Bugünkü yazının başlığını yakın zamanda okuduğum ve aslında okumakta çok fazla geciktiğimi düşündüğüm bir kitaptan çaldım. Eğer bir yazar olsaydım ve tek bir hakkım olsaydı kesinlikle kitabımı bu isimle yayınlamak isterdim. Böylesine anlamlı ve insanı kendi iç dünyasında yolculuğa sürükleyen bir başlık olabilir mi? Maalesef bu güzelim memlekette yaşarken kıymeti bilinemeyen, bin bir zorluklar içinde ele muhtaç bir şekilde geçim kaygısıyla yaşayıp giden, geç anlaşılan, yarım kalmış sevdaların insanı çok var. Oğuz Atay beni şimdi anlamalısın dediğinde çok haklıydı aslında.
Bu hafta sonumu hasta bir şekilde evde geçiriyorum. Sessiz sakin kafayla, yavaş yavaş okuyup, uzun uzun düşünüyorum. Tabii bu düşüncelerin sonu eyleme varmıyor. Kendi hayal dünyamda devrimler yapılıyor, memleket yönetiliyor, aşık olunuyor, yuva kuruluyor falan filan. Mark Fisher ve David Foster Wallace üzerine okuyup, düşünüyorum son günlerde. İkisi de 40'lı yaşlarında, en verimli çağlarında, şöhretin nimetlerini yemek yerine kendilerini asarak ölmeyi tercih ettiler. Bu iki adamı da 30'lu yaşlarımın başında tanıdım ve bende derin izler bıraktı. İkisi de uzun süre depresyonla mücadele etmiş insanlar. Çağımızda artık neredeyse birçok hastalığa çare bulunurken, insanlar zorla da olsa uzun yaşama mahkum edilirken; tedavi olmayan ruhsal hastalıkların pençesindeyiz. İnsanlar daha fazla yaşamamak için ya kendi hayatlarını planlı bir şekilde mahvediyor ya da kendi elleriyle son veriyor.
Geleceğe dair olumlu, coşkulu, ümit verici şeyler de yazabilirim. Sayfaların kenarına çiçekler, böcekler hatta kelebekler de çizebilirim. Ama yapamıyorum. İşime gelmediği için değil. Edebiyat tarihine bakın, mutlu hikayeler yazmak her zaman en zoru olmuştur. Ama herkes kendi hüznünü, hüsranını, mutsuz hikayesini kolayca yazabilir. Tolstoy'un dediği gibi: "Bütün mutlu aileler birbirlerine benzerler, her mutsuz ailenin ise kendi özgü bir mutsuzluğu vardır."
Çocukken futbolcu olmayı isterdim, lisedeyken devrimci avukat olacaktım, üniversitede ekonomist olmanın hayalini kurdum. Okul bitince gerçeklik duvarına çarptım. Akademisyen olmak için ya siyasi torpil ya da akademik referans gerekiyordu o dönem ben uğraşmak istemedim. Devlet memuru olmak istemedim, bankacılığı küçümsedim. Bir süre konserlerde yer gösterip, pantolon katladıktan sonra tükürdüğümü yaladım ve bankaya girdim. Asgari ücretin bir tık üstünde para kazanıyordum. Jale de atanamayan matematik öğretmeni olarak dershanede asgari ücretle çalışıyordu. Hayaller kuruyorduk ama hayaller karın doyurmuyordu. O zamanın parası ile 8.000 USD öğrenim kredisi borcum vardı. Ev geçindirmek zorundayım. Birikim yapamamışım henüz. Jale her şeye rağmen evlenelim, biraz zorlanırız ama sonrasında düzene girer her şey dedi. Benim götüm yemedi. Zamana ihtiyacım var dedim, ama Jale'yi bekletmek istemedim. Zaten o da beklemedi. Bir sene sonra evlendi.
Bankadan istifa edip, askere gittim. Askerden döner dönmez şimdiki işime girdim. Ama geleceğe dair hâlâ korkularım var. Ölene kadar bu işimi yapacağım? Kitaplarda okuduğumuz krizler bizim de başımıza gelir mi? İşsiz kalır mıyız? Çocukken babamın kahvaltı sofralarındaki sessizliğini, akşam yemeklerindeki huzursuzluğunu, hayattan bıkmışlığını, bize karşı tahammülsüzlüğünü çok iyi hatırlıyorum. Ben de onun gibi mi olacaktım? İş hayatına girene kadar, canım sıkıldığında kaçıp saklanabileceğim bir köşem olmuştu hep. Sevmediğim insanlarla iyi geçinmek zorunda değildim. İşim görülsün gibi kaygılarım hiç olmamıştı. Kendimi olduğumdan fazla göstermek, ispatlamak, takdir görmek, hor görülmek, azar işitmek gibi taraklarda bezim olmamıştı.
İşe bir başladım, ilk üç sene ne gerizekalılığım kaldı, ne küfür yememişliğim. Herkes içinde hor görülüp, azarlanıyorduk. Sonra akşam işten çıkarken, tenhada sarılıp öpüp ben sizi aslında seviyorum diyerek eve uğurlanıyorduk. 35-40 yaşları arasında kariyeri ve çocuk sahibi olma arzusu arasında sıkışıp kalmış bir kadının psikolojik mağdurları olarak çok şey öğrendik. Bazı sabahları bizi şuracıkta yatırıp siksin, ama yeter ki rahat rahat çalışalım bile diyorduk. Erken yaşta böylesine bir tecrübe yaşadıktan sonra kendi kendimize şunu dedik. Bundan daha beter ne yaşayabiliriz ki!
Gerçi biz o dönem bunları yaşarken, çoğu iş arkadaşımız şahit olduklarını görmezden geldi. İçi boş teselliler verip, bu da geçer dediler. Fazla büyütüyorsunuz dediler. Diğerleri terfilerini alıp, özgüven içerisinde kariyerlerini inşa ederken; biz sabahları mide ağrısıyla özgüvensiz bir şekilde kendimizi değersiz hissederek çalışmaya devam ediyor, aza kanaat edip sıramızı bekliyorduk. Geriye dönüp baktığımda o dönemlerde beraber çalıştığım insanların birkaçı hariç hiç kimse hak ettiği değeri görmemiş, maddi ve manevi olarak tatmin olmamış. Ama hayat devam ediyor...
25 yaşımda Esra'yı tanıyana kadar araya başka kızlar da girdi ama ben bir şey anlamamıştım. Esra'yı çok kötü bir zamanda tanıdım. Zaten hep öyle değil midir? Doğru kadınlar, yanlış zamanda karşımıza çıkar falan filan. Ben dertlerimi Esra'ya anlattıkça Esra şişti. Halbuki sadece güzel şeyleri konuşup, gezip, tozup, yiyip, içip eğlenmek vardı. Hayatı çok fazla ciddiye alıyordum maalesef. Bir gün Beşiktaş'ta boğaza karşı oturup bir şeyler yiyoruz. Esra'da zor zamanlardan geçiyor. Ailesiyle sorunları var. Tutunacak bir dal arıyor. Benden de bir hareket bekliyor ya da geleceğini netleştirmek istiyor. "Murat ne zamana kadar ailene destek olmaya devam edeceksin? Kendin için bir şeyler yapmanın zamanı geldi de geçiyor. İleride evlendiğinde iki ev geçindirmeyi düşünmüyorsun değil mi?" Ufaktan ağzımı arıyor. Haklı tabii ne diyebilirim ki! Bugün hâlâ unutamadığım ve sonraları hak verdiğim o meşhur cümleyi kurdu: "Ben dünyaya gelirken annemi ve babamı seçemedim. Ama kayınvalidem ile kayınpederimi seçmek istiyorum." Vay amına koyayım cümleye bak be. İşte dedim. Bizim toprağımızda bu çiçek açmayacak. Kabataş'tan trenvaya bindim, kulaklığımı taktım, en sevdiğim şarkılar eşliğinde içimdeki duyguları öldürdüm.
Sonrasında pek çok insan tanıdım. Zorla tanıştırdıkları da oldu. Bütün arkadaşlarım evlendi. Kimileri bir eli yağda bir eli bağda, kimileri binbir zorluklar içinde. Önemli olan gözünü karartıp karar vermekti. Ben onu hiç yapamadım. Ülke ekonomisi her geçen daha da kötüye gitti. Birikimler eridi. Benim özgüvenim ve geleceğe dair umutlarım azaldı. Kariyer desen sallantıda. Psikolojik olarak kötü durumda değilim ama kendime karşı çok acımasız ve realistim. Gerçekten başarılı olmak için yeterli bilgi ve birikime sahip miyim emin değilim? Okumaya devam ettikçe kendimi daha da bilgisiz hissediyorum. Kendime yakıştırmadığım için pahalı, gösterişli ve şık kıyafetler giymiyorum. Kilo verip, vücut yapsam, sosyal medyada kitap ve düşünce yerine kendimi paylaşsam, altıma bir araba çeksem, ayrı eve çıksam bir şeyler değişir belki ama kimi kandırıyorum. Bunların hepsi sorunları halı altına süpürmekten başka bir şey değil. Candan Erçetin'in "Gamsız Hayat" şarkısını sık sık dinlerim. Şu sözlerde hep kendimi bulurum.
"Sormayın neden bu durgunluğum, görmeden kuytu yaralarımıSormayın neden bu huysuzluğum, bilmeden saklı duygularımıÇok mu dertsiz duruyorum uzaktan bakıncaÇok mu kalendar sandınız dert anlatmayınca..."
İş hayatında etliye sütlüye karışmayıp, sadece işimi yapacaktım. İnsanlarla menfaat ilişkisine girecek, üstlerimle ilişkilerimi yakın ve iyi tutacaktım. Yaptığım işi ambalajlayıp, bire bin katıp anlatacaktım. Politik davranmayı bilecektim. Belki o zaman ünvan sahibi, başarılı, çok daha iyi bir maaşı olan birisi olurdum. Galiba mutlu da olurdum gibi. Şimdi kendimi de kandırmayayım. Bunca zorluğu iyi ki yaşamışım, yoksa kendimi bulamazdım gibi felsefi cümleler kurmanın manası yok. Sikerler senin nev-i şahsına münhasır kişiliğini. Dünkü çalışanların gözünde küçük düşüp, üstlerin tarafından kolayca harcanacak adam olmuşsun haberin yok derler sonra.
Dünya bundan 10 yıl önceki dünya da değil. Eskiden flört etmek zevkliydi. İnsanlar birazcık da olsa aza kanaat edip, hayaller kurabiliyordu. Küçük şeylerden mutlu olabiliyordu. Anı yaşayabiliyordu. Sevgisini başkalarının gözüne sokmak zorunda hissetmiyordu. Başkalarıyla yarış içerisinde değildi. Ben bir kadınla beraberken kendimi rahat hissediyordum. Karşımdaki insanın beni olduğum gibi görebildiğinden az çok emin olabiliyordum. Zevklerimiz, ortak geçmişimiz, çocukluğumuz, hayallerimiz, geleceğe dair planlarımız, zorlukların üstesinden gelmek için müşterek gayretimiz... Ortak çok şey bulabiliyorduk birbirimizde.
Bugünse insanlar sevilme arzusunun nesnesi haline gelmiş. Doymuyorlar, ya daha iyisi karşıma çıkarsa diye düşünüyorlar. Zorluk çekmek, emek vermek, beklemek istemiyorlar. Cümle kurmaktan bile aciz durumdalar. Birkaç kelimeyle ilişkilerini sürdürebiliyorlar. Geziyorlar ama görmüyorlar, yiyorlar ama tat almıyorlar, çalışıyorlar ama üretmiyorlar, harcıyorlar ama faydalanmıyorlar, istiyorlar ama çaba göstermiyorlar, alıyorlar ama vermiyorlar, yaşıyorlar ama anı biriktirmiyorlar... Tuhaf bir dönemden geçiyoruz. İntihar etmek isteseniz, boşuna ölmüş olursunuz. Yaşamak isteseniz ya imkanınız yok ya da kısmetiniz. Özdemir Asaf'ın dizeleri gibi:
"Bekle dedi gitti. Ben beklemedim, O da gelmedi. Ölüm gibi bir şey oldu. Ama kimse ölmedi."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder