19 Ekim 2025 Pazar

Karıncaların Günbatımı

 Bugünkü yazının başlığını yakın zamanda okuduğum ve aslında okumakta çok fazla geciktiğimi düşündüğüm bir kitaptan çaldım. Eğer bir yazar olsaydım ve tek bir hakkım olsaydı kesinlikle kitabımı bu isimle yayınlamak isterdim. Böylesine anlamlı ve insanı kendi iç dünyasında yolculuğa sürükleyen bir başlık olabilir mi? Maalesef bu güzelim memlekette yaşarken kıymeti bilinemeyen, bin bir zorluklar içinde ele muhtaç bir şekilde geçim kaygısıyla yaşayıp giden, geç anlaşılan, yarım kalmış sevdaların insanı çok var. Oğuz Atay beni şimdi anlamalısın dediğinde çok haklıydı aslında. 

  Bu hafta sonumu hasta bir şekilde evde geçiriyorum. Sessiz sakin kafayla, yavaş yavaş okuyup, uzun uzun düşünüyorum. Tabii bu düşüncelerin sonu eyleme varmıyor. Kendi hayal dünyamda devrimler yapılıyor, memleket yönetiliyor, aşık olunuyor, yuva kuruluyor falan filan.  Mark Fisher ve David Foster Wallace üzerine okuyup, düşünüyorum son günlerde. İkisi de 40'lı yaşlarında, en verimli çağlarında, şöhretin nimetlerini yemek yerine kendilerini asarak ölmeyi tercih ettiler. Bu iki adamı da 30'lu yaşlarımın başında tanıdım ve bende derin izler bıraktı. İkisi de uzun süre depresyonla mücadele etmiş insanlar. Çağımızda artık neredeyse birçok hastalığa çare bulunurken, insanlar zorla da olsa uzun yaşama mahkum edilirken; tedavi olmayan ruhsal hastalıkların pençesindeyiz. İnsanlar daha fazla yaşamamak için ya kendi hayatlarını planlı bir şekilde mahvediyor ya da kendi elleriyle son veriyor.

    Geleceğe dair olumlu, coşkulu, ümit verici şeyler de yazabilirim. Sayfaların kenarına çiçekler, böcekler hatta kelebekler de çizebilirim. Ama yapamıyorum. İşime gelmediği için değil. Edebiyat tarihine bakın, mutlu hikayeler yazmak her zaman en zoru olmuştur. Ama herkes kendi hüznünü, hüsranını, mutsuz hikayesini kolayca yazabilir. Tolstoy'un dediği gibi: "Bütün mutlu aileler birbirlerine benzerler, her mutsuz ailenin ise kendi özgü bir mutsuzluğu vardır."
 
      Çocukken futbolcu olmayı isterdim, lisedeyken devrimci avukat olacaktım, üniversitede ekonomist olmanın hayalini kurdum. Okul bitince gerçeklik duvarına çarptım. Akademisyen olmak için ya siyasi torpil ya da akademik referans gerekiyordu o dönem ben uğraşmak istemedim. Devlet memuru olmak istemedim, bankacılığı küçümsedim. Bir süre konserlerde yer gösterip, pantolon katladıktan sonra tükürdüğümü yaladım ve bankaya girdim. Asgari ücretin bir tık üstünde para kazanıyordum. Jale de atanamayan matematik öğretmeni olarak dershanede asgari ücretle çalışıyordu. Hayaller kuruyorduk ama hayaller karın doyurmuyordu. O zamanın parası ile 8.000 USD öğrenim kredisi borcum vardı. Ev geçindirmek zorundayım. Birikim yapamamışım henüz. Jale her şeye rağmen evlenelim, biraz zorlanırız ama sonrasında düzene girer her şey dedi. Benim götüm yemedi. Zamana ihtiyacım var dedim, ama Jale'yi bekletmek istemedim. Zaten o da beklemedi. Bir sene sonra evlendi. 

        Bankadan istifa edip, askere gittim. Askerden döner dönmez şimdiki işime girdim. Ama geleceğe dair hâlâ korkularım var. Ölene kadar bu işimi yapacağım? Kitaplarda okuduğumuz krizler bizim de başımıza gelir mi? İşsiz kalır mıyız? Çocukken babamın kahvaltı sofralarındaki sessizliğini, akşam yemeklerindeki huzursuzluğunu, hayattan bıkmışlığını, bize karşı tahammülsüzlüğünü çok iyi hatırlıyorum. Ben de onun gibi mi olacaktım? İş hayatına girene kadar, canım sıkıldığında kaçıp saklanabileceğim bir köşem olmuştu hep. Sevmediğim insanlarla iyi geçinmek zorunda değildim. İşim görülsün gibi kaygılarım hiç olmamıştı. Kendimi olduğumdan fazla göstermek, ispatlamak, takdir görmek, hor görülmek, azar işitmek gibi taraklarda bezim olmamıştı. 
  
   İşe bir başladım, ilk üç sene ne gerizekalılığım kaldı, ne küfür yememişliğim. Herkes içinde hor görülüp, azarlanıyorduk. Sonra akşam işten çıkarken, tenhada sarılıp öpüp ben sizi aslında seviyorum diyerek eve uğurlanıyorduk. 35-40 yaşları arasında kariyeri ve çocuk sahibi olma arzusu arasında sıkışıp kalmış bir kadının psikolojik mağdurları olarak çok şey öğrendik. Bazı sabahları bizi şuracıkta yatırıp siksin, ama yeter ki rahat rahat çalışalım bile diyorduk. Erken yaşta böylesine bir tecrübe yaşadıktan sonra kendi kendimize şunu dedik. Bundan daha beter ne yaşayabiliriz ki! 

    Gerçi biz o dönem bunları yaşarken, çoğu iş arkadaşımız şahit olduklarını görmezden geldi. İçi boş teselliler verip, bu da geçer dediler. Fazla büyütüyorsunuz dediler. Diğerleri terfilerini alıp, özgüven içerisinde kariyerlerini inşa ederken; biz sabahları mide ağrısıyla özgüvensiz bir şekilde kendimizi değersiz hissederek çalışmaya devam ediyor, aza kanaat edip sıramızı bekliyorduk. Geriye dönüp baktığımda o dönemlerde beraber çalıştığım insanların birkaçı hariç hiç kimse hak ettiği değeri görmemiş, maddi ve manevi olarak tatmin olmamış. Ama hayat devam ediyor... 

 25 yaşımda Esra'yı tanıyana kadar araya başka kızlar da girdi ama ben bir şey anlamamıştım. Esra'yı çok kötü bir zamanda tanıdım. Zaten hep öyle değil midir? Doğru kadınlar, yanlış zamanda karşımıza çıkar falan filan. Ben dertlerimi Esra'ya anlattıkça Esra şişti. Halbuki sadece güzel şeyleri konuşup, gezip, tozup, yiyip, içip eğlenmek vardı. Hayatı çok fazla ciddiye alıyordum maalesef. Bir gün Beşiktaş'ta boğaza karşı oturup bir şeyler yiyoruz. Esra'da zor zamanlardan geçiyor. Ailesiyle sorunları var. Tutunacak bir dal arıyor. Benden de bir hareket bekliyor ya da geleceğini netleştirmek istiyor. "Murat ne zamana kadar ailene destek olmaya devam edeceksin? Kendin için bir şeyler yapmanın zamanı geldi de geçiyor. İleride evlendiğinde iki ev geçindirmeyi düşünmüyorsun değil mi?" Ufaktan ağzımı arıyor. Haklı tabii ne diyebilirim ki! Bugün hâlâ unutamadığım ve sonraları hak verdiğim o meşhur cümleyi kurdu: "Ben dünyaya gelirken annemi ve babamı seçemedim. Ama kayınvalidem ile kayınpederimi seçmek istiyorum." Vay amına koyayım cümleye bak be. İşte dedim. Bizim toprağımızda bu çiçek açmayacak. Kabataş'tan trenvaya bindim, kulaklığımı taktım, en sevdiğim şarkılar eşliğinde içimdeki duyguları öldürdüm. 

   Sonrasında pek çok insan tanıdım. Zorla tanıştırdıkları da oldu. Bütün arkadaşlarım evlendi. Kimileri bir eli yağda bir eli bağda, kimileri binbir zorluklar içinde. Önemli olan gözünü karartıp karar vermekti. Ben onu hiç yapamadım. Ülke ekonomisi her geçen daha da kötüye gitti. Birikimler eridi. Benim özgüvenim ve geleceğe dair umutlarım azaldı. Kariyer desen sallantıda. Psikolojik olarak kötü durumda değilim ama kendime karşı çok acımasız ve realistim. Gerçekten başarılı olmak için yeterli bilgi ve birikime sahip miyim emin değilim? Okumaya devam ettikçe kendimi daha da bilgisiz hissediyorum. Kendime yakıştırmadığım için pahalı, gösterişli ve şık kıyafetler giymiyorum. Kilo verip, vücut yapsam, sosyal medyada kitap ve düşünce yerine kendimi paylaşsam, altıma bir araba çeksem, ayrı eve çıksam bir şeyler değişir belki ama kimi kandırıyorum. Bunların hepsi sorunları halı altına süpürmekten başka bir şey değil. Candan Erçetin'in "Gamsız Hayat" şarkısını sık sık dinlerim. Şu sözlerde hep kendimi bulurum. 
"Sormayın neden bu durgunluğum, görmeden kuytu yaralarımı
Sormayın neden bu huysuzluğum, bilmeden saklı duygularımı
Çok mu dertsiz duruyorum uzaktan bakınca
Çok mu kalendar sandınız dert anlatmayınca..."
   İş hayatında etliye sütlüye karışmayıp, sadece işimi yapacaktım. İnsanlarla menfaat ilişkisine girecek, üstlerimle ilişkilerimi yakın ve iyi tutacaktım. Yaptığım işi ambalajlayıp, bire bin katıp anlatacaktım. Politik davranmayı bilecektim. Belki o zaman ünvan sahibi, başarılı, çok daha iyi bir maaşı olan birisi olurdum. Galiba mutlu da olurdum gibi. Şimdi kendimi de kandırmayayım. Bunca zorluğu iyi ki yaşamışım, yoksa kendimi bulamazdım gibi felsefi cümleler kurmanın manası yok. Sikerler senin nev-i şahsına münhasır kişiliğini. Dünkü çalışanların gözünde küçük düşüp, üstlerin tarafından kolayca harcanacak adam olmuşsun haberin yok derler sonra. 

      Dünya bundan 10 yıl önceki dünya da değil. Eskiden flört etmek zevkliydi. İnsanlar birazcık da olsa aza kanaat edip, hayaller kurabiliyordu. Küçük şeylerden mutlu olabiliyordu. Anı yaşayabiliyordu. Sevgisini başkalarının gözüne sokmak zorunda hissetmiyordu. Başkalarıyla yarış içerisinde değildi. Ben bir kadınla beraberken kendimi rahat hissediyordum. Karşımdaki insanın beni olduğum gibi görebildiğinden az çok emin olabiliyordum. Zevklerimiz, ortak geçmişimiz, çocukluğumuz, hayallerimiz, geleceğe dair planlarımız, zorlukların üstesinden gelmek için müşterek gayretimiz... Ortak çok şey bulabiliyorduk birbirimizde. 

    Bugünse insanlar sevilme arzusunun nesnesi haline gelmiş. Doymuyorlar, ya daha iyisi karşıma çıkarsa diye düşünüyorlar. Zorluk çekmek, emek vermek, beklemek istemiyorlar. Cümle kurmaktan bile aciz durumdalar. Birkaç kelimeyle ilişkilerini sürdürebiliyorlar. Geziyorlar ama görmüyorlar, yiyorlar ama tat almıyorlar, çalışıyorlar ama üretmiyorlar, harcıyorlar ama faydalanmıyorlar, istiyorlar ama çaba göstermiyorlar, alıyorlar ama vermiyorlar, yaşıyorlar ama anı biriktirmiyorlar... Tuhaf bir dönemden geçiyoruz. İntihar etmek isteseniz, boşuna ölmüş olursunuz. Yaşamak isteseniz ya imkanınız yok ya da kısmetiniz. Özdemir Asaf'ın dizeleri gibi:
"Bekle dedi gitti. Ben beklemedim, O da gelmedi. Ölüm gibi bir şey oldu. Ama kimse ölmedi."

12 Ekim 2025 Pazar

Nasıl Olunmaz?

Nilay Örnek'in yıllardır severek dinlediğim podcast serisinden ilham aldım başlığı atarken. İnsanlar hep başarı hikayesi ya da nasıl oldum hikayesi dinlemeyi çok sever. Ben tam tersine aykırı, anarşist, berduş, isyankar insanların hikayesini sevdim. Tabii bunu söylerken şu anektodu da vermek isterim. Öyle mızıkçı, kuru gürültü çıkaran insanlardan bahsetmiyorum. Huzursuzluğu ve kavgasıyla ortaya kalıcı eserler veren insanlardan bahsediyorum. Charles Bukowski, Beat Kuşağı sanatçıları, Jack London, Chuck Palahniuk ilk aklıma gelen isimler. Hatta futboldan örnek verecek olursak Jamie Vardy bile anti kahraman rolünde idolümdür. 

Şu an bu satırları yazarken 35 yaşımda olduğumu kendime bir kez daha hatırlattım. Nasıl olur ya? Daha 19 yaşımda üniversitede öğrenciyken Steinback romanlarıyla, Keynes'in iktisat politikalarını harmanlayıp bu ülke nasıl yönetilmeli diye  yazılar yazıyordum. Akrabalarımla, arkadaşlarımla hararetli tartışmalara girip kendi burnumun dikine gidiyordum. Mahkemede ifade verip, "yaptıklarınızdan pişman mısınız?" sorusuna "Evet hakim bey" diyordum. Gerçi hala hakimin karşısına çıkmaya devam ediyorum. Pişmanlığım hiç bitmiyor :) 

Sonra okul bitti. Sabahları koşa koşa gideceğim işi aramak için altı ay mülakatlara ve sınavlara girdim. O sırada eve yük olmamak için konserlerde yer gösterdim, alışveriş merkezlerinde tezgahtarlık yaptım, otellerde çalıştım. 2012 yılında ne akademisyen, ne devlet memuru ne de bankacı olmak istiyordum. Ama ekmek parası! Bir yerden başlamak lazımdı. Ben de bankayı seçtim. Çünkü devlet memuru olsam böyle özgürce konuşup, yazamayacaktım. 

Bankadaki serüvenim on üç ay sürdü. İstifa edip askere gittim. Tüm tazminatımı eve verdim. Askerden 95 kilo olarak geri geldim ve iki hafta sonra yeni işime girdim. Hiç düşünmezdim on bir sene boyunca aynı yerde çalışmaya devam edebileceğimi. Önce strestten karnıma ağrılar girdi, sonra saçlarım hızla beyazlamaya başladı, günün sonunda hızla dökülmeye devam ediyor. İş hayatı bugüne kadar beni hiç maddi olarak tatmin etmedi. 20'li yaşlarımda da kazandığım parayla dışarıda öğrenci işi yemek yiyip, tatlıya düşüyor, çayımı içip, sinemaya gidiyor, Üsküdar sahilinden denizi izliyordum. 35 yaşımda da aynı şeyleri yapıyorum. Allah standarttan şaşırtmıyor çok şükür. Ev yok, araba yok, dişe dokunur bir birikim yok, kariyer yok, başarı yok, yalnızım. 

Bu arada bunlar olmadığı için de üzüldüğüm sanılmasın. Ne ilginçtir hayatımın hiçbir döneminde bunları arzulamadım. Ehliyeti birkaç sene önce ayıp olmasın diye aldım. Birikimi sadece para olarak görmediğim için dişimden tırnağımdan artanlarla kendime güzel ve nitelikli bir kütüphane inşa ettim. Binlerce film ve dizi izledim. İstanbul'un bütün tiyatro salonlarını gördüm. Ucuz da olsa, pahalı da olsa güzel yerlerde yemek yedim. Çok kaliteli ve iyi yürekli insanlarla arkadaş oldum. Bunların hiçbirinin maddi değerini ölçemem. 

Kişisel gelişim kitaplarında sürekli "sakın keşke demeyin" diye bir öğüt görürsünüz. Benim sanırım yıllar içerisinde iki tane keşkem oldu. Kafam az çok para işlerine basıyordu. Keşke erken yaşlarda borsa, kripto, inşaat, altın, dolandırıcılık vs. bir şeylerden para kazansaydım da ailemi maddi açıdan daha fazla rahatlatabilseydim. Babama karşı borcumu ödeyememiş gibi hissediyorum kendimi. 

Diğer keşkem ise; tanıdığım o iyi yürekli kadınlardan biriyle evlenebilecek cesareti kendimde bulabilseydim. Çünkü zaman geçiyor, yaş ilerliyor, eskisi gibi hayata toz pembe bakamıyoruz, tekrardan birilerine kendini anlatmak zor geliyor, tahammül eşiğin azalmış, bir şeylerin bir an önce olmasını istiyorsun. Bir yerlerde karşılaşıyorsun, o insanlar hayatlarını düzene sokmuş, yuva kurmuş, çocuk sahibi olmuş, borca girip ev almış, kredi kartına taksitle yurtdışına çıkmış, sosyal medyada örnek ve mutlu çift olarak yerini almış. 

Sen ne yapıyorsun? Yaşayamadığın hayatından dolayı acı çekiyorsun. Acı çekme konusunda tecrübe kazandığın için artık hissetmiyorsun bile. Aklına intihar eden arkadaşların geliyor. Zamansız ölen sevdiklerin geliyor. Sonra kendine kızıyorsun. İlker yaşasaydı muhtemelen iş hayatımdaki başarısızlığımı talihsizlik olarak nitelerdi. Menan yaşasaydı boşver abi, bak ben sevilmediğim için kendimi serin sulara bıraktım da ne oldu derdi. 

Hayata bir şekilde devam ediyoruz. On bir yıldır çalıştığım işimde artık eskisi kadar işe yaramayan ve her an gözden çıkarılabilir bir insanım. Yaşadığım mobbingin, stresin, saatlerce mesainin, kendimi geliştirmek için okuduğum binlerce kitap, eğitim ve sertifikalar hepsi boşunaymış. Eleştirmek, düşünmek, işini yapıp kenara çekilmek iş hayatında istenmeyen adam olmanıza sebep oluyormuş. Bunu biliyordum gerçi ama diğer türlüsü de içimden gelmiyordu. Patron kenara çekip, evet Murat senden olmayacak. En iyisi nasibini başka bir yerde aramalısın dediğinde omuzlarımdan büyük bir yükün kalktığını daha yeni yeni anlıyorum. Çünkü yıllardır kendimi değersiz ve niteliksiz hissettiğim bir yerde çalışıyormuşum. Kaybettiğim özgüveni tekrardan kazanmaya başladım. Hee şimdi bunları dedikten sonra Will Smith'in "The Pursuit of Happyness" filmindeki gibi başarı hikayesi yazacağımı beklemeyin. Benden yine de bi sikim olmayacağı aşikar. 

Belki hapse girme uğruna yazdıklarımı kitap olarak yayınlarım. Üç beş kişinin izlediği youtube videolarını çekmeye devam ederim. Hayatına dokunduğum bir avuç insana kitap gönderir, film tavsiye eder, belki birkaç da nasihat veririm. İbret alsınlar da benim yaptığım hataları yapmasınlar diye :) Neyse lafı çok uzattım ama zaten siz okuyun diye değil, kendimle dertleşeyim diye yazıyorum. 

Beni az çok tanıyorsanız "Nasıl Olunmaz" konusunda çok şey görebilirsiniz. İyi bir kariyer yapmak için bolca okuyun, kazandığınız parayla statü sahibi olun, sosyal medyada siyasi düşüncelerinizi ve hayat felsefenizi yazmayın. Karamsar, mutsuz, tatmin olmayan, ucube ve ezik bir insan olarak görülmek istemezsiniz. Kendinize bu kötülüğü yapmayın. İnsanlara mutsuzluğunuzu, hayal kırıklıklarınızı anlatmayın. Her zaman kuyruğu dik tutun. Konjonktür her an değişebilir. İnsanlar derin düşünen ve kendine ait bir fikri olan insanları tehlike olarak görür. Ortalama insana hitap edin. Kendinizi olduğunuzdan daha iyi gösteren fotoğraflar çekinin. Farkında olmadan insanlardan daha bilgili olduğunuzu ortaya çıkaracak konuşmalar yapabilirsiniz sakın ha dikkat edin. Ne akıllı olduğunuzu belli edip insanların kendilerini kötü hissetmelerine sebep olun, ne de kullanılıp atılacak kadar salak... Bu hayatta sizden daha başarılı olan insanlar sizden daha zeki, daha ahlaklı, daha çalışkan değil. Ya yanlış ata oynamışsınızdır, ya elinize gelen şansı değerlendirmemişsinizdir, ya da cenabetsinizdir bi abdest almakta fayda var. 

Tanıdığım hiçbir insan hayatından memnun değil. Ayda 500k maaş alan CFO'da şikayet ediyor, hayatının aşkıyla evlenip çocuk sahibi olan arkadaşlarım da. Burada önemli olan kendini gerçekleştirebilmek galiba. "Kendini gerçekleştirebilmek" bir kapitalizm tuzağıdır falan diyenleriniz olacaktır. Artık siz ne anlıyorsanız. Terfi almak için birilerinin taşşağını yalamamak, borç istemek için birilerine boyun eğmemek, bir cemiyette kabul görebilmek için olmadığınız biri gibi davranmamak ya da sevilmediğiniz bir insana kendinizi sevdirebilmek için ödün vermemek... 

Daha yeni Ayn Rand'ın "Hayatın Kaynağı" kitabını okuduğum için şunu diyebilirim. Howard Roark gibi olun. Ben farkında olmadan bu yaşıma kadar Howard Roark gibi olmaya çalışmışım o yüzden bi bok olamamışım. Evet belki hepinizden mutsuz ve yalnızım. Ama kafam hepinizden güzel. Sözlerimi Howard Roark'ın meşhur mahkeme sahnesiyle bitiriyorum. 

Ben bugün, hayatımın tek bir dakikası üzerinde bile hiç kimsenin hakkı olmadığını söylemeye geldim. Enerjimin de. Başarılarımdan herhangi birinin de. Kim böyle bir iddiada bulunursa bulunsun, sayıları ne kadar kalabalık, ihtiyaçları ne kadar büyük olursa olsun.
Buraya gelip, başkaları için yaşamayan bir insan olduğumu söylemek istedim. Bunun söylenmesi gerekiyordu. Dünya bir fedakarlık alemi içinde yok oluyor. 
Buraya gelip, kişinin dürüst ve yaratıcı ürünleri, her türlü hayırseverlik girişiminden daha önemlidir, demek istedim. Aranızda bunu anlamayanlar, dünyayı mahvedenlerdir.  
Buraya gelip kendi şartlarımı ortaya koymak istedim. Başka şartlarla var olmak istemiyorum. İnsanlara karşı, bir tek sorumluluk dışında, başka hiçbir sorumluluk kabul etmiyorum. O sorumluluk, özgürlüklerine saygı göstermek, köle toplumuna katılmamaktır.

21 Temmuz 2024 Pazar

Dünyaya hoş geldiniz orospu çocukları!

Çocukluğumdan beri her zaman yaşadığım bir duygu vardır. Bunaldığımda kaçıp saklanabileceğim bir yer bulmak ve orada yalnızlığın verdiği sessizliği dinlemek. Sömestr ve yaz tatillerinde dedemin evi bunun için en ideal yerdi. Sabahın köründe tarlaya iner kendi kendime konuşur, bir ağacın gölgesine çöker kendimi dinlerdim. Akşama doğru esen rüzgarın verdiği keyifle, çimenlere uzanır yaprakların hışırtısını dinler, masmavi gökyüzünde kayıp giden bulutları izlerdim. Kitap okumak, düşüncelerimi yazmak ve arada kafamı kaldırıp sessizliği dinlemek... Okuldan, sorumluluklardan, gereksiz insan kalabalığından, menfaate dayalı ilişkilerden uzakta olmak ne güzeldi. Önce anneannem öldü, sonra okul bitti, dedem iyice yaşlandı, çocukluğumun en güzel anılarının geçtiği ev harabeye döndü, dedem ölmeden önce beni unuttu. Bitti rüya! 

Poğaça, mısır, supangle ve sıcak ekmek kokardı dedemin evi. Didem Madak'ın o eşsiz dizeleri akla geliyor ister istemez. Ve ondan ilham alıyor insan. Bir daha çocuk olamayacağım. İçimdeki çocuk da her geçen gün ölüyor. Peki ya o mutluluğu bir daha yaşayabilir miyim? Kendi küçük ailemi kurabilirsem belki? 

Kendime koyduğum birçok hedefi başarmışım. Dünya için küçük, benim içinse büyük adımlar diyebilir miyiz? Geriye dönüp bakınca hepsinin bomboş bir avuntudan başka bir şey olmadığını görüyorum. Birileriyle rekabete girmek, mücadele etmek, kazanmak ve tüm herkese kendimi ispat etmek. Ne için? 

Geçen akşam annemlerle konuşurken bana ne istediğimi ve neden mutsuz olduğumu sordular? Benim yerimde olmak isteyen binlercesi varmış. Ailem arkamdaymış. İşim gücüm yerindeymiş. Sevilip saygı duyuluyor muşum. Şikayet etmek ve mutsuz olmak gibi bir lüksüm yok maalesef. 

Okuduğum binlerce kitaptan sonra her geçen gün altını çizdiğim kelimeler anlamını yitiriyor. Mutsuz değilim. Sadece yorgun ve üşengeçim. Payıma düşen mutluluğu daha fazla bekleyecek takatim de kalmadı. Üstesinden gelemediğim ve unutamadığım pek çok şey var: "Babamla hiçbir zaman yapamadığım konuşma, onun güvenini arkamda hissedemeyişim, bana çocukken ayırmadığı vakti ve sevgisi, geçim kaygıları, annem ve babam arasındaki dengeyi koruma çabam, sahip olduğum her şeyi tırnaklarımla kazıyarak elde ederken ruhen yıpranışım, beni gerçekten seven kızlara hak ettikleri mutluluğu veremem, kendimden kaçışım, hayallerimi sürekli yarınlara ertelemem ve en önemlisi de potansiyelimi boşa harcamam. Kendimin en iyi versiyonunu gerçekleştirmek için verdiğim bunca yıllık mücadele ne içindi? 

Her gün etrafımda kendisini gerçekleştirmiş ve mutlu gibi görünen insanları görmeye katlanamıyorum artık. Kimsenin mutluluğunda ve başarısında gözüm yok. Ama kendimi heba edişime üzülüyorum. Elimden bir şey gelmiyor. Yalnızlık bir bataklık gibi her geçen gün içine çekiyor beni. Boğuluyorum. Ama dışarıya karşı olan görevlerimi aksatmıyorum. Gülümse, çalış, sorumluluklarını yerine getir ve insana verilen bu eşsiz hayatı harcamaya devam et. Dünyaya hoş geldiniz orospu çocukları! İnsan ziyan olmak için yaratılmıştır...

14 Temmuz 2024 Pazar

Nabıcaz be Kamil?

Galiba günden güne konuşma ve yazma kabiliyetimi kaybediyor gibiyim. İnsanları belli bir süre boyunca dinlemekte zorlanıyordum zaten. Kemal Sunal gibi ağzımı açar açmaz, donup kalıyorum. Derin bir iç çekip, konuşmamın boşuna olduğunu anlıyorum. Bir zamanlar çok konuştum, bir faydasını görmedim diyordu Erdal abi. Ah o eski günler geliyor aklıma. Twitter, Facebook ve blogda yazılan binlerce yazı. Eş, dost, akraba demeden girişilen polemikler. En iyisini ben biliyorum. En haklı benim. Yunan tragedyalarındaki gibi topluluğa nutuk çekmeler. Küçük dağları ben yarattım amına koyim. Bugünkü halimle o günkü zamanlara bakınca ne kadar da aptalmışım diyorum kendi kendime. Ama şu da bir gerçek ki; makul ve aklı selim birisi olabilmek için bu aptallık yollarından geçmemiz gerekiyor. 

17 yaşında yazdığım ilk yazılarda en çok vurgu yaptığım şey "ben bir gün mutlu olacağım" mottosuymuş. Gören de Üvey Baba dizisindeki Lamia gibi çocukluk yaşadım zanneder. Başka bir evrende babam veresiye rakı almaya gönderip, sonra da kemerle dövüyordu belki de. 

Jack London'ın Demir Ökçe romanından nasıl etkilendiysem lise yıllarında avukat olacağım demişim. Ernest Everhard mısın be mübarek. Ara sokaklarda Proleterya'ya meyve kasaları üzerinde aforizma kasarken "La Viva Revolution" diye bağırdığımı hayal ediyordum sanırım. Fazla Amerikan filmine maruz kaldığımdan olabilir. İtiraz ediyorum hakim bey...  

Üniversiteye girişte yapmış olduğum tercih hatasının ceremesini aradan 16 yıl geçmesine rağmen hissediyorum. Futbolculuk hayalleri peşinde koşarken kafam Leylaydı. Annemi saraylarda yaşatmanın kısa yolu transfer olmaktan geçiyordu. Hesapta olmayan ise; sakatlandıktan sonra bir daha hiçbir şeyin aynı olmayacağıydı. Babam bir sene daha hazırlan oğlum belki iyi bir üniversiteyi kazanabilirsin diyebilirdi. Fakat 2007-2008 yılındaki Finans krizi bizim evi teğet geçmemişti. Babam işsiz, annem çaresiz, bense bavulumda hayal kırıklıklarım; aklımda ise onlarca düşünce ile memleketin yolunu tuttum.  

İyi bir üniversiteye gidemiyorsam; iyi bir öğrenci ve entelektüel biri olurum diyerekten sıvadım kolları. Üniversitenin ilk senesi kitap fuarından posta çeki karşılığında yaklaşık 1.000 tane kitap aldım. Ulan o kitapların borcunu üç senede ödedim. 2008 yılında 2.000 lira vermiştim o kitaplara. Tüm klasikleri hatim ettim. Ekonomi, felsefe, siyaset, sosyoloji, antropoloji... Şimdi ananızı laciverte boyadım diye geziniyordum ortalarda. Facebook'ta racon değil, kafa kesiyordum. Melih Gökçek Ankara'yı parsel parsel Fetö'cülere satarken biz klavye şövalyeliği yapıyorduk. Ta ki 19 yaşında eve gelen ilk tebligatla, savcılığa ifade verene kadar. Sen misin birkaç milyon izlenme alan blog yazarı. Volkan Konak'ın manidar şarkısında dediği gibi "Elumuze verdiler..."



İktidarı eleştir; bir muhaliflik. Cemaate küfür et, iki iftira. Sistemin ırzına geç; üç halkı kine ve isyana teşvik. Her gece düşüncelere dal; nereden baksan overthinking. Heriflerin yalanlarını ifşa et; beş gammazcılık. Bütün bu bokları yedikten sonra savcının suratına bakıp kusura bakmayın abi kaza oldu diyemezsin. Adamın götünden kan alırlar Kamil kan!

Okul bitti nihayet. Diplomayı rulo yapıp elimize verdiler. Artık götümüze nasıl sokacağımız bize kalmıştı. KPSS ile devlet memuru olsam muhtemelen dilimi tutamadığım için ihraç ederlerdi. 90 puanı çöpe attım. Yüksek lisansı birincilikte bitirdikten sonra akademisyen mi olsam dedim. Üniversiteye ya kayyum atadılar ya da hocaları işinden kovup hapse attılar. Bir ömür özel sektörde kim çalışacak amk dedim. 

10 senedir sistemin en sadık kölesi olarak çalışmaya devam ediyorum. Artık ben de küçük bir burjuvayım. Kuyruğu dik tutmaya çalışıyorum ama nafile. Okulda yetmiyordu bir de şirkette anarşiklik yaptık. Orada da adımız çıktı iyi mi? Utanmasam şirketin duvarına Faşo Ağa yazacağım :) Benden bi sikim olmaz ha! Kariyer de yalan oldu. 

Belki 35'imden sonra Chuck Palahniuk gibi Dövüş Kulübü'nü yazar meşhur olurum diye hayal ediyordum ama ben bile kendi yazdıklarımı okumaya üşeniyorum. Elalem niye okusun. Ha gerçi piyasada yazarım diye gezinen bir sürü sik kırığı var. İmza günü bile düzenliyorlar. Kanalıma hoş geldiniz göt laleleri. Bugün size Nilgün Bodur'un "Akıllandım Artık Şimdi Daha Malım" kitabından bahsedeceğim. 

İlişkiler konusunda da işler umduğumuz gibi gitmedi. Yok zihinsel olarak hazır değilim, yok biraz kariyer yapayım, acaba daha iyisi karşıma çıkar mı, geçim kaygısı, dünya kavgası, varoluşsal sancılar derken gül gibi kızların ahını aldık iyi mi!  Eternal Sunshine of The Spottless Mind filmindeki Joel gibiyim. Geçmişteki ilişkilerim aklıma geldikçe ben nasıl kaçırdım bu kızları diyerek kafayı yiyorum. Hafızama reset atmaya ihtiyacım var. Kendimden şüpheye düşmeye başladım. Eskiden bu kızlar benim neyimi sevdi acaba? Çünkü bugünlerde evlenilecek kız kalmadı moduna girdim. Hiç olmadığım kadar hazırım. İşler güçler iyi, diplomaları götümüze soktuk, gezdik gördük eğlendik, insan-ı kamil olduk... Eeee hani vadedilen kutsal topraklar :) Bizimkiler dizisindeki Dumkof gibi olacak sonumuz. 40 yaşında evde kalmış çocuk ruhlu sapık. "Öyleee Yumuşak yumuşak..."

Velhasıl kelam şimdi ben bunları neden yazdım? Niçin yazdım? Nasıl yazdım? Buna izaha gerek yok. Okuduğunuz üzere yazdım. Yazmayabilirdim de. Ama yazmış bulundum bir kere. Yıllardır yarım bıraktığım bir sürü romandan sonra, anladım ki ben roman yazarı değilim. Benim ekmeğim anlatı yazarlığında. Fernando Pessoa'nın Huzursuzluğun Kitabı'nı örnek alıp kendi ezik hayatımı anlatmayalım. Sonra tüm bu yazdıklarımı derleyip toplayıp kitap haline getirebilirim. Allah'ım sen bana yazma gücü ver. Hazır dua etmeye başlamışken; bir adet oyun bilgisayarı, Halstadt bileti, minyon çekik gözlü zeki çevik akıllı ve kafa dengi bir gacı... Veleddalin Amin! 

 

 

 

 

 

 


23 Haziran 2024 Pazar

Var mıydık? Belki Biraz...

Artık çalar saatin ruhumu kamçılarcasına ötmesine gerek duymadan uyanabiliyorum. Telaş yok, karnımda uçuşan rahatsız kelebekler yok, geç kalırım kaygısı yok, hesap vermekten korkacağım bir patronum yok. Bembeyaz tavana 15 dakika boyunca bakarak kendimi yataktan çıkarmak için ikna etmeye çalışıyorum. Bu sabahın diğer sabahlardan farkı nedir? Neden işe gitmeliyim? Tefekkür etmek için günün en uygun saati. Yataktan kalktığım anda Hannah Arendt'in bahsettiği "Animal Laborans" gibi davranmaya başlıyorum. 

Uyanmak için yüzüme birkaç defa soğuk su çarpıyorum, boğazımdan aşağı birkaç lokmayı zorla itekliyorum, sonra o birkaç lokmayı tuvalette ıkına ıkına çıkarıyorum, ayaklarım geri geri giderken insan seline karışıp toplu taşımayla işime yetişmeye çalışıyorum. Tüm gün çalışıyormuş gibi yapıyorum, patronum da maaş ödüyormuş gibi yapıyor. Geçinemiyorum ama ay sonunu getirebiliyorum. Yaşamıyorum ama var oluş mücadelem devam ediyor. Muhtemelen emekli olana kadar böyle devam edeceğim. Ve her günün sonunda tüm yaşananlara rağmen hayatıma şükredeceğim. Sanırım Bukowski ve Palahniuk yazarak, Pessoa ise hayaller kurarak bu acınası hayatlarına katlanıyordu. 

Peki ya katlanamayanlar? Eskiden insanlar kendini köprüden atardı. Şimdi ise trenin önüne atlamak moda. Öldükten sonra evine ya da işine geç kalan binlerce kişinin ettiği küfürler de cabası. Hayattan intikam almanın farklı bir yolu olsa gerek. Peki neden tren? Sosyolojik olarak düşünmeye çalışıyorum. İntihar şekillerinden toplumların refah düzeyini, adalet sistemini ve toplumsal huzurlarını anlayabilir miyiz? Verilen mesaj nedir? Amerikalılar silahla intihar ediyor; çünkü bireysel silahlanma yaygın ve kolay. Japonlar işini kaybettiğinden dolayı duyduğu utançtan ötürü intihar ediyor. Eskiden seppuku yaparlardı şu an daha acısız bir şekilde hallediyorlar. Peki ya biz Türkler? Son birkaç yıldır artmasına rağmen sansürden dolayı intihar vakalarıyla ilgili pek bir şey bilemiyoruz. Twitter'da birkaç saat gündem olduktan sonra unutulup gidiyorlar. Muhtemelen intihar edenlerle ilgili bir istatistik de tutulmuyordur. Tıpkı 1977 yılından itibaren Doğu Almanya'nın yapmadığı gibi. Eğer küçük bir aksaklıktan dolayı metro seferleri gecikmeli yapılıyorsa bilin ki; hayatından ümidi kesmiş birisi bir yerlerde kendisini trenin altına atmış. 

Bazı zamanlar kötü geçen bir günün ardından benim de aklıma gelmiyor değil. Bir anlık cesaret, gözünü karart ve bammm... Tüm yüklerinden kurtulacaksın. Fakat sonra benim yüzünden evine, sevgilisine geç kalacak olan insanlar geliyor aklıma. Bu kadar küfrü yemeye değer mi? Sikerler kardeşim öyle kuru kuruya ölmek yok. 34 sene boşuna yaşamadık. Can Yücel'in dediği gibi: "Gittin mi büyük gideceksin, ayrılık bile gurur duyacak seninle." 

28 Kasım 2021 Pazar

Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?

2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20'li yaşlarımın ortasında şiir kitabı yazacak kadar avareydim. Ben okurken bile kendime güldüm, başkaları okusa kim bilir ne olurdu. Geriye dönüp eski yazılarımı okudum biraz. Blogda yazdıklarımı derlesem 2-3 kitap çıkarmış aslında. İktidarı eleştirdiğim siyasi ve ekonomik yazılardan özellikle. Konjonktürü iyi yakalamışım, doğru insanları takip etmişim, iyi kitaplar okumuşum. Pandeminin gerektirdiği izolasyon ve bekarlığımın verdiği özgürlük ile son 2 yılda yaklaşık 700'e yakın kitap okumuşum. Defterler dolusu notlar almışım. İzlediğim dizileri ve filmleri saymıyorum bile. 

Yıllardır şu ikilemden kurtulamadım gitti. Çok küçük yaşlardan beri yalnız kalmayı sevdim. Sevmeye de devam ediyorum. Çocukken kendi başıma oyunlar oynardım, hayaller kurardım. Sonra büyüdüm; okulda en arka sırada romanlar okurdum, tek başıma sahilde bir bank köşesinde okumak hâlâ en büyük zevkimdir, uzun yürüyüşlere çıkıp alternatif yaşamların hayalini kurmaya devam ediyorum. Bir gün büyük bir futbolcuyum, bir gün devrimci. Rahmetli İlker'den sonra tek başıma film izlemeyi öğrendim, onun yokluğunda o kadar çok film izledim ki. Yalnızlığı efektif bir yaratıcılığa dönüştürdüm. Ve ne zaman bir ilişkiye başlasam bu yalnızlığa paylaşamayacak kadar bencil olduğumu gördüm. Birisi ile beraberken acaba tüm o sevdiğim şeyleri yapmaya devam edebilecek miydim? Kendimle baş başa kalmaya fırsatım olacak mıydı? Ah evet bir türlü üstesinden gelemediğim şeyler.

Bu sene de planladığım kitabı yazamadım. Oysa kafamda biteli uzun zaman oldu. Bilirsiniz ki  roman yazarlarının ilk kitapları genelde otobiyografik ögeler barındırır. Kendime yazmak neyse de, başkalarının yazdıklarımı okumasına hazır mıyım? Henüz bilmiyorum. 20'li yaşlardaki idealist düşüncelerim yok artık. Değişmedim sadece rafa kaldırdım. Acıları görmeye devam ediyorum ama sineye çekmeyi öğrendim. Sistemi her zaman ki gibi eleştiriyorum ama en sadık ve çalışkan kölesi olmayı da ihmal etmiyorum. Para her şeyi yapar demiyorum ama bazı şeyleri satın aldığı da gerçek. İşimi sevmeden de iyi yapabilmeyi öğrendim. Geçmişteki yazılarıma baktığımda öfkeliymişim. Hararetli bir şekilde siyaseti eleştirip, ekonomik analizler yapmışım. Sonracığıma neden mutlu değilim demişim? Yalnızlığıma küfretmişim. Ah Bukowski ah sen yok musun sennn...

Öfkem yerini kabullenilmiş bir umarsızlığa bırakmış. Ölüm korkusu aklıma bile gelmiyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyorum. Ama arada iş çıkışı metroda beklerken karanlıkta beliren ışığın altına kendimi bırakasım da gelmiyor değil. Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi? Eminim herkesin kendince haklı sebepleri vardır. Evet geride kalan 10 yılda tırnaklarımla kazıyarak bir şeyleri değiştirdiğim ortada. Geleceğe dair somut hiçbir hayalimin olmadığı günleri de yaşadım. Üniversitede 1 liraya yediğim akşam yemekleri ve tek öğünle geçiştirdiğim günler oldu. Hani bugün barınamayan ve geçinemeyen üniversite öğrencilerini televizyonlarda izliyorsunuz ya. İşte bu iktidarın en şaşaalı olduğu zamanlarda da biz aç kalabiliyor ve barınmakta zorluk çekiyorduk. Evin kirasını ödediğimde hissettiğim rahatlık başka bir şeydi. Cebimde kalan son beş liraya rağmen babam "paran var mı oğlum" dediğinde "evet var baba" dediğim günlerdi o zamanlar. Kitap alabilmek için konserlerde yer gösterdiğim, otellerde garsonluk, avm'lerde tezgahtarlık yaptığım günlerdi evet evet. Bunların hepsi Türkiye'nin değişmeyen ve muhtemelen önümüzdeki birkaç on yılda değişmeyecek gerçekleri... 

Bakın bunları hâlâ bir başarı olarak görmüyorum. Çünkü başarının olduğu yerde rekabet vardır. Ve rekabet kimilerinin dediği gibi bizi yaratıcı yapıp zinde tutarken, aynı zamanda ruhumuzu kemirir. Düşe kalka bir kariyer yaptık. Borçlar ödendi, bazı hayaller gerçek oldu. Allah var; payımıza düşen mutluluğun köşesinden bir parça almadık değil. Küslükleri bir kenara bıraktık. 

Peki ben neden arzuladığım ve bir amaç uğruna mücadele ettiğim mutluluğa erişemedim? Evet biliyorum mutluluk bir hedef değil, bir yolculuk. Demagojisini çok yaptım. Fakat yolda olmaksa eğer mutluluk ben neden o yolu hâlâ tek başıma yürüyorum. Her geçen gün kendimi daha da yalnız hissediyorum. Eskiden bir çöl fırtınası gibi yakalandığım buhranlardan sığınacak bir mağara bulup kurtulurdum. Bu mağara çoğu zaman okuduğum kitaplar, izlediğim filmler olurdu. Kimi zaman uzun yürüyüşler, dedemin evinde geçen birkaç hafta olurdu. Lakin artık teselli edemiyorum kendimi. Tek başına üstesinden gelemediğim buhranlarım var benim. Annem beni meyve veren bir ağaç gibi görüyor. Kardeşim o ağacın dallarında sallanıp, çocukluğun verdiği haylazlıkları yapıyor. Babamla artık konuşmuyoruz bile. Eskiden kendimi ona ispatlamak isterdim. Ağzımla kuş tutsam, kuşun kanadını kırdın derdi muhtemelen. 

Oturup derdimi anlatacağım tüm arkadaşlarım kendi ailesini kurdu. Onların üstesinden gelmesi gereken ve benimkinden çok daha büyük dertleri var eminim. O yüzden onlar anlatıyor ben dinliyorum. Gerçi her zaman böyle olmuştu ya. Bir arkadaşa ihtiyacım var mı yok mu ikilemi içindeyim. Bana iyi gelecek  sözcüklere sahip olan var mı? Telefonum çaldığında ekrana uzaktan bakıp acaba benden ne isteyecekler diye düşünmekten sıkıldım. Evet evet yalnızlık bir parazit gibi yer edinmiş benliğimde. Ne onsuz yapabiliyorum ne de beni için için yiyen bu parazite dur diyebiliyorum. 

Yukarıda yazmış olduğum gibi bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi diye soruyorum kendime? Ne sahte bir mutluluğun rolünü yapıyorum ne de sahip olduklarıma şükretmemezlik. Sadece kendimi değersiz hissediyorum. Yalnızlığı taşıyamayacak kadar yorgun ve bıkkınım. Her yeni gün okumak, düşünmek, bir şeyler üretmek için amaçlar edinmeye çalışıyorum. Ama sanki cüzzamlılar gibi çevremdekilerden soyutlandığımı düşünmeye başladım. Mutlu ve huzurlu olabilecek bir potansiyeli boşa harcıyorum. Ve tüm bu olanları bahane gösterip, başkalarını suçlayamayacak kadar da aydınlanmış biriyim. Öylesine aydınlanmışım ki; sokak lambası gibi çevremi aydınlatırken kendi iç dünyamda karanlığa gömülmüşüm. Ne yapmalıyım? Dua etsem mi yatmadan önce. Tıpkı çocukluğumda olduğu gibi. Kadere iman! Hımmm. 

Evet neden uzun bir aradan sonra blog yazdım. Çünkü kendime yazmak iyi gelir diye düşündüm. Tıpkı yıllardır olduğu gibi. Umarım yine işi yarar....







18 Nisan 2020 Cumartesi

Ben Nasıl Büyük Adam Olucam...

Artık eskisi kadar blog da yazı yazmıyorum. Eski heyecanımı kaybettim, bir şeyleri değiştirebileceğime dair olan inancım azaldı. Eskiden kaybedecek bir şeyim yokmuşcasına yazardım, fakat yazarken ya da konuşurken şuna dikkat etmeye özen gösterirdim. Düşünceler ve fikirler zamanla değişebilir, gelişebilir. O yüzden evrensel doğruların olduğu, herkesi kapsayan ahlaki değerlerin olduğu şeyleri konuşmaya çalışıyorum. Yarın hatalarımın ve yanlışlarımın farkına vardığımda insanların yüzüne bakacak yüzüm olsun. 

Bu arada yazdığım blogda 200.000 okunma barajına yaklaşmış. Kendi kendime acaba nereye kadar böyle içime kapanık kalacağım. Profesyonel bir site ya da sosyal medyayı daha aktif kullanarak bir şeyler yapmayı denesem mi? Ne yalan söyleyeyim korkuyorum. Yıllardır tırnaklarımla kazıyarak ufak da olsa bir yer edindim. Kendi çevremdeki insanların bile beni anlayıp, söylediklerimi sindirmesi yıllarımı aldı. 

Engin denizlere açılırsam birileri beni boğmaya çalışacaktır. İşimden olabilirim, trollerin saldırısına uğrayabilirim. Yaratıcı olmak için birşeyler yapmaya çalışırken, kendimi savunmak zorunda kalababilirim. İşin bir de farklı bir tarafı var. Artık kitap yazıyorsanız, bir gazete, dergi vs. bir yerlerde yayınlanmak istiyorsanız kişisel referans ya da tanışıklık isteniyor. Çok tuhaf. Mesela bazı yayınevleri sosyal medyada kaç bin takipçiniz olduğunu soruyor. Tanıştığım bir editöre şunu sormuştum. Artık herkes yazar olduğunu düşünüyor. Size binlerce dosya geliyor. Bunların hepsini okuyup, inceledikten sonra nasıl karar veriyorsuz hangisini yayınlacağınıza? Valla verdiği cevap çok netti. Okumuyorum ki! O kadar dosyayı okuyacak vaktim yok. Zaten mevcut basılmış eserlerin takibini ve düzenlemesini yapmak bile çok vaktimi alıyor. O yüzden sosyal medyada takipçi sayısına, referansına, yayınlanmış ve başarılı olmuş birkaç işine bakıp kitaplarını basıyoruz demişti. Bu konuda maalesef eski kafalıyım. Bir gün mutlaka içimdekiler taşacak ve durduramayacağım yazdıklarımı. Ama etraftaki saçma sapan insanları görünce de dayanamyıp; Hadi Murat şimdi çık sahneye diyorum. 

Neden yapamıyorum peki? Çünkü kendimden taviz vereceğim. Mesela yıllardır beyaz yakalı olarak çalışıyorum. Arkadaşlarım kendi işimizi kuralım diyor. İyi kuralım tamam diyorum. Para kazanma hırsı ve kendini ispatlama güdüsü kasıp kavuruyor bizi. Sıradan bir çalışanken eleştirdiğimiz her şeyi aslında iş kurduğumuzda yapacağımızın farkına varıyorum. Sigortasız çalıştıralım, az maaş verelim, vergiden kaçıralım. Neden? Eee çünkü kendi işimizi kurduk. Ev alalım, araba alalım, yurt dışını gezelim, birikim yapalım. Ama bunları yaparken yanımızda çalışanları basamak olarak kullanalım.

Hee şu da bir gerçek. Tüm bunları yaptıktan sonra çevresindeki insanlara ahlak dersi veren çok insan var. Yaptıkları ile söyledikleri arasında dağlar kadar fark var. Vicdanlarda böyle rahatlatılıyor. Mesela çalıştığımız şirketlerin sahipleri zam yapmayıp ya da çalıştırma koşullarınızı iliştirmiyor. Fakat gidip bağış yaparak hayırsever yönlerinin reklamını yapıyor. Üstelik bunları vergiden de düşürebiliyor. 

Pinhani grubunun bir şarkısı vardı ya. Üniversitede öğrenciyken çok dinlerdim. "Herkes köşesini kapmış, iyi ama ben nasıl büyük adam olucam. İyiler bu savaşı kaybetmiş, peki ben nasıl büyük adam olucam.." Yani kısacası etraftaki tüm bu saçmalıklardan uzaklaşıp inzivaya çekilmek istiyorum. Bunun için de maalesef ekonomik özgürlüğe sahip olmam gerekiyor. Bilgisi olmayan insanların yetkisinin olduğu, çok para kazananların muteber olduğu, evlilik ve aşk hayatının kıçı kırık Türk dizilerindeki zengin erkek-fakir kız edebiyatına dönmesinden sıkılmadık mı? 

Yıllar önce dedemle bahçede yürürken bana ne okuyorsun diye sormuştu? Ben de ekonomi demiştim. Gülmüştü bana. Ekonomi okuyup da ne yapacaksın demişti. Bak burada ihtiyacın olan her şey var. Ev, bahçe, toprak... Tabi dedem böyle vaaz verince ben gülememiştim. Halbuki o gün ne demek istediğini yıllar içinde anladım. Dedem İstanbul çok kalabalıklaşıyor deyip 35 yıl önce İzmit'in bir köyüne yerleşti. Dümdüz bakir toprağa ev yaptı, bahçe yaptı, yüzlerce ağaç dikti. Kendi iç huzurunu buldu. Belki benim kaçmak için henüz vaktim gelmedi. Ama bunun hayali ile yanıp tutuşuyorum. Çünkü ben doğduğumda kulağıma adımı dedem fısıldadı. Ve sanırım içime dedemin özgürlüğü ve asiliği de işledi...

Karıncaların Günbatımı

 Bugünkü yazının başlığını yakın zamanda okuduğum ve aslında okumakta çok fazla geciktiğimi düşündüğüm bir kitaptan çaldım. Eğer bir yazar o...