Paranın da satın alamayacağı şeyler var değil mi hayatta? Küçük mutluluklar mesela. Başımı yastıkla kolumun arasına sıkıştırmış bir halde uyanıyorum. Birkaç dakikalığına da olsa odamdaki şairlerin posterlerine bakıyorum. Mesela Özdemir Asaf uzaklara bakarak "Yaşamak değil, beni bu telaş öldürecek" diyor. Sanki 4 yıldır neler çektiğimi biliyormuş gibi. Hangi ara girdim borca, 20 kilo almışım, saçlarıma aklar düşmüş, kitaplarım raflardan taşıyor, kardeşim okula başlamış, arkadaşlarım evlenip çoluk çocuğa karışmış...
Sonra sol kolumla yorganı sıkıca kavrayıp üstümden atıyorum. Derin bir nefes alıp yatakta doğrulmaya çalışıyorum. Bu sefer Cemal Süreya'ya takılıyor gözlerim. "İki çay söylemiştik orda, biri açık. Keşke bunun için sevseydim seni." Sahiden çok uğraştım birisini sevebilmek için. Sevilmek elbette güzel bir şey. Farkında olmadan sevildiğimi de öğrendim. Fakat adam dediğin başkasından az, kendisinden çok şey beklermiş. O yüzden adam olma yolunda ilerlemeye çalışıyorum. Bir gün kendimden başkasına da ayıracak vaktim olur elbet. Koskoca bir gün konuşmadan deniz kenarında oturup çay içeriz. Hayallerimizden konuşuruz. Ne bileyim birbirini seven iki insan ne yapıyorsa, biz de onları yaparız işte.
Yüzümü yıkamak için kalkıyorum yataktan. Uyku sersemliğini üzerimden attıktan sonra takım elbisemi giymeden önce atlet don bakıyorum kendime aynada. Yıllar daha bu genç yaşımda acımasız mı davranmış ne. Futbolculuk hayallerim suya düştükten sonra ekmeğe fazla abanmışım. Çay desen kurabiyesiz olmuyor zaten. Ufaktan iş stresi aklıma gelmeye başladı nihayet. Start verildi ve koşu başladı sayın seyirciler. Bakalım son düzlükte foto finish'te mutluluğa kim göğüs gerecek. Derken Sabahattin Ali göz kırptı kitaplığımın köşesinden: "Günün birinde ya çıldıracağız, ya da dünyaya hakim olacağız. Şimdilik bir rakı parası bulmaya çalışalım ve parlak istikbalimizin şerefine bir kaç kadeh içelim" diyor.
Daha gün aymadan, mesai başlamadan buhranlara giriyorum. Bir elimde ceket, bir elimde edebiyat dergisi. Koyu takım elbisem, siyah rugan ayakkabılarımla hazırım. İnsanlık için sıradan, benim için ise tamamen eziyet olan adımları atmaya...
Mesai başladı: "Günaydın, gülümse, dedikodular, konsantre, biraz azar işit, moralin bozulsun, öğle arası, biraz daha dedikodu, üstlerini eleştir, ufak bir kasaba sahiline yerleş, gerçek dünyaya geri dön, iş başı, konsantrasyon, azar işit, öfkeni içine at, ben nerede yanlış yaptım, dakikaları say, sessizce iyi akşamlar..." Ve mesai bitti.
Eve gelip gömleği banyoya atıyorum. Bir gün daha bitti deyip avutuyorum kendimi. Yaşlılığımda çok arayacağım bu günleri belki ama, bugünlük herkesin canı cehenneme. Gün biterken yatağa girmeye hazırlanıyorum. Bu sefer masa başında Tomris Uyar dalgın dalgın bakıyor. "Elbet çayla olmuyor, bu üstbaş, şu takım elbiseler. Boşuna geçinmiyoruz şu dünyada. Yaşayıp da... O yüzden diyorum ya, ömrümüz kısa olsun daha iyi. Trafik daha az aksar biz olmazsak, arabalılar da daha az çekinir. Yırtına bozula düzelecek bu dünya ama biz yetişemeyeceğiz nasılsa." Ve hayatımın bir sıradan günü daha böyle son buluyor. Yaşam bize şairlerin öğrettiğinden daha çoğunu öğretiyor. Çünkü yaşam bize karşı direniyor. Şairler ise sadece yüzümüze karşı gerçekleri söylüyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder