"Sormayın neden bu durgunluğum, görmeden kuytu yaralarımıSormayın neden bu huysuzluğum, bilmeden saklı duygularımıÇok mu dertsiz duruyorum uzaktan bakıncaÇok mu kalendar sandınız dert anlatmayınca..."
MurattGenstein
Ben başarının ve kabul görmenin değil, başarısızlığın ve yıkılışın güzelliğinde rahat ediyorum
19 Ekim 2025 Pazar
Karıncaların Günbatımı
12 Ekim 2025 Pazar
Nasıl Olunmaz?
Ben bugün, hayatımın tek bir dakikası üzerinde bile hiç kimsenin hakkı olmadığını söylemeye geldim. Enerjimin de. Başarılarımdan herhangi birinin de. Kim böyle bir iddiada bulunursa bulunsun, sayıları ne kadar kalabalık, ihtiyaçları ne kadar büyük olursa olsun.
Buraya gelip, başkaları için yaşamayan bir insan olduğumu söylemek istedim. Bunun söylenmesi gerekiyordu. Dünya bir fedakarlık alemi içinde yok oluyor.Buraya gelip, kişinin dürüst ve yaratıcı ürünleri, her türlü hayırseverlik girişiminden daha önemlidir, demek istedim. Aranızda bunu anlamayanlar, dünyayı mahvedenlerdir.
Buraya gelip kendi şartlarımı ortaya koymak istedim. Başka şartlarla var olmak istemiyorum. İnsanlara karşı, bir tek sorumluluk dışında, başka hiçbir sorumluluk kabul etmiyorum. O sorumluluk, özgürlüklerine saygı göstermek, köle toplumuna katılmamaktır.
21 Temmuz 2024 Pazar
Dünyaya hoş geldiniz orospu çocukları!
Çocukluğumdan beri her zaman yaşadığım bir duygu vardır. Bunaldığımda kaçıp saklanabileceğim bir yer bulmak ve orada yalnızlığın verdiği sessizliği dinlemek. Sömestr ve yaz tatillerinde dedemin evi bunun için en ideal yerdi. Sabahın köründe tarlaya iner kendi kendime konuşur, bir ağacın gölgesine çöker kendimi dinlerdim. Akşama doğru esen rüzgarın verdiği keyifle, çimenlere uzanır yaprakların hışırtısını dinler, masmavi gökyüzünde kayıp giden bulutları izlerdim. Kitap okumak, düşüncelerimi yazmak ve arada kafamı kaldırıp sessizliği dinlemek... Okuldan, sorumluluklardan, gereksiz insan kalabalığından, menfaate dayalı ilişkilerden uzakta olmak ne güzeldi. Önce anneannem öldü, sonra okul bitti, dedem iyice yaşlandı, çocukluğumun en güzel anılarının geçtiği ev harabeye döndü, dedem ölmeden önce beni unuttu. Bitti rüya!
Poğaça, mısır, supangle ve sıcak ekmek kokardı dedemin evi. Didem Madak'ın o eşsiz dizeleri akla geliyor ister istemez. Ve ondan ilham alıyor insan. Bir daha çocuk olamayacağım. İçimdeki çocuk da her geçen gün ölüyor. Peki ya o mutluluğu bir daha yaşayabilir miyim? Kendi küçük ailemi kurabilirsem belki?
Kendime koyduğum birçok hedefi başarmışım. Dünya için küçük, benim içinse büyük adımlar diyebilir miyiz? Geriye dönüp bakınca hepsinin bomboş bir avuntudan başka bir şey olmadığını görüyorum. Birileriyle rekabete girmek, mücadele etmek, kazanmak ve tüm herkese kendimi ispat etmek. Ne için?
Geçen akşam annemlerle konuşurken bana ne istediğimi ve neden mutsuz olduğumu sordular? Benim yerimde olmak isteyen binlercesi varmış. Ailem arkamdaymış. İşim gücüm yerindeymiş. Sevilip saygı duyuluyor muşum. Şikayet etmek ve mutsuz olmak gibi bir lüksüm yok maalesef.
Okuduğum binlerce kitaptan sonra her geçen gün altını çizdiğim kelimeler anlamını yitiriyor. Mutsuz değilim. Sadece yorgun ve üşengeçim. Payıma düşen mutluluğu daha fazla bekleyecek takatim de kalmadı. Üstesinden gelemediğim ve unutamadığım pek çok şey var: "Babamla hiçbir zaman yapamadığım konuşma, onun güvenini arkamda hissedemeyişim, bana çocukken ayırmadığı vakti ve sevgisi, geçim kaygıları, annem ve babam arasındaki dengeyi koruma çabam, sahip olduğum her şeyi tırnaklarımla kazıyarak elde ederken ruhen yıpranışım, beni gerçekten seven kızlara hak ettikleri mutluluğu veremem, kendimden kaçışım, hayallerimi sürekli yarınlara ertelemem ve en önemlisi de potansiyelimi boşa harcamam. Kendimin en iyi versiyonunu gerçekleştirmek için verdiğim bunca yıllık mücadele ne içindi?
Her gün etrafımda kendisini gerçekleştirmiş ve mutlu gibi görünen insanları görmeye katlanamıyorum artık. Kimsenin mutluluğunda ve başarısında gözüm yok. Ama kendimi heba edişime üzülüyorum. Elimden bir şey gelmiyor. Yalnızlık bir bataklık gibi her geçen gün içine çekiyor beni. Boğuluyorum. Ama dışarıya karşı olan görevlerimi aksatmıyorum. Gülümse, çalış, sorumluluklarını yerine getir ve insana verilen bu eşsiz hayatı harcamaya devam et. Dünyaya hoş geldiniz orospu çocukları! İnsan ziyan olmak için yaratılmıştır...
14 Temmuz 2024 Pazar
Nabıcaz be Kamil?
Galiba günden güne konuşma ve yazma kabiliyetimi kaybediyor gibiyim. İnsanları belli bir süre boyunca dinlemekte zorlanıyordum zaten. Kemal Sunal gibi ağzımı açar açmaz, donup kalıyorum. Derin bir iç çekip, konuşmamın boşuna olduğunu anlıyorum. Bir zamanlar çok konuştum, bir faydasını görmedim diyordu Erdal abi. Ah o eski günler geliyor aklıma. Twitter, Facebook ve blogda yazılan binlerce yazı. Eş, dost, akraba demeden girişilen polemikler. En iyisini ben biliyorum. En haklı benim. Yunan tragedyalarındaki gibi topluluğa nutuk çekmeler. Küçük dağları ben yarattım amına koyim. Bugünkü halimle o günkü zamanlara bakınca ne kadar da aptalmışım diyorum kendi kendime. Ama şu da bir gerçek ki; makul ve aklı selim birisi olabilmek için bu aptallık yollarından geçmemiz gerekiyor.
17 yaşında yazdığım ilk yazılarda en çok vurgu yaptığım şey "ben bir gün mutlu olacağım" mottosuymuş. Gören de Üvey Baba dizisindeki Lamia gibi çocukluk yaşadım zanneder. Başka bir evrende babam veresiye rakı almaya gönderip, sonra da kemerle dövüyordu belki de.
Jack London'ın Demir Ökçe romanından nasıl etkilendiysem lise yıllarında avukat olacağım demişim. Ernest Everhard mısın be mübarek. Ara sokaklarda Proleterya'ya meyve kasaları üzerinde aforizma kasarken "La Viva Revolution" diye bağırdığımı hayal ediyordum sanırım. Fazla Amerikan filmine maruz kaldığımdan olabilir. İtiraz ediyorum hakim bey...
Üniversiteye girişte yapmış olduğum tercih hatasının ceremesini aradan 16 yıl geçmesine rağmen hissediyorum. Futbolculuk hayalleri peşinde koşarken kafam Leylaydı. Annemi saraylarda yaşatmanın kısa yolu transfer olmaktan geçiyordu. Hesapta olmayan ise; sakatlandıktan sonra bir daha hiçbir şeyin aynı olmayacağıydı. Babam bir sene daha hazırlan oğlum belki iyi bir üniversiteyi kazanabilirsin diyebilirdi. Fakat 2007-2008 yılındaki Finans krizi bizim evi teğet geçmemişti. Babam işsiz, annem çaresiz, bense bavulumda hayal kırıklıklarım; aklımda ise onlarca düşünce ile memleketin yolunu tuttum.
İyi bir üniversiteye gidemiyorsam; iyi bir öğrenci ve entelektüel biri olurum diyerekten sıvadım kolları. Üniversitenin ilk senesi kitap fuarından posta çeki karşılığında yaklaşık 1.000 tane kitap aldım. Ulan o kitapların borcunu üç senede ödedim. 2008 yılında 2.000 lira vermiştim o kitaplara. Tüm klasikleri hatim ettim. Ekonomi, felsefe, siyaset, sosyoloji, antropoloji... Şimdi ananızı laciverte boyadım diye geziniyordum ortalarda. Facebook'ta racon değil, kafa kesiyordum. Melih Gökçek Ankara'yı parsel parsel Fetö'cülere satarken biz klavye şövalyeliği yapıyorduk. Ta ki 19 yaşında eve gelen ilk tebligatla, savcılığa ifade verene kadar. Sen misin birkaç milyon izlenme alan blog yazarı. Volkan Konak'ın manidar şarkısında dediği gibi "Elumuze verdiler..."
İktidarı eleştir; bir muhaliflik. Cemaate küfür et, iki iftira. Sistemin ırzına geç; üç halkı kine ve isyana teşvik. Her gece düşüncelere dal; nereden baksan overthinking. Heriflerin yalanlarını ifşa et; beş gammazcılık. Bütün bu bokları yedikten sonra savcının suratına bakıp kusura bakmayın abi kaza oldu diyemezsin. Adamın götünden kan alırlar Kamil kan!
Okul bitti nihayet. Diplomayı rulo yapıp elimize verdiler. Artık götümüze nasıl sokacağımız bize kalmıştı. KPSS ile devlet memuru olsam muhtemelen dilimi tutamadığım için ihraç ederlerdi. 90 puanı çöpe attım. Yüksek lisansı birincilikte bitirdikten sonra akademisyen mi olsam dedim. Üniversiteye ya kayyum atadılar ya da hocaları işinden kovup hapse attılar. Bir ömür özel sektörde kim çalışacak amk dedim.
10 senedir sistemin en sadık kölesi olarak çalışmaya devam ediyorum. Artık ben de küçük bir burjuvayım. Kuyruğu dik tutmaya çalışıyorum ama nafile. Okulda yetmiyordu bir de şirkette anarşiklik yaptık. Orada da adımız çıktı iyi mi? Utanmasam şirketin duvarına Faşo Ağa yazacağım :) Benden bi sikim olmaz ha! Kariyer de yalan oldu.
Belki 35'imden sonra Chuck Palahniuk gibi Dövüş Kulübü'nü yazar meşhur olurum diye hayal ediyordum ama ben bile kendi yazdıklarımı okumaya üşeniyorum. Elalem niye okusun. Ha gerçi piyasada yazarım diye gezinen bir sürü sik kırığı var. İmza günü bile düzenliyorlar. Kanalıma hoş geldiniz göt laleleri. Bugün size Nilgün Bodur'un "Akıllandım Artık Şimdi Daha Malım" kitabından bahsedeceğim.
İlişkiler konusunda da işler umduğumuz gibi gitmedi. Yok zihinsel olarak hazır değilim, yok biraz kariyer yapayım, acaba daha iyisi karşıma çıkar mı, geçim kaygısı, dünya kavgası, varoluşsal sancılar derken gül gibi kızların ahını aldık iyi mi! Eternal Sunshine of The Spottless Mind filmindeki Joel gibiyim. Geçmişteki ilişkilerim aklıma geldikçe ben nasıl kaçırdım bu kızları diyerek kafayı yiyorum. Hafızama reset atmaya ihtiyacım var. Kendimden şüpheye düşmeye başladım. Eskiden bu kızlar benim neyimi sevdi acaba? Çünkü bugünlerde evlenilecek kız kalmadı moduna girdim. Hiç olmadığım kadar hazırım. İşler güçler iyi, diplomaları götümüze soktuk, gezdik gördük eğlendik, insan-ı kamil olduk... Eeee hani vadedilen kutsal topraklar :) Bizimkiler dizisindeki Dumkof gibi olacak sonumuz. 40 yaşında evde kalmış çocuk ruhlu sapık. "Öyleee Yumuşak yumuşak..."
Velhasıl kelam şimdi ben bunları neden yazdım? Niçin yazdım? Nasıl yazdım? Buna izaha gerek yok. Okuduğunuz üzere yazdım. Yazmayabilirdim de. Ama yazmış bulundum bir kere. Yıllardır yarım bıraktığım bir sürü romandan sonra, anladım ki ben roman yazarı değilim. Benim ekmeğim anlatı yazarlığında. Fernando Pessoa'nın Huzursuzluğun Kitabı'nı örnek alıp kendi ezik hayatımı anlatmayalım. Sonra tüm bu yazdıklarımı derleyip toplayıp kitap haline getirebilirim. Allah'ım sen bana yazma gücü ver. Hazır dua etmeye başlamışken; bir adet oyun bilgisayarı, Halstadt bileti, minyon çekik gözlü zeki çevik akıllı ve kafa dengi bir gacı... Veleddalin Amin!
23 Haziran 2024 Pazar
Var mıydık? Belki Biraz...
Artık çalar saatin ruhumu kamçılarcasına ötmesine gerek duymadan uyanabiliyorum. Telaş yok, karnımda uçuşan rahatsız kelebekler yok, geç kalırım kaygısı yok, hesap vermekten korkacağım bir patronum yok. Bembeyaz tavana 15 dakika boyunca bakarak kendimi yataktan çıkarmak için ikna etmeye çalışıyorum. Bu sabahın diğer sabahlardan farkı nedir? Neden işe gitmeliyim? Tefekkür etmek için günün en uygun saati. Yataktan kalktığım anda Hannah Arendt'in bahsettiği "Animal Laborans" gibi davranmaya başlıyorum.
Uyanmak için yüzüme birkaç defa soğuk su çarpıyorum, boğazımdan aşağı birkaç lokmayı zorla itekliyorum, sonra o birkaç lokmayı tuvalette ıkına ıkına çıkarıyorum, ayaklarım geri geri giderken insan seline karışıp toplu taşımayla işime yetişmeye çalışıyorum. Tüm gün çalışıyormuş gibi yapıyorum, patronum da maaş ödüyormuş gibi yapıyor. Geçinemiyorum ama ay sonunu getirebiliyorum. Yaşamıyorum ama var oluş mücadelem devam ediyor. Muhtemelen emekli olana kadar böyle devam edeceğim. Ve her günün sonunda tüm yaşananlara rağmen hayatıma şükredeceğim. Sanırım Bukowski ve Palahniuk yazarak, Pessoa ise hayaller kurarak bu acınası hayatlarına katlanıyordu.
Peki ya katlanamayanlar? Eskiden insanlar kendini köprüden atardı. Şimdi ise trenin önüne atlamak moda. Öldükten sonra evine ya da işine geç kalan binlerce kişinin ettiği küfürler de cabası. Hayattan intikam almanın farklı bir yolu olsa gerek. Peki neden tren? Sosyolojik olarak düşünmeye çalışıyorum. İntihar şekillerinden toplumların refah düzeyini, adalet sistemini ve toplumsal huzurlarını anlayabilir miyiz? Verilen mesaj nedir? Amerikalılar silahla intihar ediyor; çünkü bireysel silahlanma yaygın ve kolay. Japonlar işini kaybettiğinden dolayı duyduğu utançtan ötürü intihar ediyor. Eskiden seppuku yaparlardı şu an daha acısız bir şekilde hallediyorlar. Peki ya biz Türkler? Son birkaç yıldır artmasına rağmen sansürden dolayı intihar vakalarıyla ilgili pek bir şey bilemiyoruz. Twitter'da birkaç saat gündem olduktan sonra unutulup gidiyorlar. Muhtemelen intihar edenlerle ilgili bir istatistik de tutulmuyordur. Tıpkı 1977 yılından itibaren Doğu Almanya'nın yapmadığı gibi. Eğer küçük bir aksaklıktan dolayı metro seferleri gecikmeli yapılıyorsa bilin ki; hayatından ümidi kesmiş birisi bir yerlerde kendisini trenin altına atmış.
Bazı zamanlar kötü geçen bir günün ardından benim de aklıma gelmiyor değil. Bir anlık cesaret, gözünü karart ve bammm... Tüm yüklerinden kurtulacaksın. Fakat sonra benim yüzünden evine, sevgilisine geç kalacak olan insanlar geliyor aklıma. Bu kadar küfrü yemeye değer mi? Sikerler kardeşim öyle kuru kuruya ölmek yok. 34 sene boşuna yaşamadık. Can Yücel'in dediği gibi: "Gittin mi büyük gideceksin, ayrılık bile gurur duyacak seninle."
28 Kasım 2021 Pazar
Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi?
2021 yılında hiç blog yazmamışım. Ne olacak benim bu üşengeçliğim bilmiyorum. Halbuki eskiden her Allah'ın günü bir şeyler yazardım. 20'li yaşlarımın ortasında şiir kitabı yazacak kadar avareydim. Ben okurken bile kendime güldüm, başkaları okusa kim bilir ne olurdu. Geriye dönüp eski yazılarımı okudum biraz. Blogda yazdıklarımı derlesem 2-3 kitap çıkarmış aslında. İktidarı eleştirdiğim siyasi ve ekonomik yazılardan özellikle. Konjonktürü iyi yakalamışım, doğru insanları takip etmişim, iyi kitaplar okumuşum. Pandeminin gerektirdiği izolasyon ve bekarlığımın verdiği özgürlük ile son 2 yılda yaklaşık 700'e yakın kitap okumuşum. Defterler dolusu notlar almışım. İzlediğim dizileri ve filmleri saymıyorum bile.
Yıllardır şu ikilemden kurtulamadım gitti. Çok küçük yaşlardan beri yalnız kalmayı sevdim. Sevmeye de devam ediyorum. Çocukken kendi başıma oyunlar oynardım, hayaller kurardım. Sonra büyüdüm; okulda en arka sırada romanlar okurdum, tek başıma sahilde bir bank köşesinde okumak hâlâ en büyük zevkimdir, uzun yürüyüşlere çıkıp alternatif yaşamların hayalini kurmaya devam ediyorum. Bir gün büyük bir futbolcuyum, bir gün devrimci. Rahmetli İlker'den sonra tek başıma film izlemeyi öğrendim, onun yokluğunda o kadar çok film izledim ki. Yalnızlığı efektif bir yaratıcılığa dönüştürdüm. Ve ne zaman bir ilişkiye başlasam bu yalnızlığa paylaşamayacak kadar bencil olduğumu gördüm. Birisi ile beraberken acaba tüm o sevdiğim şeyleri yapmaya devam edebilecek miydim? Kendimle baş başa kalmaya fırsatım olacak mıydı? Ah evet bir türlü üstesinden gelemediğim şeyler.
Bu sene de planladığım kitabı yazamadım. Oysa kafamda biteli uzun zaman oldu. Bilirsiniz ki roman yazarlarının ilk kitapları genelde otobiyografik ögeler barındırır. Kendime yazmak neyse de, başkalarının yazdıklarımı okumasına hazır mıyım? Henüz bilmiyorum. 20'li yaşlardaki idealist düşüncelerim yok artık. Değişmedim sadece rafa kaldırdım. Acıları görmeye devam ediyorum ama sineye çekmeyi öğrendim. Sistemi her zaman ki gibi eleştiriyorum ama en sadık ve çalışkan kölesi olmayı da ihmal etmiyorum. Para her şeyi yapar demiyorum ama bazı şeyleri satın aldığı da gerçek. İşimi sevmeden de iyi yapabilmeyi öğrendim. Geçmişteki yazılarıma baktığımda öfkeliymişim. Hararetli bir şekilde siyaseti eleştirip, ekonomik analizler yapmışım. Sonracığıma neden mutlu değilim demişim? Yalnızlığıma küfretmişim. Ah Bukowski ah sen yok musun sennn...
Öfkem yerini kabullenilmiş bir umarsızlığa bırakmış. Ölüm korkusu aklıma bile gelmiyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyorum. Ama arada iş çıkışı metroda beklerken karanlıkta beliren ışığın altına kendimi bırakasım da gelmiyor değil. Bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi? Eminim herkesin kendince haklı sebepleri vardır. Evet geride kalan 10 yılda tırnaklarımla kazıyarak bir şeyleri değiştirdiğim ortada. Geleceğe dair somut hiçbir hayalimin olmadığı günleri de yaşadım. Üniversitede 1 liraya yediğim akşam yemekleri ve tek öğünle geçiştirdiğim günler oldu. Hani bugün barınamayan ve geçinemeyen üniversite öğrencilerini televizyonlarda izliyorsunuz ya. İşte bu iktidarın en şaşaalı olduğu zamanlarda da biz aç kalabiliyor ve barınmakta zorluk çekiyorduk. Evin kirasını ödediğimde hissettiğim rahatlık başka bir şeydi. Cebimde kalan son beş liraya rağmen babam "paran var mı oğlum" dediğinde "evet var baba" dediğim günlerdi o zamanlar. Kitap alabilmek için konserlerde yer gösterdiğim, otellerde garsonluk, avm'lerde tezgahtarlık yaptığım günlerdi evet evet. Bunların hepsi Türkiye'nin değişmeyen ve muhtemelen önümüzdeki birkaç on yılda değişmeyecek gerçekleri...
Bakın bunları hâlâ bir başarı olarak görmüyorum. Çünkü başarının olduğu yerde rekabet vardır. Ve rekabet kimilerinin dediği gibi bizi yaratıcı yapıp zinde tutarken, aynı zamanda ruhumuzu kemirir. Düşe kalka bir kariyer yaptık. Borçlar ödendi, bazı hayaller gerçek oldu. Allah var; payımıza düşen mutluluğun köşesinden bir parça almadık değil. Küslükleri bir kenara bıraktık.
Peki ben neden arzuladığım ve bir amaç uğruna mücadele ettiğim mutluluğa erişemedim? Evet biliyorum mutluluk bir hedef değil, bir yolculuk. Demagojisini çok yaptım. Fakat yolda olmaksa eğer mutluluk ben neden o yolu hâlâ tek başıma yürüyorum. Her geçen gün kendimi daha da yalnız hissediyorum. Eskiden bir çöl fırtınası gibi yakalandığım buhranlardan sığınacak bir mağara bulup kurtulurdum. Bu mağara çoğu zaman okuduğum kitaplar, izlediğim filmler olurdu. Kimi zaman uzun yürüyüşler, dedemin evinde geçen birkaç hafta olurdu. Lakin artık teselli edemiyorum kendimi. Tek başına üstesinden gelemediğim buhranlarım var benim. Annem beni meyve veren bir ağaç gibi görüyor. Kardeşim o ağacın dallarında sallanıp, çocukluğun verdiği haylazlıkları yapıyor. Babamla artık konuşmuyoruz bile. Eskiden kendimi ona ispatlamak isterdim. Ağzımla kuş tutsam, kuşun kanadını kırdın derdi muhtemelen.
Oturup derdimi anlatacağım tüm arkadaşlarım kendi ailesini kurdu. Onların üstesinden gelmesi gereken ve benimkinden çok daha büyük dertleri var eminim. O yüzden onlar anlatıyor ben dinliyorum. Gerçi her zaman böyle olmuştu ya. Bir arkadaşa ihtiyacım var mı yok mu ikilemi içindeyim. Bana iyi gelecek sözcüklere sahip olan var mı? Telefonum çaldığında ekrana uzaktan bakıp acaba benden ne isteyecekler diye düşünmekten sıkıldım. Evet evet yalnızlık bir parazit gibi yer edinmiş benliğimde. Ne onsuz yapabiliyorum ne de beni için için yiyen bu parazite dur diyebiliyorum.
Yukarıda yazmış olduğum gibi bir insanın ölümü düşünmek için haklı bir sebebi olabilir mi diye soruyorum kendime? Ne sahte bir mutluluğun rolünü yapıyorum ne de sahip olduklarıma şükretmemezlik. Sadece kendimi değersiz hissediyorum. Yalnızlığı taşıyamayacak kadar yorgun ve bıkkınım. Her yeni gün okumak, düşünmek, bir şeyler üretmek için amaçlar edinmeye çalışıyorum. Ama sanki cüzzamlılar gibi çevremdekilerden soyutlandığımı düşünmeye başladım. Mutlu ve huzurlu olabilecek bir potansiyeli boşa harcıyorum. Ve tüm bu olanları bahane gösterip, başkalarını suçlayamayacak kadar da aydınlanmış biriyim. Öylesine aydınlanmışım ki; sokak lambası gibi çevremi aydınlatırken kendi iç dünyamda karanlığa gömülmüşüm. Ne yapmalıyım? Dua etsem mi yatmadan önce. Tıpkı çocukluğumda olduğu gibi. Kadere iman! Hımmm.
Evet neden uzun bir aradan sonra blog yazdım. Çünkü kendime yazmak iyi gelir diye düşündüm. Tıpkı yıllardır olduğu gibi. Umarım yine işi yarar....
18 Nisan 2020 Cumartesi
Ben Nasıl Büyük Adam Olucam...
Karıncaların Günbatımı
Bugünkü yazının başlığını yakın zamanda okuduğum ve aslında okumakta çok fazla geciktiğimi düşündüğüm bir kitaptan çaldım. Eğer bir yazar o...
-
Nilay Örnek'in yıllardır severek dinlediğim podcast serisinden ilham aldım başlığı atarken. İnsanlar hep başarı hikayesi ya da nasıl old...
-
Doğarken güneş ardından tepelerin, amına koyim teletabilerin diyerek aklıma çocukluğum geliyor. Hani şu saf ve katıksız mutluluğun u...
-
Çocukluğumdan beri her zaman yaşadığım bir duygu vardır. Bunaldığımda kaçıp saklanabileceğim bir yer bulmak ve orada yalnızlığın verdiği ses...
