24 Eylül 2016 Cumartesi

Gamsız Hayat...

       Uzun zaman olmuştu derin derin nefis alıp hayal kurarak yürüyüş yapmayalı. Çok şey öğrendim geride kalan bir yıl içerisinde. Geriye dönüp tekrar tekrar kafamda yaşadım her şeyi. Bir akşam annem ile dertleşirken dur bakalım daha neler göreceksin dediğini hatırlıyorum. Evet merakla bekliyorum neler göreceğimi. 

     Mesela düğünlere gitmek yerine cenazeleri gitmeyi tercih ediyorum artık. Mutlulukla değil, insanların üzüntüsünde avutuyorum kendimi. Ne yalan söyleyeyim mezara inip o insanı son kez kucaklamanın verdiği hissi daha bugüne kadar hiç bir şey yaşatamadı. Belki bir kaç gün önce sapasağlam karşınızda duran insan, kollarınızda kuş gibi şimdi. Yüzünü sağa doğru çevirip, kefenin iplerini çözüyorsunuz. Tahtaları itinayla, ama ölüyü incitmeden üzerine diziyorsunuz. Çok değil birkaç dakika içinde mezar kapanmış oluyor. Gel zaman git zaman, gözünüz etrafta çoğalan mezarlara takılıyor. Ölüm ve doğum tarihlerini okuyorsunuz. Tahminlerde bulunuyorsunuz. Öldüğü yaşa göre acaba hayatı dolu dolu yaşayabildi mi diye bir soru takılıyor kafanıza. Varsa eşi ve çocukları ne haldedir? Belki de ölmekle iyi etti diyorsunuz sonra. Ölen kişi bilmese de arkasından ağlayanlar var, onu hâlâ anılarında yaşatanlar var. Varsa bir kötülüğü unutulup, hep iyi yanlarıyla ananlar da var. 

     İşte ne zaman içim içime sığmasa, gelecek kaygısı boynuma asılsa; aklıma kaybedecek bir şeyimin olmadığı geliyor. Sahi şu andan bir dakika sonrası için yaşayacağımın bir garantisi var mı? Belki az sonra telefonum çalacak ve kötü bir haber alacağım. Bilmiyoruz ki hayatın bize neler sunacağını?  İnsanların birbirlerine akıl vermelerinden çok sıkıldım artık. Soktumunun memleketinde çözüm üreten yok. Hep şikayet edip, nasihat edenler var.

        Bu aralar arkadaşlarla bir araya geldiğimizde genciz işte şikayet edip, birbirimize nasihatler veriyoruz. Büyüklerimiz verince canımız sıkılıyor ama, birbirimize verince stres atıyoruz. Hayat hepimizi farklı sınıyor. Mesela bizler için ketum diyorlar. Analarına babalarına hiçbir şey anlatmıyorlar. Hayalperestler, ayakları yere basmıyor, daha çok gençler görecekleri çok şey var. Evlenip yuva kursunlar, ev geçindirsinler o zaman görecekler. Evet evet bu lafları çok duyuyoruz. 

         Mesela hiç soruyorlar mı bu çocuklar 26 yaşına geldi. Var mı sevdikleri bir kız? Tabi ki de yok. Çünkü insan önce kendisi mutlu olmalı ki; karşısındaki insanı da mutlu edebilsin. Bu çocukların geleceğe dair planları, hayalleri nedir? Aman boş versenize Amerikan filmleri izleye izleye paranoyak olduk. Hangi ülkede yaşıyoruz Allah aşkına. Babanızdan sizin karşınıza oturup hadi evlat anlat bakalım demesini mi bekliyorsunuz. Dert ortağınız olsun, yüreklendirsin, hal hatır sorsun, ciddiye alsın falan mı? Empati kurun biraz lütfen. Babasından ne gördüyse siz de babanızdan onu göreceksiniz. Öyle mirasmış, malmış mülkmüş geçin o işleri. Bugüne kadar okuyup bir yerlere geldiyseniz kimin sayesinde. Yemediler yedirdiler, Giymediler giydirdiler. Cebinizden az da olsa harçlığı esirgemediler. Bundan iyisi Şam'da kayısı. Şimdi iş güç sahibisiniz. Kendi fikirleriniz, kendi hayalleriniz, kendi paranız olabilir. Ama bu kendi yolunuza gidebileceğiniz anlamına gelmiyor. 

        Sevdiğiniz işlerde sevmediğiniz insanlara katlanmak zorunda kalacaksınız. Her geçen gün kendinizde bırakıp gitme arzusu kat ve kat artacak. Ama aklınıza cefakar babanız gelip dişlerinizi sıkmaya devam edeceksiniz. Sonra bir kızı sever gibi olacaksınız. O size hayallerini anlatacak. Aradan zaman geçecek. Eee haliyle beklentiler falan. Sonra siz üzerinize vazifeymiş gibi durum değerlendirmesi yapacaksınız. Bir yanda aileniz, bir yanda hayalleriniz, belirsiz bir gelecek, acabalar ile dolup taşan fikirleriniz. Sahiden bu kızı mutlu edebilmek için yeterli vakte, kafa rahatlığına ve paraya sahip miyim diyeceksiniz? İşte o zaman herkesin iyiliği için çekeceksiniz kendinizi bir kenara, yalnız başınıza bir köşede olanı biteni izleyeceksiniz. Anlamsızca güleceksiniz, sevmediğiniz insanlara rağmen işinize dört elle sarılacaksınız, sürekli aynı parkta aynı ağacın altında kitap okurken mevsimlerin nasıl da çabuk geçtiğini hayretle izleyeceksiniz. 
                    
            İnsanların sizi anlamadığını düşüneceksiniz. Halbuki çoğu zaman sizi anlamaları için onlara fırsat bile vermeyeceksiniz. Hatayı kendinizde, art niyeti başkalarında arayıp duracaksınız. Sanırım kendi hastalığımın teşhisini koyabildim. Hastalığın emareleri, yan etkileri ve tedavisini gayet iyi biliyorum. Fakat fitili ateşleyecek cesareti hala kendimde bulamıyorum. O yüzden ya birisi gelip ateşi yaksın ya da ben aynı ağacında altında mevsimlerin nasıl geçtiğini izlemeye devam edeyim. Suçum var mı? Evet var. Zor yola kolay kişilerle çıkmak en büyük hatamdı. 

            Bu yazının da bundan önce yazdığım diğer yazılar gibi karamsar olduğunu düşünüyorsanız  haklısınız. Ama ne yapayım. Hayatımızı siken insanlara oturup da şiir yazacak halimiz yok :) O yüzden bu geceki istek parçam Candan Erçetin'den. Gamsız hayat benden hepinize gelsin. 

Çok mu dertsiz duruyorum uzaktan bakınca 
Çok mu kalender sandınız dert anlatmayınca 

Gamsız hayat,herkese başka sunar garip oyunlarını 
Gamsız hayat,herkese başka kurar kahpe tuzaklarını 
Gamsız hayat,herkese başka sorar geçmiş hesaplarını 
Gamsız hayat,herkesi başka yorar görmez gözünün yaşını 


           

22 Eylül 2016 Perşembe

Sanırım Büyümekle Çocukluk Etmişiz...

           Yaprakların sararmaya başladığı güzel bir Eylül sabahında annem usulcana sesleniyor, başımı okşayarak uyandırıyor. Gömleğim, pantolonum ütülenmiş sandalyeme asılmış muntazaman. Liseye başlıyorum. Karnımda tarif edilemez bir ağrı; kelebekler mi uçuşuyor desem yoksa fazla edebiyat parçalamadan motor mu bozuldu desem bilemedim. 13 yaşımda okulun ilk günü ve annem benimle okula kadar geliyor. Benimle okula gelen bir annem olduğu için şanslı mıyım? Yoksa arkadaşlarımın ağzına sakız olacak kadar hanım evladı mıyım orası meçhul. 

             Bir zamanlar çabucak bitsin dediğim günlerin özlemini duyuyorum desem nankörlük etmiş olurum öyle değil mi? Her Türk genci gibi zamanı geriye alabilsem ne yapardım diye düşünüyorum bazen. Aynı kızları sever miydim? Okuldan kaçıp futbolcu olma hayalimin peşinden koşmak yerine, dizimi kırıp ders çalışır mıydım? Daha iyi bir üniversiteye girsem sanki daha mı mutlu olacaktım yoksa geçirdiğim onca güzel zamanı mumla arar mıydım?  

        Para kazanmayı düşünmediğimiz, kariyer nedir, nasıl yapılır, kime yalakalık yapılır bilmediğimiz zamanlar. Şıpsevdiyiz, hata yaptığımızda kulağımız çeken hocalarımız da var, alıp karşısına derdimizi dinleyenimiz de. Hayatın kargaşasına dur dediğimiz teneffüs aralarımız var. O kısacık aralara sıkıştırdığımız aşklarımız, şakalarımız, kahkahalarımız, hayallerimiz var. Her şeyden önemlisi kaybettiğimiz zamanın bir telafisi var. 

              En çok nesini özlüyorsunuz derseniz. Kendim olabilmeyi özlüyorum. Mesela bugün hakkımı ararken süklüm püklüm olurken aman tadımız kaçmasın, aman ekmeğimizden olmayalım derken. O günlerde çatır çatır kavga ediyorduk. Yumruğumuzu masaya değil direkt kafaya indiriyorduk. En afillisinden bir küfür savuruyorduk birbirimizin yüzüne. Kol kırılsa da yen içinde kalmıyordu. Çok bunaldığımızda kaçıp yalnız başımıza kalacağımız bir merdiven altı vardı her zaman. Bir bank köşesine oturup kızların savrulan eteklerini izlerdik. En güzeli de kavga ettiğimizde bizi ayırıp, hadi birbirinizi öpüp barışın diyen büyüklerimiz vardı. Bugün yaşadıklarımızı göz önüne alırsak sanırım büyümekle çocukluk etmişiz... 

               

                 
              

10 Eylül 2016 Cumartesi

Çocukluğumun Bayramları...

           Yıllar önce bir bayram sabahı 12 ya da 13 yaşındayım. Sabahleyin bayram namazından sonra fırının önünde uzun bir kuyruk. Keza Börekçi Doğan abinin önü de tıklım tıklım herkes sabah kahvaltısında su böreği yemek istiyor. Bizim aile ise sıcak ekmeğe tereyağ sürenlerden. Parmak uçlarımız yana yana eve gidiyoruz. Annem sofrayı hazırlamış bizi bekliyor. Kahvaltı sonrası son hazırlıklarımızı yapıp İzmit'e doğru yola çıkıyoruz. Esenler Otogarı'ndan üniversite yıllarımda hep nefret etmişimdir. Ama köye gidiş yolundaki o tatlı telaşı, seyyar pişmaniye satıcılarını, otobüste verilen ucuz kek ve plastik bardaktan içtiğim kolayı asla unutamam. O zamanlar daha koltuk arkalarında televizyon olmadığı için genelde yolculuk esnasında ya cam kenarı manzarayı seyrederdim ya da kitap okurdum. 

               İzmit'in merkezi hariç diğer yerleri o zamanlar gerçekten köydü. İstanbul'dan gelenlere ayrı bir gözle bakılırdı. Yaşıtlarım çimenliklerde inek otlatıp, tarlada ailelerine yardım ederlerdi. Dedemin evine doğru saptığımızda burnuma gelen ilk koku tabiki de tezek kokusuydu. İnanın hala gittiğimde o kokuyu duyduğumda yüzümde aptal bir gülümseme oluşur. Kurbanlar kesilir herkes hissesini getirir koca aile sofranın başında kavurmamızı yerdik. O sofranın kalabalığı, etin kokusu, anlatılan hikayeler, patlattığımız torpiller, bahçedeki salıncağımız, akşam esen serin rüzgar, dedemin poğaça kokan elleri ve tabi ki süpangle... 

               Özdemir Asaf diyor ya: "Bütün renkler aynı hızla  kirleniyordu, birinciliğe beyaza verdiler." Sanırım zaman hızla akıp giderken, birinciliği de çocukluğa vermeleri gerekir. Şimdi 80 yaşındaki dedem gibi demagoji yapmayacağım.  Zaten yeterince dinledik. Ama sahiden bayramın anlamı neydi? Büyüdük, iş güç sahibi olduk. Yuva kurduk, çoluğa çocuğa karıştık. Çekirdek bir aile geçiriyoruz bayramı, sıradan bir kahvaltı, soğuk telefon konuşmaları, paket tatil turları... Oyunlar oynardı babalarımız bizimle, omzuna alır çimenlerde koşardık. Uçurtmalarımız vardı sonra masmavi göklere salardık. Babam heyecan yapar bana vermeyi unuturdu. Gün batımını izlerdik, ineklerin ağır ağır yürümesinden ve sürekli mö'lemesinden anlardık ki vakit eve dönme vaktiydi. Yataklar kurulur, biz kuzenlerle koyun koyuna yer yatağında yatardık. Baktılar uyumuyoruz hemen sağlı sollu birkaç seri tokat. Yanaklardaki kızarıklıklarla dalardık hemen uykuya. 

           Köyümün sabahları nasıldı ;kuşların cıvıl cıvıl ötüşleri, serin ve taze havanın iliklerine işlemesi, anneannemin tarladan ağır adımlarla gelişini izlemek mesela. Güzel olan her şey anılarda kaldı demek nasıl koyuyor anlatamam. Keşke her anı kameraya çekebilseydik. Her bayram tekrar tekrar izlemeye doyamazdık heralde. Bir bayram daha geldi çattı. Ah benim güzel çocukluğum; harcanmış bozuk paralar kumbarası...  Bayram mesajı atar mıyım bilmiyorum ama merak edenler varsa her zaman ki Murat işte. Biraz karamsar, biraz muzip, daima güler yüzlü. Şimdiden iyi bayramlar herkese. Çocukluğumuzda geçirdiğimiz  bayramlar kadar güzel olması dileğiyle...

6 Eylül 2016 Salı

Şimdi Bana Kaybolan Yıllarımı Verseler...

          Hayatı bir türlü ucundan yakalayamıyorum. Bu zamana kadar ayakta kalabilmek için kendimce bir savunma taktiği geliştirmiştim. Ama sanırım artık fayda etmiyor. Önceleri çevremde olup bitenleri görmezden gelebiliyordum. Fakat artık insanları idare edemiyorum. 

          Metroda arkanızdan dolanıp önünüze geçmeye çalışan insanlar, otobüste boş koltuğa oturmak için köşe kapmaca oynayanlar, sokakta insanlara dik dik bakanlar, iş yerinde yüzünüze gülümseyip arkanızdan demediğini bırakmayanlar, anti depresan kullanıp bir ağlayıp bir gülen profesyoneller... Bunca saçmalığa nasıl oluyor da ses çıkarmıyoruz anlayabilmiş değilim. Kariyer yapıp, üstüne çocuk yapan insanların hali çok ilginç mesela. Bütün günü bakıcı veya anneanne ile geçen çocuklarının kahrını çekmiyorlar. Fakat haftasonu mutlu aile fotoğraflarını da gözümüze sokmadan yapamıyorlar. 

          Her gün ütülü gömlek, koyu takım elbise giyip işime, gücüme, kendime küfrediyorum. Sistemi sorguluyorum ama sisteminde en sadık kölesiyim. Birilerinin büyük hayallerini gerçekleştirirken acaba bir gün kendi küçük hayallerimi gerçekleştirecek fırsatı da bulabilir miyim diyorum? 

           İnsanların bazı şeyleri anlamasını çok isterdim mesela. Hepimiz aynı kapasiteye sahip değiliz. Hatalar da olacak, eksiklikler de...Ama en kötü gecenin de sabahına da varmadık mı? O zaman nedir bu kalp kırma hevesi. Birbimizi aşağılamak, hor görmek, hayallerimizi küçümsemek. Erken yaşta birbirimizi stresten kanser etmek için çabalıyoruz. Ve çabanın adını da işimize sahip çıkmak olarak adlandırıyoruz. Ulan filmlerdeki gibi de olsun istemiyoruz hayatımız ama. Biraz anlayış, biraz empati çok mu? 

          Herkesin mi bir derdi var? Kimisinin evliliği iyi gitmiyor, kimisinin çocuğu olmuyor, kimisi hak ettiği değeri görmediğini düşünüyor, kimisi paradan yana dertli, kimisi yapayalnız tıpkı benim gibi. Fakat yalnızlığın kıymetini biliyorum yanlış anlaşılmasın. Kimisinin seks hayatı kötü. Ulan biz de o da yok diyesim geliyor ama neyse... Çocuk iken cebinde parası olan gözümüzün içine baka baka pamuk şeker yerdi. Zamanla büyüdük; çok şükür bu yaşımıza geldiğimize göre ailemiz bize yeterince değer ve zaman vermiş. Fakat çocuk iken gözümüzün içine bakıp pamuk şeker yiyen adamlar hala etrafımızda. Her gün instagramdan yurt dışı seyahatlerinin fotoğraflarını beğeniyoruz. Yetmiyor rüyalar gibi düğünlerini, balayı gezmelerini hatta yıl dönümü kutlamalarını an ve an takip ediyoruz. . Bize vitrinin arkasında pişen kuzu pilice ekmek banıyormuş hissi yaşattığınız için teşekkürler. 

           

              

3 Eylül 2016 Cumartesi

Şairler Yalan Söylemez...

       Paranın da satın alamayacağı şeyler var değil mi hayatta?  Küçük mutluluklar mesela. Başımı yastıkla kolumun arasına sıkıştırmış bir halde uyanıyorum. Birkaç dakikalığına da olsa odamdaki şairlerin posterlerine bakıyorum. Mesela Özdemir Asaf uzaklara bakarak "Yaşamak değil, beni bu telaş öldürecek" diyor.  Sanki 4 yıldır neler çektiğimi biliyormuş gibi. Hangi ara girdim borca, 20 kilo almışım, saçlarıma aklar düşmüş, kitaplarım raflardan taşıyor, kardeşim okula başlamış, arkadaşlarım evlenip çoluk çocuğa karışmış...

        Sonra sol kolumla yorganı sıkıca kavrayıp üstümden atıyorum. Derin bir nefes alıp yatakta doğrulmaya çalışıyorum. Bu sefer Cemal Süreya'ya takılıyor gözlerim. "İki çay söylemiştik orda, biri açık. Keşke bunun için sevseydim seni." Sahiden çok uğraştım birisini sevebilmek için. Sevilmek elbette güzel bir şey. Farkında olmadan sevildiğimi de öğrendim. Fakat adam dediğin başkasından az, kendisinden çok şey beklermiş. O yüzden adam olma yolunda ilerlemeye çalışıyorum. Bir gün kendimden başkasına da ayıracak vaktim olur elbet. Koskoca bir gün konuşmadan deniz kenarında oturup çay içeriz. Hayallerimizden konuşuruz. Ne bileyim birbirini seven iki insan ne yapıyorsa, biz de onları yaparız işte. 

           Yüzümü yıkamak için kalkıyorum yataktan. Uyku sersemliğini üzerimden attıktan sonra  takım elbisemi giymeden önce atlet don bakıyorum kendime aynada. Yıllar daha bu genç yaşımda acımasız mı davranmış ne. Futbolculuk hayallerim suya düştükten sonra ekmeğe fazla abanmışım. Çay desen kurabiyesiz olmuyor zaten. Ufaktan iş stresi aklıma gelmeye başladı nihayet. Start verildi ve koşu başladı sayın seyirciler. Bakalım son düzlükte foto finish'te mutluluğa kim göğüs gerecek. Derken Sabahattin Ali göz kırptı kitaplığımın köşesinden: "Günün birinde ya çıldıracağız, ya da dünyaya hakim olacağız. Şimdilik bir rakı parası bulmaya çalışalım ve parlak istikbalimizin şerefine bir kaç kadeh içelim" diyor. 

             Daha gün aymadan, mesai başlamadan buhranlara giriyorum. Bir elimde ceket, bir elimde edebiyat dergisi. Koyu takım elbisem, siyah rugan ayakkabılarımla hazırım. İnsanlık için sıradan, benim için ise tamamen eziyet olan adımları atmaya... 

           Mesai başladı: "Günaydın, gülümse,  dedikodular, konsantre, biraz azar işit, moralin bozulsun, öğle arası, biraz daha dedikodu, üstlerini eleştir, ufak bir kasaba sahiline yerleş, gerçek dünyaya geri dön, iş başı, konsantrasyon, azar işit, öfkeni içine at, ben nerede yanlış yaptım, dakikaları say, sessizce iyi akşamlar..." Ve mesai bitti. 

          Eve gelip gömleği banyoya atıyorum. Bir gün daha bitti deyip avutuyorum kendimi. Yaşlılığımda çok arayacağım bu günleri belki ama, bugünlük herkesin canı cehenneme. Gün biterken yatağa girmeye hazırlanıyorum. Bu sefer masa başında Tomris Uyar dalgın dalgın bakıyor. "Elbet çayla olmuyor, bu üstbaş, şu takım elbiseler. Boşuna geçinmiyoruz şu dünyada. Yaşayıp da... O yüzden diyorum ya, ömrümüz kısa olsun daha iyi. Trafik daha az aksar biz olmazsak, arabalılar da daha az çekinir. Yırtına bozula düzelecek bu dünya ama biz yetişemeyeceğiz nasılsa."  Ve hayatımın bir sıradan günü daha böyle son buluyor. Yaşam bize şairlerin öğrettiğinden daha çoğunu öğretiyor. Çünkü yaşam bize karşı direniyor. Şairler ise sadece yüzümüze karşı gerçekleri söylüyor...

            

1 Eylül 2016 Perşembe

Ah Keşke Yine Oyunlar Oynasaydık...

         Henüz 26 yaşında olabilirim ama bu benim geçmişe özlem duymayacağım anlamına gelmiyor. Çok sevdiğim insanları kaybettim son birkaç yılda, ölüm insanı birkaç yıl daha yaşlandırıyormuş acı da olsa öğrendim.  2001 krizinden bu yana babamın yaşadığı işsizlik süreci bana cebimdeki paranın değerini de öğretti. Akşamları sofraya gelen yemeğin kıymetini kendi paramı kazanmaya başlayınca anladım. Aynı sofrayı paylaşan geniş bir ailenin parça parça dağılıp, aynı masada oturmaya tahammül edemeyecek duruma gelişine de şahit oldum. Kuzenler ve komşu çocukları arasındaki aptal  rekabete maruz kalarak kimseye minnet etmeyen, gamsız, insanları sevmeyen biri oldum çıktım en sonunda. Çok sevdiğim insanları arayıp sormak yerine burada kendi başıma yazarak, onlara karşı olan duygularımı dile getirdim. Bilmiyorum eğer arkadaşlarıma ve aileme olan derin bağımı buradan yazarak belli edebildiysem ne mutlu bana. Çünkü hiçbir zaman yüzlerine karşı bunu dile getiremeyeceğim kesin. Ne de olsa ben babamın oğluyum. 

       80'li yıllarda çocuk olanlar Adile teyzenin kuzucuklarıydı. Her gece yatmadan önce televizyonun başında beklerlerdi onu. Başlarını yastığa huzur içinde koyan bir nesil yetişti. Sonra 90'lara geldik. Benim çocukluğumda Barış abi vardı. Adam olacak çocuklardık biz. Her sabah şarkılarla uyanırdık. Neler düşündüğümüzü, neler hissettiğimizi soran yetişkinler vardı.Bugün içimde bir yanı çocukluğuna hasret, bir yanı da geleceğinden endişe duyan bir ruh hali var. Eski filmleri izliyorum, eski kitapları okuyorum. Geçmişten ilham alıp, geleceğimi inşa ederim diye düşünüyorum. 

        Yaptığım işi sevmiyorum diyorum ya hep, siz de iyi biliyorsunuz ki insanları sevemediğimi söyleyemediğim için işimi sevmiyorum diyorum. Daha nefret edecek seviyeye gelmedim. Başımı çevirip görmezden gelebiliyorum bazı şeyleri de ondan. Koskoca hayata bir anlam katmanın peşindeyiz ya. Canı cehenneme be dostlar. Bir ömür rutin bir işi yapıp, sabit bir gelirin kölesi olacağız. Peki o zaman bizi mutsuz kılan nedir? Sabahları çektiğim karın ağrısı, sokakta tanıdık gördüğümde yolumu değiştirmeler? Bir mesai gününü huzur içinde geçirmek istiyorum. Birilerinin açığını yakalamak, hatasını yüzüne vurmak, kariyer planlamasını gıybet ve yalakalık üzerine kurmadan yaşayıp gitmek istiyorum. Yediği yemeği sindirmek, iş çıkışı elim cebimde salına salına yürümek, iş arkadaşlarımla iş çıkışında da vakit geçirebilmek istiyorum. Kazandığım para kadar değil, hayallerim el verdiğince yaşamak istiyorum. 

        Tuttuğunu koparan bir insan olmak değil amacım. Şayet herkes tuttuğunu koparsa zaten kimseye tutacak bir şey kalmayacak.  O yüzden saklanabileceğim bir alanım olsa, sadece bana ait. Arada kabuğuma çekilsem. Rahat bıraksalar da başarısız olsam mesela. Mutsuz olsam ama; acı olmayınca tatlı da olmuyor desem kendi kendime. Birilerine kendimi anlatma gereği duymadan sadece sessizce yan yana oturabilsek. İnanın bir bank köşesinde denize paralel uçan martıları izlerken bile mutlu olabilirim. Yeter ki anı yaşayabilecek kadar tahammül edebilsek birbirimize. 

      Genelde yaptığım gibi alıntı yaparak bitiriyorum bir yazımı daha ne diyordu Küçük Prens: "Yaşam bize bütün kitapların öğrettiğinden daha çoğunu öğretir. Çünkü yaşam, bize karşı direnir. İnsan ancak engellerle karşılaşıp onları aşmaya çalıştıkça kendini tanıyabilir."

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20&...