19 Ekim 2025 Pazar

Karıncaların Günbatımı

 Bugünkü yazının başlığını yakın zamanda okuduğum ve aslında okumakta çok fazla geciktiğimi düşündüğüm bir kitaptan çaldım. Eğer bir yazar olsaydım ve tek bir hakkım olsaydı kesinlikle kitabımı bu isimle yayınlamak isterdim. Böylesine anlamlı ve insanı kendi iç dünyasında yolculuğa sürükleyen bir başlık olabilir mi? Maalesef bu güzelim memlekette yaşarken kıymeti bilinemeyen, bin bir zorluklar içinde ele muhtaç bir şekilde geçim kaygısıyla yaşayıp giden, geç anlaşılan, yarım kalmış sevdaların insanı çok var. Oğuz Atay beni şimdi anlamalısın dediğinde çok haklıydı aslında. 

  Bu hafta sonumu hasta bir şekilde evde geçiriyorum. Sessiz sakin kafayla, yavaş yavaş okuyup, uzun uzun düşünüyorum. Tabii bu düşüncelerin sonu eyleme varmıyor. Kendi hayal dünyamda devrimler yapılıyor, memleket yönetiliyor, aşık olunuyor, yuva kuruluyor falan filan.  Mark Fisher ve David Foster Wallace üzerine okuyup, düşünüyorum son günlerde. İkisi de 40'lı yaşlarında, en verimli çağlarında, şöhretin nimetlerini yemek yerine kendilerini asarak ölmeyi tercih ettiler. Bu iki adamı da 30'lu yaşlarımın başında tanıdım ve bende derin izler bıraktı. İkisi de uzun süre depresyonla mücadele etmiş insanlar. Çağımızda artık neredeyse birçok hastalığa çare bulunurken, insanlar zorla da olsa uzun yaşama mahkum edilirken; tedavi olmayan ruhsal hastalıkların pençesindeyiz. İnsanlar daha fazla yaşamamak için ya kendi hayatlarını planlı bir şekilde mahvediyor ya da kendi elleriyle son veriyor.

    Geleceğe dair olumlu, coşkulu, ümit verici şeyler de yazabilirim. Sayfaların kenarına çiçekler, böcekler hatta kelebekler de çizebilirim. Ama yapamıyorum. İşime gelmediği için değil. Edebiyat tarihine bakın, mutlu hikayeler yazmak her zaman en zoru olmuştur. Ama herkes kendi hüznünü, hüsranını, mutsuz hikayesini kolayca yazabilir. Tolstoy'un dediği gibi: "Bütün mutlu aileler birbirlerine benzerler, her mutsuz ailenin ise kendi özgü bir mutsuzluğu vardır."
 
      Çocukken futbolcu olmayı isterdim, lisedeyken devrimci avukat olacaktım, üniversitede ekonomist olmanın hayalini kurdum. Okul bitince gerçeklik duvarına çarptım. Akademisyen olmak için ya siyasi torpil ya da akademik referans gerekiyordu o dönem ben uğraşmak istemedim. Devlet memuru olmak istemedim, bankacılığı küçümsedim. Bir süre konserlerde yer gösterip, pantolon katladıktan sonra tükürdüğümü yaladım ve bankaya girdim. Asgari ücretin bir tık üstünde para kazanıyordum. Jale de atanamayan matematik öğretmeni olarak dershanede asgari ücretle çalışıyordu. Hayaller kuruyorduk ama hayaller karın doyurmuyordu. O zamanın parası ile 8.000 USD öğrenim kredisi borcum vardı. Ev geçindirmek zorundayım. Birikim yapamamışım henüz. Jale her şeye rağmen evlenelim, biraz zorlanırız ama sonrasında düzene girer her şey dedi. Benim götüm yemedi. Zamana ihtiyacım var dedim, ama Jale'yi bekletmek istemedim. Zaten o da beklemedi. Bir sene sonra evlendi. 

        Bankadan istifa edip, askere gittim. Askerden döner dönmez şimdiki işime girdim. Ama geleceğe dair hâlâ korkularım var. Ölene kadar bu işimi yapacağım? Kitaplarda okuduğumuz krizler bizim de başımıza gelir mi? İşsiz kalır mıyız? Çocukken babamın kahvaltı sofralarındaki sessizliğini, akşam yemeklerindeki huzursuzluğunu, hayattan bıkmışlığını, bize karşı tahammülsüzlüğünü çok iyi hatırlıyorum. Ben de onun gibi mi olacaktım? İş hayatına girene kadar, canım sıkıldığında kaçıp saklanabileceğim bir köşem olmuştu hep. Sevmediğim insanlarla iyi geçinmek zorunda değildim. İşim görülsün gibi kaygılarım hiç olmamıştı. Kendimi olduğumdan fazla göstermek, ispatlamak, takdir görmek, hor görülmek, azar işitmek gibi taraklarda bezim olmamıştı. 
  
   İşe bir başladım, ilk üç sene ne gerizekalılığım kaldı, ne küfür yememişliğim. Herkes içinde hor görülüp, azarlanıyorduk. Sonra akşam işten çıkarken, tenhada sarılıp öpüp ben sizi aslında seviyorum diyerek eve uğurlanıyorduk. 35-40 yaşları arasında kariyeri ve çocuk sahibi olma arzusu arasında sıkışıp kalmış bir kadının psikolojik mağdurları olarak çok şey öğrendik. Bazı sabahları bizi şuracıkta yatırıp siksin, ama yeter ki rahat rahat çalışalım bile diyorduk. Erken yaşta böylesine bir tecrübe yaşadıktan sonra kendi kendimize şunu dedik. Bundan daha beter ne yaşayabiliriz ki! 

    Gerçi biz o dönem bunları yaşarken, çoğu iş arkadaşımız şahit olduklarını görmezden geldi. İçi boş teselliler verip, bu da geçer dediler. Fazla büyütüyorsunuz dediler. Diğerleri terfilerini alıp, özgüven içerisinde kariyerlerini inşa ederken; biz sabahları mide ağrısıyla özgüvensiz bir şekilde kendimizi değersiz hissederek çalışmaya devam ediyor, aza kanaat edip sıramızı bekliyorduk. Geriye dönüp baktığımda o dönemlerde beraber çalıştığım insanların birkaçı hariç hiç kimse hak ettiği değeri görmemiş, maddi ve manevi olarak tatmin olmamış. Ama hayat devam ediyor... 

 25 yaşımda Esra'yı tanıyana kadar araya başka kızlar da girdi ama ben bir şey anlamamıştım. Esra'yı çok kötü bir zamanda tanıdım. Zaten hep öyle değil midir? Doğru kadınlar, yanlış zamanda karşımıza çıkar falan filan. Ben dertlerimi Esra'ya anlattıkça Esra şişti. Halbuki sadece güzel şeyleri konuşup, gezip, tozup, yiyip, içip eğlenmek vardı. Hayatı çok fazla ciddiye alıyordum maalesef. Bir gün Beşiktaş'ta boğaza karşı oturup bir şeyler yiyoruz. Esra'da zor zamanlardan geçiyor. Ailesiyle sorunları var. Tutunacak bir dal arıyor. Benden de bir hareket bekliyor ya da geleceğini netleştirmek istiyor. "Murat ne zamana kadar ailene destek olmaya devam edeceksin? Kendin için bir şeyler yapmanın zamanı geldi de geçiyor. İleride evlendiğinde iki ev geçindirmeyi düşünmüyorsun değil mi?" Ufaktan ağzımı arıyor. Haklı tabii ne diyebilirim ki! Bugün hâlâ unutamadığım ve sonraları hak verdiğim o meşhur cümleyi kurdu: "Ben dünyaya gelirken annemi ve babamı seçemedim. Ama kayınvalidem ile kayınpederimi seçmek istiyorum." Vay amına koyayım cümleye bak be. İşte dedim. Bizim toprağımızda bu çiçek açmayacak. Kabataş'tan trenvaya bindim, kulaklığımı taktım, en sevdiğim şarkılar eşliğinde içimdeki duyguları öldürdüm. 

   Sonrasında pek çok insan tanıdım. Zorla tanıştırdıkları da oldu. Bütün arkadaşlarım evlendi. Kimileri bir eli yağda bir eli bağda, kimileri binbir zorluklar içinde. Önemli olan gözünü karartıp karar vermekti. Ben onu hiç yapamadım. Ülke ekonomisi her geçen daha da kötüye gitti. Birikimler eridi. Benim özgüvenim ve geleceğe dair umutlarım azaldı. Kariyer desen sallantıda. Psikolojik olarak kötü durumda değilim ama kendime karşı çok acımasız ve realistim. Gerçekten başarılı olmak için yeterli bilgi ve birikime sahip miyim emin değilim? Okumaya devam ettikçe kendimi daha da bilgisiz hissediyorum. Kendime yakıştırmadığım için pahalı, gösterişli ve şık kıyafetler giymiyorum. Kilo verip, vücut yapsam, sosyal medyada kitap ve düşünce yerine kendimi paylaşsam, altıma bir araba çeksem, ayrı eve çıksam bir şeyler değişir belki ama kimi kandırıyorum. Bunların hepsi sorunları halı altına süpürmekten başka bir şey değil. Candan Erçetin'in "Gamsız Hayat" şarkısını sık sık dinlerim. Şu sözlerde hep kendimi bulurum. 
"Sormayın neden bu durgunluğum, görmeden kuytu yaralarımı
Sormayın neden bu huysuzluğum, bilmeden saklı duygularımı
Çok mu dertsiz duruyorum uzaktan bakınca
Çok mu kalendar sandınız dert anlatmayınca..."
   İş hayatında etliye sütlüye karışmayıp, sadece işimi yapacaktım. İnsanlarla menfaat ilişkisine girecek, üstlerimle ilişkilerimi yakın ve iyi tutacaktım. Yaptığım işi ambalajlayıp, bire bin katıp anlatacaktım. Politik davranmayı bilecektim. Belki o zaman ünvan sahibi, başarılı, çok daha iyi bir maaşı olan birisi olurdum. Galiba mutlu da olurdum gibi. Şimdi kendimi de kandırmayayım. Bunca zorluğu iyi ki yaşamışım, yoksa kendimi bulamazdım gibi felsefi cümleler kurmanın manası yok. Sikerler senin nev-i şahsına münhasır kişiliğini. Dünkü çalışanların gözünde küçük düşüp, üstlerin tarafından kolayca harcanacak adam olmuşsun haberin yok derler sonra. 

      Dünya bundan 10 yıl önceki dünya da değil. Eskiden flört etmek zevkliydi. İnsanlar birazcık da olsa aza kanaat edip, hayaller kurabiliyordu. Küçük şeylerden mutlu olabiliyordu. Anı yaşayabiliyordu. Sevgisini başkalarının gözüne sokmak zorunda hissetmiyordu. Başkalarıyla yarış içerisinde değildi. Ben bir kadınla beraberken kendimi rahat hissediyordum. Karşımdaki insanın beni olduğum gibi görebildiğinden az çok emin olabiliyordum. Zevklerimiz, ortak geçmişimiz, çocukluğumuz, hayallerimiz, geleceğe dair planlarımız, zorlukların üstesinden gelmek için müşterek gayretimiz... Ortak çok şey bulabiliyorduk birbirimizde. 

    Bugünse insanlar sevilme arzusunun nesnesi haline gelmiş. Doymuyorlar, ya daha iyisi karşıma çıkarsa diye düşünüyorlar. Zorluk çekmek, emek vermek, beklemek istemiyorlar. Cümle kurmaktan bile aciz durumdalar. Birkaç kelimeyle ilişkilerini sürdürebiliyorlar. Geziyorlar ama görmüyorlar, yiyorlar ama tat almıyorlar, çalışıyorlar ama üretmiyorlar, harcıyorlar ama faydalanmıyorlar, istiyorlar ama çaba göstermiyorlar, alıyorlar ama vermiyorlar, yaşıyorlar ama anı biriktirmiyorlar... Tuhaf bir dönemden geçiyoruz. İntihar etmek isteseniz, boşuna ölmüş olursunuz. Yaşamak isteseniz ya imkanınız yok ya da kısmetiniz. Özdemir Asaf'ın dizeleri gibi:
"Bekle dedi gitti. Ben beklemedim, O da gelmedi. Ölüm gibi bir şey oldu. Ama kimse ölmedi."

12 Ekim 2025 Pazar

Nasıl Olunmaz?

Nilay Örnek'in yıllardır severek dinlediğim podcast serisinden ilham aldım başlığı atarken. İnsanlar hep başarı hikayesi ya da nasıl oldum hikayesi dinlemeyi çok sever. Ben tam tersine aykırı, anarşist, berduş, isyankar insanların hikayesini sevdim. Tabii bunu söylerken şu anektodu da vermek isterim. Öyle mızıkçı, kuru gürültü çıkaran insanlardan bahsetmiyorum. Huzursuzluğu ve kavgasıyla ortaya kalıcı eserler veren insanlardan bahsediyorum. Charles Bukowski, Beat Kuşağı sanatçıları, Jack London, Chuck Palahniuk ilk aklıma gelen isimler. Hatta futboldan örnek verecek olursak Jamie Vardy bile anti kahraman rolünde idolümdür. 

Şu an bu satırları yazarken 35 yaşımda olduğumu kendime bir kez daha hatırlattım. Nasıl olur ya? Daha 19 yaşımda üniversitede öğrenciyken Steinback romanlarıyla, Keynes'in iktisat politikalarını harmanlayıp bu ülke nasıl yönetilmeli diye  yazılar yazıyordum. Akrabalarımla, arkadaşlarımla hararetli tartışmalara girip kendi burnumun dikine gidiyordum. Mahkemede ifade verip, "yaptıklarınızdan pişman mısınız?" sorusuna "Evet hakim bey" diyordum. Gerçi hala hakimin karşısına çıkmaya devam ediyorum. Pişmanlığım hiç bitmiyor :) 

Sonra okul bitti. Sabahları koşa koşa gideceğim işi aramak için altı ay mülakatlara ve sınavlara girdim. O sırada eve yük olmamak için konserlerde yer gösterdim, alışveriş merkezlerinde tezgahtarlık yaptım, otellerde çalıştım. 2012 yılında ne akademisyen, ne devlet memuru ne de bankacı olmak istiyordum. Ama ekmek parası! Bir yerden başlamak lazımdı. Ben de bankayı seçtim. Çünkü devlet memuru olsam böyle özgürce konuşup, yazamayacaktım. 

Bankadaki serüvenim on üç ay sürdü. İstifa edip askere gittim. Tüm tazminatımı eve verdim. Askerden 95 kilo olarak geri geldim ve iki hafta sonra yeni işime girdim. Hiç düşünmezdim on bir sene boyunca aynı yerde çalışmaya devam edebileceğimi. Önce strestten karnıma ağrılar girdi, sonra saçlarım hızla beyazlamaya başladı, günün sonunda hızla dökülmeye devam ediyor. İş hayatı bugüne kadar beni hiç maddi olarak tatmin etmedi. 20'li yaşlarımda da kazandığım parayla dışarıda öğrenci işi yemek yiyip, tatlıya düşüyor, çayımı içip, sinemaya gidiyor, Üsküdar sahilinden denizi izliyordum. 35 yaşımda da aynı şeyleri yapıyorum. Allah standarttan şaşırtmıyor çok şükür. Ev yok, araba yok, dişe dokunur bir birikim yok, kariyer yok, başarı yok, yalnızım. 

Bu arada bunlar olmadığı için de üzüldüğüm sanılmasın. Ne ilginçtir hayatımın hiçbir döneminde bunları arzulamadım. Ehliyeti birkaç sene önce ayıp olmasın diye aldım. Birikimi sadece para olarak görmediğim için dişimden tırnağımdan artanlarla kendime güzel ve nitelikli bir kütüphane inşa ettim. Binlerce film ve dizi izledim. İstanbul'un bütün tiyatro salonlarını gördüm. Ucuz da olsa, pahalı da olsa güzel yerlerde yemek yedim. Çok kaliteli ve iyi yürekli insanlarla arkadaş oldum. Bunların hiçbirinin maddi değerini ölçemem. 

Kişisel gelişim kitaplarında sürekli "sakın keşke demeyin" diye bir öğüt görürsünüz. Benim sanırım yıllar içerisinde iki tane keşkem oldu. Kafam az çok para işlerine basıyordu. Keşke erken yaşlarda borsa, kripto, inşaat, altın, dolandırıcılık vs. bir şeylerden para kazansaydım da ailemi maddi açıdan daha fazla rahatlatabilseydim. Babama karşı borcumu ödeyememiş gibi hissediyorum kendimi. 

Diğer keşkem ise; tanıdığım o iyi yürekli kadınlardan biriyle evlenebilecek cesareti kendimde bulabilseydim. Çünkü zaman geçiyor, yaş ilerliyor, eskisi gibi hayata toz pembe bakamıyoruz, tekrardan birilerine kendini anlatmak zor geliyor, tahammül eşiğin azalmış, bir şeylerin bir an önce olmasını istiyorsun. Bir yerlerde karşılaşıyorsun, o insanlar hayatlarını düzene sokmuş, yuva kurmuş, çocuk sahibi olmuş, borca girip ev almış, kredi kartına taksitle yurtdışına çıkmış, sosyal medyada örnek ve mutlu çift olarak yerini almış. 

Sen ne yapıyorsun? Yaşayamadığın hayatından dolayı acı çekiyorsun. Acı çekme konusunda tecrübe kazandığın için artık hissetmiyorsun bile. Aklına intihar eden arkadaşların geliyor. Zamansız ölen sevdiklerin geliyor. Sonra kendine kızıyorsun. İlker yaşasaydı muhtemelen iş hayatımdaki başarısızlığımı talihsizlik olarak nitelerdi. Menan yaşasaydı boşver abi, bak ben sevilmediğim için kendimi serin sulara bıraktım da ne oldu derdi. 

Hayata bir şekilde devam ediyoruz. On bir yıldır çalıştığım işimde artık eskisi kadar işe yaramayan ve her an gözden çıkarılabilir bir insanım. Yaşadığım mobbingin, stresin, saatlerce mesainin, kendimi geliştirmek için okuduğum binlerce kitap, eğitim ve sertifikalar hepsi boşunaymış. Eleştirmek, düşünmek, işini yapıp kenara çekilmek iş hayatında istenmeyen adam olmanıza sebep oluyormuş. Bunu biliyordum gerçi ama diğer türlüsü de içimden gelmiyordu. Patron kenara çekip, evet Murat senden olmayacak. En iyisi nasibini başka bir yerde aramalısın dediğinde omuzlarımdan büyük bir yükün kalktığını daha yeni yeni anlıyorum. Çünkü yıllardır kendimi değersiz ve niteliksiz hissettiğim bir yerde çalışıyormuşum. Kaybettiğim özgüveni tekrardan kazanmaya başladım. Hee şimdi bunları dedikten sonra Will Smith'in "The Pursuit of Happyness" filmindeki gibi başarı hikayesi yazacağımı beklemeyin. Benden yine de bi sikim olmayacağı aşikar. 

Belki hapse girme uğruna yazdıklarımı kitap olarak yayınlarım. Üç beş kişinin izlediği youtube videolarını çekmeye devam ederim. Hayatına dokunduğum bir avuç insana kitap gönderir, film tavsiye eder, belki birkaç da nasihat veririm. İbret alsınlar da benim yaptığım hataları yapmasınlar diye :) Neyse lafı çok uzattım ama zaten siz okuyun diye değil, kendimle dertleşeyim diye yazıyorum. 

Beni az çok tanıyorsanız "Nasıl Olunmaz" konusunda çok şey görebilirsiniz. İyi bir kariyer yapmak için bolca okuyun, kazandığınız parayla statü sahibi olun, sosyal medyada siyasi düşüncelerinizi ve hayat felsefenizi yazmayın. Karamsar, mutsuz, tatmin olmayan, ucube ve ezik bir insan olarak görülmek istemezsiniz. Kendinize bu kötülüğü yapmayın. İnsanlara mutsuzluğunuzu, hayal kırıklıklarınızı anlatmayın. Her zaman kuyruğu dik tutun. Konjonktür her an değişebilir. İnsanlar derin düşünen ve kendine ait bir fikri olan insanları tehlike olarak görür. Ortalama insana hitap edin. Kendinizi olduğunuzdan daha iyi gösteren fotoğraflar çekinin. Farkında olmadan insanlardan daha bilgili olduğunuzu ortaya çıkaracak konuşmalar yapabilirsiniz sakın ha dikkat edin. Ne akıllı olduğunuzu belli edip insanların kendilerini kötü hissetmelerine sebep olun, ne de kullanılıp atılacak kadar salak... Bu hayatta sizden daha başarılı olan insanlar sizden daha zeki, daha ahlaklı, daha çalışkan değil. Ya yanlış ata oynamışsınızdır, ya elinize gelen şansı değerlendirmemişsinizdir, ya da cenabetsinizdir bi abdest almakta fayda var. 

Tanıdığım hiçbir insan hayatından memnun değil. Ayda 500k maaş alan CFO'da şikayet ediyor, hayatının aşkıyla evlenip çocuk sahibi olan arkadaşlarım da. Burada önemli olan kendini gerçekleştirebilmek galiba. "Kendini gerçekleştirebilmek" bir kapitalizm tuzağıdır falan diyenleriniz olacaktır. Artık siz ne anlıyorsanız. Terfi almak için birilerinin taşşağını yalamamak, borç istemek için birilerine boyun eğmemek, bir cemiyette kabul görebilmek için olmadığınız biri gibi davranmamak ya da sevilmediğiniz bir insana kendinizi sevdirebilmek için ödün vermemek... 

Daha yeni Ayn Rand'ın "Hayatın Kaynağı" kitabını okuduğum için şunu diyebilirim. Howard Roark gibi olun. Ben farkında olmadan bu yaşıma kadar Howard Roark gibi olmaya çalışmışım o yüzden bi bok olamamışım. Evet belki hepinizden mutsuz ve yalnızım. Ama kafam hepinizden güzel. Sözlerimi Howard Roark'ın meşhur mahkeme sahnesiyle bitiriyorum. 

Ben bugün, hayatımın tek bir dakikası üzerinde bile hiç kimsenin hakkı olmadığını söylemeye geldim. Enerjimin de. Başarılarımdan herhangi birinin de. Kim böyle bir iddiada bulunursa bulunsun, sayıları ne kadar kalabalık, ihtiyaçları ne kadar büyük olursa olsun.
Buraya gelip, başkaları için yaşamayan bir insan olduğumu söylemek istedim. Bunun söylenmesi gerekiyordu. Dünya bir fedakarlık alemi içinde yok oluyor. 
Buraya gelip, kişinin dürüst ve yaratıcı ürünleri, her türlü hayırseverlik girişiminden daha önemlidir, demek istedim. Aranızda bunu anlamayanlar, dünyayı mahvedenlerdir.  
Buraya gelip kendi şartlarımı ortaya koymak istedim. Başka şartlarla var olmak istemiyorum. İnsanlara karşı, bir tek sorumluluk dışında, başka hiçbir sorumluluk kabul etmiyorum. O sorumluluk, özgürlüklerine saygı göstermek, köle toplumuna katılmamaktır.

Karıncaların Günbatımı

 Bugünkü yazının başlığını yakın zamanda okuduğum ve aslında okumakta çok fazla geciktiğimi düşündüğüm bir kitaptan çaldım. Eğer bir yazar o...