıllardır sınava giren birisi olarak şunu diyebilirim ki sorulan sorular değişmedi. Soruluş tarzı değişmedi, test sınavı olmaya devam ediyoruz. Fakat değişen şey sınava kaç oturumda girdiğimiz, dershaneler yerine etüt merkezleri ve özel ders verilen sistemler. Halkın çocukları devlet okullarında şeffaf ve yeterli bir eğitim alamıyor. Dershanelere akıtılan paralar artık özel okullara akıtılıyor. Ama sorarsanız eğitim parasız. Bedava kitap, bedava defter. Eskiden bunu da bulamıyorduk diyenler var. Ayakta uyutuyorlar. İnsanların cebinden paraları farkında olmadan alıyorlar. 

Çocukların sanatsal gelişimi, özgüveni dikkate alınmıyor. Rövanşist bir anlayışla imam hatiplilerin bir zamanlar yenilen haklarını vereceğiz diye başkalarının hakları yeniyor. Bilimden ve teknolojiden uzak bir eğitim sistemimiz var. Her öğrenciye tablet dağıtmak ile ileriye gidilmiyor. O tableti kullanan çocuklar vikipedia sitesine giremiyor. Okullara yapılan laboratuvarlar kullanılmıyor. Yurt dışındaki başarılı sistemler araştırılmıyor. Ve gelinen noktada 16 yıllık iktidarlarında eğitim sisteminde bir arpa boyu yol alınamadı. Öğrencilerin eğitim hayatına yazık oldu. 

Adalet sistemi ve insan hakları ile ilgili uluslararası örgütlerin listelerinde alt sıralardayız. Bireylerin hukuk sistemine inancı yok. Rövanşist anlayış yüzünden hukuk sistemine atanan ideolojik gözlükle davalara bakan hakimler ve savcılar yüzünden binlerce insan mağdur oldu, yılları heba oldu, hayatlarını kaybettiler. Politikacıların açtığı tazminat davalarına bakmaktan hakimler vakit bulamıyor. Mesela hakaret ettiği için  hapislere atılan, linç edilen insanlar var. Evet bunu tasvip etmiyoruz. Fakat kadınları öldürenlerin, hayvanlara işkence edenlerin serbestçe gezdiği ülkede hâlâ söylemlerinden ve düşüncelerinden dolayı hapse girenleri görmek içler acısıdır. 

MEDYA

Bundan 20 yıl önce medyamız zengin iş adamları tarafından şekillendirilen bir yapıya sahipti. Yani partiler üstü bir durum vardı.  İktidarda güçlüyken desteklenip, gücünü kaybedince eleştiriliyorlardı. Evet para karşılığı manşetler atılıyordu. Fakat herhangi bir partinin meyda organları yoktu, varsa bile propaganda yapacak kadar gücü yoktu. Yani partiler seçime girdiğinde fırsat eşitliği vardı, seçmenlerin beyni yıkanmıyordu. Taraflı yayınlara bu kadar maruz kalmıyorlardı. 

Bugünkü iktidarın sahip olduğu gazeteler, televizyon kanalları, satılık kalemler, gazeteciler ile Hitler Almanyası'nın propaganda bakanlığı kuruldu resmen. Adil bir seçim yarışı yok. Bilgi kirliliği var. İlkeli yayın politikası yok. 16 yılda eleştirdikleri medyayı düzeltmek yerine para ile satın alıp daha beter hale getirdiler. 

Ordu ve Terör Süreci

Bu iktidarın seçim vaatlerinden biriydi. 12 Eylül'den hesap soracağız diye koskoca Türk ordusunu cemaate kırdırttılar. Binlerce muzavvaf asker, eğitimli ve tecrübeli asker ihraç edildi, gelişimi engellendi. Tutuklandı, hapishanelerde öldü, aileleri dağıldı. Ordunun gelişim süreci sekteye uğradı. Şimdi şunu diyenler olabilir. Savunma sanayide millileştik diyenler olacak. Ürettiğimiz uçakların, tankların, silahların benim bildiğim kadarıyla patent hakkı ve yazılımları bize ait değil. Eğer yanılıyorsam özür dilerim. Beni düzeltin. Otomobilleri montaj sanayi ile yıllardır ürettiğimiz gibi milli silahları da öyle üretiyoruz. İçerisinde belki yerli tüfeğin tüm hakları bize aittir. Fakat yiğidi öldür hakkını yeme. Bunun için de Allah razı olsun. Türk milleti asker millettir. Bugün onca davaya rağmen hâlâ ayakta ise;  analarının kuzusu erlere şükürler olsun. 

2002'de biten terör nasıl hortladı. Dış mihraklar diyecekler. Dış mihraklar her zaman vardı. Bir kumar oynadı bu iktidar çözüm sürecine gitti. Ama dünyadaki örneklerini hiç araştırmadılar. Terör örgütüne silah bıraktırmadan onları yıpratmadan müzakere sürecine girdiler. Yapılan hatalar bize neye mâl oldu derseniz. Hatay ve Suruç olayları. Talan olan binlerce köy ve onlarca şehir. Büyük şehirlerde yaşanan büyük terör eylemleri. Turistlerin ülkeye gelmemesi. Güven ortamının kaybolması. Bunların hepsi iktidarın iyi bir şey yapmak isterken eline yüzüne bulaştırması sonucu olmuştur. 

Dış politikada sıfır sorun süreci, sıfır ilişkiye dönüştü. PKK terörünü bitiremediğimiz gibi. Büyük Orta Doğu projesinin eş başkanı olduk. Sınırlarımızda terör örgütlerinin kurulmasına göz yumduk.  Irak'ta 1,5 milyon insanın ölmesine seyirci olduk. Suriye darmadağın oldu. Filistin ile İsrail arasında Aşk-Memnu romanındaki gibi ilişki yaşıyoruz. Kızılay ile gönderdiğimiz yardım paketleri ile vicdanımızı rahatlatmaya çalışıyoruz. Kanayan yarayı tedavi etmek yerine, kanamasına müsaade edip, sürekli pansuman ediyoruz. Hastayı öldürmüyoruz, ama süründürüyoruz. Bunun için bir de teşekkür bekliyoruz. 

YPG, DEAŞ, EL-Nusra gibi onlarca terör örgütü kuruldu. Kimilerini öfkeli gençler olarak gördük. Silah gönderdik. Ve bugün Türk ordusunu üzerilerine gönderip bitirmeye çalışıyoruz. Milyarlarca dolar silaha harcanıyor. Her gün şehitlerimiz gelmeye devam ediyor. Cennetten arsa satıyorlar. Arkada kalan ailelerine ise ev anahtarını miting meydanında sallayarak veriyorlar. 

SONUÇ

Çok uzun bir yazı oldu farkındayım. Hatta değinmediğim birçok konu, birçok detay var. Fakat eminim bu kadarını bile okuyacak takatiniz ve gücünüz yok. İnşallah bir gün akademik bir çalışma yapma fırsatım olur. 

Bu yazıyı yazmamın nedeni 16 yıllık iktidarın benim nazarımda gözüme batan yanlışlarını dile getirmekti. İcraatlerini anlatmama gerek yok zaten kendileri 7/24 anlatıyor. 20 yıl bu ülkenin okullarında eğitim alan bir genç olarak nelerin eksik olduğunu çok iyi biliyorum. Olmayan fırsat eşitliğinden her zaman şikayet ettim. Bu fırsat eşitliğini yenmek için yıllar boyunca binlerce kitap okuyup, her türlü ortamda bulunmaya çalıştım. Siyasi ideolojimi hiç saklamadım. Ama empati kurup, aklı selim düşünmeyi öğrendim. Hâlâ daha geliştirmek için çabalıyorum. 

Oy verdiğim partiyi de kendimi de hep eleştirdim. Eksiklerimi görmeye özen gösterdim. Siyasi tartışmaların bilgiye dayalı olması için elimden geleni yapıyorum. At gözlüğü ile bakmamak için, siyasi ideolojinin batağına batmamak için çabalıyorum. Bugün iktidar değişsin hatta benim oy verdiğim parti iktidara gelsin. Ben onları yine eleştireceğim. Çünkü iktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır. O yüzden seçtiğimiz insanlar bizim nefesimizi enselerinde hissetmelidir. O gücün, o paranın altında kim olsa ezilir. Erdoğan'da bunu yaşıyor. O yüzden bundan sonra gelecek olanlarda aynı hataya düşmeyelim... 

12 Haziran 2018 Salı

Falan Filan...

Bir şeyler yazmak için oturduğumda bilgisayarın başına, bir anlığına ekrana boş gözlerle bakarken buldum kendimi. Bundan yaklaşık on yıl önce üniversiteyi yeni kazandığım dönemde içimde bir şeylerin biriktiğini anlamış ve blog yazmaya başlamıştım. Zaman kum taneleri gibi avucumun arasından kayıp geçmiş. Neleri takmışım kafama, karın ağrısı ile uyandığım sabahların sayısı her geçen gün artmış. Stres katsayısı bir şeyleri başardıkça azalmak yerine daha da fazla artmış. Şu engeli de aşarsam artık düzlüğe çıkarım dediğim her anda, karşıma aşılması daha da zor engeller çıkmış. 

Ne değişti 10 yılda hayatımda diye düşünüyorum. Siyasi fikirlerim, ekonomik bilgim zamanla olgunlaşmış. Ön yargılarım bir bir kırılmış, tuzla buz olmuş. Dini maneviyat yerini evrensel ahlak normlarına bırakmış. Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Can Yücel ve nicelerini okuya okuya ateist mi oluyorum diye düşünmüyor değilim. Ama ufaktan da olsa içimde hâlâ bir Allah korkusu da yok değil? Fakat günah işlemekten de korkmuyorum. Eşiği bir yerde geçtim. İyi bir insan nasıl olunur, bunun kriterleri nelerdir bilmiyorum. 

Önümüzdeki otuz sene daha nasıl çalışırım kara kara düşünüyorum. 6 yılda edindiğim tecrübe ve birikim içimde potansiyel bir seri katil barındırdığımın farkına varmamam neden oldu. Gelecek otuz yılda Hannibal'a dönüşmemem için herhangi bir engel yok. Eskiden insanları anlayışla dinler, sessizce işime bakardım. Artık saçmalayan ve başkalarına karşı saygısı olmayan insanlara tahammülüm kalmadı. İnsanlar iş hayatında yanıma gelip, yalancıktan halimi hatrımı sorup, iş olsun diye baş sağlığı diledikten sonra işlerini yaptırmaya çalışıyorlar. Birileri başarı merdivenleri elleri cebinde çıkarken, pamuklara sarmalanıp korunurken; bizim kıçımıza vites kolu sokup beşe takan iş hayatına ne demeli inanın bilmiyorum. 

Ailem bin bir güçlükle okuttu, üzerimde teyzemden dayıma, komşumdan arkadaşıma herkesin emeği var. Nasıl öderim onların hakkını. Vefa borcu denen şeyin altında her geçen gün eziliyorum. Kendi yoluma bakıp hayata devam etmek varken her defasında geriye dönüp birilerine borcumu ödemek zorunda gibi hissediyorum.

Kızlar konusunda elime geçen fırsatları cömertçe harcadığımı düşünüyorum. Yani saha şartları uygundu, istediğim toplarla da buluştum fakat kimi zaman topu taca attım, kimi zaman ayağımda gereğinde fazla tuttum. Kimi zaman da ofsayta yakalandım. Şu an ki durumum Sadri Alışık'tan hallice "Bu da mı gol değil be!" 

Açık sözlü olursam kısa vadede kaybederim ama uzun vadede kazanırım diye düşündüm hep. Sanırım kısa vadede kaybetmeye devam ediyorum. Uzun vadeyi de görmeye Allah ömür verir mi meçhul! Kariyerimle ilgili elle tutulur bir hayalim yok. İşimden nefret ediyorum. Neden diye soruyorlar? Tıpkı okul hayatında olduğu gibi fırsat eşitliği yok. Mütevazi ve küçük bir dünyadan çıkan bizim gibi insanlar; büyük hayaller ve acımasız rekabet ortamında hangi yöne gideceğini şaşırıyor. İnsanlara güvenmeye başladığınız anda aslında kazık yemeye başladığınızı öğreniyorsunuz. Çıkara dayalı ilişkileri yürütmek her baba yiğidin harcı değil, o yüzden gereğinden fazla yıpranıyorsunuz. 

Kadınlara karşı ne zaman dürüst olacağımı henüz öğrenemedim. İlişkinin başında dürüst olduğumda karamsar bir görüntü çiziyorum. Hani o çok sevdiğim şairlerden alıntılar yaparak yaptığım konuşmalar var ya. Beni aptal konumuna düşürmekten, bu çocuk hangi dünyada yaşıyor acaba gibi sorulara maruz kalmaktan başka bir işe yaramıyormuş. Halbuki Şükrü Erbaş bir şiirin de ne kadar güzel ifade etmiş bizim gibileri: "Öyle büyük umutlarım olmadı benim; büyük düşlerim, özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni oluşturdu, ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni..."

Sebebini sen söyle ey doyumsuz ilk gençlik,
Hangi kadını sevdiysem mutsuzluk verdim...

Bu yazının amacı kendi kendimle konuşmaktı aslında. Çünkü kime döksem içimi geriye toplamak çok zor oluyordu. Ve nasihate değil, sessizce dinlenmeye ihtiyaç duyuyordum en çok...



27 Mayıs 2018 Pazar

DÖNÜŞÜM...

Murat Koçhan 28 yaşında, bir pazar sabahı pencereyi açık unuttuğu için götü donmuş bir şekilde uyandığı yatağından bir sürüngen gibi kıvrılarak çıkmıştır. Birkaç dakika yere uzanıp tavana boş gözlerle bakarken nedense birkaç dakikalığına tüm yaşamı film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmiştir... 

18 yaşımda üniversiteyi futbolcu olamamanın hayal kırıklığı ile kazandığımda evimden yüzlerce kilometre öteye büyük bir özgüven eksikliği ile gitmiştim. Her insanın yaşayabileceği maddi sıkıntıları, başarısızlık korkusunu ve gelecek kaygısını sırtlamıştım. Zeytinburnu gibi kozmopolitan bir semtte doğmanın avantajlarını ve dezavantajlarını her zaman yaşadım. Küfür etmeyi de, çocukluğun acımasızlığını da, bir kız tarafından ilk ret edilişi de, sosyalizmi de ilk sokakta öğrendim. Birleşmiş Milletlerin mülteci kampı gibi okullarda Afganlarlarla, Tatarlarla, Kürtlerle ve birçok etnik kökenli çocuklarla hep beraber okuyarak, gülerek, oynayarak yaşadım çocukluğumu. 

Üniversiteyi bir Anadolu şehrinde okumanın birçok dezavantajını yaşadım. Avrupai bir eğitim alamadık mesela. Lisede yabancıl dil ağırlıklı eğitim almam avantajdı ama üniversitede üstüne bir tek tuğla koyamamak eksiklikti. Vizyonu olmayan hocalardan, imkansızlıklardan yakınıyorduk kimi zaman. Doğudan gelen kırık Türkçeli çocuklarla okulu bitirip hayata atılmanın derdindeydik. İyi ki oralarda okumuşum diyebiliyorum ama. Çünkü çocukluğumun en güzel günlerini köyünde geçirmiş bir çocuk olarak özümü koruyabildim biraz olsun. 

Üniversiteden mezun olduktan sonra fırsat eşitliğinin olmadığını pratikte öğrenmiş oldum. Anadolu'da okumama rağmen İstanbul'da doğmam ve kendimi geliştirmek için birazcık çaba sarf etmem bana bazı imkanlar sağladı. Küçücük dünyamız birden genişledi. Çünkü ülkenin en iyi üniversitelerinden mezun, yabancı liselerden ve kolejlerden mezun olan insanlarla arkadaş oldum. Onlarla rekabet ediyorum. 

Kimi zaman kıskanıyoruz galiba onları. Onlar kadar şanslı olabilseydik diyoruz. Tabi ki eğitimli ve zengin bir ortamda doğmak bir şans. Fakat şu da var; zamanında dizimizi kırıp derslerimize çalışmadığımız için iyi bir üniversitede eğitim alma hakkını kaybettik. Ergenlikte ders çalışmak yerine okuldan kaçıp, boş arsalarda futbol oynuyorduk. Geceleri Venedikli Gondolcular gibi mehtaba karşı kürek çekiyorduk... Bu yüzden onlar yürüyen merdivenle hedefe doğru giderken, biz yangın merdiveninden koşarak çıkmak zorundayız. Haliyle bedenen ve ruhen yorulup, yıpranıyoruz.

Ve geldiğim noktada kendimi bir kabuğa hapsettiğimi düşünüyorum. Çok kitap okuyarak, yazarak, farklı düşünceleri takip ederek, tartışarak, aklı selim düşünmeye çalışarak, objektif ve tarafsız olarak toplum içerisinde kabul görebileceğimi, saygınlık kazanabileceğimi düşünüyordum. Fakat yanlış dönemde doğduğumun farkına geç de olsa vardım. Kadınlara karşı mahçup ve utangaçım. Aynada kendime bakmaktan kaçınıyorum. Kibirli olmaktan korkuyorum o yüzden kendimi acımasızca eleştirip, beğenmiyorum. Realist olmaya çalışırken insanlar beni karamsar, düşünceli ve biraz da ezik birisi gibi algılayabiliyor. Bunun da farkındayım maalesef. 

Kurumsal bir şirkette çalışıp, hayalgücü geniş, hayattan zevk almasını bilen, mutlu olmasını becerebilen insanların arasında kendimi bulunca afalladım. "Güç, para ve statü" olmadan mutlu olamayacağımı, bir kadınla mutlu bir birliktelik yaşayamacağımı düşünmeye başladım. 

Eminim ki bu yollardan geçen benim gibi birçok insan, birçok arkadaşım vardır. Buraya kadar okuduysanız eğer pes etmiş, vazgeçmiş ve kabullenmiş olduğumu düşüneceksiniz. Fakat artık verdiğim bunca emekten sonra boşa kürek çektiğimi düşünmüyorum. Hatalarımdan ders alabilecek, farklı düşünceleri anlayışla karşılayabilecek, sınıfsal farklılıkları kabullenebilecek ama onları yıkmaktan vazgeçmeyecek, sahip olamadıklarımdan dolayı şikayetçi olmak yerine elimdekilerle yetinip mutlu olabilecek kadar olgunluğa eriştiğimi düşünüyorum. 

Kafka'nın Dönüşüm kitabındaki gibi bir sabah uyandığımda neye dönüştüğümü gördüm. Ve bu hikayeden payıma düşeni aldım. 

25 Nisan 2018 Çarşamba

Biz Kime Oy Vereceğiz?

Malum ülkenin gündemi erken pardon baskın seçimle çalkalanırken hepimizin aklında aynı soru. Biz kime oy vereceğiz. Parlamenter sistemi terk edip başkanlık sistemine geçtiğimiz için biz hangi partiye oy vereceğimizi değil de hangi kişiye oy vereceğimizi tartışıyoruz. Tek adam rejimini eleştirirken başka birisini onun yerine koymaya çalışıyoruz. 

Ekonominin gidişatı pek iyi değil. Yazının asıl konusu ekonomi olmadığı için hiç bu derin mevzulara girmek istemiyorum. Keza sayfalarca yazı yazılabilir. 2001 krizi sonrası yaşanan sürece benzetenler var. Lakin değil. Bugün döviz kurları bu kadar yükselmişken, dış ticaret açığı, cari açık ve özel sektör borcu Cumhuriyet tarihi rekoru kırmışken neden ekonomimiz hala ayakta o zaman diye sorabilirsiniz? Veya madem ekonomiden, eğitim sisteminden, toplumsal düzenden, demokrasi düzeyinden memnun değiliz. Neden halkın buna karşı sesi çıkmıyor?

2002 yılına kadar Türkiye koalisyon hükümetleri tarafından yönetildiği için hiçbir parti böylesine bir kitle desteğine sahip olmamıştı. 1950-1960 yılları arasında Demokrat Parti tecrübesi var diyenleri duyar gibiyim ama sonunun hazin bittiğini hatırlatırım. Çünkü henüz ikinci seçimde (1954) yılından itibaren Demokrat Parti yaygın desteğini kaybetmeye başladı. Ve bugünkü serbest ekonomi koşullarına sahip olmadığı için ekonomik çarkları çevirmek bugünkü kadar kolay değildi. 

1990'lı yıllarda Sağ kesimde Milliyetçi bir parti, Muhafazakar bir parti ve Liberal bir parti modeli vardı. Yani MHP, Refah Partisi, Doğru Yol ve ANAP.  Hal böyle olunca bu partilerin oy oranları %15-30 arası performanslarına göre değişiyordu. MHP kürtlerin ve solcuların oyunu almaya tenezzül etmiyordu. Din üzerinden de siyaset yapmıyordu. Çünkü zaten onu yapan bir parti vardı. Refah Partisi kürtler ile ilgili çok açık konuşmuyordu, solcular desen töbe bismillah. Siyasal İslam modelini kendilerine referans alarak yollarında ilerliyorlardı. Siyonizm ve ABD ile kafayı bozmuşlardı. Tekrardan İslam alemini tek çatı altında toplamının derdindelerdi. Doğru Yol ve ANAP ise 90'lı yılların en kaymak partileriydi. Çünkü 80'li yıllar Dünya'da Thatcherizm ve Reaganizm siyasi modelinin hakim olduğu dönemlerdi. Ve bizim ülkemiz iflas etmiş bir modelin peşinden gitmeyi tercih etti. Turgut Özal ülkenin taşını, toprağını, havasını, suyunu,eğitimini, askeriyesini, fabrikalarını, ekonomik sistemini yani satılabilecek ve pazarlanabilecek ne varsa her şeyi serbest piyasanın ayaklarının önüne serdi. Ve Türkiye geri dönülemez bir yola girdi...

Sol kesime gelirsek CHP ve DSP arasında gidip geliniyordu. Radikal partileri bir kenara koyuyorum veya Sosyalist, Komünist partileri. Türkiye henüz o eğitim seviyesine gelmedi arkadaş. O yüzden Türk solu 1990'lı yıllarda eski heyecanını ve gücünü kaybetmiş Ecevit ile muhalefet etmekten başka hiçbir şey bilmeyen Baykal'ın eline kalmıştı. Birbirinin paçasını çeken bu iki kardeş olduğu müddetçe bu ülke hep sağ hükümetler tarafından yönetildi. Muhalefet etmeye o kadar kaptırdılar ki kendilerini vatandaşa hizmet götürmeyi bile unuttular...

Ve 2002 yılında siyasi bir mühendislik faaliyeti ile yeni bir parti doğdu. O zamanlar 40-50 yaş arası olan genç siyasetçiler bu ülkeye bir umut vaad etti. Çünkü hocalarını karşılarına aldılar. Yıllardır aynı adamlar tarafından yönetilen ülke bu yeni ve genç adamlara bir şans verdi. Ak Parti şark kurnazlığı yaparak önce muhafazakar kesimi sahiplendi. Sonrasında kürt halkının güvenini ve oyunu almayı başardı. Tabi bunda din ve aşiret faktörünü unutmamak lazım. Ve son olarak hiç beklemediğimiz bir şekilde milliyetçi kesimi de bu halkaya dahil etti. Beklemediğimiz şekilde dedim çünkü muhafazakar ve kürt taban milliyetçilikten yıllarca çok çekti, çok mücadele etti. Günün sonunda Türkiye'nin seçmen kesimi tamamen omurgasız bir hal aldı. Bugün sokakta insanları çevirin siyasi ideolojinizi, savunduğunuz değerleri, inandığınız evrensel değerleri açıklayın deyin. Kimsenin elle tutulur verebileceği bir cevabı yok. Çünkü tüm değerler salt bir oy için birbirine karıştı. Birbirine hakaret eden ideolojiler aynı potada eritildi. Ve bugün bu ülke bu kadar kötü yönetilirken neden çıkıp kimse ses etmiyor diye düşünüyorsa hiç düşünmesin. Çünkü artık uğrunda dövüşebileceğiniz, hayatınızı şekillendirebileceğiniz, hayaller kurabileceğiniz, peşinden koşabileceğiniz siyasi değerler ve ideolojiler yok. Kenan Evren'in yaratmaya çalıştığı apolitik genç nesili, Ak Parti iktidarı kafasını karıştırarak başardı. 

Peki biz kime oy vereceğiz? Adaylar az çok belli. Fakat heyecan ve değişim vaat eden bir isim yok. Denenmiş isimler var. İktidar değişim değil, kurulu düzenin devam etmesini vaat ediyor. Yani bizim memnun olmadığımız düzeni devam ettirmek istiyor. Muhalif adaylar ise düzeni yıkacağız diyor ama yerine ne koyacağını hiçbirimiz bilmiyoruz. Öne çıkanlar isimleri kendi bakış açımla kısaca değerlendirirsem:

1) Abdullah Gül: Beyefendi bir kişiliği var. Mevcut başkana göre daha ılımlı ve uzlaşmacı. İyi tahsil almış. Eğitimli ve işinin ehli kişilerle bir kabine kurabileceği düşünülebilir. Yani bugünkü kabine gibi vasıfsız ve sadece söyleneni yapan bir kabine kurmayabilir. İngiltere'de eğitim aldığı ve İngiliz sempatizanı olduğu için komplo teorisyenleri tarafından içimizdeki İrlandalı olarak düşünenler çoğunluktadır. Mevcut başkan kadar güçlü ve kararlı değildir. Siyasi hayatında elini hiç taşın altına koymamıştır. Peşinden gelebilecek, körü körüne bağlı bir tabanı yoktur. Cumhurbaşkanlığı döneminde tüm yasaları gözü kapalı onaylamıştır. Fetöcülerin devletin içine sızmasını sağlayan tüm kritik atamaların altında imzası vardır. Ülke böylesine bir süreçten geçerken bir kenara çekilip olanları izlemiştir. Yani her zaman ki gibi fırsatçılığını konuşturmanın peşinde olabilir. 

2) Meral Akşener: Bir kadın olarak özlediğimiz bir figür siyaset arenasında. Tansu Çiller deneyimini düşünürsek sütten ağzımız yandı. Gerçi Çiller Amerika'da yaşayan ve ülkesine tamamen yabancı olan bir ekonomistti. Akşener ise siyasette pişmiş ve kendini az çok kanıtlamış bir politikacı. Kadın duyarlılığı olduğu için siyasetin çirkin dilini yumuşatacaktır. Milliyetçi yönü ağır basmaktadır. Zamanla muhafazakar kesiminde oyunu almak için büyük ihtimal din silahını kullanabilir diye düşünüyorum. Geçmişte İçişleri bakanlığı yaptığı dönemde Mehmet Ali Ağar ile terörü neredeyse bitirmiştir ama faili meçhul cinayetleri ardında bir leke olarak kalmıştır. Maalesef diğer siyasetçiler gibi Gülen cemaatini övdüğü konuşmalara bu kulaklar şahit oldu. O yüzdendir ki bugün Fetöcü damgası yemektedir. Zaman her şeyi gösterecektir. Şahsi görüşüm biz bu filmi daha önce izlemiştik olacak. Ama bir ümit işte. Belki yoldan çıkmaz diye düşünmüyor değilim. 

3) Selahattin Demirtaş: Bu ülkenin ihtiyacı olan dinamizm, gençlik, gençlerin ruhundan ve halinden anlama, sempatiklik, hitabet yeteneği ve siyasi mizah kendisinde vardır. Fakat ülkenin genelini kucaklayacak bir yapısı yoktur. Siyasi arenaya çıkış nedeni kürt milliyetçiliği olduğunu düşünürsek ülkenin geneline hitap edebileceğini zannetmiyorum. Yerel siyasetten öteye gidemedi. Evet Ak Parti tarafından pohpohlanıp meclise sokuldu, demokratik süreçler önlerine açıldı fakat sonra tehlike arz ettikleri düşünüldüğü için yine Ak Parti tarafından pasifize edildi. Hapise girmekten çekinmeyen bir dik duruşları var. Kaçabilirlerdi de diyebiliriz. Selahattin Demirtaş eğer bu ülkeye farklı bir ideolojiye sahip olan biri olarak gelseydi böylesine yükselip parti başkanı olamazdı. Yaşlı amcalar izin vermezdi. Yalan yok bir zamanlar yaptığı siyaseti ve muhalafeti beğendim. Fakat ülkeyi kucaklayamayışı, PKK ve teröristleri savunması, çevresindeki dar görüşlü ve kürt milliyetçileri  hiçbir zaman kabul edilemez. Bu yüzden ancak %15'i zorlar ötesini geçemez. Kürt milliyetçiliği üzerinden siyaset yapmaya devam eder. 

4) Mevcut Başkan : Başkomutan, Reis ve Hazretleri de diyebiliriz. Son halife diyenler de var. Benim açımdan koskocaman bir hayal kırıklığıdır. Ben kendimi bildim bileli solcuyumdur ama çok şükür körüne körüne ideolojilere saplanmadım. Solculardan çok muhafazakar kesim ile büyüdük, aile olduk, arkadaş olduk. Hâlâ daha da öyledir. Bu yüzden dedesi Erbakancı olan, ailesinin yarısı da muhafazafar olan birisi olarak kendisine gerçekten inananların ümidini boşa çıkarmıştır. Eğitimli ve entellektüel bir tarafı yok. Zaten öyle bir iddiası da hiç olmadı. Bizden birisi gibi çıktı siyaset arenasına. En alt basamaktan en tepeye tırmandı. Siyaseti mutfağında öğrendi bazıları gibi tepeden inmedi. Siyasi teşkilatçılığı bu ülkede en iyi bilen insandır. Parti ilçe başkanlığı, parti il başkanlığı, belediye başkanlığı, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı... Ne ararsanız var. Fakat siyasi gidişatını özetleyen bir söz var: "İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır." 

İktidar olmadan önce tüm söylemlerini izleyin, okuyun. Hak vereceksiniz. O mütevazılık, gerek yaşam tarzı ile gerek siyasi eylemleri ile. Bugün tamamen uzağındadır. Geçmişte ne dediyse kesinlikle tam tersini yapmıştır. Örneklerini vermeye çalışırsam bu yazı bitmez. Mağdur olarak geldikleri iktidardan mağdur etmeden gitmeyecektir. Ki 15 yıllık süreçte yarattığı mağdurlar ortadadır. Türk ordusu, atanamayan öğretmenler, kpss'ye bel bağlayan gençler, hapislerde sebepsiz çürüyen binlerce insan, Fetöcü diye damgalananlar...

Belediyecilik hizmetleri ile bu ülkeye çağ atlattığı bir gerçektir. Özelleştirmeler yaparak ülkenin tüm kaynaklarını elden çıkartarak devletin kasasına para koyduğu da bir gerçektir. Globalleşen dünyada İsveç, Norveç, Almanya, Kanada gibi sosyal devlet anlayışını benimsemiş devletleri örnek almak yerine tabi ki de Amerikanlaşmış gelişmekte olan ekonomi modelini örnek alacaktı. Ülkenin ekonomik büyümesi kesinlikle onun mucizesi değildir. Dünya piyasaları bu kadar birbirine entegre olmuşken, tek tuşa basarak paralar dünyaları dolaşırken keramet bizimkinde değil kolay yoldan para kazanmak isteyen kapitalistlerdedir. Bu ülke üretmeden ekonomik büyümesini gerçekleştirdi. Bunu da kolay ve ucuz elde edilen borç para ile yaptı. ABD'nin tüm dünyaya pompaladığı dolarlar ile. Ve bu kolay ve ucuz para bizim ekonomimize ne yaptı dersiniz. Enflasyonu ve faiz oranlarını yükseltti. Çünkü ülkeye giren sıcak para kaçmasın diye tek yapabildiğimiz faiz oranlarını yükseltmek. Döviz kurunu dengelemek için para bastığımız da ise enflasyon yükseldi. Yaşam standardı yükselen Türk halkı aynı yaşam standardını korumak için çok çalışmak yerine daha fazla borçlanmayı tercih etti. 

Ve geldiğimiz nokta bugünkü Türkiye. Kutuplaşan, hoşgörüsüz, liyakata ve emeğe saygı duymayan, bugün ak dediğine yarın kara diyebilen, demokrasiye inanmayan, adalete inanmayan, alın teriyle helal parayla geçimini sağlayamayan bir ülke olmuştur... Şimdi tüm bunları düşünerek sandığa gidiyorum. Ve gerçekten kimi seçeceğimi bilmiyorum. 

20 Nisan 2018 Cuma

Belki Bir Gün Siz de Şirinler'i Görebilirsiniz....

Sene 2018, yaş 28, üniversiteden mezun olalı 6 sene, askerden döneli 4 sene olmuş. SGK prim günü ise 1509 gün olmuş. Vay anasını diyor insan kendi kendine. Evimizin okula bitişik olduğu günleri hatırlıyorum. Teneffüs zili ile uyandığım sabahlar olurdu. Yeni güne andımız ile başlardık. Cuma günlerinin en güzel anı ise İstiklal marşını okuduğumuz ve son sözünü uzatarak İstiklalllllll dediğimiz andı. 

Şimdi ise saçlarım beyazlamış, seyrekleşmiş, kilo almışım. İş çıkışı koştura koştura spor salonuna gidip zayıflamak için para ödeyen salaklardan biri olmuşum. Koşarken arkamdaki ekranlarda vücut geliştirmeci kaslı erkekleri gösteriyorlar. Yanlarında ideal vücut ölçülerine sahip ve mutlaka bronz tenli bir hatun. Hemen o an bir gaza gelerek ağırlığın altına giriyoruz ama nafile. 

Yüksek lisans bitmek üzere iken arada kampüse uğruyorum. Üniversitenin çimlerine uzanmış gençler, banklarda sarılıp öpüşenler, kütüphane de arkasına yaslanıp kitap okuyanlar hepsine özeniyorum. Geçip giden zamanın değerini bilemediğim için kendime kızıyorum. Hâlâ daha hayatın anlamını aramaya çalışıyorum. Sevdiğim şeyleri yapabilmek için zamana ve paraya ihtiyacım var. Fakat para kazanmak için sevmediğim işlerde çalışıp zamanımı harcamam gerekiyor. Sevdiği işi yaparak para kazananlar veya para kazandığı için işini sevmeye çalışanlardan olamadım bir türlü. 

Her geçen gün insanlara olan inancımı kaybediyorum. Kitaplardaki kahramanlarda teselliyi buluyorum. Artık izleyecek kalitede film bulamadığımı düşünüyorum o yüzden izlediğim filmleri tekrar tekrar izlemeye başladım. Allahtan daha okunacak binlerce güzel kitap var yeni kitaplar yazılmasa bile. Bir gün ben de yazdıklarımı yayınlama cesareti bulabilir miyim? Sanırım 30 yaşımda bu hayalimi gerçekleştireceğim. Evet bir şaheser çıkmayacak ortaya ama kendimi anlatarak, benim gibi düşünenleri bulurum düşüncesi ile yapacağım bu işi. 

Sadece çok çalışarak ve iş ahlakına sahip olarak çok para kazanılmayacağını öğrendim. Geleceğini inşa edip, dürüst bir insan olarak, entellektüel ve her düşünceye saygı duyarak iyi bir insan ve anlayışlı bir sevgili olunmayacağını da öğrendim. Bunlar tamamen şans işi. Akışına bırakmak lazım hayatı. Mutlu olacağımız iş ve mutlu olacağımız eş bizi bulur, eğer bulamazsa da kendimize has mutsuzluğumuzla yaşamayı öğrenmek zorundayız. Tıpkı şimdi olduğu gibi. 

Dedemden üç beş kuruş miras kalsa da bizimkiler biraz rahatlasa diye düşünüyorum. Valla kendim için bir şey istemiyorum. Yeter ki ben gönül rahatlığı ile istifamı basıp, aklıma eseni yapabilecek özgürlüğe sahip olayım. Akademisyen olmak aklımın bir köşesinde hep vardı. Fakat işin içine girip görünce anladım ki bu ülke şartlarında ben bunu yapamam. Yani tanıdığınız ve bildiğiniz Murat olarak bu işi yapmama izin vermezler. Şu an yaptığım işi ise uzun yıllar yapamayacağımın farkındayım. Bir aileyi zengin ederek, yıllarca aynı kurumda çalışmak, milyon dolarla oynayıp ay sonunu zor getirmek, borç para ile hayaller kurmak... Sanırım 40'lı yaşlarıma gelmeden Hollywood filmlerindeki entellektüel seri katillerden birisi olurum. 

Hayatın ufaktan da olsa rayına oturduğunu görüyorum. Hatrı sayılır bir kariyerim var. İş ve arkadaş çevremde güvenilir ve bilgili bir insan olarak kabul görebildim. Ama herkes birazcık deli gözüyle bakıyor bana. Eee o kadar da olacak. Bir ilişkiyi yürütebilecek vasıflara sahip olmadığım için sanırım evlenemeyeceğim. Ya da mantık evliliği yapıp ömür boyu beni seven değil bana katlanan bir insan ile yaşamak zorunda kalacağım. Çünkü diğer türlü pompadan pompaya koşacak, çapkınlık yapacak bir potansiyelim yok maalesef. Çocuklarının nefret edip, eleştirdiği bir baba; karısının beğenmediği bir eş olacağım. Sokrates'in de dediği gibi "Evlenin, evlenin. İyi bir eş bulursanız mutlu olursunuz. Bulamazsanız filozof olursunuz."

Önümüzdeki günlerde birkaç acente ile görüşüp yurt dışında doktora ve dil eğitimi imkanlarını araştıracağım. Bakalım belki şans bana da güler. Bir kapının kapandığı yerde yenisi açılır ve hayatın anlamını bulabileceğim yolculuklara çıkarım. Bilmem ki Şirinler çizgi filminde de dediği gibi "Uslu bir çocuk olursam belki bir gün ben de Şirinler'i görebilir miyim ki!"


15 Nisan 2018 Pazar

Cam Kenarı Benliğim...

İnsan manzaraları hep ilgimi çekmiştir. Fakat iş hayatına atıldığımız günden beri hep bir yerlere yetişmek zorunda olduğumuzdan dolayı kendimi bir tren yolculuğunda cam kenarında oturan çocuk gibi hissediyorum. Levent metrosu bir labirent gibidir mesela. Yer altında ayrı bir dünya. Elinde cep telefonu ile harıl harıl konuşan beyaz yakalılar, 77 milletten insan, tropikal meyve gibi kokan kadınlar, görme engelli yaşlı amcalar, mendil satan teyzeler, adını bilmediğim üflemeli çalgıları çalan çingene çocuklar... Repertuarları çok geniş değil bu çocukların. Hemen hemen hepsi gün boyu aynı ezgileri çalıyorlar. İzmir marşı ve Edip Akbayram'dan Hasretinle Yandı Gönlüm...


Bazı sabahlar o koskoca plazaların arasından yürürken gök kuşağına denk geliyorum. Kış aylarında hava geç aydınlandığı için metro çıkışında güneşin doğuşuna denk geliyorum. Denk gelemediğim tek şey sanırım elinden tutup tamam işte buldum ruh eşimi diyebileceğim bir kız. O da olur zamanı gelince diye düşünüp kendimi avutmaya devam ediyorum.


İçimde bir ses durmadan kışkırtıyor beni. Bir geç kalma duygusuna kapıldım gidiyorum. Neye geç kaldığımın da farkında değilim oysa ki. Üniversiteden mezun olalı 6 sene olmuş. Hâlâ daha sabahları koşarak gidebileceğim, kendimi bulabileceğim bir iş bulma derdindeyim. Mutlu değilim diyorum kendi kendime. Aynı anda sevmek ve sevilmek istiyorum. Zamanlama çok önemli. Çünkü karşı cinse ilgi duymaya başladığım günden beri ya tek taraflı sevdim, ya da tek taraflı sevildim. Ya kaçtım ya kovaladım. Matematik dersindeki hız problemleri misali. Halbuki M şehrinden hareket eden kalbim ile X şehrinden hareket eden kalp birbirine doğru gitse ve biz sadece kaç dakika sonra karşılaşacağımızı hesaplasak hayat daha güzel olmaz mıydı? Bilmem yanlış mı düşünüyorum. 


Bunca zaman boyunca kendim olabilme ve kendim kalabilme mücadelesi verdim. Gelinen noktada bunu başarabilmiş olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Bir gece işten 12'de çıkmışım. Çocukluğumda beraber büyüdüğüm, beraber aynı mahallenin takımında top koşturduğum bir abimin mesajı beni anlamsız derecede mutlu etti. Ki ben büyüklerimi ve arkadaşlarımı aramak konusunda hayırsız ve gamsız bir insanımdır. Evet şunu anladım ki; her ne kadar kendimi sevdirmek ve ifade etmek konusunda bir çaba sarfetmesem de açık sözlü ve kendim oluşum sayesinde sanırım insanların sevgisini ve saygısını kazanabilmişim. 


İnsanların duygularına tercüman olabiliyormuşum yazdıklarımla, her ne kadar özel günlerde mesaj atmasam da akıllarına geliyormuşum. Beni karamsar ve realist düşüncelerimle de kabul edebiliyorlarmış. Güldürüp eğlendirebiliyormuşum onları. Sözümün eri olabiliyormuşum. Açık sözlülüğümle ve yalandan korkmam sebebi ile evet iyi yerlere gelemeyecekmişim ama kendime ait bir yerim olacakmış. Fakat eksiklerim hâlâ varmış. Bir gönül ilişkisinin tarafı olabilmek...


Hayal kurmaktan vazgeçmedim fakat gelecek ile ilgili planlarımı çöpe attım diyebilirim. İyi bir kariyer dediklerinde kime göre olduğunun farkında değilim. O yüzden vicdanım rahat olduğu sürece mevcut işlerimde çalışacağım. İnsanlarla menfaat ilişkisine girmediğim sürece aklımdan geçenleri söylemeye devam edeceğim. Kim ne derse desin geç kalınmış bir şey yok. Sadece yaşanmamış anılar var. O anıların peşinden koşmaya devam edeceğim. 


Mutluluk bir varış değilmiş o yüzden yolculuğun keyfini çıkaracağım. Yıllar boyu ilişki yaşadığın insanla yuva kurmak marifet değil, ilişki yaşadığın insanla yıllar boyu sürecek bir yuva kurmak marifetmiş. O yüzden ince eleyip sık dokumaya devam edeceğim. Yani anlayacağınız hayatı kaldığı yerden devam ettireceğim fakat 30'a merdiven dayamışken biraz daha dikkatli yaşayacağım. Birçok hedef koyarsam bir yere varamayacağımı anladım. O yüzden iki temel hedef koydum kendime. Birincisi yolculuğa çıkıp yalnızlığın tadını çıkarmak, ikincisi ise yalnızlığımı yazarak unutmak... 

18 Mart 2018 Pazar

Şiir Tadında 28...

Bundan tam bir yıl önce gece yarısını henüz geçmişken geride kalan 27 yılın muhasebesini yapmışım. Ulan kendi adıma ne kadar da doğru tespitler yapmışım. İşim, kariyerim, ailem, hayallerim, üzüntülerim, isyanım... Yerimde mi sayıyorum yoksa her geçen gün üzerine bir tuğla daha mı koyuyorum hayallerimin. Belki de içimde büyüyen yalnızlığa ve öfkeye bir odun daha atıyorum. Evet 28 yaşıma bir gün kala sevdiğim şairlerden hayatıma dokunan dizeleri paylaşacağım dostlarım sizinle. Çokça zaman kendi sözlerimle anlattım kendimi, kimi zaman şiirler karaladım alay ettiniz benimle. Haklı bir isyanın, küçük düşmüş mahkumu oldum kimi zaman da. Ben okuduğum her dizede kendimden bir şeyler buldum. Otobiyografini yaz deseler sanırım böyle olurdu diyebilirim...

Birhan Keskin ile başlıyorum o zaman.

"Şimdi ve burada  olmanın kederine karşı çıkmadım.
 Dünyada iki kapılı bir han gibi durmanın,
 Buraya böyle gelmiş olmanın,
 Geçene yol açmanın, ki içinden rüzgar geçirmenin ne büyük güç istediğini anladım.
 Durmanın ne büyük sabır...
***
Hiç tanıyamadığım ama üç dilek hakkım olsa onunla karşılıklı oturup sabaha kadar dinlemek isteyeceğim kadın var. Didem Madak her dizesi ile içime işlemiştir ya. Ne zaman yüreğim sıkışsa, ne zaman uzaklara özlem duysam, çocukluğun en güzel hatıraları aklıma gelse ona sığınırım. Ki derin bir AH! çeker insan onu okuyunca...

"Ve yanılmıyorsam yalnız insanların,
 Kahvaltı edip ağladıkları pazar sabahları yokmuş o zaman. 
 Mesela o zamanlar mutsuz olduğunda insanlar,
 Yok olurmuş bazı dakikalar.
 Gülümsedim o sıra,
 Bazen sevinirim, sevinmek nedense hep yedi yaşında...
 Ya siz,
 Nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat?
 Nasıldı öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak?"
***
Hani hepimiz emekçiyiz ya. Benim mücadelemde Ahmet Arif vardır çoğu zaman.

"Nerede olursan ol,
 İçerde, dışarda, derste, sırada,
 Yürü üstüne üstüne, tükür yüzüne celladın,
 Fırsatçının, fesatçının, hayının...
 Dayan kitap ile, dayan iş ile.
 Tırnak ile, diş ile,
 Umut ile, sevda ile, düş ile.
 Dayan rüsva etme beni..."
***
Sevmeyi unuttuğum zamanlar da Behçet Aysan'ın dizelerini çarpıyorum yüzüme soğuk su niyetine. Ki hâlâ ayılamadım bu yalnızlıktan sormayın neden diye.

"Sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler, Yalan her şey gibi aşklarınız da
 Yaşamı ölüm diye anlatıyorlar size, yalanı gerçek diye"

 "Ve anladım ki her şey sevmekle başlar insanı
  Yaktım gemilerimi..."
***
Bundan 70 sene önce zindanlardan yankılanırken sesi, İstanbul'da elden ele dolaşırken şiirleri Vedat Türkali'nin. Doğacak her emekçinin kalbine ekti dizeleri ile isyan ateşini.

"Haktan bahseden namuslu insanları
 Yağmurlu bir Mart akşamı topladılar
 Karanlık mahzenlerinde şehrin cellatlara gün doğdu
 Kardeşlerin acısıyla yanan bir çift gözün vardır.
 Bir kalem yazın vardır
 Dudaklarını yakan bir çift sözün vardır
 Söylenmez lakin;
 Mal değil mülk değil istediğimiz
 Size namuslu bir dünya bırakmaktır..."
***
Sanırım tam deli yaşlarımıza hitap etmiştir Haydar Ergülen. Bazen annem neden bu kadar isyankarsın, neden bu kadar düşüncelisin diye sorduğunda aklıma bu dizeler geliyor. Sonra kendi kendime söylesem anlamı yok, sussam mazaretim yok diyorum. Ne diyeyim bilemiyorum ki.

"İnsan asıl gençken kederlidir.
 Çünkü uzun gelir gelecek
 Düşüne düşüne yaşlanır böyle
 Acaba ne zaman gelecek, nasıl gelecek, nerede gelecek..."
***
Nasıl başarıyorsunuz her geçen gün kalabalıklaşmayı bilmiyorum ama ben vagonları bir bir kopan trenler gibiyim. Eksiliyorum gün geçtikçe. Yalnızlaşıyorum, kabuğuma çekiliyorum, katılaşıyorum, soğuyorum hayattan. Metin Altıok'un dediği gibidir belki de bir acıya kiracıyım bu hayatta.

"Durmadan avuçlarım terliyor, inildiyor ardımdan girdiğim çıktığım kapılar.
 Trenim gecikmeli, yüreğim bungun,
 Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar.
 Ne zaman bir dosta gitsem evde yoklar..."
***
Yalnızlık ve Ölüm kardeştir her zaman Ahmet Erhan'ın şiirlerinde. Genelde her okuduğumda şöyle bir arkama yaslanıp ölümün soğuk nefesini hissederim ensemde. Genç yaşımda ellerimle toprağa verdiğim sevdiklerim gelir aklıma. Kendi cenazemi düşünürüm kimi zaman. Yalnız geliyorsun dünyaya, peki yalnız mı öleceksin. Seni omuzlarında taşıyan kalabalığa aldanma sakın. Nasıl geldiysen öyle gideceksin.

"Yüreğimi bir kalkan bilip, sokaklara çıktım
 Kahvelerde oturdum, çocuklarla konuştum
 Sıkıldım, dertlendim, sevgilimle buluştum
 Bugün de ölmedim anne.
 Bana böylesi garip duygular
 Bilmem niye gelir, nereye gider?
 Döndüm işte; acı yüreğimden beynime sızar.
 Bugün de ölmedim anne..."
***
Kentlerde artan yoksulluk, bitmeyen kavgalar, devleşen öfkeler, yükselen gökdelenler, kalabalıklaşan yalnızlıklar ve her gün elimize dökülen hayal kırıklıkları var. Ve işte o zaman yüreğinde dalga dalga yükselen isyanın sesine kulak verirsin. Adnan Yücel ve Hasan Hüseyin dile gelir. Kulak verin bu sese...

"Saraylar saltanatlar çöker, kan susar bir gün zulüm biter.
 Menekşeler de açılır üstümüzde, leylaklar da güler.
 Bugünlerden geriye;
 Bir yarına gidenler kalır, bir de yarınlar adına direnenler..."

"Öyle bir yerdeyim ki;
 Bir yanım çığlık çığlığa,
 Öyle bir yerdeyim ki;
 Anam gider Allah Allah, kızım düşmüş sokağa.
 Dostum dostum, güzel dostum
 Bu ne beter çizgidir bu, bu ne çıldırtan denge
 Yaprak döker bir yanımız
 Bir yanımız bahar bahçe..."
***
Çok uzattığımın farkındayım ama artık kendimi anlatmak gelmiyor içimden insanlara. Yeniden yeniden kadınları sevip, hayal kurmayı, ümit etmeyi kaldıramıyorum. İş arkadaşlarıma, çevremdeki insanlara, arkadaşlarıma, dost bildiklerime tahammülüm kalmamışken; konuşacak takaatim bile yok iken tek sığınağım yazmak... Kapanışı Şükrü Erbaş ile yapacağım. Yazdığı her dizede kendimden bir parça bulduğum adama şükranlarımı sunuyorum...

"Ve güz geldi Ömür hanım. Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul. Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine kadar kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan umuttan sevinçten ne anlar?"

"Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni oluşturdu, ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni."

11 Mart 2018 Pazar

God Bless Turkey...

Bu pazar günkü yazımı uzun zamandır aklımda olan ama bir türlü fırsat bulamadığım filmi izledikten sonra yazıyorum"God Bless America".  Filmin adından esinlenerek de yazının başlığını oluşturdum zaten. Son yıllarda izlediğim en sağlam sistem eleştirilerinden bir tanesiydi. 

Bu filmde de Amerika'nın ağlanacak haline cinayetler eşliğinde gülüyoruz. Eşinden ayrılmış, çocuğu tarafından sevilmeyen bir babanın hayatı sorgularken bir gün yanlışlıkla öleceğini öğrenmesi ile başlıyor hikaye. Kemal Sunal'ın Mülayim Sert- Mülayim Ters karışıklığı gibi bir durum yaşanıyor. Bağıra bağıra konuşan, televizyonu son ses izleyen komşularından, onların sürekli ağlayan bebeklerinden bıkmıştır. Sabahleyin iş yerinde bir gece önceki saçma sapan yarışma programlarının dedikodusunu yapan, birbirlerine yaşam standartlarını, kariyerlerini, kazandıkları parayı anlatan iş arkadaşlarından da sıkılmıştır. 

Filmin henüz başında mesajını verir Frank: "İnsanlar sadece televizyonda izlediklerini, radyoda duyduklarını veya internette seyrettiklerini geri kusuyorlar. İçinde ünlüleri, dedikoduyu, sporu ve politikayı barındırmayan bir konuşma yaptınız mı hiç?" Ve sonra kahramanımızı işten haksız bir suçlama ile kovarlar. Ve kayış o günden sonra kopar. Ölmeyi hak eden insanları birbir öldürürler. Show programı yaparak insanları galeyana getirenleri, aptallıklar yaparak ünlü olanları, anti-semitistleri, nezaketsizce davranan insanları... 

Filmi izledikten sonra tabi ki bunu kendi ülkemize de uyarlayabildiğimiz için yazının başlığı Türkçesi ile "Tanrı Türkiye'yi Korusun" oldu. Acun'u ilk çıktığında ülke olarak bağrımıza bastık. Muhabirlikten gelmişti çünkü. Hayat hikayesi ilgimizi çekmişti. Sonra hiçbir zeka pırıltısı olmamasına rağmen Amerika'dan aldığı show formatlarını Türkiye'ye uyarladı. İçine Türk insanın duygusallığını sömürecek öğeler kattı. Ve tuttu. Allah yürü ya kulum dedi. İlk başlarda sempatik gelen adam sonra itici gelmeye başladı Türk halkına. Ama atı alan Üsküdar'ı geçmişti. Kendi kanalı, kendi programları, kendi yarattığı yetenekler, ünlüler, siyasiler ve futbolcularla bağlantılar. Bugün Acun'un elini attığı kim varsa kendi adıma söylüyorum tiksinip, nefret ediyorum. 

Eskiden televizyon yapımcıları dizi yaparken Türk halkının örf ve adetine dikkat ederdi. Ailecek oturup televizyonun başında otururdunuz. Anneniz meyve soyardı, çayınızı yudumlayıp çekirdeğinizi çıtlardınız. Bugün de belki aynısı var. Fakat televizyonda Bizimkiler, Kaygısızlar, Süper Baba gibi diziler yok. Zengin adam, fakir kız, tecavüze uğrayan kadın, intikam peşindeki adam, mahalle kabadayıları, adaleti kendi eliyle sağlayanlar...

300'den fazla madencinin öldüğü facianın faillerini cezalandırıp, kanun yaparak yeni kazaların önüne geçmek yerine; kampanyalar başlatıp insanların sadaka ve bağış yapmasını teşvik ettik. Küçük çocuklara mikrofon uzatıp babalarına olan özlemlerini anlattırdık. Üniversite bitene kadar eğitim masraflarının karşılanacağına dair söz verdik. Toki ev yapıp dağıttı. Peki tüm bunlar o çocukların babalarının bir ihmal sonucu öldüğü ve bundan sonra geri gelmeyecekleri gerçeğini değiştirdi mi? 

Kontratlarını döviz cinsinden yapan milyonluk futbolcular, vatan millet sakarya deyip televizyonlarda duygularımızı okşuyor. Adam felsefesi yapanlar var. Bir zamanlar gururumuzdu Arda Turan, artık politik yalaka, magazin maymunu milyonluk bir eşek gözümüzde. Mikrofon uzatıldığında memleketin hali hakkında, eğitim sistemi, geçim sıkıntısı, toplumsal haklar, fırsat eşitliği hakkında konuşamayacak futbolculara özenen, onlar gibi olmak isteyen milyonlarca genç yetişiyor. Çünkü insanın yaratılış gayesinin sadece para kazanmak olduğu bir dünyada yetişiyoruz. 

Birbirine ağza alınmayacak derecede hakaret eden siyasiler, bugün birbirlerinin siyasi sloganlarını söyleyerek birbirlerine jest yapıyorlar. Yerli ve milli vurgusu yapıyoruz. Tohum ithal, büyükbaş hayvan ithal, buğday ithal, şeker fabrikaları özelleştikten sonra şeker de ithal olur. Milli tank, milli tüfek, milli gemi falan siktirin gidin ulan. 

Ülkede porno sitelerini veya muhalafet içeren yayın organlarını takip etmek engelleniyor. Ülkede genel evler 7/24 çalışıyor. Yol kenarında travestiler müşteri kovalıyor. Kendine hoca diyenler kadına dayağı övüyor. Çocuklara daha iyi bir gelecek nasıl oluşturabiliriz diye tartışmak yerine acaba evlenmek için uygun zaman ve yaş nedir diye tartışılıyor. Kadın cinayetleri her geçen gün artıyor. Hükümet sözcüsü 16-17 yaşında evlenmek isteyen gençlerimiz mağdur oluyor onlar için yasal düzenleme yapacağız diyor. Süleyman Demirel'in bir parodisi vardı. Kendisine genel evleri neden kapatmıyorsunuz diye soruyorlar. O da siyasi dehası ile güzel bir cevap veriyor. Argo tabirle meali şu "Genelevleri kapatalım da millet bizi mi siksin." Evet sistem bizi sikmeye devam ediyor....

Bazen bunca yasağın bizi engellemek için değil de tamamen teşvik edilmek için konulduğunu düşünüyorum ki zaten öyle. Yıllarca okullarda eğitim al, binlerce kitap oku, dünyayı dolaş, farklı kültürleri tanı. Sonra işe gir, hayatın sana getirdiği zorunluluklarla hayallerin arasında bir yerde sıkışıp kal. Mesai saatleri içinde stres yaşa. Para kazanmak için kendinden ödün ver. Evini geçindir, borca gir, üç kuruş kazanacağım diye sevdiğin insanları üz. Ve kafanı birkaç saniyeliğine kaldırdığında tüm bu saçmalıkları görüp Tanrım ben nerdeyim de. 

Birileri kısa yoldan şöhret oluyor, kolay para kazanıyor. Evet para kazanmanın canı cehenneme. Ama yıllarca kirada oturan, namusuyla ve edebiyle yaşayan, vergisini, faturasını, kirasını aksatmadan ödeyen insanların çektiği bu çile nedir yahu? Filme geri dönersek elinize AK-47'yi bilinen adı ile kalaşnikofu alıp katliama çıkmamız lazım. Önce Acun ve tayfasından başlanabilir, yarışma programlarındaki jüriler, gündüz kuşağındaki evlendirme ve kayıpları bulma programları, pazar akşamları yayınlanan ve saatlerce süren futbol programları, sakalı olup kendini hoca sananları, Metin Hara'yı, Arda Erel gibi mal değneklerini, kişisel gelişim kitabı yazdığını sananları, koltuğunu bırakmayan siyasi dinozorları ve daha binlercesini... 

Ya da tüm bunları bir kenara bırakıp, her sabah olduğu gibi işinize gideceksiniz. Mecbur kalmadıkça kimseye ile samimi olmayacaksınız. Mesai dolar dolmaz koşar adımlarla evinize gidip ailenizle vakit geçireceksiniz. Kitabınızı okuyup, bir şeyler yazarak rahatlayacaksınız. Kimsenin olmadığı saatlerde gece yarısı veya sabahın köründe yürüyüşe çıkacaksınız. Tüm bu saçmalıkları görmezden gelip, izole bir yaşam süreceksiniz. Tabi buna gücünüz ne kadar yeterse...

4 Mart 2018 Pazar

Tünelin Sonu...

Sabahları ofise başımı eğerek giriyorum, sessizce günaydın diyerek yerime oturuyorum. Henüz uyanmış makyajını el aynasına bakarak yapan kadınlar, dünyada ve memlekette neler olduğunu merak ederken bir yandan da simit ile çayını içen adamlar... Gereksiz bir mide ağrısı, sürekli açık veren nakit akışı, geleceğim ile ilgili kararsızlıklar, plazaların arasından doğan güneş, filtre kahvenin acılığı, okunmamış mailler... Allahım ben burada ne yapıyorum? 

Sosyal medya hesaplarında başkalarının mutluluklarını seri şekilde beğeniyorum. Ekranı kaydır nişan yüzükleri, ekranı kaydır evlilik teklifi, ekranı kaydır kır düğünü, ekranı kaydır Roma'da balayı, ekranı kaydır müjdeli haber, ekranı kaydır ailemize yeni üye katıldı vs. vs. Start verildi ve koşu başladı. Bakalım kim daha önce mutlu olacak. Kendimi bir yarış atı gibi hissediyorum. En büyük eksikliğim Halis Karataş gibi bir jokey beni kırbaçlamıyor. 

Küçük zevklerimin olduğu, sade hayatımın devam ettiği, edebiyat tutkumu paylaşabileceğim çevremin genişlediği, hayallerimin küçümsenmediği bir dünyanın özlemini duyuyorum. Yıllar önce Şeker Portakalı'daki Zeze hayal dünyama girdi. Yıllarca ders kitaplarında yazan formülleri veya edebi kuralları ezberlemek yerine ruhuma iyi gelen kitapları okuyarak rahat nefes almaya çalıştım. Geldiğim noktada herkesten mutsuzum. Fakat şair ne diyordu: "Çünkü sen mutsuz olduğunda, mutlusundur." 

Bunca yıl okuduk, öğrendik, yüzlerce sınavın üstesinden geldik. Karın ağrısına, uykusuz gecelere, strese, aşırı yorgunluğa, baş ağrısına, başarısızlıklara, hayal kırıklıklarına maruz kaldık. Günün sonunda kendimizi camekanlı plazalarda bilgisayar ekranın başında otururken bulduk. Dilediğince sokaklarda gezmek yok, çocukluğundaki gibi kuş sesleri ile uyanmak yok, çıplak ayak ile çimenlerin üzerinde koşmak yok, okuldan kaçıp kendi küçük çılgınlıklarınızı yapmak yok. 

Jim Carrey ile Kate Winslet'ın başrolünü paylaştığı filmi hatırlayın "Eternal Sunshine of the Spotless Mind". Joel Barish bir sabah yatağında yalnız başına uyanır ve her sabah yaptığı gibi işine gitmek yerine bir trene atlayıp amaçsızca yolculuğa çıkar. Kendini bulmak için. Hayatın size neler sunacağını bilemezsiniz. Ne diyordu John Lennon: "Hayat, siz planlar yaparken; başınıza gelenlerdir." 

İşimde neden mutsuzum inanın bilmiyorum. Şikayet etmek, çocukluğumun o güzel günlerini özlemek, isyan etmek, sistemi eleştirmek ama bıkmadan usanmadan deliler gibi çalışmak hoşuma gidiyor. İnsanca bir hayat sürebilmek için insanın yaşadığı hayata anlam katması gerekir.  Ekonomik krizlerin, işsizliğin ve maddi sıkıntıların gölgesinde güzel ama çetin bir çocukluk geçirdikten sonra elimde diplomam ile iş hayatına atıldım.Sanırım hepimiz aynı durumdayız. Gündelik hayatın sıradanlığı, iş stresi, dedikodular, başkalarının başarılarının gölgesinde kalmak, hak ettiğimiz saygının gösterilmemesi bizi kara kara düşünmeye sevk ediyor. 

Kendim için yaşamadığımı düşünüyorum. Neden böyle bir kanıya kapılıyorum? Her ay ev kirasını ödeyip, kredi kartı borcumu kapadıktan sonra cebimde kalan üç kuruş para ile hayatıma anlam katmaya çalışıyorum. Bir düzine kitap, edebiyat dergileri, filmler, tiyatrolar... Annemin gereksiz yere para harcadığım için azarlaması, borcun ne zaman bitiyor diye çıkışması, para biriktir demesi hiç aklımdan çıkmıyor. Arkadaşlarım dünyayı gezip yeni yerler ve yeni insanlar keşfederken ben hâlâ kitaplardan okuyarak dünyayı keşfetmek zorundayım. Neden mi kendim için yaşamıyorum. Ceketimi alıp, aylardır hazır olan istifa mektubumu yöneticimin önüne koyamıyorum. Küçük bir bavula birkaç kıyafet, defter, kitap ve kalem koyup yolculuğa çıkamıyorum. Birkaç aylığına da olsa kafamı dinlemek için her şeyden ve herkesten uzaklaşamıyorum. 

Kafam böylesine dağınık ve kalabalık iken. Hangi ara aşık olmaya fırsat bulacağım. Doğru kızlarla her defasında karşılaşıyorum. Fakat kafa karışıklığım onları korkutuyor. İlk başlarda yapmak istediklerim, hayal dünyam, kara mizahım, sohbetim hoşlarına gidiyor. Sonra dertlerimi anlatıp, karamsar düşüncelerimi paylaştıkça benim bir vakit kaybı olduğumu anlıyorlar. Ve her defasında başladığım yere geri dönüyorum. Yani anlayacağınız yeniden başlamak için yeterli cesaretim kalmadı. 

Kendi kimliğimi bulmaya çalışıyorum, hayatımı devam ettirmek için bir ömür boyu mutsuz olacağım işi yapmak zorunda kalabilirim. Kazandığım para kadar yaşayabileceğimin de farkında olabilirim. Peki nedir benim derdim? Beni dünyaya getiren, beni yetiştiren ailem tarafından anlaşılmak istiyorum. Ben onların çektiği zorluklarla ilgili empati kurabiliyorsam, onlarında benim hakkımda empati kurabilmesini istiyorum. Olduğum gibi kabullenilmek istiyorum. Özgürlük istiyorum. Çıkarlara dayalı iş hayatından uzaklaşmak istiyorum. İnsanların yüzüne gerçekleri çatır çatır söylemek istiyorum. Çoğu kez söylüyorum çoğu kez kendime saklıyorum. Eksiklerimi tamamlayacak bir eş istiyorum. Hangimiz mükemmeliz ki, bazen kendimizi tedavi edebilecek gücü bulamayız, hatalarımızdan ders alamayız. Bana bu dersleri verecek, yaralarımızı karşılıklı tedavi edecek insanlar tanışmak istiyorum. Sanırım aynı anda çok şey istiyorum. Ve her geçen günü geç kaldığımın düşündükçe daha da mutsuz oluyorum. Bir çıkış yolu Allahım. Tünelin sonundaki ışık süzmesini artık görmek istiyorum...

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...